18. Bölüm "Evvelim Sen Oldun-3"

808 91 3
                                    


SÜMER

6 yıl öncesi, Kasım Ayı, Edirne

Hedefimizin neresi olduğunu bilmediğim bir araba yolculuğunun ikinci saatini de doldurmak üzereyiz. İrfan Abi, kaçıncısını içtiğini artık saymadığım sigaralardan birisini daha kuru dudaklarının arasına alıyor, bir eliyle direksiyonu hiç bırakmadan diğeriyle çakmağı ateşliyor, sigarayı güçsüz aleve yaklaştırıp içine hasret dolu bir nefes çekiyor.

"Rusça nasıl gidiyor?" diye sorduğunda hecelere sigara dumanından bir elbise giydiriyor.

"Sıkıntı yok," Cevabım dürüst. "Aksanlara çalışıyorum daha çok."

İrfan Abi, sigarasından bir nefes daha çekerken kafasını sallıyor. Siyah bakışları hâlâ yolda, ara sıra da dikiz aynasında.

"Peki ya sana öğretilen programlar? Zorluk çektiğin oluyor mu?"

"Olabildiğince hızlı bir şekilde öğrenmeye çalışıyorum," oluyor cevabım. Öğretmenini memnun etmeye çalışan bir öğrenciden farksızım. "Gayet hızlı kaptığımı söylediler geçenlerde."

Teşkilatın telekomünikasyon uzmanları tarafından yoğun bir programlama eğitimine tabii tutulmuştum. Artakalan zamanlardaysa ondan daha yoğun bir dil eğitimi görüyordum. Dili anlayabilmek ve konuşabilmek yetmiyordu; anadilimden daha iyi iletişim kurabilmek, en çok kullanılan aksanları yapabilmek benden beklenen sıradan şeylerdi... Bunu en az altı dilde yapmamı istiyorlardı: İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça, Arapça, İspanyolca...

Yanlış anlamayın, asla şikâyet etmiyorum. Hatta yegâne şikâyetim, saha eğitimimin ne zaman başlayacağı... Ne zaman tüm bu yetenekleri pratiğe dökebileceğim... Öyle ki her geçen gün sabırsızlığım biraz daha sınırlarımı zorluyor, huzursuzluğum katlanarak büyüyor. Örnek öğrenci imajımı bozmayıp bana öğretilen her şeyi kapmaya çalışsam da benden çok daha büyük ve tecrübeli kişilerin yanında hâlâ daha bir çocuktan farksız görülmek, kendimi kanıtlama arzumu daha da körüklüyor. Bu davaya tüm benliğimle kendimi adadığıma tanık olmalarını istiyorum. Yaşıtlarım üniversitenin ve hayata atılmanın tadını çıkarırken bense tüm potansiyelimle teşkilatın misyonu uğruna çalışacağımı ve çalıştığımı görsünler istiyorum. Bu nedenle ki, istihbaratın kodamanlarından İrfan Abi'nin gözünü boyamaya çalışıyorum. Genç olmam yetkin olmadığım anlamına gelmemeli. Bunu en iyi İrfan Abi anlayabilirdi sonuçta; Mustafa Komiser'in küçük oğlu olarak değil, bilgisayarın dilinden herkesten iyi anlayabilmem ve zekâm sayesinde onun dikkatini çekmeyi başarabilmiştim.

Sahaya atılabilmenin heyecanı sabırsızlığa, sabırsızlıksa huzursuzluğa evriliyor ve yerimde asık bir suratla kıpırdanıyorum. Uygun kelimeleri bularak İrfan Abi'ye derdimi anlatmalı, ondan bir çözüm bulmasını istemeliyim. Konuyu nasıl açacağımı düşünürken İrfan Abi, yolculuk boyunca ilk defa bana dönüyor ve tütün kokan nefesiyle mırıldanıyor.

"Neredeyse geldik..."

Düşüncelerimden sıyrılıp etrafı incelemeye başladığımda küçük bir köy yolunda ilerlediğimizi fark ediyorum. Arabayla toprak yolda sallanarak birkaç dakika ilerledikten sonra küçük bir kalabalığın yolun bittiği yerde toplandığını görüyoruz. Nereye geldiğimizi sormuyorum, çünkü yeşil cenaze aracı ve arkasındaki mezarlık nerede olduğumuzun cevabını bana gayet iyi veriyor. İrfan Abi, sigarasının izmaritini pencereden fırlatıyor ve mezarlığın önünde arabayı durdurduğunda zihnim yeni bir soruyla çalkalanıyor.

"Niçin buradayız?"

İkimiz de arabadan inmiyoruz. Suskunluğa dalmış çevremi izlerken cenaze aracına değen bakışlarım, yüreğimi ürperttiğinde İrfan Abi'ye dönüyorum. Pür dikkat beni izliyor. Kafamın yeterince karıştığına tatmin olduğu bir an açıklamaya başlıyor.

"Sümer..." diyor, devam etmeden bir süre bekliyor. Gökyüzünü sarmaya başlayan kurşuni bulutlara uzun uzun bakıyor, aradığı kelimeleri orada bulabilecekmiş gibi... "Operasyonlara katılmak için sabırsızlandığını biliyorum."

Bu gezinin amacı demek bu konuyu konuşmaktı, diye düşünüp içimi bir umut dalgasının sarmasına engel olamıyorum. Neredeyse sırıtacağım.

İrfan Abi ekliyor... "Bu mevzu hakkında darlamaktan çekinmediğin herkesi darladığını da biliyorum."

Tebessümüm doğmadan donakalıyor.

"Babandan ne yaptığını sakladığını da..."

Yutkunuyorum.

"Benim bunlara ayıracak zamanım yok, Sümer," diyor İrfan Abi ve konuşmanın pek hayırlı sonlanmayacağını tahmin ediyorum. "Ancak ben sende babanın anlayamayacağını düşündüğün o kararlılığı çok net görebiliyorum. Teşkilatta senin aylardır sürdürdüğün sıkı çalışmayı, disiplini gösteren pek az kişiye rastladım. Zehir gibi çalışan bir beynin var. Bunların hepsi takdire şayan şeyler..."

Cenazenin toplandığı kalabalığa bakıyor, kemerli burnunun üstünden kara bakışlarını ardından tekrar gözlerime çeviriyor.

"Babanın hatırını düşündüm, Kenan'ın uyarılarına kulak verdim ve ilk önceliği güvenliğine vererek eğitimine başladım. Seni zaten telekomünikasyon yönünde yetiştireceğimiz barizdi, şu anki öğrendiklerini hızlıca öğrenmen gerekiyordu. Bunların altından kalkabileceğini sen de, ben de biliyorduk. Hiçbir şüphemiz yoktu."

Gök gürlüyor. O yaklaşan yağmurun habercisiyken İrfan Abi'nin suskunluğuysa açılacak daha önemli mevzuların habercisi.

"Ancak, aslanım..." diyor, arka koltuğundan paltosuna uzandıktan sonra devam ediyor. "Arka planda kalmayıp sahaya indiğin andan itibaren her şey değişecek. Bildiğin hayatın artık son bulacak. Senin yaşında, kanın delidolu damarlarında akarken bunu anlamanın ne kadar zor olacağını, inan, biliyorum. Ben ne kadar konuşsam kelimelerimin o özgüven dolu zihnine ulaşmayacağını biliyorum. O yüzden gözlerinle gör istedim."

Arabadan çıkarken onu takip etmem için işaret ediyor ve mezarlığın derinliklerine doğru yürümeye başlıyoruz. Önceki yağmurdan çamurlaşan toprakta bir süre debelendikten sonra duruyor, cenaze kalabalığını uzak bir mesafeden izlemeye başlıyoruz.

İmamın yanı başında karalara bürünen genç adamı gördüğümde kimin yakınının toprağa verildiğini anlamak pek de zor değil. İrfan Abi de aynı kişiyi izlerken konuşmaya başlıyor.

"Bak da örnek al," diyor. Tütün kokan parmağını bana doğru uzatıyor. "Sen de onun gibi olacaksın. Taze eşinin kokusuna doyamadan kara toprağa versen bile kalbin bir kaya kadar sağlam duracak. Dava adamı olacaksın. Acını da beraberinde vereceksin toprağa, aslanım. Tek bir damla akmayacak gözünden. Ağlamayacaksın. Asla!" diye mırıldanıyor. Kuru dudakları öylesine kaskatı ki, o ince aralıktan güçlükle süzülen kelimeler parçalanıyor, heceler direnemeyip ayakuçlarımıza dökülüyor.

Paltosunun içinden bir sigara daha çıkarıyor.

"Bizim hayatımız âşık olmak için değil, aslanım. Unutma. Dava adamı olacaksın. Kalbini gömeceksin. Teşkilat, duygularıyla hareket edenleri istemez."

Gözlerim tekrar mezarın başındaki siyah takımlı adama dönüyor. Küreği eline alıp toprağa saplayışını ve toprağı önündeki açık mezara atışını izlerken duygusuz bakışlarını, dimdik sırtını inceliyorum.

İrfan Abi benden herhangi bir yorum beklemeden sadece ana tanık olmamı istiyor. Sanki, pür dikkat izlediğimiz bu manzaranın yıllar boyunca kâbuslarıma konu olacağını biliyor. Belki de zaten bunu diliyor. Aslında bana bu lanetli yoldan çıkış fırsatı tanıdığını çok sonradan anlıyorum. Lanet çoktan hayatımı sardığı zaman...

Not: Yarın gelecek olan bölümde -evet, yarın da bir bölüm gelecek, nazar değmesin, tahtaya üç tık- Sümer'de günümüzden devam edip 18.bölümü sonlandırıp Eylül'ümüze geçiyoruz. 19.Bölüm büyük bir bölüm ve beni en çok etkileyen şarkıyı başlık olarak taşıyor, bakınız:

Mucizevi (Efsanevi #2)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin