18. Bölüm "Evvelim Sen Oldun - Giriş"

867 116 31
                                    

Cahildim, dünyanın rengine kandım
Hayale aldandım, boşuna yandım
Seni ilelebet benimsin sandım
Ölürüm sevdiğim, zehirim sensin
Evvelim sen oldun, ahirim sensin


-Neşet Ertaş

SÜMER

Kazadan Sonra, Şubat Ayının Başı, Fransa

Gözlerimi aralıyorum ya da araladığımı sanıyorum.

Neredeyim ben?

Işık fazla parlak geliyor, aydınlık rahatsız edince göz kapaklarımı tekrar bakışlarımın önüne düşürüyorum. Hareket etmeye uğraşıyor, en azından dokunarak etrafımdakilerin farkındalığına erişmek istiyorum; ancak vücudumun kontrolünü kaybetmişim. Kendimi tekrar kıpırdanmak için kastığımda değişen tek şey, kulağıma ulaşan bip bip seslerinin giderek hızlanışı oluyor.

Ne oldu bana?

Bilincim kopuk bir film makarası gibi... Kafamdaki sorulara geçmişten yanıtlar ararken hafızamdan görüntüleri zihnimin perdesine yansıtmaya uğraşıyor; fakat birbiriyle alakasız sahneleri mantık çerçevesinde açıklayamıyorum.

"Tuzak! Tuzak! Peşimizdeler!"

Direksiyondakine bağırdığımı ve yanıt olarak arabanın daha da hızlandığını hatırlıyorum. Motorun zorlandığını gösteren o gürültülü sesi tekrar duyuyorum kulaklarımda.

"Ateş açacaklar, silahları var. Başını eğ!"

Her şey sanki tek bir ana sıkışmış gibi... Bu cümleyi ilk kim söyledi, silahların ateşlendiğini ilk kim fark etti; kurşun, camı ne ara parçalayıp direksiyondakine geldi, araba bariyerlere nasıl çarptı? Hiçbir soruya cevap veremeyeceğim kadar kaotik olan o an zihnime düştüğünde yüzümü buruşturuyorum.

İşte, dediğimi hatırlıyorum. İşte, şimdi ölüyorum.

Dudakları, gözleri, dudakları, gözleri, dudakları, gözleri, dudakları...

Eylül...

Makineden yükselen bip sesleri zıvanadan çıkıyor.

"Deniz seni bekliyor."

Gözlerimi tekrar açıyorum, keskin bir kararlılıkla göz kapaklarımı aralıyorum bu defa. Ağzımdaki maskeyi çıkarıyor, parmağım ve koluma takılı olan aletleri söküyorum. Gitmem gereken bir yer, görmem gereken bir kişi varken burada daha fazla duramam. Var olan bütün gücümle doğrulmaya çalışıyorum; fakat daha kendimi zorlayamadan bir el beni durduruyor.

"Lütfen durun," diyor bir ses. Fransız.

Beni tekrar yatmaya zorluyor ama direniyorum. "Doktoru çağıracağım, lütfen kendinizi zorlamayın. Ameliyattan çıktınız, yoğun bakımdasınız."

Yeterince vakit kaybettim, neden anlamıyorlar?

Görüşüm hâlâ bulanık olsa da beyaz önlüklü bir kadının beni engellediğini kabaca seçebiliyorum.

Aradaki dil farkını umursamadan "Bırak beni," diyorum. Sesim kabalaşmış, boğazım kuru.

"Sizi anlamıyorum, beyefendi," diyor. Elleriyle oturmam için yatağı işaret ediyor. "Lütfen buradan ayrılmayın, ben doktoru bulmaya gideceğim. Doktor... Doktor gelecek."

O bir koşu odayı terk ederken "Çok geç..." diye mırıldanıyorum. Sol tarafımdan akan sıcak bir şeyleri fark ediyorum. Beyaz çarşaflar kırmızıya, gözlerim ise siyaha bürünüyor...

Not: Haydi herkes üç kere tahtaya vursun bakalım, çünkü Mucizevi'ye günde iki bölüm geldi. Belki önümüzdeki iki gün bölüm gelmeyebilir, çünkü Almanya'ya taşınma hazırlıkları başladı, kıyafetlerimi tıkıştırıp bavulun üstünde zıplama vakti geldi.  Ama bana ve kalemime güvenin efenim, sizi muhteşem bölümler bekliyor. Dört yıldır üzerine düşünülen bir kurgu bu... Bir de daha çok kişiden hikâyenin gidişatıyla alakalı yorum duyabilsem keyfime denecek yok. Oylar umurumda değil, isterseniz hiç oy vermeyin ama yeter ki düşüncelerinizi paylaşın. Gelecek bölüme dek kocaman sevgiler.


Mucizevi (Efsanevi #2)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin