Eylül - "Denizin Çocukları"

10.7K 466 174
                                    

Günümüz... İstanbul...

Eylül

"Sen gidince asi çocuk 

Döktü yaprağını ceviz Koy verdin gittin bizleri Tutuştu bak, Karadeniz"   

-Erdal Güney


"Eylül..." diye usulca sesleniyor.

Farkında bile olmadan zamanın büküldüğü ve geçmişimin şimdiye an an damladığı bir kara deliğe sürüklüyor beni.

"Eylül..."

En az ölüm kadar soğuk bir rüzgâr, heceleri yükleniyor ve yüzümü örten saçlarımın tellerine kar taneleri gibi bırakıyor. Eriyor ve yoğun duygularla akkor halindeki yüreğime damlıyor her bir harf, değer değmez buharlaşıyor. Islanmış avuçlarımla örttüğüm gözlerimin ardında geçmişin rengârenk bir film şeridi geçiyorken Sümer, hâlâ orada olduğunu hatırlatmak için omuzlarımı sıvazlıyor. Şimdiye çağırıyor dokunuşları, bense hâlâ zihnimin zamansız kuytularındayım.

"Eylül, lütfen..." diye rica ederken iki kelimelik cümlesi, hissettiklerini taşıyamıyormuşçasına ortadan kırılıyor. Kurumaya fırsat bulamamış gözyaşlarım, yanağımın kenarından kopup kara toprağı sulandırmadan önce gözkapaklarımı aralıyorum.

İlk olarak, kime ait olduğunu bilmediğim bir mezar taşını seçiyor gözlerim. Artık tükendiğini düşündüğüm gözyaşlarımla bulanıklaşan görüşümde, kurşuni göğe uzanan, yas tutmaya alışkın kasvetli ağaçların altındayız; acının her köşeye sindiği gri bir enkaz tablosundan farksızız. İki büklüm bedenim kökünden kopan ağaçları anımsatıyor, keder dalga dalga vurmuş ruhumuzun kentlerine, bakışlarımız ve sözlerimiz matemin balçığı içinde; doğanın acımasız gerçeğine direnememişiz.

"Eylül..." diye fısıldıyor Sümer ve ona dönüyorum.

Onca gece kulaklarıma fısıldadığı, tutkuyla kutsadığı ismimi, bir vedayı bile lütfetmediği dudaklarından duyuyorum aylar sonra.

Ona bakmak, haritasını çoktan ezberlediğim bir hazine avına çıkmak gibi... Hatta daha da kolayı...

Dudaklarının yükselip inen sınırlarını monitördeki bir kalp atışı gibi hafızama kazımışım, bakışlarımın arşınladığı kıvrımlar tanıdık. Dudaklarının köşelerinden tırmanınca, onca gülümseyişin ve kahkahanın süslediği mutlu zamanların gömülü olduğu bir antik şehir gibi gamzelerini fark etmek mümkün...

Parmaklarım bu büyünün bozulacağından korkmasa, bir dokunuşta cesaretini toplayabilse; geçmişimizi simgeleyen ağacımızın pürüzlü gövdesinde dolaşıyor gibi hissettirirdi, üç-dört günlük uzunluğundaki sakallı yanağını okşamak.

Sonunda üzüleceğim bir hayale kendimi kaptırmadan daha da yukarılara tırmanıyorum.

Yorgunluğun koyu renkli ayak izleri var, göz kapağının altında. Uykusuzluk, bu gözlere uğramadığı her gece için sanki bir çizgi atmış oraya.

Asıl hazine daha yukarılarda, içten içe bunun farkındayım ve geçmek bilmeyen günler, sona ermeyen haftalar, bekleyiş dolu aylar sonra ilk defa göz göze geliyoruz.

Bakışlarımız iki enerji dolu parçacık gibi çarpışıyor, meydana gelen hislerin mümkün hiçbir tarifi yok. Yeni bir kâinat yaratmışız gibi ruhumu deli bir yörüngeye kaptırmışım. Sayfalarca bana eşlik eden kelimeler bile bunun için yetkin değil, anlıyorum ki hatıralarım, Sümer'in gözlerinin hakkını hiç verememiş meğer... Nitekim insanoğlunun gözleri parmak izi gibi, her irisin sahibine özgü ve sahibi gibi eşsiz olduğunu düşünüyorum; onun bal rengi gözlerini bir zamanlar doğan güneşim ve yıldızlı gökyüzüm olarak kabul ettiğim günleri anımsıyorum.

Mucizevi (Efsanevi #2)Where stories live. Discover now