15.Bölüm "Olur Ya-1 "

771 96 7
                                    


"Senin gibisi yok bu dünyada
Eğer aşk dedikleri doğruysa
Neymiş, Tanrım, neymiş
Acısı, aşk acısı
Çeken bilir, seven bilir
Buymuş ya..."

-Kıraç

Eylül
Günümüz, Ocak Ayı, Karlsruhe, Almanya

Hamilelikte bebeğin yanı sıra içimde yeni bir benliğin de büyüyüp geliştiğine inanıyorum.

Çünkü ben artık eski ben değilim.

Göbeğimin artık herhangi bir yere benden üç dakika önce girecek kadar büyümüş olmasından bahsetmiyorum ya da önceleri baykuş gibi yaşarken artık akşam saat 10'u görememekten ya da bir günde milyonlarca kez tuvalete gitmekten... Ruhumdaki o sızıyı artık kabullenebilmiş olmaktan bahsediyorum. Evet, bebeğimin varlığını öğrendiğimden beri bu güce sahip olabileceğime dair bir umut beslemiştim; ama artık o gücün damarlarımda aktığını biliyorum. Bebeğimi kucağıma almaya yaklaştığım her gün kendimi daha yıkılmaz hissediyorum.

Son yedi hafta...

Yedi hafta sonrasını hayal ettikçe içimde patlayan heyecanı kontrol edemiyorum. Hızlanan nabzıma bazen sabırsızlık dolu bir sırıtış, bazen de sevincin doğurduğu gözyaşları eşlik ediyor. Mutluluğum her yaklaşan günle katlanarak artıyor, kendimi yenilmez olarak görüyorum.

Çalıştığım şirketin çoğu işini ev üzerinden yönetmenin ne büyük bir lütuf olduğunu hamileliğimin son haftalarına girdiğimde anlıyorum. Proje şefimizin toplantı isteği üzerine şirkete geldiğim bugün, dikkatimi yarım saatten fazla toplayamamış; gerek Deniz'in karnımın içindeki akrobatik hareketleriyle gerekse mesanemin üstüne yatışıyla toplantıya sürekli ara vermek durumunda kalmıştım.

Şirketten çıkarken "Neyse ki kısa bir toplantıydı," diye düşünüyorum.

Çantama tıkıştırdığım kırmızı yün beremi, kalın eldivenler ve metrelerce uzunlukta bir atkıyla kendimi dondurucu bir tipiye hazırlarken tahminimden daha yumuşak bir havayla karşılaşınca seviniyorum, böyle bir havanın nadir denk geleceğini artık öğrendiğimden fırsatı kaçırmayıp evime yürümeye karar veriyorum. Gerek ağırlaşan vücudum gerekse yolda karşılaşabileceğim buzlanmalar yüzünden tedbirli adımlarla yavaş yavaş ilerliyor, bir yandan da normalde iki beden büyük gelen paltomun düğmesini zorlukla kapatıyorum. Zorlandığımı itiraf etmem gerek, doktorumun önerisi üzerine günlük yürüyüşlerimi asla aksatmama rağmen, nefesimin birkaç adımda hemencecik kesilmesi artık kabullendiğim bir gerçek...

Her yürüyüşe çıktığımda olduğu gibi bu kez de, adımlarıma yapışan milyonlarca düşünce türüyor zihnimde. Annemin vize başvurusunu düşünüyorum, tahmini doğum tarihine denk getirmeye çalıştığı izini alabildi mi diye merak ediyorum. Geçen haftaki kontrolünde yine iki hafta önde giden oğlumun erken gelip gelmeyeceğini düşünüyorum. Mide yanmam için aldığım ilacın neredeyse bittiğini ve yenilemem gerektiği aklımdan geçiyor. Hastane çantasını bu hafta içerisinde hazırlamayı aklıma not ediyorum.

Görüyor musunuz, aylardan sonra ilk defa günlük hayata adapte hissediyorum kendimi. Evet, bebeğimle birlikte yeniden doğuyorum ben.

Evimin yolunu yarılamış ve kaplumbağa hızında gidereken çantamdan gelen tanıdık zil sesiyle duraklıyor, sırt çantamın içerisindeki telefonuma ulaştıktan sonra ekrana hızla göz atıyorum.

Dorian...

Son görüşmemizde beni öpmeye kalkışan Dorian...

O kısacık saniyede son görüşmemizde hissettiğim utanç bir tsunami gibi büyüyerek üstüme geliyor. Dudaklarıma yaklaşan dudaklarını hatırlıyorum, o anki korkumun suları altında kalıyorum tekrar. Benim defolu kalbim yüzünden iyi bir arkadaşı kaybetmekten delicesine korkuyorum. Her şeyin eskisi gibi devam edeceğine dair güvence de verse, o teşebbüsü unutacak kadar aradan günler de geçse, yerin dibine geçiren reddetme utancından kurtulamıyor ve arkadaşlığımızı bir şekilde etkileyeceğinden tedirgin oluyorum.

İşte tam da bu yüzden çağrıyı neredeyse kapatırken yanıtlıyorum.

"Eylül?" diye soruyor Dorian, çünkü telefonu açsam da nasıl bir ton kullanmam gerektiğinden emin olamayıp sessizlikte karar kılıyorum.

"Merhaba!" diyorum, sesim soğuktan çatallaşmışken.

"Ah," İç çektikten sonra yumuşacık bir sesle devam ediyor, "Nasılsın? Sesini duymayalı günler oldu."

Normal davran, Eylül, garipseme, garipleşme. Eskisi gibi, normal...

Rahat bir tonla "İyiyim, ya sen? Geçen haftadan beri hem iş hem de kontrollerle boğuşuyordum. Sen neler yapıyorsun?" diye sormayı becerebiliyorum.

"Ben yine iş seyahati için ülke dışındaydım, bugün döndüm. Yarından sonraki gün tekrar gitmem gerekecek, belki daha da erken. Henüz net değil. Net olan tek şey, bugün seni görmek istediğim... Zamanın var mı?"

Yanıt verene kadarki sessizliğim ne yazık ki biraz fazla uzun sürüyor.

"Aa, emm, tabii ki, neden olmasın..." diye yanıtlasam da Dorian hafif bir kahkahayla karşılık veriyor.

"Tahmin etmeliydim," Gülüyor. "En başa döneceğimizi tahmin etmeliydim. Endişe etme, Eylül. Her şey yolunda... Bana güven."

Nasıl cevap vereceğimi bilemiyorken Dorian devam ediyor.

"Nerede buluşalım? Benim kaldığım yer, geçenlerde sana önerdiğim İtalyan restoranının yakınlarında. Senin için de uygun olursa, oradan bir şeyler yaptırıp evine uğrayabilirim?"

"Evde değilim," diyorum. "Toplantı vardı, şirketten yeni çıktım, bahsettiğin restorana çok uzak değilim hatta. İstersen direkt orada buluşabiliriz."

"Tam olarak neredesin? Seni almaya gelebilirim."

"Hayır, gerçekten hiç gereği yok, birazdan orada olurum."

"Harika! Seni orada bekliyorum."

Not: Gecikme için kusuruma bakmayın, işlerim bitip bölüm yazmaya daha bugün oturabildim, devamı yarın... 

Yazar tüyosu: Bu bölüm gerçekten çok çılgın olacak arkadaşlar... Gelecek kısımlar için heyecanlanabilirsiniz.

Mucizevi (Efsanevi #2)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin