Benim Kardeşim, Benim Sorumluluğum

111 43 11
                                    

Ablam elinde makasla üstüme doğru geliyordu. Bense o an sadece donmuştum. Hareket edemiyordum. Adımlarını hızlandırdı ve önüme gelince makası vücuduma doğru savurdu. Her şey o anda oldu, ben daha farkına bile varmadan onun elini tutup bana zarar vermesine engel oldum. 

"Dur, ne yapıyorsun."

"Ölmelisin, bu şekilde acı çekmene izin veremem. Senin tekrar tekrar aynı şeyleri yaşayarak aynı acıları çekmene izin veremem. Sen benim kardeşimsin, benim sorumluluğumdasın."

"Sen ne yaptığını bilmiyorsun. Sen gerçek ablam değilsin."

Onu ileriye doğru ittim. arkadaki makyaj masasının üzerine düştü. Masaya düşünce vücudunun bir kısmı masanın köşesinde kaldığı için o hareket edince masadan düşerek yere yığıldı. Odadan çıkmak için koştum, artık koridordaydım. 

Asansör, buralarda asansör olmalıydı. Artık odaların içlerine bakmıyordum. Bu kat ablamın hatıralarının olduğu kattı ve buradan ayrılmalıydım.

İşte orada, asansörü görüyordum. Koşarken istemsizce arkama bakıp ablamın gelip gelmediğini kontrol ettim. Arkamda kimse yoktu. Asansörün kapısının önüne gelip kapıyı açınca kalbimin derinliklerindeki bir ses ablamı kontrol etmemi söylemeye başladı. Ablamı çok sert şekilde itmiştim. Onun vücudu, önce masaya çarpıp sonra yere yığılmıştı. O, benim ablamdı; bana hayatım boyunca bakmıştı bense onun emeklerin bedelini ona zarar vererek ödemiştim. 

Asansörden içeri girdim. Beşinci kat... Kâbus, bu binadaki her yere beni getirmişti, sadece giriş kata ve beşinci kata getirmemişti. Beşinci kata bastım.

Asansör yukarı çıkmaya başlayınca tekrar düşüncelere dalmıştım.

O, ablam değildi; sadece zihnimdeki bir anıydı. Hepsi bu kadardı.

Ama gerçek gibiydi.

Beni öldürmeye kalktı.

Ama gerçek gibiydi. Davranışları ablamın davranışlarıydı; bana olan bakışı, ablamın bakışıydı. Ben onu cansız bir nesne gibi fırlatmıştım.

Beni öldürmeye çalışmıştı.

Asansör beşinci katta durdu. Karşımda ilkokuldayken okuduğum okulum vardı. Duvarlarının alt kısmı mavi, üst kısmıysa beyazdı. Okul girişinin önündeki beyaz mermer merdivenler yüz seksen derecelik açıya sahipti. Merdivenlerin hemen yanında Atatürk büstü ve bayrak vardı. Okulun bahçesinde on metre aralıklarla ağaç bulunuyordu, bu ağaçların çevresindeyse oturma alanları vardı.  Bahçenin en uzak noktasındaysa sağ ve sol köşelerde birer kamelya bulunuyordu.  Ben burada okurken her teneffüste kamelyalarda öğretmenlerin toplandığını görürdüm. Biz de o sırada bahçede oyun oynardık. Asansörün dışına çıkınca olduğum yerde bekledim. Kâbus'a beni buraya neden getirmediğini sorunca, hazır değilsin demişti.

UYARI BEŞİNCİ KATTA MİSAFİR VAR!!!

UYARI BEŞİNCİ KATTA MİSAFİR VAR!!!

Hoparlörün sesi beni tekrar ürkütmüştü.

Kâbus neye hazır olmadığımı söylemişti?

Okul zilinin çaldığı duyuldu. Öğrenciler dışarı çıkmaya başladı, etrafta koşuşturmaya başladı. Beni görebiliyorlar mıydı? Sanmıyordum. Çocuklar sağımdan ve solumda hızla geçiyordu. Öğretmenler kamelyada toplanmıştı, aralarında sohbet edip gülüşüyorlardı. Hatırladığım her şeyin görüntüsünü görebiliyordum. Bunlar sadece anılardı.

Okula doğru ilerledim, merdivenlerden yukarı çıktım. 

Koridorda koşuşturan öğrenciler ve onları uyarıp durduran nöbetçi öğretmenler vardı. Öğrenciler koşarken bana çarpsa acaba içimden mi geçerlerdi yoksa gerçek hayattaki gibi çarpmanın şiddetiyle bana toslayıp geri mi savrulurlardı bilmiyordum. Yine de onlar koşarken bana çarpmaması için sağa sola kayıyordum. İlkokul öğretmenimiz oradaydı. Fevzi Erdem. Karşısında bir çocuk vardı, ona öğüt veriyor gibiydi. Bakışlarımı çocuğa yönlendirdim. O çocuk bendim. Benim ilkokuldaki hâlimdi.

"Bak Rüzgar, sen iyi bir çocuksun sana değer veriyorum. Ama senin davranışların beni üzüyor. Bu kadar iyi bir çocuğun yanlış davranışlar yapması bence çok kötü. Derslerine hiç çalışmıyorsun, enerjini arkadaşlarınla uğraşmak için harcıyorsun. Üstelik Melodi'ye çok kötü davranıyorsun. Davranışların onu çok üzüyor. Bir başkası sana öyle davransa nasıl hissedersin? Oysa sen çok zeki birisin ve çalışırsam çok iyi şeyler başaracağını biliyorum. Senin içinde bir ışık var Rüzgar; ışığım iyi şeylere harcamak da, onu heba etmek de senin elinde."

O çocuğun, yani kendimin bu öğütlerin hiçbirini düşünmediğini biliyordum. O yıllarda öğretmenimizi çok severdik. Çünkü hep bizi düşünürdü, bizim faydamızı o bizden fazla düşünürdü. Bu yüzden o, ne zaman öğüt verirse versin öğütleri uygulamayacağım hâlde onu saygılı şekilde dinleyip, peki öğretmenim, derdim. Sonrasında da kötü davranışlarımı öğretmen görmeden yapmaya devam ederdim. 

Sınıfıma doğru yürüdüm. Orasının nerede olduğunu hâlâ bile biliyordum. Öğrencilerin çoğu dışarıdaydı ancak iki kişi sınıftaydı, onlarsa sıraların üzerine yatmış uyuyordu. O yıllarda öğrenciyken  bazen ailemiz uyuduğunda gece salona gider, sabaha kadar televizyon izlerdik. Bunun sonucundaysa teneffüslerde ve yer yer derslerde uykusuzluğumuza yenik düşüp uyuyakalırdık. 

Melodi'nin sırası benimkinin bir sıra önündeydi bunu hatırlıyordum. Sınıftaki sıralar iki kişilikti ama her sırada tek kişi otururdu. Melodi'nin sırasında da bu yüzden sadece kendisi vardı. Onun sırasına oturdum ve bekledim. Yalnızca bekledim.

Ders zilinin çalmasıyla Melodi görünmüştü. Melodi... Açık kumral saçları örgülüydü, yüzünde ürkek bir ifade vardı, sanki her an zarar görmeyi bekleyen bir mağdur gibiydi. Diğer herkesten ayrı yerde yürüyordu. Onların hiçbiri gruplarına Melodi'yi kabul etmiyordu.

Melodi, gelip yanıma oturdu. Diğer herkesten önce sınıfa o, girmişti.  Sanki zilin çalmasını bekliyor gibiydi. Belki de gerçekten öyleydi, çünkü teneffüs boyunca tek başına dolaşıyordu. Kimin yanına giderse gitsin işitme engelli olduğu için dışlanıyor, yok sayılıyordu. 

Çocuklar neden bu kadar acımasız olabiliyordu. O yıllarda neden bu kadar acımasızdık? Belki de bu insan ruhunun kendi acımasızlığıydı. Sadece biz büyüdüğümüzde acımasızlıklarımızı gizlemeyi ve rol yapmayı öğreniyorduk. Çocukkense hiçbir şeyi gizlemiyorduk içimizden geldiği gibi, kendi doğamızda yazıldığı gibi davranıyorduk.

İnsanoğlu neden bu kadar acımasızdı? Bir başkasına zarar vermeyi, kendimizden zayıfı hor görmeyi neden benimsiyorduk ki?

Diğer öğrenciler de  sınıfa gelmeye başlamıştı. En son öğretmenimiz ve ondan sonra ben, yani benim küçüklüğüm derse girmişti. Bakışlarım tekrar Melodi'ye kaymıştı.

Onun gözlerini inceledim. Onun gözlerinde ışık vardı. Öğretmenin az önce benim küçüklük hâlime söylediği şeyleri hatırladım. Bana senin içinde ışık var demişti. Benim içimde bir ışık gördüğünü söylemişti. Oysa o ışık hiçbir zaman ortaya çıkmamıştı. Belki de yoktu ama bildiğim bir şey vardı, Melodi'nin gözlerinde o ışıktan fazlasıyla bulunuyordu. Onun bakışları parıldıyordu.

Melodi haricinde herkes ders sırasında başka şeylerle de uğraşıyordu. Kimisi arkasındaki arkadaşına göz ucuyla bakıyor, kimisi Melodi'ye bakıp gülüyor kimisi dışarı bakıyordu. Oysa Melodi'nin gözleri sürekli tahtadaydı.

Gözlerimi bu sefer öğretmene doğru yönelttim. Beni göremiyordu. Bunu anlamak artık basitti, çünkü kendi sınıfında yabancı ve yaşça öğrencilerinden çok büyük olan birisini görünce asla bunu görmezden gelmezdi. En azından durumun ne olduğunu sorardı. 

Öğretmenimizi görünce hatırlamaya başlamıştım; o, kanserden vefat etmişti. İlkokulda okuduğum son seneydi, bir gün ablam telefonda konuştuktan sonra gözleri dolmuştu ve bana sarılarak öğretmenimin vefat ettiğini söylemişti. O an içimden sadece tek bir şey geçmişti: Neden hep sevdiklerim ölüyor, demiştim. Ablam, sanki ne düşündüğümü anlamış gibi, ben senin hep yanında olacağım, demişti.

Elime değen bir şey hissettim. Elime ne değiyordu. Bakışlarımı aşağı çevirince bunun bir defter olduğunu hissettim. Soluma doğru baktım. Melodi, defteri bana doğru ittirmişti. Ama neden? Deftere doğru baktım ve yazıyı okudum:

SENİ GÖREBİLİYORUM TAMİRCİM

ORMANIN LANETİ ( Dram - Fantastik )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin