Limon Çiçekleri 44. Bölüm

1K 131 22
                                    

Batu soğuktan hafif hafif titreyerek kaldığı koğuştan yemekhaneye doğru yürürken son dört aydır olduğu gibi yine kaşları çatık, suratı asıktı. Aralık ayının gelmesiyle beraber keskin soğuk Muğla'da bile etkisini göstermiş, buraya geldiğinden beri genelde hep ılık seyreden hava birkaç haftadır birdenbire soğumuştu. Hava sıcaklığında o kadar da abartılacak bir düşüş yoktu aslında ama doğma büyüme Adanalı olan Batu için bu kadarı bile yeterince soğuktu işte. Onunla geçirdiği sıcacık yazdan sonra şimdi onsuz daha bir soğuktu sanki bu kış. Aslında tam da ders kitaplarında anlatıldığı gibiydi Akdeniz ikliminin kışı; ılık ve yağışlı. Ilıklığı dışında tam da Batu'nun ruh halinin birebir yansımasıydı aslında; kapalı, bulutlu, kasvetli, depresif, mutsuz, bıkkın...

Yemeğini almak için taa kapıya kadar uzanan sıranın sonuna eklenerek sıkıntıyla beklemeye başladı. Fazla oyalanmadan bir an önce yemeğini alması gerekiyordu, yarım saat sonra nöbete çıkacaktı çünkü. Ama aksi gibi sıra da olabildiğince yavaş ilerliyordu bu akşam. Gerçi artık alışmış olması gerekiyordu, zira bu her akşam böyleydi. Ve Batu artık çok ama çok sıkılmıştı; bu yemekhaneden, ranzanın alt katında yatmaktan, kendinden yedi-sekiz yaş küçük tıfıl oğlanlardan emir almaktan, koğuşta dönen muhabbetlerden... Çoğu gitmiş azı kalmıştı ama burada zaman öyle yavaş geçiyordu ki kalan yirmi yedi gün bile birkaç yıl kadar uzun görünüyordu gözüne. İlk zamanlar başka yerlerde askerlik yapanlara göre ne kadar şanslı olduğunu düşünmeye çalışarak kendini bunalıma sokmamak için elinden geleni yapmıştı ama bir süre sonra hangi şehirde olduğu pek fark etmemeye başlamıştı. Nerede olursa olsun yine bu kadar sıkılmayacak mıydı? Sözde vatani görevini yapıyordu ama inşaat mühendisliği okumuş, üstüne de yurt dışında yönetim master'ı yapmış birinin, vatana hizmet olarak 1960'lı yıllardan kalma top tüfekleri temizlemek ve her gece saatlerce nöbet tutmak dışında yapabileceği başka şeyler de olmalıydı herhalde!

Kollarını kavuşturarak sırtını duvara vermiş, boş bakışlarla sıranın ilerlemesini beklerken biraz ilerde yemekhanenin tam ortasındaki geniş ekran televizyondan kulağına çalınan kelimelerle beraber kafasındaki bütün düşüncelerden sıyrıldı. Gözleri artık boş boş değil, hasretle bakıyordu. Televizyondan gelen ses "Cumhurbaşkanı Hristiyan vatandaşların ve Hristiyan aleminin Noel bayramını kutladı. Cumhurbaşkanlığı'ndan yayınlanan mesajda, Hristiyan aleminin bugünden itibaren kutlamaya başlayacağı Noel bayramının bütün dünyaya...." diye devam ederken Batu'nun da kulakları uğuldamaya başlamıştı. Aynı ses biraz sonra, Noel'in bu gece Hristiyan nüfusunun yoğun olduğu şehirlerde kiliselerde düzenlenecek ayinlerle kutlanacağını söylediğinde Batu'nun vücudunda gözle görülür bir değişim başlamıştı. Kolları çözülüp yana düşmüş, yüzünün rengi atmış, gözleri kocaman açılmıştı. Biraz sonra İstanbul, İzmir, Mardin ve Mersin'le beraber Hatay'ın da adı sayıldığında Batu artık resmen böcek gibi duvara yapışmıştı. "Hatay'ın İskenderun ilçesinde Katolik ve Ortodoks kiliselerinde ayrı ayrı düzenlenecek ayinlerle kutlanacak olan Noel..." diye devam eden cümlenin gerisini dinlemeye gerek duymamıştı. Birkaç defa üst üste yutkundu. Sonra, sıranın kendisine gelmesine yalnızca üç kişi kalmış olmasına rağmen ağır ama kararlı adımlarla yemek kuyruğundaki yerini bırakarak yürümeye başladı. Arkasındaki, şaşkın bakışlarla gidişini izlerken "Sıra sana geldi görmüyor musun? Yemek almayacak mısın?" diye bağırmış, hiçbir yanıt alamayınca omuzlarını silkerek daha fazla vakit kaybetmeden Batu'dan boşalan yere geçmişti hemen.

Batu ise attığı her adımla beraber biraz daha hızlanarak çay ocağına doğru yürüyordu. Bir süre sonra artık yürümüyor, koşuyordu. Duyduğu o birkaç cümle iki aydır içinde sürdürdüğü kavgayı bitirmişti sonunda. Ne sabrı kalmıştı artık ne iradesi. İki aydır onu bir kez bile aramadığına göre kendine hakim olmayı başardığı zannedilebilirdi belki. Çok sağlam durduğu, güçlü olduğu, söz konusu "o" olduğunda ilk defa kendini tutmayı başardığı sanılabilirdi. Ama aslında bunların hiçbiri doğru değildi. Sağlam durduğu falan yoktu. aksine ilk rüzgarda yıkılıp darmadağın olacak gibiydi. Değil sağlam durmak, ayakta bile duracak hali kalmamıştı artık! Ayrıca onu hiç aramadığı da doğru değildi. Çünkü aramıştı. Çok nadiren açabildiği cep telefonuyla fırsat buldukça aramıştı onu. Ama muhtemelen o bunun farkında değildi çünkü her aradığında numarasını gizlemişti. İlk başlarda her aradığında açıyordu telefonu. Arayan gizli numara olduğu için Türkiye'den olduğunu tahmin ediyordu herhalde, "alo" diyerek açıyordu her seferinde. Karşıdan ses gelmeyince Fransızca konuştuğu da oluyordu. "Bonjour"dan başka hiçbir dediğini anlamıyordu o ayrı! Ama sesini duymak yetiyordu. Bir keresinde oranın saatine göre gece üçte aradığında sesinin kalabalık bir yerden geldiğini duyunca mahvolmuştu. O saatte neredeydi, ne yapıyordu? Yanındakiler kimdi? Arkadan gelen gürültülü müzik sesi de neyin nesiydi? Ondan sonra kendini tutmuş, iki hafta hiç aramamıştı onu. Ama sonunda yine dayanamamıştı. Ne var ki bir süre sonra ne kadar arasa da o telefonları açmamaya başlamıştı. Gizli numaradan aradığı içindi herhalde. Arayanın kendisi olduğunu anlamış olamazdı değil mi? Acaba o yüzden mi açmıyordu? Son üç haftadır sesini bile duyamamıştı bu yüzden. Kendi sesini zaten duyuramıyordu ona ama üç haftadır onun sesini de duyamaz olmuştu. Fakat bugün öyle olmayacaktı. Bu kez çay ocağındaki ankesörlü telefonu kullanacaktı. Bu defa da açmamazlık yapmazdı herhalde.

Limon ÇiçekleriiiTempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang