5. Bölüm "Kendi Hâlimde" - Sümer

Start from the beginning
                                    

"Bak da örnek al," diyor. Tütün kokan parmağını bana doğru uzatıyor, başıyla çocuk Sümer'e işaret ederken. "Sen de onun gibi olacaksın. Taze eşinin kokusuna doyamadan kara toprağa versen bile kalbin bir kaya kadar sağlam duracak. Dava adamı olacaksın. Acını da beraberinde vereceksin toprağa, aslanım. Tek bir damla akmayacak gözünden. Ağlamayacaksın. Asla!" diye mırıldanıyor. Dudakları öylesine kaskatı ki, o ince aralıktan güçlükle süzülen kelimeler parçalanıyor, heceler direnemeyip ayakuçlarımıza dökülüyor.

Genç Sümer ile göz göze gelerek muhteşem bir paradoks yaratıyoruz.

"Başınız sağ olsun," diyor bana, gençliğim.

Ağzımı açsam da tek bir harfin dahi sesini çıkaramıyorum.

Bir kâbusun sahnesinde rolümü oynadığımı bilsem dahi, en büyük korkum akla düşünce bütün dengem derinden sarsılıyor. Panik mantığımı çiğneyerek basamakları tırmanıp bedenimin tahtına oturuyor ve komutlar savurmaya başlıyor. Mermi hızıyla yerimden fırlayıp hilal şeklindeki kalabalığı yararak mezara ulaşmaya çalışıyorum. Tüm gücümle onca insanı kenara çeksem de, sanki kopyalanıp tekrar önüme çıkıyorlar. Sadist bilinçaltımın senaristliğini yaptığı bu filmde, yeterince azap çektiğime inanıp tatmin olduğu bir vakitte, kendimi nihayet mezarın önünde buluyorum. Prodüksiyon detaycılıkta o kadar başarılı ki, mezar taşında Eylül'ün ismini ve doğum tarihini dahi okuyabiliyorum. Kalbimin mezarına kendi ellerimle toprak attıracak kadar çarpık bir bilinçaltım var benim.

Gözlerime değen bu önümdeki manzarayı idrak ettiğimde, acı tüm boyutları aşıyor. Her şey gerçek... Ruhumda titreşen tüm hislerin önce yumak hâlini alışını sonra bir bomba gibi patlayıp omurgamı paramparça edişini hissediyorum. Ölmüyorum, lanet olsun ki tüm bu acıya rağmen ölmüyor ve hepsini bir bir hissediyorum. Dizlerimin üstüne çöküp çıplak ellerimle toprağı kazmaya başlıyorum.

"Eylül," diye sesleniyorum toprağa. "Ah, Eylül'üm..."

Ne zaman aktığının farkına varmadığım gözyaşlarım, yüreğimi benden çalan hain toprağı suluyor.

Parmaklarım koparcasına dipsiz mezarı kazmaya devam ederken "Ah, Eylül..." diyorum.

"Ah, benim kalbim..."

İsmimi duyuyorum, daha hırsla kazmaya başlıyorum. Islak toprağın kokusu genzimi yakıyor.

"Sümer! Uyan, yavrum," diyor biri.

Ellerimdeki toprağın giderek çamurlaştığını fark ediyorum. Cıvıklaşan toprağın da, Eylül'e kavuşma ihtimalim gibi parmaklarımın arasından kaydığını çaresizce izliyorum.

"Sümer!"

Birisi omzumdan sıkıca tutup sarsıyor.

"Sümer, oğlum, uyan. Kâbus görüyorsun herhâlde."

Annemin sesini tanıyınca gözlerimi aralayacak gücü bulabiliyorum. Kirpiklerim birbirine yapışmışçasına zorlukla göz kapaklarım birbirinden ayrılıyor, bakışlarımın odağını bulması odanın loş ışığında biraz zaman alıyor; ama yine de annemin yumuşak yüz hatlarına yerleşen endişeyi fark ediyorum.

"Kâbus mu görüyordun, yavrum?" diye soruyor.

Başımı tasdiklercesine hafifçe sallıyorum. Yattığım kanepeden doğruluyor, kendimi toparlamak için yüzümü avuçlarıma gömüp ciğerlerimin aç kaldığı derin nefesler alıp veriyorum. Kalbim öyle hızlı ve sert çarpıyor ki, oturduğum yerde bile sarsılıyorum.

Annem üzerine geçirdiği kazağa biraz daha sarıldıktan sonra "İlâcımı içmeye kalkmıştım da, sesini duydum," diye fısıldayarak açıklıyor. Onun da sesi hâlâ uyku kokuyor. "Kendi kendine mırıldandığını duyunca en iyisi uyandırayım, dedim. Çok stresli olmadığın sürece uykunda sayıklamazsın sen."

Mucizevi (Efsanevi #2)Where stories live. Discover now