5. Bölüm "Kendi Hâlimde" - Sümer

1.6K 126 10
                                    




           

Hiçbirinize değil kırgınlığım, dargınlığım
Hiçbir kadına değil yorgunluğum, yalnızlığım
Kendi halimde bir derdim var
Nasıl anlatsam kibar kibar

-Can Kazaz

Günümüz, Ekim sonu, İstanbul

İşte, Kaptan, nihayet geldi senin eşşek oğlan. Buradayım.

Atan kalbimden utanırcasına türlü kederlerin dalgalandığı bakışlarım ayaklarımın altında uzanan kara toprağa gömülüyor. Gök kubbenin griliğine tezat; tüm bu trajedi keskin bir çizgiyle yaşam ve ölümü ayırıyor. Azrail kemikli parmağıyla, düşük omuzlarımızın üstünden önümüzde bir kara delik gibi tehditkâr duran mezarı işaret ederek, yegâne mal varlığımız kalan hatıralarımızı da emip ruhumuzda yaşama dair hiçbir kıpırtı bırakmamakla tehdit ediyor.

Zehirli bir örümcekten farksız, zamanın ördüğü ağlara takılıyoruz. Hatalarımızdan öğrenmedikçe tekrarlara mahkûm oluyoruz. Bilmeniz gereken bir şey varsa o da, tekrarların mükemmelleştirdiği değil, ebedîleştirdiği...

Babamın bir sevdiğinin mezarına daha toprak atarken gözyaşlarını yine akıttığını görüyorum mesela, küreği bana devrederken gölgeli gözleri ağır bir yol seyredip benimkileri buluyor ve hüznün dolup taştığı bakışlarına bu derin acıdan çıkardığı dersi sığdırmayı başarıyor. Acının direttiği mağlubiyeti kimse asla kabullenemiyormuş gibi herkes mezarın etrafında dimdik, bir hilal çizercesine sıralanmış. Çelik gibi yıkılmaz duran gri bulutlardan kopan birkaç meraklı damla, şu dramatik sahneye alçakgönüllü bir giriş yaparken ben, rolümün ne olduğunu sorguluyorum, önce elimdeki küreğin yıpranmış sapına ardından da dipsiz görünen hunhar çukura bakıyorum.

Bu toprak zaruri bir vedanın simgesi mi? Unutulmaya terk edilmiş gibi, tahtaların altındaki kefen de bir an evvel toz mu tutsun istiyoruz? Soruların arsız, cevapların gamsız olduğu bu bitmez hengâmenin hıncını, hançer saplar gibi küreği toprağın yüreğine batırarak çıkarıyorum. Fırlattığım toprak sanki beraberinde can damarlarımdan birini koparıyor, öyle nefessiz kalıyorum ki hissizlik kalkanının ardındaki yüreğim bile sarsılıyor. Küreği önüme ilk çıkana uzatır uzatmaz, arkamı dönüyorum. Bu acıdan sağ çıkabilmek için uzaklaşmam, bir adımımı diğerinin önüne koyarak oluşturduğum mesafelerde teselliyi bulmam gerek.

Hayır, ağlamıyorum. Keşke gözyaşları yağan yağmur gibi silip götürebilse ama benim pişmanlıklarımın kökleri sağlamdır, en derinlere uzanır.

Arkamı dönüp ilerlerken bir iç çekiş dikkatim dağıtınca başımı kaldırıyor ve onları görüyorum.

Bir rüyanın içinde sıkışıp kaldığımı, rasyonelliğin tamamen yitip yıllar öncesinden bir film karesinin gözlerimin önünde tekrar can bulmasıyla anlıyorum.

Ulaşamayacağım kadar uzak ama duyabileceğim kadar yakın bir mesafede, yapraklarının kımıldatmaya dahi iştahı kalmamış yorgun ve bir o kadar yaşlı ağacın altında bir adam ve omzuna elini koyduğu hâlâ çocuk sayılabilecek bir delikanlı, cenaze merasimini suskunluklarıyla kamufle olmuş bir hâlde izliyor. Adam paltosunun yakalarını kaldırmış, tanınmaktan çekinir gibi çenesini sinesine yapıştırmış. Bakışları, sakladığı onca sırla adeta pıhtılaşmış, tırnaklarıyla kazıyıp gerçek hislerini gözlerinden harfi harfine okuma isteği uyandırıyor. Çocuk ise...

Çocuk benim.

Hayatın bal bakışlı oğlana hâlâ nazik davrandığı günlerde, henüz hiçbir şeyin farkında değil. Daha onun için hayat, ciddiye almadığı ve bedellerinden herkesin övdüğü kıvrak zekâsıyla kaçabileceğini sandığı koca bir oyun... Kalbi, aldığı darbelerle henüz nasır tutmamış. Duyguları öylesine kuvvetli ki, yanardağları kıskandırıyor. Fikirleri o kadar keskin ki, canını verir ama prensiplerinden taviz vermez. Bakışlarında, aynalarda uzun süredir göremeyip en sonunda tamamen kaybolduğuna inandığım masumiyeti fark ettiğimde en azından rüyalarımda gençliğimi kurtarmak istiyorum. Öne doğru atılıp karşılarına geçmek istediğim anda, yanındaki adam renksiz dudaklarını tekrar aralıyor.

Mucizevi (Efsanevi #2)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin