25. Bölüm "Aşk Bitti-Giriş"

795 81 9
                                    


EYLÜL

Aşk bitti
Elimden sanki minik bir balık kayıp gitti
Aşk bitti
İçimden sanki bir şeyler kopup gitti
Aşk hiç biter mi
Hiçbir şey olmamış gibi
Boşlukta kaybolup gider mi

-Ezginin Günlüğü

3 yıl öncesi, Aralık ayı, İstanbul...

Bütün bir şehri örtecek kadar büyük, pamuk gibi beyaz ve yumuşak bir pelerini olan kış; buz gibi nefesiyle gelmişti İstanbul'a. Masal diyarlarını kıskandıracak güzellikteki Boğaziçi, kayıplara karışan sevdalısı güneşi cezbettiği deniz mavisi takımlarını giymiyor artık, aksine bütün özlemini grilere bürünerek sergiliyor.

Hava sevgisiz yaşamak kadar soğuk, aşktan uzak kalmak kadar dondurucu...

Yurttan üniversitenin büyük kafeteryasına olan mesafe kısa da olsa, yanaklarım hissizleşmiş; burnumu adeta mora çalan bir pembeye boyamıştı nemli bir soğuk.

Şimdi, ılık dakikalar geçtikçe buz kesen vücudum nihayet çözülüyor. Cem, kafeteryada oturduğumuz yuvarlak masanın diğer ucunda bana geçen akşam olanları anlatırken; ısınan beynim ancak cümlelerinin sonuna kadar tüm dikkati ona vermeyi başarabiliyor.

"Ya, öyle işte..." diye bitiriyor Cem. Hırsla verdiği nefesle anlatacaklarına bir nokta koyduktan sonra ona sakinleşmesi için biraz zaman tanıyorum. Sorularıma geçmeden önce eldivenlerimi, beremi, atkımı, tüylü kapüşonu olan paltomu, pelüş kazağımı aheste aheste çıkarıp masanın kenarına koyuyorum. Çantamı da oturduğum sandalyenin koluna asıp tekrar Cem'e dönüyorum.

Yeterince zaman tanıdığımı düşünerek yine de kendimi güvene almak için soruyorum:

"Sakinleştin mi?"

"Hayır," diyor gözlerini devirerek. "Beni asıl senin bu sakinliğin öldürecek."

Vücudunu benden öte tarafa çevirip kafeteryadaki diğer öğrencileri izliyor kaşları çatık bir halde. Suçun bende olmadığını bildiğimden olayı kişiselleştirmeden, soğuk havanın sayesinde öğrenci kaynayan kafeteryanın giderek yükselen uğultusunu bastırarak, olayın derinliklerine inmeye gayret ediyorum.

"Seni bu kadar sinirlendiren ne tam olarak? Reddedilmek herkes için zor, tamam ama... Sen zaten en başından bu ihtimali kabullenmiştin, Cem."

Derin bir nefes verdikten sonra tekrar düşüncelere dalıyor. Bakışları kafeteryadakiler arasında gezinirken kafasını iki yana inanamıyormuş gibi sallıyor. Cevap vermeyeceğini tam kabullendiğim anda dudaklarının arasındaki görünmez baraj yıkılıyor, bir sel halinde kelimeler hücum ediyor.

"Ya anlamıyorum, Eylül!" diye haykırıyor. "Kızın ayağına gittim o kadar, ona karşı hissettiğim tüm duyguları yüzüne ilân ettim. Öylece dinledi. Gözünü kırpmadı resmen. Mimik yok, hareket yok, hiçbir şey yok! Bir insanın gözlerinde hiç mi bir ışık kıpırdamaz? Tek bir kelime de mi etmez? O kadar güzel şeyler söyledim, yahu, insan en azından bir teşekkür eder iltifatlar için! Bu kadar da olmaz yani!"

Bir zafer gülümsemesini yüzüme yerleştirirken sevincimden neredeyse bağırıyorum.

"İşte sorun tam da bu ya... Çözdüm ben bu işi." Kazağımın kollarını sıvayıp ellerimi birbirine kenetliyor, Güzin Abla pozisyonuma bürünüyorum. "Kabalığına içerlemekten çok, gerçek yüzünü görünce o kızı bir zamanlar sevmiş olmak gücüne gitmiş senin, öyle değil mi?"

Acemi psikanalizimi "Evet," diye yanıtlayarak teyit ediyor. "Bir nevi vakit kaybı..."

"Öyle düşünme, Cem. Sana ders oldu işte, ruh eşini bulmaya bir adım daha yaklaştın."

Haklı olduğumu başını hafifçe sallayarak söylüyor. Kafeteryada serbestçe dolaştırdığı bakışlarını kol saatine indirdikten sonra ayağa kalkıyor, tembel hareketlerle sandalyesine asılı olan omuz çantasını alıyor. Paltosunu giyinirken bana dönüp "Benim derse kaçmam gerek şimdi, Güzin Abla. Sen ne yapacaksın?" diye soruyor.

Isınmamla üstüme çöken bir rehavet, sonu gelmeyen bir esneme krizine sokmuşken arkadaşımı uğurlamak için ayağa kalkıyor ve ona sarılırken mırıldanıyorum:

"Daha iki saatim var dersime. Ders notlarını tekrar ederim beklerken ama önce bir kahveye ihtiyacım var, uykum açılsın biraz."

Kafeteryanın diğer ucundaki kahve otomatını işaret ediyorum omzumun üzerinden.

"Otomatınki kötü," diyor Cem. "Kafeteryadan alsana."

"Kafeteryanınki pahalı."

Gülüyor. "Cimri seni..."

"Cimri değilim," derken vurgulayarak düzeltiyorum. "Öğrenciyim."

Cüzdanımı çantamdan aldıktan sonra Cem'e dönüyorum, hâlâ aynı yerde durup otomatı işaret ettiğim yere bakıyor. Merak zihnimin bir köşesini usulca kaşıyınca arkama dönüp otomata bakınca anlıyorum.

Sümer...

Not: Bölümün devamı yarın... Belki yarından da yakın.

Mucizevi (Efsanevi #2)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin