10. Bölüm "Böyle Bir Kara Sevda" - Eylül

965 92 16
                                    

"Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın, 

Sanma ki hikâyesi şu titreyen dalların
Düşen yaprakla biter,
Böyle bir kara sevda kara toprakla biter."

-İncesaz

Eylül

Günümüz, Kasım başı, Almanya

Dünyevî muhasebelerin karbon kâğıdıyla üzerinden geçildiği rüyaları görmeye alışkın değildim ben, ay ışığına esir gecelerde... Karanlık nedir bilmezdim, çünkü harlı solukların burgaçlandığı melodik sabahlara uyanana dek yumuşak dokunuşların izleri yıldızlar gibi parlardı. Sessizlik tüylerimi asla ürpertmemişti, geceler mest eden öpüşlerin serenadıyla inlerdi her defasında.

Aşkımız öyle mükemmeldi ki, bizi hep biraz aykırı kılmıştı. İmkânsızı mümkün sağlamıştık biz, insanların rüyalarında dahi tasavvur edemeyeceği aşk idealini, gerçekliğin derinliklerine bana bana tatmıştık. Kaderin müstehzi tarafıyla hiç karşılaşmayacağımıza dair bir emniyet hissi içerisindeydik, nihayetinde yıllar boyunca hoyrat bir yangını yüreklerimizde gönüllü taşımış da hâlâ kül olmamıştık. O da bir şey mi, hayatı birbirimize endeksleyip diğerimizin gözlerinden izleyecek kadar divaneydik.

Ne zamanın geçmişten şimdiye dönerken biz'li yüklemleri de ben'li fiillere dönüştüreceğini tahmin ederdim, ne de rüyası geceleri yalnızlığımla solduracağımı... Yalnızlığımı hohlayıp sildiğim günlerde, sessizliğin kulaklarıma tutunan uğultusu beni tüketiyordu.

"Biz bu hâle nasıl geldik?"

Zamanın ve mesafelerin bir türlü aşındıramadığı bu soru, çürümemekte ısrarcı bir asma kilit gibiydi... Billur bir yanıt bulmadıkça, ucu sonsuzluğa varan belirsizlik mahpuslarında çelişkilerin yatağında ömrümü mayalamaya mecbur kalacaktım. İşte, bu yüzden hayallerimi kanat gibi giyinmiş ve yeni diyarlarda özgürlük arayışına çıkmıştım. Kabullenmek bir kenara, geçmişimin uzayan gölgelerinden köşe bucak kaçmıştım ben.

Sümer...

Geçmişimin işgalci öznesi, geleceğimin yüklemlerini ödünç istiyordu şimdi de...

Son karşılaşmamızın kesitleri gözümün önünden rüzgâr gibi esip geçtiğinde kırmızı bir pus hâlinde öfke zihnimi bulandırıyor, sakinliğimi koruyamıyorum. Günlüğümün kapağını ani bir hareketle çarparak kapatıyorken kalemim elimden fırlayıp yere düşüyor.

Eğilip onu yerden alırken "Benden vazgeçme de ne demek!" diyerek kendi kendime adeta tıslıyorum. İçimde parlayan öfkenin gazladığı kalbime soluklarım yetişemiyor. "Karşıma çıkıp hangi cüretle benden bunu ister? Sen benden çoktan vazgeçmişken bu nasıl bir acımasızlıktır?"

Neresinden tutsam elimde kalan bu durumun içinde, kastî bir umursamazlığı takınmanın en doğrusu olacağına karar kılıyorum. Gözlerimi kapatıp sadece oğlumu kucağımı alacağım o mucizevi günü hayal etmeye başlıyordum ki, kirpiklerim birbirine bile değemeden kapı zilim çalıyor.

Kapıyı açtığımda, nefes nefese kalmış ve soğuktan burnu pancar gibi kızarmış bir Selin karşımda duruyor ve koridorda yankılanan koca bir "Oh!" çekiyor.

Kesik solukları cümlesinin akışını sabote ederken "İnince niçin aramadın beni?" diye soruyor. "Sabah da telefonun kapalı olunca meraklandım, hızla kontrol etmeye buraya geldim."

Mahcubiyetimin lekesi yüzüme sıçrarken "Özür dilerim, Selin. Telefonumun şarjı bitmişti, gece yatarken takmıştım. Biraz önce uyandığımda da açmayı unutmuşum," diyor ve geçmesi için kapının önünden kenara çekiliyorum. Bütün kaygıları eşikte bırakıp geçerken neşeli bir samimiyeti ev terliği gibi giyiyor Selin.

Mucizevi (Efsanevi #2)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin