Limon Çiçekleri 88. Bölüm

970 127 88
                                    

Yanlış zile basmış olmalıydı. Zillerin üzerinde yazan isimleri doğru okuyabilmek için epey uğraşması gerekmişti fakat anlaşılan yine de hata yapıp yanlış zile basmıştı. Kim olduğunu söyledikten sonra karşı taraftan hiç ses gelmemesinin, ses gelmesini bırak apartman kapısının hala açılmamış olmasının başka bir açıklaması olamazdı. Olamazdı değil mi? Kim olduğunu duyar duymaz kapıyı açması gerekirdi! Yani hatırladığı kadarıyla öyle olması gerekiyordu, değil mi? Gözlerini kırpıştırarak eğilip yüzünü biraz daha yaklaştırdı birkaç saniye önce bastığı zile. Yazan ismi okumaya çalıştı o karanlıkta. Doğru basmıştı işte. Yazıyordu burada!

"Ya kızım açsana kapıyı!" diye bağırdı diyafona doğru. "'Benim Batu' dedim ya!"

Karşıdan birkaç saniye daha ses gelmedi. Batu artık salondaki şu kanepenin üstünde sızıp kaldığından ve rüya görmeye başladığından şüphelenecekti ki...

"Ne işin var senin burada?" diyen soğuk sesi duydu.

Sesindeki o mesafeye aldırış edecek durumda değildi. Zaten umrunda da değildi. Bütün arsızlığıyla cevabı yapıştırdı. Ukala bir ses tonuyla

"Sence?" dedi. "Aç şu kapıyı hadi!"

Yine uzun bir sessizlik oldu. Batu kapının önüne kıvrılıp sızmamak için kendini zor tutuyordu. Göz kapakları öyle ağırlaşmıştı ki ayakta uyuduğunu hissediyordu. Bu yüzden birdenbire gürültülü bir sesle kapı açılınca hafifçe yerinden sıçradı. Çipil çipil gözlerle kapıya baktı. Sonra gözlerini diyafona çevirdi. "Kaçıncı kattı?"

Karşıdaki sinirli bir şekilde içini çekerek "Beş!" diye bağırırken Batu da apartman kapısını açıp içeri girmişti.

Önünde uzanan koridor sensörlü aydınlatma sayesinde ışıl ışıl olmasına rağmen sanki etraf zifiri karanlıkmış gibi duvara tutuna tutuna yürüyordu. Zor ayakta duruyordu, farkındaydı. Acaba geri mi dönseydi? Yapmasa mıydı?  Hayır Pişman olmayacaktı işte. Olmayacaktı! Pişman olmasını gerektirecek bir şey mi vardı ki ortada? Yoktu. Ortada hiçbir şey yoktu! İçini kemiren o sesleri dinlemeyecekti. Onlar ayrılmışlardı. Yok hayır, bu doğru değildi. 'Ayrılmışlardı' deyince sanki bu ikisinin ortak bir kararıymış gibi geliyordu kulağa. Oysa öyle değildi. Lale ondan ayrılmıştı, o Lale'den değil! Hanımefendinin canı gitmek istemiş, gitmişti. Sanki gitmezse orada onunla kalırsa ölecekmiş gibi arkasına bile bakmadan koştur koştur gitmişti hem de. Üstelik bir de bunu bebeklerini kaybetmelerinden sonra yapmıştı. Daha öncesinde bile en korktuğu şey onun tarafından terk edilmekken, bir de bunu bebeklerinin gidişinden sonra yapmıştı. Bebeğinden sonra Lale de gitmişti. Nasıl dayanacaktı şimdi buna? Nasıl dayanılırdı ki?! Lale olmadan nasıl yaşanırdı? Hatırlamıyordu ki... Sanki o hep vardı. Ondan önce, onsuz ne yaptığını hatırlamıyordu bile. Nasıl böyle delicesine bağlanmıştı anlamıyordu. Hiçbir zaman da anlamayacaktı. 'Ne kadar çok kadın, o kadar iyi' diye düşünürken, düşündüğü gibi de yaşarken birden hayatı yüz seksen derece tersine dönmüştü. Aşık olmuş, sonra da başına gelmeyen kalmamıştı. Hayatının içine sıçmıştı! Hem de niye? Bu muameleyi hak edecek ne yapmıştı? Aldatmış mıydı onu? Mutsuz edecek bir şey mi yapmıştı? İhmal mi etmişti? Tam aksine, onu mutlu etmek için ne yapacağını şaşırmıştı! Biraz yüzü gülsün, mutlu olsun diye gözünün içine bakmıştı. Ondan başka kimseyi gözü görmemişti. Gerçekten de görmemişti. Başını çevirip tek bir kadına bile bakmamıştı. Hem de o! Aşağı yukarı on üç-on dört yaşından beri gördüğü her kadına büyük bir zevkle bakan o! Lale'den sonra kimseye bakmamıştı. Hiç ihtiyaç da duymamıştı. Kafası o kadar Lale'yle doluydu, o kadar Lale'yle meşguldü ki aklına bile gelmemişti. Her şey bu kadar zor olmasa, bu kadar mücadele vermeleri gerekmese yine böyle olur muydu? Bilmiyordu. Olurdu herhalde. Çünkü onunlayken çok mutlu oluyordu. Çok huzurlu. O yanından ayrıldığı anda içine oturan huzursuzluk ancak tekrar bir araya geldiklerinde dağılmaya başlıyordu. Aşka sevgiye gelince, ilk günden beri kendisinin bile şaşırtacak kadar büyük bir şiddetle seviyordu. Deli gibi seviyordu. Süründürse de, canını acıtsa da köpek gibi seviyordu. İlk başlarda bir insan bir insanı ancak bu kadar sevebilirdi, daha fazlası yoktur olamaz gibi gelirken zaman geçtikçe ona daha çok aşık olduğunun, her geçen gün biraz daha bağlandığını görmüştü. Onsuz bir yere gitmeyi, o olmadan bir şey yapmayı aklından bile geçirmiyordu. Artık biraz saplantı haline mi gelmişti acaba? Bilmiyordu. Ama zaten fazla da umrunda değildi ki. Lale yanında olduğu sürece halinden de saplantılarından da memnundu o. Yataktaki uyumlarına gelince, ne söyleyebilirdi? Bir şey söylemeye gerek yoktu ki! Ondan başkasını arzulamayı aklından dahi geçirmeyecek kadar iyilerdi işte! Lale'nin bütün nazını cazını kaprisini çekmeye razıydı, hatta zevkle yapıyordu bunu. O nazlandıkça daha çok iştaha geliyor, içindeki istek daha çok kamçılanıyordu. Çünkü onun da en az kendisi kadar zevk aldığını biliyordu. Arsuz'da onu son anda durdurduğu o geceden sonra Lale de hep en az onun kadar istekli olmuştu. Zor bir başlangıç yapmalarına rağmen gün geçtikçe ilişkileri daha iyiye gitmişti. Tam her şey yoluna giriyor derken şimdi şu halde olduklarına inanası gelmiyordu. Neden gitmişti ki... Neden yapmıştı bunu? Bu ayrılığın ikisine de iyi geleceğini söyleyip durmuştu. Hani neredeydi o iyilik? Ortada iyi bir şey vardı da o mu göremiyordu? Kendini bu kadar berbat hissediyorken Lale'nin kendinden başka ne iyi gelebilirdi ki ona? Bu kadar canı yanıyorken ondan ayrı kalmanın nesi iyi gelebilirdi, aklı almıyordu bir türlü. Lale'nin ne düşündüğünü anlayamıyordu. Ona hak veremiyordu. Biraz anlayabilse, içinde cılız bir ses onun da haklı tarafları olduğunu söyleyebilse buraya hiç gelmezdi zaten. Ama bu kadar severken, gözü ondan başkasını görmezken, hem de bebeklerini kaybettikten sonra böyle terk edilmek ağrına gidiyordu. Kaldıramıyordu.

Limon ÇiçekleriiiWhere stories live. Discover now