"Sen çok komik birisin. Sana yardım edeceğim, böylece daha hızlı bitirirsin." Sepetten birkaç kitap aldı ve raflara yerleştirmeye koyuldu. Yanlış yerleştiriyordu.

"Bak, tarih kitaplarını tarihî romanlar bölümüne değil; tarih bölümüne koyman gerekiyor."

Omzunun üzerinden bana baktı: "Ne fark eder ki?"

"İkisi farklı şeyler."

Eliyle başını kaşımaya başladı: "O zaman öğret."

"Tamam dediğim raflara koy sen de."

Kitapları onunla birlikte yerleştirmeye başlamıştık. O ne zaman bana bakmasa ben o sırada gözlerimi ona çevirir ve onu izlerdim. Sonra bana doğru dönmeye başladığında tekrar gözlerimi ondan kaçırır işimle ilgileniyor gibi davranırdım. Ona baktığımı görmesini istemiyordum. O zaman her şey daha kötüye doğru çevrilirdi. Bazen o bana bakarak soru sorduğu zaman onun gözlerine bakardım yanlışlıkla. İşte o an onun gözleriyle benim gözlerimi birbirine bağlayan bir enerjinin varlığını hissederdim. Gözlerim ona bakmadığı, onu görmediği anda onun konuşmasını dinlerdim. Konuşması bir şekilde bütün vücudumu sakinleştiren bir beste görevi görürdü.

Onun elinin sırtıma dokunduğunu hissedince ona doğru döndüm. Her ikimiz de kitapların hepsini yerlerine yerleştirmiştik. Ona doğru dönünce Hayal'le burun buruna geldik. Nefesini tenimde hissedebiliyordum. Bana doğru bakarken gözlerinde masum bir mutluluk vardı.

"Eskiden insanlar vücutlarında hangi organ hastalanmışsa o organdan yiyormuş. Akciğeri bozulan akciğer yermiş mesela. Bu şekilde iyileşeceklerini düşünürlermiş. Buna inanırlarmış işte. Hem de bu inanış binlerce yıl sürmüş." Sözlerini bitirince iki elii de benim omuzlarıma dayadı ve sertçe kavradı beni aniden geriye doğru itmeye başladı. Sırtım kitap raflarına yavaşça çarpana kadar da bu itmeyi sürdürdü: "Kalbini yiyebilir miyim?"

Dolunay bizi aşağı çağırınca aşağıya doğru indik. Bize tost yapmıştı. Ben yemek yerken o ve Hayal bibirleriyle konuşuyordu. Hayal hem yemeğini yiyor hem de diğer yandan çok mutlu bir şekilde Dolunay'la konuşuyordu. Sanki küçük bir çocuk gibiydi. Görünüşü benimle aynı yaştaki bir insanın görüntüsüydü fakat bir şekilde küçük bir çocuğu andırıyordu bana.

Yemeğimi bitirince Dolunay'a bana ihtiyacının olup olmadığını sorup dışarıda dolaşabileceğimi söyledim. İstediğim zaman gezebileceğimi söyledi. Bana verdiği işleri günün herhangi bir saatinde yapmamın yeterli olduğunu söyledi.

Ben kapıdan çıkarken Hayal'in seslendiğini duydum: "Benim de dışarıda işim var yolum seninle aynı tarafta."

"Hayır, ben başka tarafta gezeceğim."

"Ama benim başka tarafta da işim var."

Dışarı çıkarak yürümeye başladım. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum sadece yürümek istiyordum.Yürümek ve etrafımı seyretmek... Topraktan patika bir yolda ilerliyordum. Yolun sağ tarafında küçük bir nehir, sol tarafındaysa evler vardı. Evlerin hepsinin aralarında tahminen onar metre boşluk vardı ve hepsi bir ya da iki katlıydı. Daha büyüğü yok gibiydi. Her iki evin arasında birkaç ağaç ve düzensiz bir şekilde uzamış bazı yerlerde çok uzun, bazı yerlerdeyse çok kısa olan çimler bulunuyordu. Evlerin hemen arkasında çok sık ağaçlarla kaplı bir orman bulunuyordu. Sanki sonu gelmeyecek gibi duran bir orman. Bu orman yolun kenarındaki evlerin hemen gerisinden başlıyordu ve sanki sonsuzluğa uzanıyor gibi bir izlenim bırakıyordu. Bunların hepsinin çok uzağındaysa dört bir yanı kaplayan tepeleri karlı dağlar...

Ağaçlardan birine birinin dayanduğını fark ettim. Daha da yaklaşınca bunun bir kadın olduğunu gördüm. Sırtıyla ağaca doğru yaslanmıştı. Bu Hayal'di. Bana doğru dönü sanki beni gördüğüne çok şaşırmış gibi bir tavra büründü elini sallamaya başladı: "Aaaaaa ne tesadüf."

"Ben tesadüflere inanmam." yolumu değiştirerek onun bulunduğu yönden başka bir yere yürümeye başladım. Peşimden gelen ayak seslerini duyuyordum. Ayak sesleri bana doğru yaklaşıyordu.

"Ne kadar da duygusuz birisin. Sana kısa bir süre sonra öleceğimi söyledim, sense çok normal bir şey söylemişim gibi davrandın. Umursamadın bile."

"Bilmem, öyle mi yaptım."

"Çok umursamazsın."

"Öyle miyim?"

"Evet."

"Bana burayı anlatsana."

"Neyini anlatayım, küçük bir ilçe işte. Çok küçük."

"Her şeyini."

"Bak, buraya insanlar pek gelmek istemez. Gelenler de gidemez. Çünkü tehlikeli bir yerdir."

"Tehlikeli mi?" Korkmalı mıydım ya da şaşırmalı mıydım? Ama hiçbir şey hissetmemiştim. Belki de Hayal'in dediği gibi çok umursamazdım.

"Burasıyla alakalı bir efsane var. Evleri fark ettin mi? Hepsi yolun tam yanında kurulmuş durumda. Oysa küçük, kırsal bölgelerde bütün evler yolun yanında olmaz."

"Ne efsanesiymiş?"

"Evleri yaparken kimse yolun uzağına, ormanın yakınlarına yapmadı evini. Kimse buna cesaret edemedi. Buralarda anlatılan bir efsane var. Ormanın içinde bir İblis yaşarmış."

"İblis mi?" Hâlâ bir şey hissemiyordum. Neden korkmuyordum?

"Yüzlerce yıl önce birisi anlaşma yapmış. Sevdiği birini diriltmesi için bir anlaşma yapmış o iblisle. O günden beri ormana gömülen tüm ölüler diriliyor. Ama ne zaman bir ölü dirilse tabiat düzenini sağlamak için bu ilçeden her hafta birisi ölmeye başlıyor. Hem de her hafta. Ne zaman birisi oraya bir ceset gömüp onu diriltse bir yıl boyunca her hafta bir insan ölüyor. Bir kişiyi diriltmek için onlarca insanın ölümüne neden oluyor."

ORMANIN LANETİ ( Dram - Fantastik )Where stories live. Discover now