Limon Çiçekleriii

By hicbirsey

292K 20.7K 9.1K

Birbirlerini hırpalayarak, asla olgunlaşamayan bir aşkla seven, canlarını yaka yaka yeşerip büyüyen bu aşkın... More

Limon Çiçekleri 1. Bölüm
Limon Çiçekleri 2. Bölüm
Limon Çiçekleri 3. Bölüm
Limon Çiçekleri 4. Bölüm
Limon Çiçekleri 5. Bölüm
Limon Çiçekleri 6. Bölüm
Limon Çiçekleri 7. Bölüm
Limon Çiçekleri 8. Bölüm
Limon Çiçekleri 9. Bölüm
Limon Çiçekleri 10. Bölüm
Limon Çiçekleri 11. Bölüm
Limon Çiçekleri 12. Bölüm
Limon Çiçekleri 13. Bölüm
Limon Çiçekleri 14. Bölüm
Limon Çiçekleri 15. Bölüm
Limon Çiçekleri 16. Bölüm
Limon Çiçekleri 17. Bölüm
Limon Çiçekleri 18. Bölüm
Limon Çiçekleri 19. Bölüm
Limon Çiçekleri 20. Bölüm
Limon Çiçekleri 21. Bölüm
Limon Çiçekleri 22. Bölüm
Limon Çiçekleri 23. Bölüm
Limon Çiçekleri 24. Bölüm
Limon Çiçekleri 25. Bölüm
Limon Çiçekleri 26. Bölüm
Limon Çiçekleri 27. Bölüm
Limon Çiçekleri 28. Bölüm
Limon Çiçekleri 29. Bölüm
Limon Çiçekleri 30. Bölüm
Limon Çiçekleri 31. Bölüm
Limon Çiçekleri 32. Bölüm
Limon Çiçekleri 33. Bölüm
Limon Çiçekleri 34. Bölüm
Limon Çiçekleri 35. Bölüm
Limon Çiçekleri 36. Bölüm
Limon Çiçekleri 37. Bölüm
Limon Çiçekleri 38. Bölüm
Limon Çiçekleri 39. Bölüm
Limon Çiçekleri 40. Bölüm
Limon Çiçekleri 41. Bölüm
Limon Çiçekleri 42. Bölüm
Limon Çiçekleri 43. Bölüm
Limon Çiçekleri 44. Bölüm
Limon Çiçekleri 45. Bölüm
Limon Çiçekleri 46. Bölüm
Limon Çiçekleri 47. Bölüm
Limon Çiçekleri 48. Bölüm
Limon Çiçekleri 49. Bölüm
Limon Çiçekleri 50. Bölüm
Limon Çiçekleri 51. Bölüm
Limon Çiçekleri 52. Bölüm
Limon Çiçekleri 53. Bölüm
Limon Çiçekleri 54. Bölüm
Limon Çiçekleri 55. Bölüm
Limon Çiçekleri 56. Bölüm
Limon Çiçekleri 57. Bölüm
Limon Çiçekleri 58. Bölüm
Limon Çiçekleri 59. Bölüm
Limon Çiçekleri 60. Bölüm
Limon Çiçekleri 61. Bölüm
Limon Çiçekleri 62. Bölüm
Limon Çiçekleri 63. Bölüm
Limon Çiçekleri 64. Bölüm
Limon Çiçekleri 65. Bölüm
Limon Çiçekleri 66. Bölüm
Limon Çiçekleri 67. Bölüm
Limon Çiçekleri 68. Bölüm
Limon Çiçekleri 69. Bölüm
Limon Çiçekleri 70. Bölüm
Limon Çiçekleri 71. Bölüm
Limon Çiçekleri 72. Bölüm
Limon Çiçekleri 73. Bölüm
Limon Çiçekleri 74. Bölüm
Limon Çiçekleri 75. Bölüm
Limon Çiçekleri 76. Bölüm
Limon Çiçekleri 77. Bölüm
Limon Çiçekleri 78. Bölüm
Limon Çiçekleri 79. Bölüm
Limon Çiçekleri 80. Bölüm
Limon Çiçekleri 81. Bölüm
Limon Çiçekleri 82. Bölüm
Limon Çiçekleri 83. Bölüm
Limon Çiçekleri 84. Bölüm
Limon Çiçekleri 85. Bölüm
Limon Çiçekleri 86. Bölüm
Limon Çiçekleri 87. Bölüm
Limon Çiçekleri 88. Bölüm
Limon Çiçekleri 89. Bölüm
Limon Çiçekleri 90. Bölüm
Limon Çiçekleri 91. Bölüm
Limon Çiçekleri 92. Bölüm
Limon Çiçekleri 93. Bölüm
Limon Çiçekleri 94. Bölüm
Limon Çiçekleri 95. Bölüm
Limon Çiçekleri 96. Bölüm
Limon Çiçekleri 97. Bölüm
Limon Çiçekleri 98. Bölüm
Limon Çiçekleri 99. Bölüm
Limon Çiçekleri 100. Bölüm
Limon Çiçekleri 102. Bölüm
Limon Çiçekleri 103. Bölüm
Limon Çiçekleri 104. Bölüm
Limon Çiçekleri 105. Bölüm
Limon Çiçekleri 106. Bölüm
Limon Çiçekleri 107. Bölüm
Limon Çiçekleri 108. Bölüm
Limon Çiçekleri 109. Bölüm
Limon Çiçekleri 110. Bölüm

Limon Çiçekleri 101. Bölüm

2.1K 174 216
By hicbirsey


Babası, salondaki piyanonun hemen karşısındaki uzun yemek masasının başında oturmuş, önündeki kaytaz böreğini büyük bir iştahla mideye indirirken annesi gülümseyerek onu izliyor, bir yandan da sakin sakin bir şeyler anlatıyordu. Arada bir dönüp kendisine bakarak gülümsediğine göre onun da bütün dikkatiyle bu konuşmayı dinlediğini zannediyor olmalıydı, oysa gerçek hiç de öyle değildi. Annesi babasıyla konuşurken o, masanın yanındaki geniş camlı pencerenin tam karşısında, denizin hemen önünde bütün heybetiyle dikilen otele endişeli bakışlar atıp duruyordu. Kucağında duran telefonuna arada bir fırlattığı kaçamak bakışlardan sonra yüzü renkten renge giriyor, bu kez bastırmakta güçlük çektiği daha büyük bir kaygıyla yeniden gözlerini pencereye çevirip otele bakmaya başlıyordu. Her ne kadar endişesini saklamak için elinden geleni yapsa da sonunda olan oldu. Telefonuna gelen son mesajı okuduktan sonra önce gözleri kocaman açılıp sonra da başını hızla kaldırarak yerinden fırlayacak gibi duran gözlerle otele baktığında annesinin sabırsız sesini duydu.

"Lale sen nereye bakıp duruyorsun öyle kızım?"

Lale gözlerinden okunduğuna emin olduğu paniği bastırmaya çalışarak annesine dönüp gülümsedi.

"Hiiiç." dedi. "Deniz çok güzel görünüyor da, ona bakıyordum."

Babası büyük bir iştahla ağzındaki lokmayı yutarken sandalyesini çevirip pencereden dışarı baktı. Bir an için Lale'nin yüreği ağzına geldi, biraz önce gördüğü şeyi babasının da gördüğünü düşünmek bile istemiyordu!

Babasının "Hakikaten ya." dediğini duyunca rahatlar gibi oldu. Zaten görse bile. Bu mesafeden gördüğü şeyin ne olduğunu nasıl anlayabilirdi ki?

"Beni buraya oturttun, sayende denize sırtımı dönmüş oldum hiçbir şey göremiyorum Mina!"

"Ben mi dedim sana buraya otur diye? Ben mutfaktaki masayı hazırlamıştım zaten, sen tutturdun ille salonda yiyelim diye!"

"Ne yapayım canım, seviyorum bu masada yemek yemeyi." diyerek halinden hoşnut gözlerini salonda gezdiriyordu ki kucağında duran telefonuyla bir şeyler yapan Lale gözüne çarpınca kaşları çatıldı Lemi Bey'in. "N'apıyorsun sen öyle Lale? Yemek vakti niye telefonunla oynayıp duruyorsun?"

Lale içinden gözlerini devirse de fazla şüphe çekmemek adına meleksi bir gülümsemeyle babasına baktı.

"Haklısın babacım da ne yapayım, eski bir arkadaşım mesaj attı da onunla konuşuyordum."

Lemi Bey'in sesi haşin bir tona bürünüvermişti bile çoktan. "Kimmiş o eski arkadaş?" dedi ters ters. "Biz tanıyor muyuz?!"

"Evet." dedi Lale bütün doğallığıyla. "Lisede Mersinli bir arkadaşım vardı ya hani, hep anlatıyordum; Esra."

Lemi Bey bir an durup düşündü. Hafızası onu yanıltmamış olacak ki hemen sonra "Haa." dedi. "Şu babası avukat olan kız."

Babasının, bütün arkadaşlarının ailelerini araştırma huyunu bir kez daha hatırlayan Lale buna yine sinir olsa da şu an için bunun üzerinde durmaktan çok daha önemli dertleri olduğu için yeniden gülümsedi.

"Evet o." Dedi. "Aslında İstanbul'da çalışıyor da hafta sonu ailesini görmeye buraya gelmiş. Benim de artık burada olduğumu bildiği için mesaj atmış, 'bir-iki saat görüşelim mi' diyor."

"Ailesini görmeye geldiyse onlarla olacağına niye senle görüşmek istiyor? Annesiyle babasıyla vakit geçirse ya!"

"Off Lemi!" diye araya girdi Mina Hanım. "Lale bitti şimdi de arkadaşlarının hayatına mı karışmaya başladın?"

"Hem biz de hafta sonu için seni görmeye geldik." diye eşine aldırmadan sözlerine devam etti Lemi Bey. "Sen de bizden uzakta yaşıyorsun, sen de bizden uzakta çalışıyorsun. Hafta sonunu ailenle geçirmek isteyeceğini düşünemiyor mu bu Esra?!"

Lale sinirden dişlerini gıcırdatıyor olsa da bunu belli etmemek için kıyasıya bir mücadele vererek derin bir nefes alıp yine gülümsedi.

"Babacım doğru diyorsun da ben sizden uzakta yaşıyor sayılmam ki, sadece iki saat uzaklıktayım. Hem biz her hafta sonu görüşüyoruz zaten." derken bundan pek de memnun olmadığı sesinden anlaşılmış olacak ki Lemi Bey ona şöyle bir baktı.

"Ne o, pek hoşlanmıyorsunuz bu durumdan galiba Lale Hanım?!"

Lale sinirden başını duvara vurmak istiyordu artık. Neyse ki öyle bir şeye gerek kalmadan annesi bir kez daha imdadına yetişti.

"Saçmalıyorsun ama Lemi!" diyerek yine araya girdi. "Kızcağız ne dese yaranamıyor sana, her dediğine takacak bir şey buluyorsun!"

"Ben ne dedim şimdi ya?!" diye hararetle kendini savunmaya girişti Lemi Bey. "Ne dedim ben şimdi? Hem haksız mıyım Mina söylesene? Hafta sonu için ailesini görmeye geldiyse niye onları bırakıp da Lale'yle görüşmek istiyor bu kız?"

"Babacım, sadece bir-iki saat."

Lemi Bey dönüp kızına baktı. Lale ise küçüklüğünden beri bu anların kritik olduğunu bildiğinden, gözlerini bile kırpmadan, dosdoğru babasının gözlerinin içine bakıyordu. Yalanının ortaya çıkmasını istemiyorsa, babasını ikna etmek için bu saniyeler çok önemliydi. Hep yaptığı gibi başını hafifçe yana eğip gülümseyerek yalvaran bir ses tonuyla "Lütfen." dedi.

Lemi Bey yüzünü buruşturarak derin bir off çekince Lale içinden yükselen zafer çığlıklarını bastırmak için dudaklarını ısırdı. Bunun babasını ikna ettiğinin göstergesi olduğunu biliyordu.

Nitekim babası "İyi tamam." dedi hoşnutsuz bir sesle. "Ama sadece bir saat!"

Lale sevinçle sandalyesini geriye iterek ayağa kalkıp babasının boynuna sarıldı. Bir yandan da bu kadar ikiyüzlü olduğu için kendinden nefret ediyordu. Babası neden bu kadar sevindiğini bilse ne düşünürdü acaba?!

"Bir buçuk olsun muuu?" dedi sonra tatlı şımarık bir sesle. "N'oluuur!"

Lemi Bey yüksek volümlü bir kahkaha attı.

"Lena'nın Leon'dan köpek isteme taktiklerini kimden öğrendiği belli oldu!" derken keyifle güldü.

"Yani yirmi altı yaşında kızı hala bu kadar sıkıyorsun ya Lemi, ben sana ne diyeyim bilmem ki!" diye söylenerek ayağa kalkıp sofrayı toplamaya başladı Mina Hanım.

"Allah Allah ne var bunda ya! Bütün hafta görmüyorum ben kızımı, özlüyorum! Hafta sonu dizimin dibinde otursun istiyorum, bunda ne var?!" Sonra Lale'ye dönüp "Bu annen yine bizi kıskanmaya başladı Laloş." deyince Lale kendini tutamayıp güldü. Evden çıkabileceği kesinleştiği için kuş gibi hafiflemişti. Ah bir de babasını başından savıp bir an önce çıkabilseydi...

Babasını şüphelendirmemek adına fazla hevesli görünmemeye çalışsa da elinde değildi. Kendini merdivenlere attığı gibi basamakları ikişer ikişer çıkmış, üst kattaki yatak odasına girdiği anda da kendini giyinme odasına atmıştı. Dolaplardan birinin kapağını hızla açtıktan sonra yere diz çöküp dolabın içini karıştırmaya başladı. Biraz sonra bağdaş kurmuş bir şekilde yerde oturuyor, kucağındaki ayakkabı kutularının içinde bir şeyler arıyordu. Ne zaman İskenderun'dan onu ziyarete gelseler annesi evi toplama bahanesiyle her bir tarafı didik didik ediyordu. Batu'nun aldığı iç çamaşırlarını bulduğu takdirde soru yağmuruna tutulacağını bildiğinden o da bu çareye başvurmak zorunda kalmıştı. Annesi ne zaman gelecek olsa bütün çekmeceyi boşaltıp iç çamaşırlarını ayakkabı kutularının içine tıkıştırıp dolaba kaldırıyordu. Ama böyle de aradığı takımı bulmak imkansız hale geliyordu! Batu'nun son aldığı kırmızı takımın hangi kutunun içinde olduğunu bulmaya çalışıyordu ki yatak odasının kapısından annesinin sesi duyuldu.

"Lale! N'aptın kızım, hazırlanıyor musun?"

Annesinin sesini duyunca kısa bir an için dondu kaldı Lale. Sonra kırmızı takımı bulacağım diye etrafa saçtığı iç çamaşırlarını hızla toparlayıp kutulardan birinin içine tıktı. Kutunun kapağını kapattığı anda annesi giyinme odasından içeri girdi.

Mina Hanım Lale'yi kucağında ayakkabı kutularıyla yerde oturmuş bir halde bulunca yüzünü bir şaşkınlık kapladı.

"N'apıyorsun sen öyle yerde?" diye sordu hayretle.

"H-hiiiç." diye kucağındaki kutuları iterek doğruldu Lale. "Hangi ayakkabımı giysem diye bakıyordum da." Ayakkabı kutularının kapağı birden açılır da içindekiler ortaya saçılır diye kutuları olabildiğince yavaşça bırakarak ayağa kalktı.

Mina Hanım'ın bu açıklamadan pek tatmin olmamış bir hali vardı. Lale de bundan korkuyordu zaten. Annesi yeni bir şey daha soracak diye ödü kopuyordu. Ancak kırk yıl düşünse annesinin ağzından çıkan soruyu tahmin edemezdi herhalde.

"Bence şu yeni ayakkabılarından birini giy. İki çift birden almışsın ya hani."

Lale'nin yüzü bir anda kağıt gibi oldu. Annesinin neden bahsettiğini hemen anlamıştı. Batu'nun doğum gününde ona hediye ettiği ayakkabılardan söz ediyordu. Halbuki bundan korktuğu için sırf o bulamasın diye bazanın içine saklamıştı kutuları. Ama olan olmuş, annesi yine de bir şekilde görmüştü kutuları işte. Ondan bir şey saklamak imkansız gibiydi zaten, bunu öğreneli çok olmuştu! Ama yatağın içine bakacağını da hiç düşünmemişti ki.

Ne düşündüğü yüzünden kitap gibi okunuyor olsa gerek ki onun bir şey demesine kalmadan annesi açıklamaya girişti.

"Sabah sen babanla ofisteyken biraz ortalığı toplayayım dedim de. Çarşaflarını değiştirirken de bazayı yıllardır açmadığımız aklıma geldi. Bir bakayım dedim."

Lale zaman kazanmak adına hiç konuşmuyor, süratle bir şeyler düşünmeye çalışıyordu. Bunun ardından gelecek soruyu biliyordu. Annesi mutlaka o ayakkabıları ne zaman aldığını soracaktı. İnandırıcı bir şey bulmalıydı. Ama ne?

Yanılmamıştı. "Ne zaman aldın sen onları?" diye çok geçmeden sordu annesi. Dikkatli bakışlarla Lale'yi süzüyordu. "Giydiğini de hiç görmedim?"

'Yeni mi aldın?' diye sormaya çalışıyordu. Asıl öğrenmek istediği buydu. İyi de ne cevap verecekti şimdi? Ne diyecekti?

Annesinin merakla kendisini izlediğini fark edince yavaşça derin bir nefes aldı. Artık bir cevap verse iyi olacaktı galiba!

"Paris'ten almıştım." dedi. Ne yapabilirdi, aklına gelen en mantıklı açıklama buydu!

Mina Hanım doğru söyleyip söylemediğini tartmak istercesine kızına şöyle bir baktı.

"İkisini de mi?"

Lale başını salladı.

"Beraber almadım ama!" diye atıldı sonra. "Birini ilk gittiğim zaman almıştım. Hani bir ara kredi kartım çok yüksek gelmişti ya o zaman. Bu yüzdendi işte. Diğerini de evi boşaltmak için son kez gittiğimde aldım. Laf edersin diye de sana söylemek istemedim, ne yapayım." diye omuzlarını silkti.

Tahmin ettiği gibi söylediği onca şey arasında annesinin takıldığı bu olmuştu.

"Niye laf edeyim kızım aşk olsun!" dedi Mina Hanım sitemle. "Bugüne kadar aldıklarının hangi birine laf ettim, aşk olsun Lale!"

"Ya ne bileyim." diyerek inandırıcı bir tavırla bir kez daha omuzlarını silkti Lale. "Yani ben de sonra pişman oldum bu kadar para verilir mi diye ama..."

"Ben de onu anlamadım ya zaten!" dedi annesi hafif sinirli bir ses tonuyla. "Baban para göndermediği için ondan gizli orada garsonluk yaparken bu ayakkabılara verecek parayı nereden buldun anlamıyorum?!"

"Annecim dedim ya birini master yaparken aldım, diğerini de Mersin'de çalışmaya başlayacağım belli olduktan sonra evi boşaltmak için gittiğimde aldım diye! Garsonluk yaparken nasıl alabilirdim ki zaten?!"

"İyi de niye saklıyorsun onu da anlamıyorum ki! Resmen ben görmeyeyim diye gidip yatağın içine saklamışsın!"

"Ya ne alakası var anne, niye senden saklayayım saçmalama ya!"

Annesi ayakkabılarla ilgili onu öyle uzun bir sorguya çekmişti ki ondan kurtulup yalnız kalması, yalnız kaldığı anda iç çamaşırlarını sakladığı yerden çıkarıp aralarından o siyah-bordo dantelli transparan takımı bulması, sonra o takımı giyip hazırlanması derken aradan yarım saat geçmişti bile. Zaten telefonu devamlı titreyip duruyordu. Batu'nun sabırsızlığının tavan yapmış olduğunu tahmin edebiliyordu. Nasıl göründüğünü kontrol etmek için son kez aynada kendine bakarken heyecandan gözlerinin parladığını fark edince kendi kendine gülümsedi. Biraz sonra onu göreceğini bilmek bile midesinde kelebeklerin uçuştuğunu hissetmek için yeterliyken içine giydiği takımı gördüğünde yüzüne yerleşecek ifadeyi hayal etmek ise kasıklarında yoğun bir karıncalanmaya yol açıyordu.

İçindeki siyah-bordo takıma tezat oldukça sade bir bluz, kot pantolon ve at kuyruğu yaptığı saçlarıyla evden çıkarken babasını şüphelendirmemek adına Esra'yla evin tam karşısında, otelin de yan tarafında yer alan bowling salonunda buluşacaklarını söylemişti. Babasının mutlaka terasa çıkıp giderken arkasından bakacağını biliyordu çünkü. Arabayı neden almadığını merak edecek, otele doğru yürüdüğünü gördüğünde ise hemen telefona sarılıp neden o yöne doğru yürüdüğünü soracaktı. Acaba Esra'yla otelde buluşacaklarını mı söyleseydi? Ama bunca zamandır görüşmediği lise arkadaşıyla Hilton'da buluşacak olması da pek inandırıcı değildi sanki? O da bowling slaonunda buluşacaklarını söyleyivermişti işte. Bu bile babasının merakını dindirmiş değildi zaten. Lale kapının önünde ayakkabılarını giyerken o "Niye orada buluşuyorsunuz, koskoca Mersin'de gidecek başka yer kalmadı mı?" diye söylenmeye başlamıştı. Ama neyse ki Lale onu nereden yakalayacağını iyi biliyordu.

"Babacım, buluşacağımız yer eve yakın olsun ki gidip gelirken fazla zaman kaybetmeyeyim, Esra'dan ayrılınca hemen eve dönebileyim ki evde ailecek beraber zaman geçirebilelim diye düşündüm." demesiyle Lemi Bey zevkten dört köşe olmuştu bile.

"Aferin kızım iyi düşünmüşsün! E hadi git bakalım, fazla geç kalmadan da dön ama."

Bunun üzerine Lale gülümseyerek babasını sarılıp öperken Mina Hanım gözlerini devirerek mutfağa geçmişti. Lemi Bey "Bak annenin yine kıskançlığı tuttu!" diye keyifle gevrek gevrek gülerken Lale de sonunda evden çıkabilmiş, yeni bir aksilik çıkmasından korktuğundan asansörü beklemeden dokuz katı merdivenle inmişti. Apartmandan çıktığında başını kaldırıp yukarı baktı ve mutfak balkonundan onu izleyen annesiyle babasının kendisine el salladıklarını gördü.

Dişlerinin arasından "Allah'ım yaa, Allah'ım yaaa!" diye söylenerek gülümsedi, o da annesiyle babasına el salladı. Bowling salonuna doğru yürürken bu balkon sefasını fazla uzatmadan içeri gireceklerini umut ediyordu. Ancak olmadı. Bowling salonunun kapısına geldiğinde yeniden dönüp baktığında annesiyle babasının hala balkonda olduğunu görünce gözlerini devirerek içeri girdi. Ne yapıyordu bunlar, o eve dönene kadar balkonda durup bekleyecekler miydi?!

İçerde beş-on dakika kadar oyalandıktan sonra durumu kontrol etmek için tekrar dışarı çıktığında balkonun boş olduğunu görünce rahat bir nefes aldı. Yine de tedbiri elden bırakmasa iyi olacaktı, mutfak balkonundan terasa geçmiş olabilirlerdi zira, belli olmazdı! Neyse ki hava giderek daha erken kararmaya başladığından çoktan karanlık çökmüştü bile, istedikleri kadar baksınlar. Bu saatten sonra pek bir şey göremezlerdi.

Havanın kararmasını da fırsat bilerek hızlı adımlarla otele doğru yürürken yüreği ağzındaydı. Tek çekincesi annesiyle babası değildi artık. Lobiye girince ne yapması gerektiği konusunda da kararsızdı. Tamam nereye gideceğini biliyordu ama içeri girer girmez asansörlere yönelirse resepsiyondakiler hakkında kim bilir neler düşünürlerdi. Gerçi belki de farkına bile varmazlardı. Ama ya yanına gelip hangi odada kaldığını sorarlarsa? Söylediğinde ya kayıtlardan ismini aramaya kalkarlarsa? Hatta daha da kötüsü ya evlilik cüzdanı falan isterlerse? 'Yok artık!' diye geçirdi içinden. Beş yıldızlı oteldi burası, pansiyon değildi ki! İyi de yine de belli olmazdı ki.

Otelin girişindeki döner kapıdan geçip lobiye adım attığında tedirgin gözlerle etrafına bakındı. Sanki herkes ona bakıyor gibi geliyordu. Girişin hemen sağındaki resepsiyonda duran iki görevli gülümseyerek bir ağızdan "Hoş geldiniz!" Ddyince iyice emin oldu. Şimdi dosdoğru resepsiyonun tam karşısındaki asansörlere yönelirse fazla şüphe çekmiş olacaktı. En iyisi lobide bir beş dakika kadar oturup öyle yukarı çıkmaktı. Öyleydi de bunu yukarıda onu bekleyen o sabırsız adama nasıl anlatacaktı acaba, orasını bilmiyordu işte!

Çantasındaki telefonu devamlı titreyip durmasına rağmen tedirgin adımlarla lobide ilerleyerek bahçeye bakan oturma gruplarından birinin berjerine ilişti. Burada beş dakika kadar oyalanıp öyle yukarı çıkacaktı. Ama ne yazık ki öyle olmadı. Garsonlardan biri gülümseyerek yanına yaklaşınca bir bardak çay istemek zorunda kaldı. Çayı geldiğinde çantasındaki telefonu da artık hiç susmadan titremeye başlamıştı. Lale sıcak çaydan birkaç yudum aldıktan sonra bardağı sehpanın üzerine bıraktı. Zaten zamanları bu kadar kısıtlıyken bir de olur olmadık anlarda tuvaletinin gelmesini istemiyordu! Hesabı istediği takdirde kaldığı odanın numarasının sorulacağından korktuğundan cüzdanından çıkardığı bir miktar parayı sehpanın üzerine koyduğu çay fincanının yanına bıraktıktan sonra oturduğu yerden kalkarak telaşlı adımlarla asansörlere yürümeye başladığında çantasındaki telefonunun artık hiç durmadan titrediğini duyabiliyordu. Asansörle sekizinci kata çıktığında kalbi yerinden fırlayacak gibi atmaya başlamıştı. Oda numaralarına bakarak koridorda ilerlerken bir yandan da çantasından telefonunu çıkarmaya uğraşıyordu.

Telefonun açma düğmesine bastığı anda onun gürleyen sesi ulaştı kulağına.

"Lale neredesin?" diye bütün aksiliğiyle bağırıyordu. "Kaç saattir burada seni bekliyorum biliyor musun?! Hani her şeyi ayarlamıştın, geliyordun? 'Yirmi dakika sonra yanındayım' dediğinden beri kaç yirmi dakika geçti haberin var mı senin?"

"Lale yok evladım, ben annesiyim." derken gülmemek için dudaklarını ısırdı Lale.

"Çok komik!" diye hırsla bağırdı Batu. "Yine son dakikada bir şey çıktı gelemiyorsun değil mi? Sıçayım böyle işin içine ben ya!"

Onunkinin aksine çok daha neşeli bir sesle "Küfretme hemen!" derken odanın kapısının önüne gelmişti bile Lale. Yavaşça kapıyı çalarken içerden gelen Batu'nun sesini duyabiliyordu.

"Nasıl küfretmeyeyim ya nasıl küfretmeyeyim? İki saatliğine de olsa görüşebilelim diye bu kadar planı yapan benim. Her şeyi ayarlayan benim! Senin tek yapman gereken babanları iki saatliğine oyalayıp buraya gelmekken sen onu bile yapamıyorsun Lale!"

Kendini öyle kaptırmıştı ki bağırmaktan kapının çalındığını bile duymamıştı. İçini çekerek "Batu..." derken kapıya bir kez daha vurdu Lale.

"Hiç öyle 'Batu' falan deme bana! İşine geldiği zaman babanı çok güzel kafalamayı biliyorsun. Yalanların biri bin para! Ama konu benim seni görmem olunca o tek ayak üzerinde söylenen yalanlar unutuluyor, anında bahaneler başlıyor. Yok 'babam şüphelendi, yok 'babam kesin anladı'. Bu ne ya?! Bu yaşta hala her hareketini kısıtlaması hoşuna gidiyor herhalde! Ya da görüşemememiz işine geliyor senin! Tabii babana karşı çıkmayı aklından geçirmeye bile korktuğun için aksini düşünmek benim hatam belki de!"

Artık Lale de yavaştan sinirlenmeye başladığından bu kez elini yumruk yaparak daha sertçe vurdu kapıya.

Anlaşılan Batu bu kez kapının vurulduğunu duymuştu. Çünkü "Ne var ulan, ne var ne var ne var?!" diye bağırarak Lale'nin cevap vermesine kalmadan bir hışımla kapıyı açtığında yüzünü kaplayan şaşkın ifade, karşısında görmeyi beklediği en son kişinin Lale olduğunu açık seçik anlatıyordu.

"L-Lale??" diye geveledi şaşkınlıkla.

Lale dik dik ona bakarak "Lale ya... Lale!" dedikten sonra sinirle onu itip içeri girdi.

O odanın ortasına doğru ilerlerken Batu hala yüzünden silinmemiş o hayret ifadesiyle arkasından bakıyordu. Birkaç saniye öyle bakakaldı. Sonra aklı başına gelmiş olacak ki kapı kulbunun arkasına asılı 'lütfen rahatsız etmeyiniz' uyarısını aldığı gibi aceleyle kapının ön tarafına astı. Kapıyı kapatıp kilitledikten sonra Lale'ye doğru ilerledi.

"Ne zaman geldin sen?" derken biraz önceki esip gürleyen adamdan eser kalmamıştı,sesi yine Lale'nin o bayıldığı sarıp sarmalayan şefkatli haline bürünüvermişti.

Lale'nin küskün gözlerle kendisine baktığını görünce yutkundu. Uzanıp ellerini avuçlarının arasına aldı.

"Ya tamam bakma öyle." diyerek ellerini dudaklarına götürdü. "Özür dilerim." derken avuçlarını açıp yanaklarına yasladı.

Lale ellerinin arasında duran, daha birkaç saniye önce öfkeyle kararmış, şimdi ise sevilmeyi bekleyen bir kedi yavrusu gibi pişmanlıkla gözlerini ona dikmiş bu yüze baktı.

"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Görüşemememizin benim işime geldiğini mi düşünüyorsun gerçekten?"

Batu başını hafifçe yana eğerek yanağının üzerinde duran o küçük ele sürttü yüzünü.

"Hayır." diye mırıldandı. "Onu sinirle söyledim. Yine son anda bir şey çıktı, gelemeyeceksin sandım. O sinirle bir anda ağzımdan çıktı ne yapayım." Üzgün gözlerini bir kez daha Lale'nin yüzüne dikti. "Özür dilerim." Lale'nin bakışları bir an yumuşar gibi olsa da mavi gözlerinin derinlerindeki o kırgınlığın hala silinmediğini görebiliyordu Batu. Ellerini, yanaklarının üzerinde duran Lale'nin ellerinin üzerine koydu. "Ne yapayım Lale çok özledim seni!" diye isyan edercesine inledi. "Pazar akşamından beri görmedim seni! Neredeyse bir hafta oldu, baksana Cumartesi bugün ya!"

Lale küskün küskün dudaklarını büzdü.

"Bir haftadır görüşmüyoruz diye illa otel odasında mı buluşmak zorundayız yani? Bu bir haftada benimle ilgili özlediğin tek şey bu mu?"

Batu şapşal şapşal Lale'nin suratına bakakaldı. Doğrusu buna bozulacağını hiç akıl edememişti. Binbir hevesle yaptığı planın hiç beklemediği bir şekilde elinde patlaması karşısında gerçekten şaşkına uğramış görünüyordu. Bütün şapşallığıyla kafasını kaşıyarak Lale'ye baktı.

"Ya ben... Hayır tabii ki. Yani ben şey diye... Babanlar buradayken biri görür diye dışarıda buluşmak istemiyorsun diye. Bir de hani eve çok yakın ya, gidip gelmekle zaman kaybetmemiş olursun diye."

Lale arkasını dönerek omzunun üzerinden kırgın bir bakış attı ona. Batu'nun biraz önce çıkıp ona el salladığı balkona doğru yürüdü. Babasının keskin gözlerinden korktuğu için balkona çıkamasa da Batu'nun aralık bıraktığı kapıdan başını uzatarak dışarı baktığında terasın ne kadar yakın göründüğüne inanamadı. Gerçekten biraz önce babası iyi ki "Nereye bakıyorsun sen öyle?" diye meraklanıp arkasını dönmemişti, aksi takdirde otel odasının balkonundan ona el sallayan Batu'yu fark etmesi işten bile değildi! Kim olduğunu göremezdi belki ama "Bu adam niye bizim eve doğru el sallıyor?" diye huysuzluk çıkaracağı kesindi.

Batu Lale'yi hiç tahmin etmediği bir sebepten ötürü kırmış olmaktan şaşkın, sessiz sessiz yanına geldi. Ona doğru sokularak arkadan beline sarılıp çenesini omzuna dayadı.

"Ya Lalem..." dedi suçlu bir sesle. "Niye kızdın ama şimdi bana, ne yaptım ben ya? Başka türlü birbirimizi göremeyecektik, dışarıda buluşalım desem babanın kulağına gider diye tedirgin olacaktın, baş başa geçireceğimiz iki saat boyunca diken üstünde olacaktın. Sonra o iki saat sana da zehir olacaktı bana da!"

Lale dönüp ona şöyle bir baktı.

"Hadi ona tamam, haklısın. Peki otel odasında buluştuk diye direkt sevişmemiz mi gerekiyor yani?"

Batu gözlerindeki o şapşal ifadeyle ona bakakaldı.

"Ya... Yani... Hayır da... Ne bileyim yani, ne yapacağız başka??"

"Yapacak başka şey yok mu? Bizim ilişkimiz sadece bundan mı ibaret yani? Kaç gündür birbirimizi görmemişiz, biraz oturup konuşsak olmaz mı?"

Batu bir kez daha kafasını kaşıdı.

"Ya olur da..." dedi şapşal bir ifadeyle. "Her gün sürekli konuşuyoruz ya telefonda. Daha bundan bir buçuk saat önce, sen benim burayı tuttuğumu bilmiyorken uzun uzun konuşmadık mı?"

"Olsun. Biraz daha konuşalım yani ne olacak?" diyerek omuzlarını silkti Lale. Batu'nun gözlerindeki yıkılmış ifadeyi görünce kendini tutamayıp gülecek gibi oldu ama biraz önce anlamadan dinlemeden ona bağırdığı için bu oyunu hak ettiğini düşünüyordu hala.

Batu yutkundu. Lale şu kapıdan içeri girdiğinden beri konuşmaktan çok daha başka şeyler yapmak için yanıp tutuştuğu ortadaydı ama Lale'nin taviz vermez tavrı karşısında bunu açık açık söyleyemiyordu.

"Tamam konuşalım." dedi pes etmiş bir ses tonuyla. Yapmak istediği en son şeyin 'konuşmak' olduğu açıkça anlaşılıyordu sesinden ama ne yapsın. Lale'nin karşısında boynu kıldan inceydi o anda! "Ne konuşmak istiyorsun?"

Lale 'bilmem' dercesine dudaklarını büktü.

"Ne yaptın bugün mesela, onu anlat!" dedi sonra parlak bir sesle.

"Ama telefonda anlattım ya Lalem." Dddi Batu onu ikna etmek için tane tane konuşarak. "'Sabahtan şantiyeye gittim, akşam beşe kadar orada kaldım, sonra da dünden yer ayırttığım için çıkıp direkt buraya geldim' dedim ya."

Lale gülmesini saklamak için arkasını dönerek gidip yatağın kenarına oturdu. Bacak bacak üstüne atarak Batu'ya baktı.

"Başka ne yaptın onu anlat o zaman! Mesela öğlen ne yedin?"

Batu'nun yüzündeki inanamayan ifadeyi görünce bunu daha fazla sürdüremeyerek gülmeye başladı. Aslında zamanları bu kadar kısıtlı olmasa biraz daha trip yapıp Batu'yu süründürmeyi gerçekten isterdi ama onu o kadar az görebiliyor ve o kadar çok özlüyordu ki... Sonradan ondan ayrılmak zorunda kalıp iş yerine veya eve döndüğünde, ona dokunarak geçirebileceği onca dakikayı bir hiç uğruna bozuk atarak harcadığına üzülüyordu. Bu sefer de eve döndüğünde yok yere zaman kaybettikleri için kendini suçlayacağını bildiğinden bu şakayı daha fazla sürdürerek vakitlerini boşa harcamak istemiyordu. Onu görebileceği zaman dilimi bu kadar kısıtlıyken bu ufak tatsızlığı uzatmaya da gönlü elvermiyordu. Hem zaten biliyordu; Batu haklıydı. Birbirlerini en son görmelerinin üzerinden neredeyse bir hafta geçmişti. Babası Pazartesi sabahı Mersin'e geldiğinden beri görüşememişlerdi. O bütün haftayı burada geçirdikten sonra Cuma akşamüzeri de annesi çıkıp gelince bütün hafta boyunca telefonda hafta sonu için yaptıkları planlar da alt üst olmuştu. Hem şimdi Batu ona böyle bakarken. O böyle baktıkça üzerine atlamamak için kendini zor tutarken. Babasından daha fazla bahsetmek istemiyordu artık! Ayağa kalkıp Batu'nun yanına geldi. Gözlerini onun şaşkın bakışlarından ayırmadan yüzünü yeniden ellerinin arasına aldı.

"Buraya ne kadar zor geldim biliyor musun sen?" diye sitemlerine devam etse de parmakları daha fazla sabit kalamayarak Batu'nun yüzünde dolaşmaya başlamıştı. "Annem doğum günümde aldığın ayakkabıları bulmuş. İki saat sorguya çekti beni! Hem sen delirdin mi, niye balkona çıkıp bizim eve doğru el sallıyorsun öyle? Ya babam arkasına dönüp pencereden dışarı baksaydı. Ya seni görseydi?!"

Lale'nin elleri tenini okşamaya başladığı anda Batu'nun gözleri parlayıverdi. Beklediği işaret buydu işte. Lale'nin kırgınlığını biraz da olsa tamir etmeyi başardığının göstergesiydi bu onun için. Ellerini Lale'ninkilerin üzerinden çektiği gibi trençkotunun kuşağını çözdüğü gibi ağzına kadar iliklenmiş düğmelerini açmaya başladı.

"O mesafeden beni görse ne olacak? Tanıyabilecek de sanki! Hem annen de çok arıza çıkardıysa benim doğum günümde sen de geri hediye et bana onları, sorun kökten çözülsün."

Lale gülerek başını iki yana salladı.

"Hayır. Doğum günün için daha güzel şeyler var benim aklımda." diye kıkırdıyordu ki Batu'nun dudaklarını dudaklarının üzerinde bulmasıyla gülüşü yarım kaldı.

Batu "Yerim ben senin o aklını." diye mırıldanırken dudakları hiç durmadan Lale'nin pembe dudakları üzerinde geziniyordu. Trençkotunu çıkarıp yere fırlattığı gibi ellerini bluzunun içine sokarak belini okşamaya başladığında nefesi de hızlanmıştı. Lale parmak uçlarında yükselerek Batu'nun yüzünü kendine doğru çekerken Batu'nun dili ağzının içine sızdığında kendine engel olamayarak inledi. Ellerinin arasındaki yüzü biraz daha kendine doğru çekti. Günlerdir içlerinde biriktirdikleri şehvetle, tutku içinde öpüştüler. Batu'nun boğazından gelen o hırıltılı inilti Lale'nin aklını başından alıyordu, soluklanmak için mecburen ayrıldıklarında Batu'nun tshirt'ünü çekiştirmeye başladı. Batu yüzünde anlamlı bir sırıtmayla hiç itiraz etmeden kollarını kaldırınca tshirt'ü sıyırıp çıkardı attı. Kolları Batu'nun beline dolanırken ona doğru sokuldu, yüzünü boynuna gömdü. Kendine has o erkeksi kokusunu içine çekerken dudakları da boynunda gezinmeye başlamıştı. Hep burada, yüzünün onun boynuna değdiği noktada kalmak istiyordu.

"O kadar çok özledim ki seni..." diye inleyerek öpücüklerinin arasında hafifçe boynunu dişledi. Dudakları tam adem elmasının olduğu noktaya değince Batu'dan yeni bir hırıltı yükseldi.

Bu sırada Lale'nin elleri ise aşağıya doğru kaymış, Batu'nun kemerini çözmeye başlamıştı.

"Lobideki herkes hayat kadını sandı kesin beni." derken kemeri çözen elleri Batu'nun kotunun düğmeleriyle uğraşıyordu. Düğmeleri açmayı başarınca Batu'nun belinden sıyrılan kot kemerle beraber küçük bir gürültüyle yere düştü.

Zihni yavaştan bulanıklaşmaya başlamış olsa da Lale'nin dediklerini duyunca hırıltılı bir sesle güldü Batu. Ayak bileklerinin etrafında toplanmış kotu tekmeleyerek çıkarıp atarken "Yok artık." dedi. Tam o anda Lale'nin öpücükleri boynundan omzuna doğru kaymaya başlayınca bir anlığına gözlerini kapattı. Lale boxer'ının önündeki giderek büyüyen kabartıyı okşadığında nefesini hızla içine çekti.

Bunu duyunca yavaşça gülümsedi Lale. Batu'nun göğsü ve omuzları arasında gezinen öpücüklerinin arasından kesik kesik "Evet... Kesin... Öyle sandılar!" dedi.

"Bu kıyafetlerle mi?"

Lale anında öpücükleri kestiği gibi geri çekildi. Kaşlarını kaldırarak Batu'ya şöyle bir baktı.

"Ne varmış kıyafetlerimde?!"

Batu elinden tuttuğu gibi onu tekrar kendine doğru çekti, vücudunu kendininkine yapıştırdı. Bedenleri arasında bir milimetre boşluk bile yoktu şimdi. Elleri Lale'nin kalçalarına doğru ilerlerken hafifçe güldü.

"Ne yok ki..." diye mırıldanırken Lale'nin kalçalarını avuçlamıştı.

"Yalan söyleme, bariz beğenmemişsin giydiklerimi!" dedi Lale huysuz bir sesle.

Batu o çarpık gülümsemesiyle "Beğendim. Hem de çok beğendim." diyerek kalçalarını sıksa da Lale'nin kaşları hala çatıktı. Batu bir elini kotunun önüne doğru kaydırırken o ters ters ona baktı.

"Yalan söylüyorsun!"

Başını iki yana salladı Batu. "Hayır söylemiyorum." dedi ama aslında bu konuşmayı daha fazla sürdüremeyecek kadar başka yerlere kaymıştı çoktan aklı. Lale'nin giymiş olduğu kotun üzerinden bacaklarının arasını okşarken gözleri arzudan simsiyah kesilmişti.

"Ne demek istedin o zaman? Ne varmış kıyafetlerimde? Kot giyemez miyim ben?!"

"Giyersin." diye yavaşça güldü Batu. Bir yandan da söz konusu kotun düğmesini açmaya çalışıyordu. "Böyle spor giyinince, saçını falan toplayınca, bir de makyaj yapmayınca çok küçük gösteriyorsun." Diyerek burnunun ucuna bir öpücük kondurdu. "Ondan dedim kimse öyle bir şey sanmamıştır diye. Sanmaya kalkan olursa da ben ağzını yüzünü sikerim, o ayrı!" Tam Lale'nin kotunun düğmesini açmış, elini içeri sokmuştu ki Lale geriye doğru bir adım atarak ondan uzaklaştı.

"Hadi oradan. Küçük gösterdiğim falan yok! Senin istediğini yapayım da bir daha elbise giymeyeyim, makyaj yapmayayım diye genlerimdeki yaşlanma fobisini işine geldiği gibi kullanıyorsun sen!"

Batu gülerek bileğinden tuttuğu gibi onu tekrar kendine çekmeye çalıştı.

"Gel buraya." diye inledi. "Çok konuştun bugün sen!"

Lale bileğini çekiştirerek kurtardı kendini. Bir adım daha geriye atarak Batu'ya şöyle bir baktı. Meydan okuyan bakışlarla onu süzdü.

"Demek spor giyinmişim ha."

"Ya Lale." Diye sızlandı Batu. Uzanıp elini tutmaya çalışsa da Lale izin vermedi. "Hadi ama bak çok kötüyüm ben ya! Yemin ediyorum ne giydiğinin bir önemi yok benim için ya!"

Lale dudaklarını bükerek ona şöyle bir baktı.

"Sen görürsün şimdi spor giyinmek neymiş."

Kolunu kaldırıp saçındaki tokayı çekip çıkararak at kuyruğunu çözünce saçları dalgaları halinde omuzlarından aşağı döküldü. Elindeki tokayı odanın içinde gelişigüzel bir yere fırlattıktan sonra anlam veremeyen gözlerle kendisini izleyen Batu'ya bakarak güldü. Sonra kollarını kaldırarak tshirt'ünü çıkarıp attı. Ayakkabılarıyla beraber Batu'nun biraz önce düğmesini açtığı kotunu da bacaklarından sıyırıp çıkarınca üzerinde yalnızca Batu'nun ona aldığı o siyah-bordo renk dantelli transparan iç çamaşırı takımı kalmıştı. Batu'nun gözlerinin kısıldığını görünce kendi kendine gülümsedi, kollarını arkasına doğru uzatarak sutyeninin kopçasını açtı. Askılarını omuzlarından sıyırdıktan sonra sutyeni Batu'ya doğru fırlattı.

"Nasıl, beğendin mi kıyafetlerimi şim..." diyordu ki bakışları kopkoyu kesilmiş Batu aralarındaki mesafeyi bir anda kapatıp onu belinden tuttuğu gibi yatağa fırlatınca dudaklarından fırlayan küçük bi çığlıkla kesildi sözleri.

Ellerindeki o kısacık zamanın sonuna geldiklerini ancak Lale'nin telefonu yeniden durmaksızın titremeye başlayınca anlayabilmişlerdi. Annesi neden bu kadar terlediğini sorduğunda "Bowling oynadım" diyerek onu kandıramayacağını bilen Lale saçlarını ıslatmadan kısa bir duş almaya kalkınca Batu da peşinden gelmiş, Lale telefonda babasına "On beş dakikaya evdeyim babacım!" dedikten sonra yarım saat de duşta oyalanmışlardı. Ve şimdi Batu iki saat öncesine göre şimdi çok ama çok daha sakin görünse de, yüzünde somurtkan bir ifadeyle yatağın ucuna oturmuş, Lale'yi de bacaklarının arasına oturtmuş sutyenini giydirmeye çalışıyordu.

"Gitmeni istemiyorum." diye homurdanarak sutyeni bırakıp iri elleriyle Lale'nin göğüslerini okşadı.

Sırtı yavaşça gerilirken başını ona doğru çevirerek dudaklarına bir öpücük bıraktı Lale.

"Ben de gitmek istemiyorum." diye mırıldandı üzgün bir sesle.

"Gitme o zaman." derken göğüs uçlarıyla oynamaya başlamıştı Batu. "Şimdi şu balkona çıkalım, buradan babana el sallayalım. Ben 'Lale gelmiyor' diye bağırayım, bitsin bu iş."

Lale kasıklarında yeniden hissetmeye başladığı karıncalanmayla gözlerini kapatıp başını geriye atarak sessizce inlerken Batu'nun dediklerini duyunca gülmeden edemedi.

"Yaa tabii. O kadar kolaydı çünkü!"

Batu göğüs uçlarıyla oynamaya devam ederken yüzünü boynuyla omzunun birleştiği noktaya gömdü.

"Hep böyle mi olacak ama? Hep böyle bırakıp gidecek misin beni?"

Gözlerini açtı Lale. Yavaşça Batu'ya doğru döndü. Hiçbir şey söylemeden ona baktı. Ellerini göğsüne koyarak onu yatağa doğru iterken kendisi de onun üzerine tırmanarak karnının üzerine oturdu. Batu'nun üzerine doğru eğildiğinde kestane rengi saçları perde gibi Batu'nun yüzüne döküldü.

"Hayır." derken sesi titriyordu. "Hep böyle olmayacak. Bir gün geleceğim. Sonra da hiç gitmeyeceğim."

Batu'yu öpmeye başladı. Biraz önceki sayısız öpüşlerinden daha farklı, daha başka bir öpüşmeydi bu. Öpüşmeden çok verilen bir sözü mühürler gibiydi sanki. Batu'nun da ona nasıl kendinden geçmişçesine karşılık verdiğine bakılırsa öyleydi. Omuzlarını yataktan kaldırıp hafifçe doğrularak kollarını beline sarmış, deli gibi öpmeye başlamıştı Batu onu. Bunu Lale'nin ağzından duymak bile ateşini tekrar körüklemeye yetmişti sanki, ihtimalinden bile bu kadar etkilendiğine göre gerçekleştiğinde mutluluktan ne yapardı, hiç bilmiyordu.

Öpüştüler. Öpüştüler. Lale'nin telefonu devamlı titreyip dururken onlar öpüşmeye devam ettiler. Sonunda Batu Lale'yi üzerinden ittiği gibi tekrar altına aldı, onu kendi bedeninin altına çekerek biraz önce sözüm ona giydirmeye çalıştığı sutyeni yeniden fırlatıp attı.

Şimdi o otelin önünde boş bulduğu bir yere park etmiş, yaşlarla dolu gözlerle arabanın içinde öylece otururken o günü yeni baştan yaşıyordu sanki Lale. Apartmanın önüne gidememişti. Yapamamıştı. O kemik rengindeki dokuz katlı bina uzaktan göründüğü anda kalbi sıkışmaya başlamıştı. Direksiyonu sıkan elleri yarım dakika içinde terden sırılsıklam olmuştu. Midesinin bulanmaya başladığını fark etmesiyle ağlamaya başlaması bir olmuştu. Ne zaman midesi bulansa aklına hep aynı şey geliyordu. Minicik oğlu... Neredeydi şimdi? Nereye gitmişti? Bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar, nasıl bu kadar kısa sürede yok olup gitmişti? O gittikleri hastanede, onu aldıkları o soğuk ameliyathanede miydi hala? Ne olmuştu, ne yapmışlardı ona? Neden böyle olmak zorundaydı?

Bütün bu sorular kulaklarında uğuldarken apartmanın önüne gidememiş, arabayı oraya kadar götürememişti. Götürebilse bile o garaja giremez, kendi arabası geçirdiği kazadan sonra pert olduğundan beri hep Batu'nun arabasını park ettikleri o yerde şimdi başka bir arabayı görmeyi kaldıramazdı herhalde. Otelin karşısına dizilmiş apartmanlarla otelin arasında kalan o dar sokakta boş gördüğü ilk yere park etmişti arabayı. Elleri öylesine titriyordu ki bunu bile tam yapamamış, arabayı yamuk park ederek sadece kaldırıma yanaştırabilmişti. Ama otelin önüne park etmekle iş bitmiyordu ki. Bu kez de Batu'yla burada geçirdikleri o gün aklına gelmişti. Batu'yu bırakıp gidemeyişi, bir türlü eve dönemeyişi, sonunda dayanamayıp bir kez daha seviştikten sonra birbirlerini ancak bırakabilmeleri, Batu'nun onu elleriyle giydirmesi, öpüşmeyi bırakamadıkları için odadan bir türlü çıkamayışı, sonunda tam kapıdan çıkmak üzereyken dönüp baktığında, mahzun gözlerle gidişini izleyen Batu'nun bakışlarındaki küskünlüğü görüp geri dönmesi, babası delirmiş gibi ararken koşup tekrar Batu'ya sarılması, sonunda eve gidebildiğinde yaklaşık bir saat geciktiği ve haber de vermediği için köpüren babasının dakikalarca hiç susmadan bağırması, o bağırtısıyla evi inletirken çantasında duran telefonun Batu'dan gelen mesajlarla titreyip durması, o an bile babasından gizli telefonuna bakmaya çalışması; hepsi bir bir yeniden canlanıvermişti gözünde.

İçini çekerek başını direksiyona yasladı. Özlüyordu. Deli gibi özlüyordu. Her şeyini; bağırıp çağırmasını, bütün huysuzluklarını, kaprislerini, o çekilmez kıskançlığını, sabırsızlığını, ısrarcılığını, her şeyini delicesine özlüyordu. Buraya neden geldiğini bilmiyordu. Bir kez daha kendini anlayamıyordu. Ne bulmayı umuyordu ki? Niye gelmişti buraya? Eski anıları canlandırmaktan, hala kapanmamış yaralarını bir kez daha kanatıp canını daha çok yakmaktan başka neye yarayacaktı bu? Daha arabadan inmeden bu kadar kötü olduysa o eve nasıl girecekti. Dudağında zonklayıp duran uçuğunun da her şeyi daha da zorlaştırmaktan başka bir şeye yaradığı yoktu . Dün akşam ilk fark ettiğinde ruh hastası olmaya doğru adım adım ilerlediğinden korkacak kadar benimseyip bağrına bastığı uçuğu şimdi hiç durmadan zonklayarak bir an bile orada olduğunu unutmasına izin vermiyor, o uçuğun Batu'dan ona nasıl bulaştığını anımsamak ise yaşadıkları bunca şeyden sonra aralarına giren mesafeyi sert bir tokat gibi yüzüne çarpmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Bir zamanlar Batu'ya istediği zaman, istediği kadar, istediği gibi teklifsizce dokunabilirken dün onu öpmesine bile izin vermemişti Batu. Evet bu uçuk bir şekilde ona bulaşmıştı ama hemen sonrasında da yüzünde gezinen ellerini iterek ondan uzaklaşmıştı Batu.

Hiç kıpırdamadan başını direksiyona yaslamış halde arabanın içinde ne kadar oturdu bilmiyordu. Giderek yükselen sabah güneşi arabanın içini iyiden iyiye ısıtmaya başladığında artık bunu daha fazla sürdüremeyeceğini anlamıştı. Ya arabadan inip apartmana doğru yürüyecekti ya da arabayı çalıştırıp buradan gidecekti. Burada böylece oturup beklemenin ona hiçbir faydası yoktu.

İyi de bunu zaten biliyordu. Buraya gelmekle hiçbir şeyi çözemeyeceğini bile bile yine de arabasını ödünç almak için Seymur'a bir sürü yalan söylemiş, bütün gece uyumayıp sabahın köründe daha güneş doğmadan ayağa dikilerek yollara düşüp buraya gelmişti. Peki ne olacaktı şimdi? O apartmana girip dokuzuncu kata çıktığında, o eve girdiğinde ne olacaktı? O evde hala ne bulmayı bekliyordu? Kaybettiği oğlunu mu? Sevgisini kaybettiğinden artık iyice emin olduğu Batu'yu mu? Ne oğlu vardı artık ne Batu. Yapayalnızdı. Batu olmadan o kocaman evde bir başına mı yaşayacaktı bundan sonra? Geçen gün sırf Batu'dan bir tepki alabilmek için uydurduğu yalanı gerçeğe dökmenin zamanı gelmiş miydi yoksa? Artık boş yere umutlanmayı bırakıp bu evi satarak alacağı parayla kendine yeni bir hayat mı kurmalıydı? Bu sayfayı başka türlü kapatamayacağı ortadaydı. Bu ev burada durdukça bir gün her şeyin düzeleceğini, Batu'yla burada yeniden baş başa yaşayacaklarını ümit etmekten vazgeçemeyecekti. Ah Batu... Ne vardı kendini biraz tutsaydı... Ne vardı başka kadınlarla birlikte olmasaydı! Ela ve Batu'nun mutlaka şansını denediğinden emin olduğu Başak ve adını bile bilmediği daha nice kadın işin içine girmemiş olsa Batu'nun günlerdir ona çektirdiği bütün eziyetleri unutmaya hazırdı. Hem zaten bunu çoktan hak ettiğini de biliyordu. Döndüğünde Batu'nun ona soğuk davranacağını zaten başından beri tahmin ediyordu. Ama er ya da geç inadını kırar, sonunda onu affeder diye düşünmek istemişti hep. Oysa Batu artık başka biriyle beraberdi. Başka kadınlarla birlikte olmuştu. Oluyordu. Ve gözlerinin içine baka baka "Ben artık seni sevmiyorum." demiş, diyebilmişti.

Derin bir nefes aldı. Ve ani bir hareketle başını direksiyondan kaldırıp doğrularak kapıyı açtı. Düşünmek için kendine fazla zaman tanımak istemiyordu. Arabadan indiği gibi hızlı adımlarla apartmana doğru yürümeye başladı. Apartman görevlisi Mustafa Bey'le karşılaşmamak için içinden dualar ediyordu. Saat daha erken olduğuna göre sabah servisini yapmaya çıkmışsa karşılaşmayabilirlerdi. Onunla bile karşılaşmak istemiyordu çünkü "Nerelerdesin sen, Batu da hiç uğramıyor artık" falan derse şu son yarım dakika içinde topladığı cesaretin tuzla buz olacağını çok iyi biliyordu.

Apartman kapısının önüne geldiğinde kalbine yine o bildik sızı saplanmıştı bile. O gece her yeri kan içindeyken, Batu'nun kucağında bağıra bağıra ağlayarak bu kapıdan çıkışını düşünmemeye çalışarak rengarenk begonvillerle süslü demir kapıyı itip içeri girdi. Apartmanın girişinin hemen yan tarafındaki restoran gözüne çarptığında ise anneannesinin onu Arel'le tanıştırmaya kalktığı o faciaya benzer gün düştü aklına. Düşünmemeye çalışarak önündeki birkaç basamağı tırmandı. Mustafa Bey'in yerinde olmadığını görünce rahat bir nefes alarak apartmanın içine girdi. Normalde sabah saatlerinde katlar arasında mekik dokuyan asansör, bu kez sanki sadece onu bekliyormuş gibi zemin kattaydı. Asansöre binip dokuza bastığında gözlerine yaşlar birikmeye başlamıştı. Bu asansörün bile ona hatırlattığı o kadar çok şey vardı ki... Batu'yla kim bilir kaç defa binmişlerdi bu asansöre. Kimi zaman bir an önce eve varmak için sabırsızlandıklarından birbirlerine dokunmadan duramayarak, kimi zaman şiddetli bir kavganın sonrasında birbirlerinin yüzüne bakmadan asansörün ayrı köşelerinde somurtarak, kimi zaman Batu esip gürlerken kendisi onu sakinleştirmeye çalışarak, kimi zaman ailelerinin yarattığı yeni bir sorun yüzünden kendisi Batu'nun kollarında ağlarken Batu onu sakinleştirmek için saçlarına öpücükler bırakarak, kimi zaman kendisi içkiyi fazla kaçırıp kafayı bulduğunda Batu söylene söylene onu kucağında taşıyarak... Ve bir keresinde de hamileliğini kutlamak için Bülent Bey'le Narlıkuyu'ya gittikleri yemeğin dönüşünde Batu kör kütük sarhoş olduğunda, onu ancak Mustafa Bey'in yardımıyla asansöre bindirebildiği o gece...

Hepsi bir bir gözlerinin önünden geçerken asansör dokuzuncu kata ulaşmıştı bile. Asansörün kapısı iki yana doğru açılırken Lale ellerinin titremeye başladığını hissediyordu. Asansörden dışarı adımını atıp sağa döndüğü anda kapının önündeydi. Kapının önüne bırakılmış faturaları görünce çok fena oldu. Artık bu evde kimsenin yaşamadığını tokat gibi yüzüne vuran o kağıt parçaları düşündüğünden de çok acıtmıştı canını. Sessiz sessiz ağlamaya başladı. Titrek elleriyle çantasındaki anahtarı çıkarmaya çalışıyordu. Bir yandan da düşünüyordu. O gittikten sonra Batu burada daha ne kadar kalmıştı? Ne zaman bu evden çıkıp gitmişti? O gider gitmez olmadığını biliyordu. Çünkü Beyrut'a indiğinde ev telefonundan konuştuklarını çok iyi hatırlıyordu. Sonra Batu buradan çıkıp gitmiş, Beriller'de kalmaya başlamıştı. Ama buradan tam olarak nasıl ve ne zaman çıktığını bilmediğini şimdi fark ediyordu. Onu bu evde tek başına bırakıp gitmişti. Bunu nasıl yapabilmişti? Bu kapıyı nasıl çekip çıkabilmişti? Anahtarı aramayı falan bırakıp ellerini yüzüne kapatarak daha şiddetli ağlamaya başladı. Batu haklıydı. Ona kızıyor diye Batu'ya suç bulmaya hakkı yoktu. Onu bırakıp giden, terk eden kendisiydi. Sonrasında ne olacağını hiç düşünmeden kapıyı çekip gitmişti. "Geri döneceğim" diyerek çıkıp gitmişti bu evden. Halbuki Batu'nun dediği gibi geri döneceğine en başından hiç gitmeseydi ya? Batu'yu yapayalnız bırakıp gittiği bu eve şimdi kendisi tek başına dönmüştü işte. Dönmüştü 'kürkçü dükkanı'na. Dönmüştü dönmesine ama geç kalmıştı. Batu artık burada değildi.

Sonunda anahtarları bulup da kapının kilidini açıp içeri girebildiğinde ağlaması iyiden iyiye şiddetlenmişti. Ancak yine de evin ne kadar temiz göründüğünü fark edince bir anlık bir şaşkınlık yaşadı. Her gün temizlense dahi sanki günlerdir hiç silinmemiş gibi öbek öbek toz toplayan parkeler, hiç de öyle aylardır temizlenmemiş gibi durmuyordu. Kapalı perdelerin arasından salona sızan gün ışığıyla iyice göze batan toz öbekleri yine köşelere birikmişti ama evin üç aydan uzun bir zamandır açılmadığı düşünülürse bu kadarı hiçbir şey değildi. Yılın en sıcak aylarında, evin hemen önünden geçen yolun bütün tozu içeri girerken bu ev nasıl olmuştu da bu kadar temiz kalmıştı anlamak mümkün değildi. Ama zaten çok umrunda da değildi. Kapıyı arkasından kapatırken önce mutfağa baktı.

Tanrım, her şey nasıl da aynıydı. Hoş zaten başka nasıl olmasını bekliyordu, onu da bilmiyordu ya... Her şey bıraktığı gibiydi. Sanki daha dün sabah çıkıp gitmişti bu evden. O kadar yerli yerindeydi her şey. Çantasını mutfak kapısının yanındaki büfenin üzerine bırakıp salona doğru yürümek istedi. Ama yapamadı. Hemen yandaki koridorda yer alan o banyo, alt kattaki o banyo, sonun başlangıcını hazırlayan o banyo sanki tuhaf bir şekilde onu çağırıyordu. O günden sonra oraya hiç girmemişti. Mutfağa girip çıkarken o tarafa bir an bile bakmamaya gayret etmişti. Şimdi de aynı şeyi yapmak istiyordu ama olmuyordu. Sanki bir şey, onu oraya çağırıyor, o yöne doğru çekiyordu. Daha fazla karşı koyamadı. Burnunu çeke çeke o banyoya doğru yürüdü.

Aralık kapıyı itip içeri baktığı anda sımsıkı gözlerini yumdu. Her şey o günkünün aynısıydı. Batu, o hastanedeyken Melis'le Derya'ya o lanet banyo halısını atmaları konusunda talimat vermiş olmalıydı ki şimdi yerde tamamen farklı bir halı duruyordu ama onun dışında her şey öyle aynıydı ki... Sanki o güne dönmüş, dışarıdan gelip eve girmesinden sonra şiddetlenmeye başlayan karnındaki o kramplar yüzünden bütün vücudu kasılırken son bir gayretle yüzüne soğuk su çarpmak için bu banyoya girdiği o anı baştan yaşamaya başlamıştı. Yavaşça duvarın dibine çöktü. Hissettiği o keskin acının yanında korkunç bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Buraya gelirken. Daha biraz önce geri geri giden adımlarla bu banyoya doğru yürürken. İçinde ne olduğunu bilmediği, bilmek de istemediği, anlam veremediği tuhaf bir duygu vardı. Adı bile olmayan oğlunu burada bulacağını mı zannetmişti belki de, kim bilir. Oysa şimdi görüyordu; birkaç ay önce yerde yatıp acıyla kıvrandığı bu banyoda hiçbir şey yoktu. Ne bebeğine dair bir iz vardı burada ne de Batu'ya. Ne yaptığını bilmeden kıvrılıp yattı o banyo halısının üzerine. Dizlerini kendine doğru çekerken kollarını da karnına sardı. Yaklaşık dört ay kadar önceki o gün gibi banyo halısının üzerinde tek başına ağladı, ağladı, ağladı. Tek fark, bu kez kaybedecek bir şeyi olmadığını biliyor olmasıydı. Kaybedecek bir şeyi kalmamıştı çünkü. Elinde hiçbir şey kalmamıştı artık. Ne gelip onu burada bulmasını umut edeceği Batu vardı hayatında ne de sağlığından endişe ettiği bebeği. Bu kocaman evin banyosunda tek başınaydı bu kez.

***

Gözleri bir anda fal taşı gibi açıldı. Boş bakışlarla birkaç saniye boyunca yukarıda uzanan bembeyaz tavana baktı. Nerede olduğunu anlamak istercesine gözlerini kırpıştırdı. Burnunun hemen ucundaki kokuyu duyduğu anda her şey bir anda ışık hızıyla zihnine üşüşmeye başlayınca panikle yattığı yerden doğruldu. Nefes nefese etrafına bakındı.

Allah kahretsin, yine uyuyakalmıştı! O korkunç kabustan sonra yine, yine, yine! Kucağında duran yastığı bir kez daha yüzüne doğru çektiğinde aradığı kokunun uçup gitmek üzere olduğunu fark edince bir fena oldu. Sanki bu yastığın üzerine sinmiş kokusu gibi, kendi de ellerinden uçup gidecekti sanki. Tıpkı gördüğü o karabasandaki gibi. Sanki ellerinden kayıp gidecekti. Bu defa bir daha hiç dönmemecesine...

Yüzünü yastığa gömerek kendi kendine inledi. O korkunç rüyayı unutmak istiyordu. Ama o küçük erkek çocuğunun mavileri gözlerinin önünden gitmiyordu. O mezarın üzerine eğilmiş limon ağaçlarındaki çiçeklerin kokusunu hala burnunun ucunda duyabiliyordu. Beyaz mermerlerin soğukluğu hala parmaklarının ucundaydı sanki. Taşın üzerindeki 'Lale Barhum'u okuduğu andaki beyninden vuruluşunu tekrar tekrar yaşıyor gibiydi. Kulaklarında ise hep aynı sözler çınlıyordu. O günden beri kafasının içinde dönüp duran ama dün gördüğü o kabustan sonra şimdi onun için ayrı bir anlam kazanan o sözler. "Bana bir şey olsa bırak hayatının sonuna kadar yas tutmayı, bir gün bile arkamdan üzülmezsin sen. Bunu gayet iyi biliyorum!"

İnleyerek biraz daha gömdü yüzünü yastığa. Uçup giden o kokuyu ararcasına biraz daha çekti yastığı kendine. Kendini berbat hissediyordu. Hala başı dönüyor, o kadar kusmuş olmasına rağmen midesi hala bulanıyordu. En kötüsü de... En kötüsü de onun nerede olduğunu hala bilmemekti. Ne düşündüğünü fark edince yastığı bırakarak aniden doğruldu. Doğru ya, onun nerede olduğunu hala bilmiyordu!

Boğazına oturan o devasa düğümle beraber yastığı istemeye istemeye bırakarak yataktan kalktı. Buz gibi bir panik duygusu dalga dalga yükseliyordu içinde. Ne olacaktı şimdi? Ya bir şey olduysa? Ya o rüyanın gerçek bir anlamı varsa? Ya kötü bir şey olduysa? Bu da ona malum olduysa? Ellerinin içi soğuk soğuk terlemeye başlamıştı. Dün gece onun kimle nerede olduğunu bilmediği için hissettiği korku boyut değiştirerek yerini çok daha derin bir şeye bırakmıştı. 'Ya bir şey olduysa' korkusuyla içi içini yiyordu. Ellerini yüzüne kapatıp bir süre öylece kaldı. Çıldırmak üzere olduğunu hissediyordu. Neredeydi bu kız? Bütün gece kalbinden söküp atamadığı o şüphe haklı olabilir miydi? Gerçekten o şerefsiz orospu çocuğunun teknesinde olabilir miydi? Bundan deli gibi korkuyor olsa da sanmıyordu. Belki de böylesi işine geliyordu ama yapamıyordu işte, konduramıyordu. Peki neredeydi o zaman? Bunca saattir neredeydi? Kimleydi? Durup dururken neden böyle bir kabus görmüştü? Yoksa?

Kalbi sıkışmaya başlamıştı yeniden. Düşündükçe boğulacak gibi oluyordu. Artık daha fazla direnemeyecekti. Şortunun cebindeki telefonunu çıkardığı gibi, Mina Hanım'ın Lale'ye emrivaki yaparak onları tekneyle gezdirmesi için telefon numarasını söylemek zorunda bıraktığı o sıcak yaz gününden beri ezbere bildiği o numarayı tuşladı.

Ama karşıdan sinyal sesi gelmiyordu. Telefon çalmıyordu. Kapalıydı. Aradığı kişiye ulaşamadığını iyiden iyiye yüzüne vuran o sesli mesajı duyunca içindeki panik uçsuz bucaksız bir kara deliğe dönüştü. Çaresizliğin verdiği hırsla elindeki telefonu duvara fırlatacak oldu ama bu aletin onu bulmak için elinde kalan tek çare olduğunu fark edince son anda kendini frenledi. Tıpkı dün geceki gibi bir kez daha deli gibi odanın içinde oradan oraya dolaşmaya başladı.

Neredeydi bu kız? Telefonu neden kapalıydı? Neden dün geceden beri kimse nerede olduğunu bilmiyordu? Her neredeyse neden ortaya çıkmıyordu? Yoksa... Yoksa bazı şeyler onun elinde değil miydi? Gerçekten ona bir şey olmuş olabilir miydi?? İçinden dalga dalga yükselen korkuyu bastırmak istercesine elini boğazına götürdü, dün geceden beri kim bilir kaçıncı defa sertçe tenini ovaladı. O rüyayı neden gördüğünü çözemiyordu. 'Bilinçaltı işte.' deyip geçemiyordu. Ya ona bir şey olduysa? Ya dün geceden beri kimsenin onu bulamayışının nedeni buysa? Ya ona gerçekten bir şey olduysa ve kendisi de bunu hissettiği için o rüyayı gördüyse? Hiçbir zaman rüyalara fazla anlam yükleyen biri olmamıştı ama onu tanıdığından beri ne zaman onunla ilgili bu kadar gerçekçi bir rüya görse sonrasında hep bir şeyler olmuştu. Selçuklar'ın düğününden önce onu bulmaya buraya geldiği geceden bir gün önce rüyasında kendini o evde, o bahçede, o limon ağaçlarının arasında yürürken gördüğünü hala hatırlıyordu. Melis ve Derya'nın 'kızlar gecesi yapalım' diye tutturmaları yüzünden Selçuk'ta kaldığı gece gördüğü rüyada ise Lale'nin kaza yapan arabasının kapısını açtığında üstüne yağmur gibi kan boşaldığını, sonrasında Lemi Bey, Levin ve Daniel'ın birdenbire ortaya çıktıklarını, hatta o sayıklar gibi Lale'nin nerede olduğunu sordukça Daniel'ın alay edercesine "Laloş gitti, gelmeyecek!" dediğini de daha dünmüş gibi hatırlıyordu. Sonraları, çok sonraları, bu rüyanın bir nevi olacakların habercisi olduğunu düşünmüş, hatta bunu düşündükçe de kendinden ürkmüştü. Şimdi de birkaç saat önce gördüğü bu rüya... Bu kabus... Bu karabasan... Ya yine ilerde olacakları üstü kapalı anlatıp hissettiren bir rüyaysa? Ya bu rüyanın gerçekten bir anlamı varsa? Ya gördükleri gerçek olursa?

Titrek bacaklarına daha fazla karşı koyamadı, yatağın üzerine çöktü. Dizlerine doğru eğilerek başını ellerinin arasına aldı. Oturduğu yerde yavaş yavaş ileri geri giderek sallanıyordu, gözlerini yerdeki döşemelerden ayırmadan saçlarını çekiştirip duruyordu. Onu bulmalıydı. Ne pahasına olursa olsun onu bulmalıydı. Bir şeyler yapmalıydı. Böyle hiçbir şey yapmadan beklemek onu öldürecekti, dayanamıyordu. Dün geceden beri yeterince beklemişti zaten. Daha fazlasına artık tahammülü kalmamıştı. Dün geceki o uzun bekleyişi bir kez daha aklına düşünce yüzünü buruşturdu. Onun başkasıyla olmasının düşüncesine dayanamayacağını zannederken gördüğü o lanet rüyadan sonra artık asıl dayanamayacağı şeyin ne olduğunu çok acı bir şekilde anlamıştı. Bunu kabul etmek ne kadar canını yaksa da gerçek buydu. Onun hala nefes aldığından emin olduğu sürece dünkü gibi sayısız gece yaşamaya, sonunda onun iyi olduğunu bilecekse saatlerini onu orada burada arayarak geçirmeye razıydı. Gördüğü o rüya... O karabasan... Çok kötüydü. Şimdi bile o mezar taşında yazan ismini gördüğü ilk an midesine inen yumruğu hissedebiliyor, o anki duygularını anımsamak bile tüylerini ürpertmeye yetiyordu. Bunun rüya değil de gerçek olduğunu düşünemiyordu. Tek kelimeyle düşünemiyordu işte. Yapamıyordu. Bu kadarını algılayamıyordu sanki beyni, reddediyordu. Mezarın üstündeki beyaz laleler gözünün önüne gelince gözlerini sımsıkı kapattı, oturduğu yerde ileri geri giderek hafif hafif sallanması şimdi daha da hızlanmıştı. Stres içinde saçlarını çekiştirip duruyordu. Neden sonra ellerini saçlarından çekti. Ama bu kez de tırnaklarının etrafındaki yaraları kanatırcasına yolmaya başladığının farkında değildi. Kendini kafasının içinden geçenlere öyle kaptırmıştı ki stresten ne yaptığını bilmiyor, onun verdiği dalgınlıkla kendine ne kadar zarar verdiğini fark edemiyordu.

En kötüsü de ne yapacağını, onu nerede arayacağını bilmemekti. Bu kadar koptuklarına inanmak öyle zordu ki... Gerçekten o herifin teknesinde olabilir miydi? Veya onun o yere batası otelinde? Belki de Melisler'deydi? İrem dün gece Melis'e Lale'nin nerede olduğunu bilip bilmediğini sorarken Lale Melisler'in evindeki o odada uyuyordu belki de? Melis sırf onu sinir etmek için Lale'nin nerede olduğunu bilmediğini iddia ederek yalan söylemiş olamaz mıydı? Olmayacak bir şey değildi bu, öyle değil mi? Aynı şey Derya ve Seymur için de geçerliydi. Belki de Lale dün gece onlardan biriyle beraberdi? Partiden ayrılırken, o orospu çocuğu "Seni on beş dakika sonra iskelede bekleyeceğim!" diye arkasından bağırırken yanında Seymur yok muydu zaten? Sonrasında da beraber bir yerlere gitmiş olamazlar mıydı? Ya Derya? Turgut'la kuzenlerini otele bıraktıktan sonra onların yanına gitmiş olamaz mıydı? Üçünden biri Lale'nin nerede olduğunu mutlaka biliyor olmalıydı.

Ani bir hareketle ok gibi fırlayıp kalktı yatağın üzerinden. Odanın içinde dört dönüyordu hala. Duvardan duvara atıyordu kendini. Sıkıntıyla alnını ovuşturup duruyor, rastgeldikçe hırsla duvarlara yumruk atıyordu. Sonunda artık ne düşündüyse bir hışımla yatağın üzerinde duran telefonunu aldığı gibi kendini balkona attı. Önce kimi araması gerektiğine hala karar veremediğinden çatık kaşlarla elindeki telefonunun ekranına bakıyordu ki aşağıdan gelen sesi duyduğu anda dondu kaldı. Sonra bir anda yüzüne tarifsiz bir rahatlama yayıldı, kısa bir anlığına gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Ve kendini gerisingeri odaya attığı gibi hızla kapıya koşturdu. Birkaç saniye sonra otel koridoru, oda kapısının çarpma sesiyle yankılandı. Hemen sonrasında da Batu'nun merdivenlere koşturan ayak sesleriyle.

**

Lale o ıssız banyodaki halının üzerinde tek başına ağlayarak ne kadar öylece yattı bilmiyordu. Belki saatler olmuştu. Belki de toplasa on dakikayı bile bulmazdı. Ama onun için sanki aradan asırlar geçmişti. Öyle çok şey düşünmüş, öyle yerlere gidip gelmişti ki orada, banyo halısının üzerinde bir başına yattığı o anlarda. Elinden kayıp giden, artık geri gelmeyecek ne varsa bir bir geçmişti zihninden. Geçip giden zamanları bir yerlerde bulabilseydi, geçmişe dönebilseydi keşke. Bunu öyle çok isterdi ki... Şimdi gözlerini kapatsa, açtığında kendini Batu'nun inşa ettiği o müstakil villalar için verilen kokteylde bulsa... Gözlerini açtığında yeniden oraya, o ana dönmüş olsa... Artık giydiği bol elbiselerden bile belli olmaya başlayan karnıyla, etrafında dört dönen, onu bir an bile yalnız bırakmayan, sevgisini, ilgisini, şefkatini bir an bile esirgemeyen Batu'yla o ana dönebilse başka bir şey istemezdi herhalde.

Oysa tüm bunlar saçma sapan bir fanteziden ibaretti. Ne o güne ne de Batu'yla geçirdiği ve hayatı boyunca asla unutmayacağından emin olduğu onca andan birine dönemezdi. Sonsuz bir şimdinin içinde sıkışmış kalmıştı. Ne geçmişe dönebiliyordu ne de geleceği umut edebiliyordu. Onun için yalnızca içinde bulunduğu şu an vardı artık. Ve içinde bulunduğu şu an kadar hiçbir şeyden nefret etmediğinden adı gibi emindi ne yazık ki!

O banyo halısının üzerinde, kollarını karnına sarmış bir halde ağladı. Ağladı. Bir ara susar gibi oldu. Sonra yeniden ağlamaya başladı. Kaybettikleri teker teker aklına geldikçe gözyaşları kendiliğinden yanaklarından süzülüyordu. Ona kalsa akşama kadar orada yatardı herhalde. Ancak lavabonun sol tarafına yerleştirilmiş çamaşır makinesinin altında fark ettiği hareketlenme bir anda hızla doğrulup kalkmasına neden oldu. Makinenin altından her an bir böcek çıkabileceği ihtimali, yere koyduğu ellerinden destek alarak doğrulup kalkmasına, sonrasında da arkasına bakmadan o banyodan çıkmasına sebep olmuştu.

Sessiz evin içinde salona doğru ilerledi. Merdivenlerin hemen yan tarafında duran maun piyanoyu görünce yeniden boğazı düğümlenir gibi oldu. Salona şöyle bir göz gezdirdi. Ne tarafa baksa aklına başka bir hatıra geliyor, ne görse burnunun direği sızlıyordu. Batu Bülent Bey'i onunla yeniden tanıştırmak için buraya getirdiğinde, yemeği piyanonun karşısına düşen bu uzun yemek masasında yiyeceklerini düşünmüştü. Ancak daha yemekleri masaya getirmesine kalmadan Leman Hanım'ın telefonu gelmiş, Batu'yu onunla beraber gören bir arkadaşının bunu hemen yetiştirmesiyle ilişkilerini öğrenip kıyameti koparan Leman Hanım yüzünden o yemekler hiçbir zaman yenmemişti. Yine Leman Hanım, o pek kıymetli gelini Nesrin'le beraber eve baskın düzenleyip hiç beklemediği bir anda ziyaretine geldiğinde, yemek masasının arkasında kalan şu oturma grubuna yerleşmiş, kurum kurum kurumlanarak oturduğu koltuktan Batu'dan bir an önce ayrılmasını buyurmuştu.

O oturma grubundaki üçlü koltuğu ise görmeye bile cesareti yoktu. Gitmesinden önceki akşam... O büyük hatayı yapmadan önceki akşam... Her şeyi düzeltmek için, mutlu olmak için, Batu'yla olmak için hala bir şansının olduğu o son akşam... Batu'yla aylar sonra ilk defa seviştikleri o üçlü koltuk... Batu hala içindeyken bir anda kendini tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlaması... Batu'nun önce ona yine sabırla yaklaşmaya çalışması... Sonra sinirlenerek kapıyı vurup gitmesi... Döndüğünde elinde sıkı sıkı tuttuğu uçak biletini suratına fırlatması... Kafasında canlanan o anları kovmak için sinirle gözlerini ovuşturdu. Salonun sağ tarafındaki televizyonu ve oyun konsolunu görmemek için hiç o yana bakmamaya çalışarak merdivenlere yöneldi. O oyun konsoluyla o kadar çok anıları vardı ki. Batu'yu yenemeyeceğini anladığı zamanlarda dikkatini dağıtmak için bilerek ona sokulması, normalde buna asla itiraz etmeyecek Batu'nun "Ya Lale bak gene başladın belden aşağı oynamaya ama!" diye isyan etmesi, o bütün masumluğunu takınarak bunu inkar etmeye çalışırken sonunda Batu'nun pes ederek oyunu durdurup onu bir hamlede kucağına çekmesi aklından çıkmıyordu.

Sadece o da değil ki. Batu gelmeyeceği için somurtarak televizyonun karşısına geçip şarap içerken sızdığı, gözlerini açtığında ise onu yanı başında kendisini izlerken bulduğu o akşam ve daha nicesi kafasının içinde film gibi oynayıp duruyordu. Tüm bunlardan kaçmak için hızlı adımlarla merdivenlerden çıkarken şu basamaklarda bile ne çok yaşadıklarını düşünüyordu. Batu'yu bu eve getirdiği o ilk geceden beri ona sinirlenip bu merdivenleri binbir çalımla çıkarak yatak odasına kapanmasından sonra onun bazen kedi gibi suçunu bilir bir tavırla sessiz sessiz, bazen de öfkeden kendini kaybetmiş bir şekilde asma merdiveni titreten sert adımlarla koşarak peşinden gelmesi kendilerine ait bir ritüel haline gelmişti. Sonun başlangıcı olarak nitelendirebileceği Melisa'nın kardeşi Tina'nın Batu'yu yatak odasında üzerinde sadece bir havluyla görüp ağzına geleni söylemesinden sonra bu merdivenlere oturup Batu'nun kollarında hıçkıra hıçkıra ağladığı o sabah yeniden zihninde canlanırken kendini teras kapısının önünde buldu. Sağında lisedeyken kaldığı tek kişilik oda, solunda ise Batu olmadan adımını bile atmak istemediği o geniş yatak odası vardı. Önündeki kapının ardında ise Batu'suz halini görmek bile istemediği o teras.

Boğazına bir şey gelip oturmuştu yine. Tıkanmıştı. O terasa çıkmaya bir daha asla cesaret edemeyeceğini düşünürken birden kendini bile şaşırtan ve ancak deli cesareti diyebileceği bir hareketle elini kapı koluna attı. Ancak kapı kilitliydi. Ev bunca aydır kapalı olduğuna göre bunda şaşıracak bir şey yoktu belki ama bu kapıyı gitmeden önce kendisinin kilitlediğini hiç sanmıyordu. Öyle bir şey hatırlamıyordu? Sahi bu evi kim kapatmıştı? Kapıyı pencereyi kim kapatıp kilitlemişti? Batu mu? Belki de o gün Batu'yla konuşamayınca buraya gelip ona bakmasını rica ettiği Beril yapmıştı bunları. Sonra da kardeşini alıp götürmüş olmalıydı. Batu gibi o da kızgın mıydı acaba ona? Buraya gelip de birkaç saat önce Batu'yu tek başına bırakıp gittiğini öğrenince ne düşünmüştü? Mutlaka şaşırmış, şaşırmaktan ziyade kardeşine bunu yapabildiği için ona gerçekten çok kızmış olmalıydı. Kim bilir, belki de o yüzden birkaç gün sonra telefonda ona "Gelme" demişti. Bilmiyordu ki. Neler düşündüğünü fark edince içi suçluluk duygusuyla doldu. Resmen kendi içini rahatlatmak için suçu Beril'e atmaya çalışıyordu. Oysa onun tek bir telefonuyla küçük oğlunu bırakıp Batu'ya bakmak için Adana'dan Mersin'e gelen, Batu'yu evine götüren, Batu telefonlarını açmadığı için onu aramak zorunda kaldığı sonraki günlerde bütün taciz telefonlarını anlayışla karşılayan, Beyrut'a gidişinin hata olduğunu düşünüyorsa ve bu yüzden ona kızgınsa dahi bunu bir kere bile ona hissettirmeyen de yine Beril'di.

Terasın kapısının anahtarının nereye saklanmış olduğunu tahmin edebiliyordu. Çünkü bunu Batu'ya o göstermişti. O anahtarın yeri; lisedeyken kaldığı o tek kişilik odadaki küçük kitaplığın içindeki ansiklopedilerin arasıydı. En son Batu laptop'ını kırıp parçaladıktan sonra sarmaş dolaş yattıkları o odaya girerken bir kez daha hatıralar üşüştü zihnine. İçinde Cemal'le mezuniyet fotoğrafları var diye Batu'nun ilk günden beri düşman kesildiği ama sayesinde Batu'nun askerliğini Muğla'da yapacağını öğrendikleri için kendisinin ise hala garip bir minnet duygusu beslediği şu külüstür masaüstü bilgisayara bakmamaya çalışarak kitaplığa yöneldi. Ve terasın anahtarını eliyle koymuş gibi buldu. Biraz sonra kapıyı açmış, bunu neden yaptığını bir türlü anlayamasa da bir anlık bir cesaretle o terasa çıkmıştı.

Ama çıktığı anda olduğu yerde sıçradı. Terasın boş olmasını fırsat bilerek buraya kamp kuran güvercinler beklemedikleri bir anda kapının açılmasıyla hızla havalanmış, çıkardıkları kanat sesleri bir anlığına da olsa Lale'yi ürkütmüştü. Güvercinler gittikten sonra şöyle bir etrafına bakındı. Ağlayacak gibiydi. Onca emek verip yetiştirdiği çiçekleri susuzluktan hep kurumuştu. Hamağın olduğu tarafa hiç dönmedi bile. Limon ağaçlarına bakmayı ise içi götürmedi. Yapamayacaktı. Ona buradan gitmek istediğini söylediği akşam üstü Batu'nun sinirle tekmelediği o dev saksılara da o saksılardaki kurumuş dallara da bakamayacaktı. O bayıldığı kokularının bütün terası sardığı bir akşam Batu'nun ona evlenme teklifi ettiğini, başka bir akşam ise kendisinin ona hamile olduğunu söylediğini, her şey mahvolmadan önceki o son hafta sonu kokteylin üzerine gittikleri yemekten döndükten sonra hemen ilerideki şu hamakta iç içe geçmiş gibi sarılarak uzandıklarını, Batu'nun ne ellerini ne dudaklarını karnından çekemediği o anlarını bir kez daha hatırlamaya dayanamayacaktı. Koşar adımlarla içeri kaçtı.

Ancak bu, yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktan başka bir şey değildi. Zira o telaşla kapalı kapısını açıp kendini içeri attığı o yatak odasına girmek bütün direncini kırmaya yetmişti. Bu yatak... Aynı yatak olmasa da eskisinden ayrı düşünemediği bu yatak... Bu oda... Ona hayatının en mutlu anlarını vermiş ama aynı zamanda da hayatını alt üst eden ne varsa hepsi bu odada yaşanmıştı. Yanaklarından aşağıya doğru süzülen yaşları fark ettiğinde anladı ağlamaya başladığını. Bunun yaraya tuz basmaktan başka bir şey olmadığını bildiği halde giyinme odasına doğru yürüdü. Ne tuhaf, sanki evden aylar önce değil de daha bu sabah çıkmış gibi her şey aynıydı. Tuvalet masasının yanında durdu. Aynanın önünde sıra sıra dizilmiş parfümlerine baktı. Aylardır yüzlerine bakmadığı makyaj malzemeleri, fırçaları, boy boy kremleri, titreyen elleriyle çekmeceleri açtığında sanki hepsini daha dün çıkarıp buraya koymuş gibi yerli yerinde duran takıları ve onların arasında ayrı bir köşede duran haçlı kolyesi...

Kolyeyi görünce bir an şaşırmaktan kendini alamadı. Bu kolyeyi en son ne zaman gördüğünü bile hatırlamıyorken şimdi burada birden karşısına çıkınca şaşırmıştı. Hafızasını zorladı, hatırlamaya çalıştı. Tek aklına gelen, ailesinin buraya sözüm ona 'geçmiş olsun'a geldiği gün sinir krizi geçirerek bu kolyeyi boynundan söküp attığıydı. Sonra da bir daha görmemişti. Şimdi burada olduğuna göre bunu alıp buraya saklayan Batu olmalıydı. İçi burkuldu. Başka dinlerden olmalarına rağmen bunu bir gün bile sorun etmeyen, aralarındaki farkı ona hiç hissettirmeyen, aksine onunla kiliseye gelmeyi bile teklif eden, bir buhran anında çıkarıp attığı haçlı kolyesini bulup saklayan bu adamı ne hale getirmişti... Batu artık onu sevmiyorsa, bunu gözünün içine baka baka rahatlıkla söyleyebiliyorsa, başka bir kadınla beraberse, onu bu yola iten, ona bunları yaptıran da kendisiydi.

Yavaş hareketlerle kolyeyi eline aldı. Avucunun içinde duran küçük haça bakarken gözleri dolu doluydu. Bir an bu kolyeyi yeniden takmayı düşündü. Neden bilmiyordu ama sanki bu haçı yeniden boynuna takarsa o özlediği günlere dönebilecekmiş gibi saçma ama çaresiz bir çırpınış içindeydi sanki kalbi. Zincirin klipsini açtı, kolyeyi boynuna götürüp taktı. Aynada kendine şöyle bir baktı.

Olmuyordu. Sanki bir şeyler eksikti. Ne bu kolye eskisi gibi duruyordu boynunda ne de o eskisi gibiydi. Kolyeyi alelacele çıkardığı gibi yeniden çekmeceye, diğer takılarının arasına koydu. Çekmeceyi kapattı.

Odanın içinde yavaş yavaş gezinmeye başladı. Dolapları açıp kıyafetlerine baktı. Çiçekli elbiselerine, kısacık eteklerine, şortlarına, sutyenini belli ediyor diye Batu'nun sevmediği beyaz iş gömleklerine, ayakkabılarına... Hepsine uzun uzun baktı, bazılarını askılarından çıkarıp inceledi. Batu'nun ona geçen doğum gününde hediye ettiği ayakkabı kutularını görünce tekrar ağlamaya başladı. Geçen sene bütün şartları zorlayarak doğum gününde ne yapıp edip yanına gelen, bir çift ayakkabıya bu kadar para verildiğine inanamamasına rağmen sırf o beğendi diye gidip iki çift birden alan, ona hayal bile edemeyeceği kadar güzel bir sürpriz yapan Batu bu yıl doğum gününü kutlamamıştı bile. Bir yılda ne kadar çok şey değişmişti...

Sıra Batu'nun ona aldığı hamile elbiselerine geldiğinde ise dolabın kapağını sertçe kapattı. Ama bakmaktan korktuğu, korksa da kendine acı çektirmek ister gibi bir an önce sıranın ona gelmesini beklediği başka bir dolap daha vardı.

Gelinliğini sakladığı dolabın önünde durdu. Nedenini anlamadığı bir şekilde kalbi deli gibi çarpıyordu. O gelinliğin artık üzerine olmayacağını, fazla bol duracağını, durmasa bile artık bu gelinliği giyeceği bir nikah veya düğün olamayacağını çok iyi bilmesine rağmen yine de heyecanlanıyordu. Kapağı açtı. İşte oradaydı. Kocaman kılıfının içinde beyaz pofuduk bir pamuk şekeri gibi tek başına dururken inanılmaz hüzünlü görünüyordu. Ellerinin titremesine aldırmamaya çalışarak o kılıfa doğru uzandı.

Biraz sonra kabarık gelinliği kılıfından çıkarmış, yatağın üzerine sermişti. Kendisi de yanına oturmuş, boş gözlerle o beyaz kumaş yığınına bakıyordu. Bu gelinliği alırken ne kadar huysuzlanmıştı. Hamileliğinden dolayı kilo aldığı için istediği modelleri deneyemedikçe morali bozulmuş, mağaza görevlisi kadın saçma sapan imalarda bulundukça iyice tadı kaçmıştı. Ne saçma şeylere takılıp üzülmüştü boş yere. Al işte... Şimdi hamile kaldığı kilodan bile daha zayıftı. Ama artık ne bebeği vardı yanında ne de Batu. Bütün o huysuzlanmalarına rağmen bu gelinliği alırken ne hayaller kurmuştu oysa. Bir bebekleri olacaktı. Evleneceklerdi. Batu'yu çok seviyordu. Onun da kendisini sevdiğine inanıyordu. Bebeklerini nasıl seveceğini de biliyordu. Bütün olumsuzluklara rağmen bundan sonra üç kişilik bir aile olarak yeni bir hayata başlayacaklarını düşünmüştü. Ve işte şimdi bu evde, Müslüman bir erkeğe aşık olup onunla birlikte olmak için burayı kullanacağını aklının ucundan bile geçirmeyen babasının kendince bir jest yaparak ona hediye ettiği bu evde, binbir hevesle alınmış ama hiç giyilmemiş bu gelinlikle tek başınaydı. Kurduğu o hayallerin hiçbiri gerçekleşmemişti. Önce bebeğini, sonra sevdiği adamı kaybetmişti. Hiçbir şey kalmamıştı artık elinde. Yapayalnızdı. Ailesiyle arası zaten kaç zamandır bozuktu. Babasına kırgındı, anneannesiyle erkek kardeşine de öyle. Ama ne gariptir ki artık buna üzülemiyordu. Batu yanındayken sürekli aklına gelip neredeyse her gün onu ağlatan bu durum artık ona hiç koymuyordu. Batu olmadıktan sonra başkalarının olup olmadığının da bir önemi kalmamıştı.

Kendini o kadar mutsuz hissediyordu ki... Gelinliğinin yanına, yatağın üzerine uzandı. Kanama geçirdiği o gece yattığı tarafa baktığında yeniden ağlamaya başladı. Orada, o yatağın üzerinde, gelinliğinin yanına uzanmış bir halde ağlayıp durdu. İçi dışına çıkacak gibi dakikalarca ağladı. Sonunda yataktan kalkmak için doğrulduğunda saatlerdir ağlamaktan başı ağrıyor, gözleri acıyordu. Burnu tıkanmış, nefes almakta bile zorlanır hale gelmişti. Şiş gözleriyle önünü bile zor gördüğünden yalpalayarak giyinme odasına yürüdü. Tuvalet masasının üzerine bıraktığı çantasını karıştırarak el yordamıyla telefonunu buldu. Tekrar yatağa dönüp gelinliğinin yanına bıraktı kendini. Ağlamaktan şişmiş gözleri telefondaki yazıları seçmekte zorlansa da sonunda rehberden aradığı ismi buldu. Arama tuşuna basıp telefonu kulağına götürdü. Telefon çalmaya başladığında o da yeniden ağlamaya başlamıştı.

Bekledi. Bekledi. Sonunda karşıdan gelen sesi duyunca ağlamaklı bir sesle "Alo? Ben Lale. Merhaba." dedi. "Rahatsız ediyorsam kusura bakma n'olur. Ama seninle konuşmam lazım!"

***

Koşar adımlarla merdivenlerden inerken onu görünce ne yapacağı, ne söyleyeceği, nasıl davranacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. O an için tek önceliği bir an önce aşağıya inip onu görmekti. Onu görmek, burada olduğunu bilmek, iyi olduğundan emin olmak istiyordu. Gerisi önemli değildi. Şimdilik... Aşağıya inip onu gördükten sonra ne yapacağını bilmiyordu. Durup bunu düşünecek kadar aklı başında değildi. Ama düşünmeye kalksa bile bir cevap bulabileceğini de zannetmiyordu. Onu gördüğü anda ne yapacaktı? Bir şey söyleyecek miydi? Yanına gidecek miydi? Gidebilecek miydi? Bilmiyordu. Bunları düşünmek yerine aşağıya inip onu görmek istiyordu sadece.

Sonunda merdivenlerden inip resepsiyona ulaşabildiğinde otelin taa üçüncü katından bile duyulan o ses daha da belirgin hale gelmişti. Boğazı kupkuruydu, yutkunmakta zorluk çektiğinin farkındaydı. Ayakları birbirine dolanırken azimle lobiye doğru yürümeye çalıştı. Bu sırada peşine takılıp onca merdiven indiği o ses lobide yankılanıyordu.

"Ama gerçekten doğru söylüyorum İroş, iğrenç insanın biri gelmiş kumsala kusmuş! Her yer iğrenç kokuyor! En iğrenci de ne biliyor musun? Lucky o kusmukları yaladı ıyyy!"

İrem'in Melisa'yla beraber bilardo masasının arkasındaki beyaz koltuklara oturmuş olduğunu görünce yutkunarak onlara doğru ilerledi. İrem'in yüzü ona dönüktü, Melisa ve Lena ise onun karşısında oturduklarından ancak sırtlarını görebiliyordu. Lena'nın söyledikleri bir anda iyice paniklemesine yol açmıştı, ellerinin içi terden sırılsıklamdı. Sanki her an birip dönüp "Sen mi kustun kumsala?" diye onu suçlayacak gibi tetikte beklese de bu bile fazla umrunda değildi. Gözleri deli gibi etrafı tarıyordu. İrem, Melisa ve Lena buradaysa o da burada olmalıydı. Her neredeyse, geceyi nerede geçirdiyse sonunda buraya gelmiş olmalıydı.

Batu'nun onlara doğru yaklaştığını fark eden İrem, gülerek Lenanın anlattıklarını dinlerken başını kaldırıp ona baktı. Batu'nun suratının ne halde olduğunu görünce yüzündeki gülümseme silindi. O birdenbire böyle ciddileşince Melisa ve Lena da onun neye baktığını görmek için arkalarına döndüler.

Onu gördüğü anda Lena'nın yüzünü derin bir öfke kapladı. En büyük düşmanıymış gibi Batu'ya kötü kötü baktı.

"Iyyy!" dedi iğrenmiş gibi yüzünü buruşturarak. "Yine mi bu?! Nereye gitsem iğrenç bir şey görüyorum ben bugün!"

"Lena!!" dedi Melisa ciddi bir sesle. "Ne biçim konuşuyorsun büyüklerinle öyle? Ayıp değil mi?"

"Hayır değil!" diye bağırarak hararetle kendini savundu Lena. "Gitsin o buradan, istemiyorum! Yanımıza gelmesin!"

Bu sırada Lena'nın bağrına basmak için fırsat kolladığı ama bir türlü yüz bulamadığı otelin köpeği Lucky kuyruğunu sallaya sallaya Batu'nun yanına gelip oturdu. Başını yukarı kaldırarak kehribar rengi gözlerini yüzüne dikince Batu hala hafiften titreyen eliyle eğilip köpeğin başını okşadı. Lucky de buna hiç itiraz etmeden kendini sevdirince Lena'dan isyan dolu bir ses yükseldi.

Oturduğu koltuktan yere atlarken "Elleme Lucky'i!" Diye bağırdı. "Dokunma ona!"

Oysa Lucky, Batu'nun ilgisinden oldukça memnun gibiydi. Batu'ya bakarak kuyruğunu sallayıp duruyordu. Kendisinden köşe bucak kaçan Lucky'nin Batu'ya gösterdiği bu yakın alaka Lena'yı derinden yaralamış, hatta yaralamaktan çok cidden öfkelendirmiş gibiydi.

"Luckycim git, konuşma bu adamla!" diyerek köpeğin yanına geldi. "Kötü bir insan o. Sana da kötülük yaparsa görürsün sonra!"

Lucky hiç de onunla aynı fikirde değil gibiydi, Batu başını okşadıkça keyifle kuyruğunu sallamaya devam ediyordu.

Lena'nın dediklerini duyunca yutkunmaya çalıştı Batu ama boğazındaki düğümlerden bırak yutkunmayı, nefes bile alamayacak haldeydi artık. "Lenacım böyle konuşma ama." diyebildi ancak kısık çıkan sesiyle.

Onun kendisine 'Lenacım' demesi karşısında küçük kızın gözleri kocaman açıldı.

"'Lenacım' deme bana!" diye bağırdı. "Hem istediğim gibi konuşurum, sana ne?"

Gördüğü o kabustan sonra, halasına içini acıtacak kadar çok benzeyen küçük kıza bakarken karmakarışık bir duygu fırtınasının içinde oradan oraya savrulduğunu hissediyordu Batu.

Aldığı ültimatoma rağmen "Lenacım..." dedi yine. "Laloş..." Yutkundu. Daha fazla dayanamayacaktı artık, daha fazla sürdüremeyecekti bunu. "Laloş nerede?"

Lena katıksız bir öfkeyle ona bakarken ellerini beline koydu.

"Sana ne?!" diye kafa tuttu Batu'ya bütün isyankarlığıyla. "Niye soruyorsun? Laloş'un nerede olduğu seni hiç ilgilendirmez tamam mı?!"

"Lena yeter artık ama, nasıl konuşuyorsun sen böyle?!" diyerek ayağa kalkıp yanlarına geldi Melisa. "Büyüklerle böyle konuşulmayacağını bildiğin halde niye Batu Abi'ne ciyaklayıp duruyorsun sorabilir miyim?" derken hafiften sinirli bir tını vardı sesinde.

Ancak onun siniri, küçük kızınınkiyle boy ölçüşemezdi bile.

"Ciyaklayıp durmuyorum bi kere ben tamam mı? Laloş'un nerede olduğunu sormasın bana istemiyorum! Laloş'un nerede olduğundan ona neymiş ki hem!" dedikten sonra öfkeyle Batu'yu süzdü. "Hem benimle konuşmasın, istemiyorum! Gitsin buradan!"

Melisa küçük kızına laf anlatamamanın verdiği sabırsızlıkla içini çekti.

"Peki böyle bağırıp duracağına doğru düzgün cevap versen, 'Laloş bugün gelmeyecek' desen olmuyor mu kızım? İlla sesinle bütün oteli inletmek zorunda mısın?!"

Batu duydukları karşısında afalladı. Melisa'nın suratına bakakaldı. Nasıl... Nasıl yani? Lale bugün gelmeyecek miydi?? Neden peki? Neden gelmeyecekti? Neredeydi de gelmeyecekti?!

Lena "Hayır olmuyor tamam mı olmuyor!" diye annesine kafa tutmaya devam ederken İrem de oturduğu yerden kalkıp yanlarına gelmişti. Batu'nun gözlerinin altındaki koyu halkalara şöyle bir baktı. Melisa hala büyük bir gayretle Lena'yı Batu'yla düzgün konuşması için ikna etmeye çalışırken İrem Batu'nun yanına yaklaştı.

"Evet." dedi. "Lale gelmeyecekmiş bugün." diye ekledi sessizce.

Batu çaresizce ona döndü. Gözlerinin içinde dönüp duran soru işaretleri öyle belirgindi ki onun bir şey sormasına gerek kalmadan devam etti İrem.

"Ben de Melisa'dan öğrendim."

Batu konuşmaya, bir şeyler söylemeye çalışıyor ama sanki bir türlü konuşamıyordu. Sesi çıkmıyordu. Kupkuru boğazından ses çıkmıyordu.

"Neredeymiş ki?" diyebildi sonunda çatallı bir sesle.

"Bilmiyorum." dedi İrem üzgün gözlerle ona bakarken. Bu cevabın Batu'yu nasıl yıktığını fark etmemesi imkansızdı zira. "Ben dünden beri onunla konuşamadım. Gece attığım mesajlara cevap vermedi. Melisa'ya da sadece çocuklara söylemesi için haber vermiş galiba. 'Bugün gelmeyeceğim' diye mesaj atmış, başka bir şey söylememiş."

O sırada sesinin son perdesinde bağırmaya başlayan Lena sessiz konuşmalarının bölünmesine yol açtı.

"Ya sen gitsene buradan, git! Konuşma bizimle! O deniz anası salyalı kadının yanına gitsene sen! İroş sen de bu iğrenç adamla konuşursan sana da küserim ona göre!" diyerek İrem'i elinden tutup çekiştirmeye başladı. "Konuşma onunla! O gitmezse biz gidelim biz buradan. Lucky'i de alalım, yalnız kalsın o! O deniz anası salyalı kadının yanına gitsin!"

Batu güçlükle yutkundu. Bu kadarı da artık fazla değil miydi? Lena'nın çocuk aklıyla onun şu anki ruh halini anlamasının mümkün olmadığını elbette biliyordu iki yıl önce ilk gördüğü anda vurulduğu, aralarındaki bu bir nevi 'ilk görüşte aşk' denebilecek durumun karşılıksız olmadığını ve onun da aynı şekilde kendisine hayranlık duyduğunu bilmenin her zaman gururunu okşadığı ve hep ama hep çok sevdiği bu küçük kızın şimdi onunla konuşmak dahi istemiyor olması ciddi ciddi ağrına gidiyordu. Halasını üzen herkese düşman olduğunu çoktandır biliyordu ama gün gelip de kendisinin de bu listede yer alacağı aklının ucundan bile geçmediği için şimdi halasının minyatür kopyası bu küçük kızın ondan bu kadar nefret ediyor oluşuna bir türlü alışamıyordu.

Büyük bir azimle eline yapıştığı İrem'i çekiştirmeye çalışan Lena'ya doğru yürüdü. Yanına gelince eğilerek diz çöktü. Hafifçe çenesinden tutarak yüzünü kendine doğru çevirmeye çalıştı ancak Lena "Iııh!" diye homurdanarak kendini geriye çekip yüzünü kaçırdı. "Elleme beni!" dedi bütün huysuzluğuyla.

Ah bu çalımlı hallerinin o toz kondurmadığı halasına ne kadar benzediğini bir bilseydi.

Batu aklından bunları geçirirken Lena çakmak çakmak bakan mavi gözlerini onun yüzüne dikti.

"Git buradan!" dedi o kafa tutan tavrıyla. "Git! İstemiyorum seni. Sevmiyorum!"

"Lena..." dedi Batu boğuk bir sesle.

"Evet sevmiyorum işte artık ben seni!" diye başını dikleştirerek çakmak çakmak olmuş gözleriyle ona baktı Lena. "Laloş da sevmiyor! İkimiz de sevmiyoruz artık seni! Görmek istemiyoruz! Git buradan. Burası bizim Arsuz'umuz hem, senin değil! Niye geliyorsun ki sen buraya? Evin yok mu senin? Kendi evine gitsene! Git bizim Arsuz'umuzdan! Bir daha da gelme!"

Batu'nun yüzü allak bullak oldu. Suratı birbirine girdi. Lena'nın son sözlerinin üzerinde bıraktığı tahribat sade bakışlarından bile o kadar belli oluyordu ki İrem araya girmek zorunda hissetti kendini.

"Ama Lenacım neden..." diyordu ki onun Batu'nun tarafına geçmesine inanılmaz içerleyen Lena'nın gözleri kısıldı. İrem'in bu nankörlüğüne(!) inanamıyormuş gibi dehşetle ağzı aralanmıştı. İrem'e ters ters baktıktan sonra elini bıraktığı gibi arkasını dönüp hemen ilerde sessizce onları izleyen annesine koşup bacaklarına sarıldı.

"Anne sıkıldım ben, hadi gidelim buradan!" diyerek yüzünü annesinin elbisesinin eteklerine gömdü.

Melisa yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle eğilip onu kucağına aldı.

"Olur, gidelim kızım. Ama nereye gideceğiz?"

"Yemek yemeye gidelim, acıktım ben!"

Melisa yavaşça güldü.

"Hani miden bulanıyordu senin? Baban bugün okula gitmemene izin versin diye dedene öyle söylememiş miydin?"

"Söylemiştim." dedi Lena hiç bozuntuya vermeden. "Ama dedoş karnıma masaj yapınca geçti işte!"

"Tabii tabii, deden okula gitmemen için babanı ikna edince birden geçiverdi midenin bulantısı değil mi?" Dedi Melisa gülerek.

Lena "Ama anne doğru söylüyordum ben, gerçekten midem bulanıyordu!" dedi inatla. "Ama şimdi geçince karnım acıktı! Ne yapayım yani yemek yemeyip açlıktan öleyim mi, öleyim mi anne?" diye haksızlığa uğramış bir tavırla ellerini iki yana açtı. "Acıkmasa mıydım yani ne yapsaydım?"

Kızının bu isyankarlıklarına alışkın olan Melisa gülerek başını iki yana salladı.

"O ne biçim konuşma öyle, Allah korusun. Madem bu kadar acıktın, canın ne istiyor söyle o zaman."

Sabahki mide bulantısı ve okula gitmeme mevzusu kapanınca Lena'nın yüzü güler gibi oldu.

"Makarna!" dedi tatlı bir şımarıklıkla. "Makarna istiyorum!"

"Bu saatte??" deedi Melisa kaşlarını yukarı kaldırarak. "Kahvaltı saatinde makarna mı yemek istiyorsun?"

"Evet!" diye diretti Lena başını sallayarak. "Makarna istiyorum. Hem de ne makarnası biliyor musun??"

"Ne?"

Annesinin kucağında yavaşça arkaya dönerek omzunun üzerinden Batu'ya şöyle bir baktı Lena. Hiçbir şey söylemeden onu süzdükten sonra tekrar annesine döndü ve biraz öncekinden çok daha yüksek bir sesle "Düdük makarnası!" dedi. "Düdük makarnası istiyorum!"

Melisa şaşkın bakışlarla kızının suratına bakıp kahkahayı patlatırken Batu'nun ise içinde çok derinde bir yer sızım sızım sızlıyordu. Bu laf sokmak için çabalayan haliyle o kadar tatlıydı ki... Ve omzunun üzerinden attığı o küskün bakışla Lale'ye öyle çok, öyle çok benziyordu ki... Yalnız ona değil, birkaç saat önce gördüğü o minicik erkek çocuğuna da... Oğluna da... Evet oğluna. Başından beri biliyordu. Onun kim olduğunu en başından beri biliyordu aslında. Gördükleri de, onları gördüğü sırada hissettikleri de aklında hala o kadar netti ki her şeyi çok iyi hatırlıyordu. Oğlu... Annesinin gözlerini almış, paytak paytak yürüyen, annesi gibi bakışlarıyla konuşan, kapkara saçlı minicik oğlu...

"Düdük makarnası mı?" derken gülmekten kendini alamadı İrem. Biraz da Lena'nın gönlünü almak için çabaladığından olsa gerek gülerek Melisa ve ona doğru yürüyüp yanlarına gitti. "O nasıl oluyormuş Lenacım ya, hiç duymadım ben daha önce?"

Lena mavi gözlerini gölgeleyen uzun kirpiklerinin altından kırgın kırgın baktı ona.

"Makarna işte." diye kestirip attı. "Sen duymadıysan ben napayım?!"

İrem bozuntuya vermeden gülümsedi. Lena'yı konuşturmak için elinden geleni yapmayı çalışıyordu.

"Ama merak ettim ben nasıl olduğunu. Burada yapıyorlar mı o düdük makarnasından?" diye ilgiyle sordu ama Lena'yı bir kez küstürdükten sonra gönlünü almanın ne kadar zor olduğunu bilmiyordu henüz.

Bütün havasıyla "Ben istersem yaparlar!" diye diklendi Lena. "Suat Amca ben ne istiyorsam onu yaptırır!"

"Demek öyle." dedi İrem gülümseyerek başını sallarken.

"Evet öyle! Bu otelin prensesi benim! Arsuz Otel'de ben ne istersem onu yaptırır Suat Amca!"

"Böyle konuşman hiç hoş olmuyor Lena." diye her zamanki sakinliğiyle araya girdi Melisa. "Kimse senin istediğini yapmak zorunda değil burada. Burası bir otel, senden başka müşteriler de var. İstediklerin başkalarını rahatsız etmedikçe seni kırmamak için dediklerini yapmaya çalışıyor sadece."

Lena bu nasihat yağmurundan sıkılmış gibiydi, annesinin kucağından sıyrılıp yere inerken büyümüş de küçülmüş bir tavırla "Üfff!" diye kendi kendine söylendi. "Onu ben de biliyorum herhalde anne! Ben istersem Suat Amcam düdük makarnası yaptırır bana, onu diyordum ben!"

"Neymiş bu düdük makarnası, ben hala öğrenemedim ama?"

Lena İrem'in bu sorusunu duymazlıktan gelerek ona hiç yüz vermeden kollarını kavuşturarak başını diğer tarafa çevirdi.

İrem Melisa'ya dönerek yavaşça "Penne'yi mi kast ediyor acaba?" diye soracak oldu ama bunu duyan Lena başını hızla çevirip ona ters ters baktı.

"'Penne' ne demek ya? Penne de neymiş?" dedi büyük bir tafrayla İrem'i süzerken.

"Makarnanın bir çeşidi." diye ciddiyetini korumaya çalışan bir sesle açıkladı İrem.

Lena halasına birebir özenen bir tavırla gözlerini devirdi.

"'Penne' falan demiyorum, düdük makarnası diyorum ben!" derken Batu'ya yeni bir bakış atmayı ihmal etmedi. "Ondan yemek istiyorum!"

"Daha önce yedin sen yani bundan öyle mi? En sevdiğin makarna 'düdük makarnası' mı senin yoksa?"

Lena dudaklarını büzerek burnunu kırıştırdı. "Hiç de bile, ben en çok spaghetti seviyorum çünkü onu yemesi daha zevkli!" Derken göz ucuyla Batu'ya baktı. "Düdük makarnasını hiç sevmem!" diyerek o kırıştırdığı küçük burnunu havaya dikti.

"E madem öyle durup dururken bu düdük makarnası nereden çıktı o zaman?" Diye sordu Melisa.

"Üfff amma çok soru sordun anne!" diye agresif bir hareketle ayağını yere vurdu Lena. "Sevmediğim insanlar buradan gitsin, bir daha gözüme gözükmesin diye düdük makarnası yemek istiyorum tamam mı?"

Batu'nun hiçbir şey söylemeden ona baktığını görünce binbir çalımla saçlarını omzunun arkasına attı.

Lena "Luckycim sen de benimle gelmek yerine kötü insanların yanında kalmak istiyorsan bundan sonra seninle de konuşmayacağım haberin olsun!" diyerek seslendi göz ucuyla baktığı köpeğe. "Ama beni çok üzüyorsun, haberin olsun!"

Allah'ım konuşmaları bile aynıydı! Aynı Lale gibi konuşuyordu. Tonlamalar, cümleler, söyleyeceğini söyleyip sonuna "haberin olsun!"u yapıştırması, bunu söylerken göz ucuyla attığı bakışları, vurgulamaları; hepsi birebir aynıydı. Ya da ona öyle geliyordu. Ona öyle gelmesi de işine geliyordu. Belki de bile bile bu küçük kızın her sözünde her hareketinde ondan bir iz arıyordu.

"Duydun mu Lucky? Sana diyorum!" diye eğilerek köpeğin kulağına doğru bağırdı Lena. "Bu kötü adamın yanında durmaya devam edersen çok kötü küseceğim sana. Ama ben sana küsmek istemiyorum, senin bizim köpeğimiz olmanı istiyorum." derken göz ucuyla annesine şöyle bir baktı. "Sen bizim köpeğimiz ol, sonra sen de bir tane kız köpekle yerde yatarak öpüşüklü şeyler yap, sonra da yavru köpeklerimiz olsun istiyorum, duydun mu?"

İrem dayanamayarak kendini tutamayıp esaslı bir kahkaha attı. Lena'nın şimşek gibi bakışlarını üzerine diktiğini fark ettiğinde ise hemen kendini toparlamaya girişti.

"Özür dilerim Lenacım. Ben..."dDiyordu ki Lena ona ters ters baktıktan sonra başını annesine doğru çevirdi.

"Annecim sen söylesene, köpeklerin de yavruları öyle olmuyor mu? Onlar yatakta öpüşüklü şeyler yapamayacaklarına göre yerde yatarak yapıyorlardır değil mi?"

Melisa bıyıkaltından gülerek omuzlarını silkti.

"Ben de bilmiyorum ki kızım. İstersen akşam baban gelince ona sor, o daha iyi bilir mutlaka."

"Tamam sorarım ama ben zaten biliyorum ki." dedi Lena kendinden son derece emin bir şekilde. "Yatakta dudaktan öpüşerek yavru köpek yapamayacaklarına göre yerde yatarak yapıyor köpekler de işte!" dedikten sonra tekrar Lucky'e döndü. "Bak eğer sözümü dinlersen bizim köpeğimiz yapacağım seni! Hem zaten babam da seviyor seni. Dedoş 'tamam' derse o da kabul eder. Bizim köpeğimiz olursun! Ama bu adamın yanına gitmeyeceksin bir daha tamam mı?"

Lena söyleyeceğini söylemişti. Ancak ne yazık ki söyledikleri Lucky üzerinde ters etki yaratmış gibiydi çünkü Lucky sanki Lena'nın ne dediğini anlamış da inadına yaparmış gibi Batu'nun ayaklarının dibine gelip uzanmıştı. Batu'nun ayaklarının dibine yatan köpeği gören küçük kızın gözleri dehşetle büyüdü.

Bütün aldırmazlığıyla Batu'nun ayaklarının dibine uzanan köpeğe "İyi tamam!" diye öfkeyle bağırdı. "Sen burada onunla kal! Bu kötü iğrenç adamla kal! Ben gidiyorum!"

"Lena biraz sakin olsana kızım!" diyerek duruma el koyma ihtiyacını hissetti Melisa. "Sabahtan beri bağırıp duruyorsun kendi kendine!"

"Ben kendi kendime bağırmıyorum anne! Laloş'un eski sevgilisini bir daha görmek istemiyorum sadece tamam mı. İstemiyorum!"

Batu tek kelime edemeden Lena'nın öfkeden pembeleşmiş yanaklarına bakakaldı. Bu... Neydi şimdi bu? 'Eski sevgili' mi? Laloş'un? Eski sevgilisi mi? O mu? O mu Lale'nin eski sevgilisiydi?

O sanki nefes almasını kolaylaştıracak gibi farkında olmadan yine sertçe boynunu ovuştururken Lena'nın kaprisleri karşısında Melisa'nın sonunda sabrı taşmış, tepesi atmıştı.

"Lena!" Derken her zamanki sabırlı ses tonu sertleşmişti bu kez Melisa'nın. "Nereden çıktı şimdi bu? Nasıl konuşuyorsun sen böyle, nereden öğreniyorsun bu lafları, televizyondan mı?! Baban böyle konuştuğunu duyarsa bir daha televizyon seyretmeyi bırak, açma düğmesine bile basamayacağını biliyorsun herhalde değil mi kızım?""

Annesinin aksine hiç istifini bozmadan "Ne televizyonu ya, Meloşlar konuşurken duydum!" dedi Lena. "Bu, Laloş'un eski sevgilisiymiş!" diyerek başıyla Batu'yu işaret etti. "O deniz anası salyalı kadın da bunun yeni sevgilisiymiş! Derya dedi. 'Eski sevgilisinin olduğu yere bile bile kolunda yeni sevgilisiyle gelen adam pisliğin tekidir!' dedi! 'Lale'ye çok üzülüyorum, keşke nişana gelsin diye onu zorlamasaydım' da dedi!"

Melisa bu çıkış karşısında ne söyleyeceğini bilemediğinden bir an için sessiz kalınca onun bu bocalamasından istifade ederek yeniden Batu'ya döndü Lena. Lale'nin birebir aynısı kızgın bir bakışla onu tepeden aşağıya süzdükten sonra dudaklarını büzdü. Ama o bakışı... Ah o bakışı... Sadece Lale'nin değil, rüyasındaki o minicik erkek çocuğunun da aynısıydı. Lena'nın bakışları sadece Lale'yi değil, rüyasında bile bulduğu gibi kaybettiği küçük oğlunu da hatırlatıyordu şu an ona. Lena gözlerinden akan yoğun bir sitemle onu baştan aşağıya süzerken içi eziliyor, boğazına bir şeyler tıkanıyor, nefes alamayacağını hissediyordu.

"Artık deniz anası salyalı sevgilinle yatakta öpüşüklü şeyler yapıp onun karnına Defnoş koyarsın." dedi. Kırgın bakışlarıyla Batu'yu adeta böcek gibi ezerken sesinde kırık bir şeyler vardı. "Laloş da ben de seni burada istemiyoruz artık, git bizim Arsuz'umuzdan!" Batu'nun ayaklarının dibinde uyuşuk uyuşuk uzanan Lucky'e şöyle bir baktı. "Sana da küsüm artık." diye seslendi bu defa besbelli kırgın çıkan sesiyle. "Bu kötü adamın yanında oturmaya devam et sen. Ama sana da kötülük yaparsa ağlayarak benim yanıma gelme sonra!" Bir kez daha saçlarını binbir havayla omuzlarına doğru ittikten sonra arkasına döndü. "Ben düdük makarnası yemeye gidiyorum!" diye ilan ettikten sonra lobideki bilardo masasının yanından geçip küçük adımlarıyla merdivenlerden inerek otelin restoranına doğru yürürken arkasında bıraktığı Batu'ya bir kez bile dönüp bakmadı.

***

Kapıdan çıkmadan önce son bir kez dönüp evin sessizliğine bakarken nasıl olup da kendini toparlayabildiğine hala akıl erdiremiyordu. Bu eve girmeye bir kere cesaret edebildikten sonra kolay kolay çıkamayacağını, kimseyi görmeden, kimseyle konuşmadan bu evde yaşadıklarıyla baş başa kalmak isteyeceğini düşünmüştü oysa. Öyle de olmuştu aslında. Telefonda duyduğu anda şaşkına döndüğü o haber olmasa hiçbir güç çıkaramazdı onu bu evden. Ama işte o duydukları, onu şaşkına çevirmiş, sanki saatlerdir tek başına ağlayıp duran kendisi değilmiş gibi büyük bir tezcanlılıkla o yataktan fırlayıp ayağa dikilmesini sağlamıştı.

Evden çıkmadan önce son bir kez terasa bakmak istemişti. Baktığında ise o binbir emekle yetiştirip yeşerttiği çiçeklerini kupkuru görünce kendine kızmıştı. Nasıl olup da bu kadar bencilleşebildiğine inanmakta zorluk çekiyordu. Kendi derdine düşüp ağlayıp sızlayacağına şu çiçeklere biraz su vermeyi önceden akıl edebilseydi keşke... Ama ne yapabilirdi ki? Bu terasta olmak her şeyden çok yakıyordu canını. Batu'nun aldığı hamaktan tarafa bakmamaya çalışarak terasın arka tarafındaki musluğa doğru ilerlemiş, hemen duvarın dibindeki küçük bölmede sakladıkları hortumu eliyle koymuş gibi bulmuştu. Gerçi zaten bu hortumu buraya gerçekten de kendisi koymuştu. Kanama geçirdiğinin bir önceki günü Batu'yla hiç evden çıkmadıklarını, akşam üstü bir ara yine her zamanki gibi öpüşüp koklaşarak, çokça da birbirlerini ıslatarak çiçekleri suladıklarını çok iyi anımsıyordu. Zavallı çiçekleri suyu en son o gün görmüş olmalılardı. Ondan sonrasında ne kendisinde ne de Batu'da çiçeklere su vermeyi düşünecek hal kalmamıştı zira.

Aklı Batu'yla birlikte çiçeklere su verdikleri o son günde gidip gelirken dalgın dalgın suladı kurumuş saksıları. O gün... Çok kısa süren dört başı mahmur mutluluğunu yaşadığı son gündü o gün Batu yanındaydı. Kendisinin onu sevdiği kadar Batu da onu seviyordu. Hamileydi. Bebekleri olacaktı. Dördüncü aya girdikleri için riskli dönemi atlatmıştı. Evleneceklerdi. Tatile gideceklerdi. Batu'nun şantiyede işi bitmişti. Aile işinden ayrılacak, kendi işini kuracaktı. Her ne kadar Batu bunu ona ilk söylediğinde Bülent Bey'in yaşayacağı hayal kırıklığını düşündükçe üzülse de Batu'nun Burak'la Nesrin'in ve tabii hiçbir şeyden eksik kalmayan annesinin yarattığı o gergin ortamdan uzaklaşacak olmasına da içten içe seviniyordu. Bu evde baş başa geçirdikleri o son gün hiç olmadığı kadar mutluydu gerçekten de. Batu'yla gülüp oynaşarak şu çiçekleri sulamalarının üzerinden yirmi dört saat geçmeden her şeyin ellerinden kayıp gideceğini bilseydi.

Terasa ilk çıkışında kurumuş kalmış hallerini görmenin nasıl içini acıtacağını bildiği için dönüp bakmaya korktuğu limon çiçeklerine su vermeye başlamıştı ki olan oldu. Bir kez daha göz yaşları yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. Halbuki kendince biraz olumlu düşünmek, limon çiçekleri solmuş olsalar bile birkaç ay sonra yeniden açacaklarına inanarak onlara su vermek istemişti. Ancak o dalların kupkuru hali boğazını düğümlemişti işte. Kaçmaya çalıştığı her ne varsa sonunda dönüp dolaşıp kucağına düştüğünü hissediyordu. Belki de bundan, kendine acı çektirmekten tuhaf bir zevk alıyordu. Bu eve kendi iradesiyle gelmemiş miydi? Mersin'e girdiği andan itibaren midesinin ağrımaya başlayacağını bile bile, bu apartmanı uzaktan görmenin bile kendisini alt üst etmeye yeteceğini bile bile, kendine acı çektirmek ister gibi, yaranın içindeki bıçağı döndürmek ister gibi saatlerdir bu evde tek başına bağıra bağıra ağlayan o değil miydi? Güya daha fazla ağlamamak için bu koca koca saksıların içindeki kuru dallardan kaçmak için elinden geleni yapmıştı ama işte. Anca bir yere kadar oluyordu. Aslında ne bu kurumuş limon dallarından ne de biraz ilerdeki hamaktan kaçmak istemiyor, tam tersine kendini o hamağa bırakıp akşama kadar hiç durmadan ağlamak istiyordu. Ama yapamazdı. Onu bekleyen biri vardı. İki saat sonrasına söz verdiği biri, şu ruh haliyle bile dertleşmek için yanıp tutuştuğu biri. İyi ki de vardı. O olmasa bu evden çıkacak gücü bulabilir miydi emin değildi.

Sonunda terası kapatıp alt kata inmek için merdivenlere yöneldiğinde elinde küçük bir bavul vardı. Günlerdir aklından çıkmayan doğum günü hediyesi ayakkabılarını yanına almadan gitmek istememişti. Daha bir sene önce doğum gününde ona hayatının en güzel sürprizini yaşatan adam bu sene ona kuru bir "mutlu yıllar" dilemeyi bile çok görmüştü. Ona geçen yıl hediye ettiği bu iki çift ayakkabı bu yüzden hiç çıkmıyordu aklından belki de. Ama sadece ayakkabıyla bitmiyordu ki. Bu giyinme odası Batu'nun ona aldığı şeylerle doluydu. Onun aldığı iç çamaşırlarıyla doluydu çekmeceler. Dolaptaki o elbiseler... Ve hepsinden önce hala yatağın üzerinde duran, tekrar kılıfına yerleştirip dolaba asmayı içinin götürmediği o gelinlik. Hepsini yanında götürebilse, götürmekten ziyade hiç gitmek zorunda olmasa, artık Batu hayatında olmasa da burada hiç değilse hatıralarıyla kalabilseydi. Şu telefonu hiç açmasaydı hiç keşke. Ama artık yapmıştı bir kere. İç çamaşırı çekmecesinden birkaç parça aldı. Sonra dayanamayıp gardroptan birkaç yazlık bluz ve elbise. Bir-iki şort ve etek. Tam çıkacakken yeniden dönüp birkaç makyaj malzemesi. Onlarla kullanabileceği birkaç makyaj fırçası. Yine tam çıkacakken dönüp yarısından çoğunu Batu'nun hediyelerinin oluşturduğu iç çamaşırı çekmecesinden birkaç parça. Onları alırken eline çarpan diğerleri yüzünden gözlerine dolan yaşlara aldırmamaya çalışarak alelacele çekmeceyi kapatıp bir-iki de aksesuar aldıktan sonra geri geri giden ayaklarıyla sonunda odadan çıkabilmiş, aşağıya inmişti.

Basamakları indiğinde hemen önünde duran piyanoya baktı ıslak gözleriyle. Elindeki bavulu yere bırakıp piyanoya doğru seğirtti. Tuşların üzerindeki kapağı açtı. Taburenin ucuna ilişti. İnce parmaklarıyla hafifçe tuşlara dokundu. Ah Batu... Şimdi burada olsaydı. "Şu piyanoyu bir gün çalmadın bana." diye söylenip kapris yapsaydı.

İki gün önce, Melisler'in evinde Galip Bey'in ısrarıyla piyano çaldığı o akşam zihninde canlanınca gözleri doldu. Nasıl olduğunu anlamadan kendini piyano taburesinin ucuna ilişirken buldu. Parmaklarını piyanonun maun kapağının üzerinde gezdirdi. Parmak uçlarının altındaki sert kapağı yavaşça okşadı. Kapağın üzerinde küçük çaplı bir toz öbeğiyle karşılaşmayı beklese de bulamadı. Sanki daha birkaç gün önce tozu alınmışçasına tertemizdi maun kapak. Derin bir iç geçirerek etrafına bakındı. Salonun bu boğucu, kasvetli hali, sıkı sıkı kapatılmış jaluzilerin altından parkelerin üzerine sızan ışık huzmelerinin etrafı aydınlatmak için gösterdiği beyhude çaba içini acıtıyordu. İçini çekerek tekrar piyanoya döndü. Tabureden hafifçe doğrulup oturağın altındaki kapağın içinde sakladığı nota kağıtlarını çıkardı. Yeniden tabureye oturduğunda kucağındaki kağıtları karıştırmaya başlamıştı. Bir şeyler çalmak istiyordu. Uzun zamandır hiç olmadığı kadar çok istiyordu hem de. Geçen akşam Galip Bey'in zorlamaya varan koyu ısrarıyla geçmişti piyanonun başına ama şimdi... Şimdi kendiliğinden çalmak istiyordu.

Parmakları kendiliğinden tuşların üzerinde dolaşmaya başladığında boğazında düğümlenen hıçkırıkları tutmaya çalışıyordu. Yıllar önce üniversiteye gitmeden önce verdiği son resitalde çaldığı Adagio'ydu bu. Çok da uzundu. Sanki yıllar önce onca insanın önünde çalabilmek için saatlerce prova yaptığı zamanlarda bile bu parçayı çalmak bu kadar uzun gelmemişti. Ama o zaman bu kadar zorlu bir parçayı onca insanın önünde çalacak olmanın yarattığı stres, yapabilecek miyim endişesi ve aynı anda yaşadığı daha pek çok duygu karmaşası sayesinde parçanın ona hissettirdikleri üzerinde düşünecek fazla fırsatı olmamıştı. Oysa şimdi... Kendini daha önce hiç ama hiç bu kadar yalnız, bu kadar çaresiz, bu kadar geri dönülmez bir noktada hissettiği olmamışken bu hüzünlü melodinin ruhunda bıraktığı tahribat öyle derin oluyordu ki... Parçanın ortasında birdenbire çalmayı bırakıp piyanonun üstüne kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Sonunda evden çıkabildiğinde o küçük bavul yine elindeydi. Kapıyı arkasından çekmeden önce son kez dönüp ıssız evin içine baktı. O loş salona. Bomboş mutfağa. Batu her an bir köşeden fırlayıp önüne atlayacak gibi geliyordu hala. Sanki oralarda bir yerde bir köşeye saklanmış onu izliyordu. Ona fark ettirmeden, belli etmeden, sessizce ama hiç ses çıkarmadan dahi onu izlediğini fark ettirecek kadar yoğun bakışlarla, gözlerini bir an bile üzerinden çekmeden onu seyrediyordu. Her an bir yerden çıkıp gelecekti sanki. Bu ev onun için Batu'yla öyle bütünleşmişti ki. Sanki o hala buralarda bir yerde gibi hissediyordu işte. Oysa bu kendini kandırmaktan başka bir şey değildi. Batu yoktu. Gelmeyecekti. Bu ıssız evde, sadece bu evde değil, onu nelerin beklediğini bilmediği zor ama çok zor bir hayatta tek başınaydı artık. Batu yoktu.

Son bir kez daha baktıktan sonra evden sessizce çıkıp kapıyı arkasından kapattı. Titrek ellerle kapıyı kilitlerken bu eve kim bilir bir daha ne zaman geleceğini düşünüyordu. Tek bildiği Batu'suz buraya bir kez daha adım atmaya dayanamayacağıydı. Eğer o yoksa o da artık buraya gelmeyecekti. Gelemezdi.

**

Batu biraz önce Lena'nın, ardından da Melisa ve İrem'in terk ettiği lobide ki beyaz deri berjerlerden birine ilişmiş, dirseklerine dizlerine dayamış, başını da ellerinin arasına almış düşünüyordu. Tembel tembel kuyruğunu sallayarak ayaklarının dibine uzanmış Lucky'nin farkında bile değil gibiydi. Stresten bacaklarını sallayıp duruyor, belirli aralıklarla farkına varmadan saçlarını çekiştirip duruyordu. Neredeydi bu kız? Nereye gitmişti? Ne yapıyordu? Bugün neden gelmeyecekti? Peki ya Lena'nın dedikleri? Ne kendi ne de Laloş onu artık sevmiyorlarmış hani? Hepsinden önemlisi, o dediği. 'Laloş'un eski sevgilisi.' Bu muydu yani? Artık sadece Lale'nin eski sevgilisi miydi o? Bu kadar mıydı aralarında yaşananlar?

Lale'nin bir zamanlar ona söyledikleri gerçek mi olmuştu şimdi? "Bir gün o uzun 'eski sevgili' listende ben de yerimi alacak mıyım??" derkenki o tereddütlü ürkek bakışları... Olmuş muydu yani şimdi? O Lale'nin, Lale de onun sadece geçmişinde bir anı olarak mı kalacaklardı? Bu kadar mıydı? Buraya kadar mıydı? Bunları düşündüğü için kendine kızıyordu da aslında. Hala neyi sorguluyordu? Neyin peşindeydi? Bunun buraya kadar kalmasına karar veren, bu kararı uygulamak için de elinden gelen her şeyi, hatta çok daha fazlasını yapan kendisi değil miydi? İşin buraya varacağını daha önceden düşünmemiş olamazdı. Olamazdı çünkü düşünmüştü. Son birkaç haftadır yaptığı her şeyin onu sonunda buraya, bu noktaya getireceğini hep biliyordu. Kabul etmek istemese bile hep aklının bir köşesinde bir yerlerde bunu düşünmüş, durumun ne hale geldiğini fark ettiği an hissedeceklerinden hep korkmuştu. Hepsini sonunda pişman olacağını bile bile yaptığının farkındaydı. Ama bunun için onu kim suçlayabilirdi ki? Lale mi? Onun buna hakkı var mıydı acaba? Her şeyi başlatan o değil miydi? Şimdi artık Lale onun 'eski sevgili'siyse bunun böyle olmasını o istememişti. Hiçbir zaman. Hiç ama hiç istememişti. Bütün bunları başlatan, hem ona hem kendine bunları yaşatan yine Lale'ydi.

Peki gerçekten öyle miydi? Böyle diyerek işin içinden sıyrılabilir miydi gerçekten? Hem zaten bu noktaya geldikten sonra bütün bunları başlatanın kim olduğunun ne önemi vardı ki artık? Lena'nın sözleri kulaklarında çınlıyordu. 'Eski sevgilisi. Laloş'un eski sevgilisi.'

Birden ayağa fırladı. Bunu öyle ani yapmıştı ki ayaklarının dibinde tembel tembel uzanmakta olan Lucky de birden ayağa dikilmiş, ne olduğunu anlamak istercesine yüzüne bakarken kuyruğunu da sallamaya başlamıştı. Batu lobiyi geçip bahçeye uzanan merdivenleri apar topar inerken o da tin tin peşinden geliyordu. Batu önde, Lucky arkada büyük çardağın altındaki restorana girdiler.

Batu onların nerede oturduklarını görmek için şöyle bir etrafa bakındı. Aradığı kişiyi yanlarında göremeyince hayal kırıklığının o kasvetli ağırlığı midesine otursa da durmadı, restoranın içine doğru seğirtti. Ve onu gördüğü anda durdu kaldı. İşte oradaydı.

Açık büfenin önünde durmuş, küçücük boyuna bakmadan parmak uçlarında yükselerek ilerdeki biberli ekmek tepsisine uzanmaya çalışıyordu. Alacağı tepkiden adı gibi emin olsa da vakit kaybetmeden ona doğru yürüdü. Tepsinin kenarında duran kıskaçla aldığı iki biberli ekmeği Lena'nın elinde tuttuğu tabağın üzerine bırakıverdi.

Lena kendisine yardım edenin kim olduğunu görmek için minnettar bakışlarını yukarı doğru çevirmişti ki. Karşısında kimin durduğunu görünce kaşları çatıldı.

"Yine mi geldin sen?!" diyerek halasının birebir kopyası bir mimikle gözlerini devirdi. "Ben sana 'benimle konuşma' demedim mi?"

"Dedin ama ben seninle konuşmadan duramam ki Lenacım." diyerek işine yarayacağını umut ettiği şirin bir gülümseme takınmaya çalıştı. "Çok özledim seni ben."

"Ama ben seni hiç özlemedim!" diye huysuz bir sesle diklendi küçük kız. "Hem 'Lenacım' deme bana!"

Batu'nun arkasında durmuş kuyruğunu sallayarak onları izleyen Lucky'i fark edince yüzündeki memnuniyetsiz ifade iyice derinleşti, kırgın gözlerle köpeğe baktı.

"Demek hala bu kötü adamın peşinde dolanıyorsun." dedi küskün bir tavırla. "Peki Lucky, peki. Öyle olsun!" Diyerek bütün afra tafrasıyla Batu'nun yanından yürüyüp gitmeye yeltendi ama Batu bu kez onu bu kadar kolay bırakmamaya kararlı gibiydi.

"Lenacım dur gitme hemen!" diye seslenerek arkasından bir adım attı. Zira Lena'nın attığı beş-altı adım, onun bir adımına ancak denk geliyordu.

Lena onu duymamazlıktan gelerek yürümeye devam edince son çareye başvurarak önüne geçti.

"Lenacım?"

Lena kaşlarını çattı. "Off ne laf anlamaz çocuksun sen!" diyerek yine daha önce kendisinden yaşça epeyce büyük birinden duyduğu belli olan bu cümleyle azarladı Batu'yu. "'Seninle konuşmak istemiyorum' diyorum, anlamıyor musun? Kıt mısın sen?!"

"Evet kıtım ben." diyerek başını salladı Batu. "Seni kızdırdığım için de çok üzgünüm. Özür dilerim. Sana kendimi affettirmek için her şeyi yapacağım, söz." Yalvaran bakışlarını Lena'nın çakmak çakmak bakan derin mavilerine dikti. Sakinleşebilmek için ihtiyacı olan tek şey buydu. Karşısındaki masum gözler Lale'ninkilerin aynısıydı. Yutkundu. "Ama önce bana Laloş'un nerede olduğunu söylesen? Ha olmaz mı? N'olur." dedi başını yana eğerek.

Lena dudaklarını büzerek tıpkı Lale'nin yaptığı gibi ona şöyle bir baktı.

"Niye söyleyeyim ki sana Laloş'un nerede olduğunu? Sana ne?" dedi. "Seni ilgilendirmez ki hem!"

Batu sertçe yutkundu.

"İlgilendirmez olur mu?" dedi yavaşça. Sesi hırıltılıydı. "Tabii ki ilgilendirir."

"Hayır ilgilendirmez!" diye ayağını yere vurarak bağırdı Lena. "Seni sadece o deniz anası salyalı kadının nerede olduğu ilgilendirir! Gidip gelip Laloş'u sorma bana. Soramazsın!"

"Ama Lena bak ben Laloş'un nerede olduğunu..." diyordu ki Lena tiz bir çığlık atarak sözlerini ağzına tıktı.

"Yeteeer! Sus! Duymak istemiyorum! Seni dinlemek istemiyorum!" diye çığlık çığlığa bağırdı. Nefes nefese kalmıştı. Hınç dolu gözleriyle Batu'ya son kez baktı.

"Biliyor musun Daniel doğru söylüyormuş." Ddrken biraz önce attığı çığlıkların aksine şimdi hafiften sesi titremeye başlamıştı. "Sen çok kötü birisin. Kötü bir adamsın! Daniel seni sevmemekte haklıymış! Keşke Laloş'la ben de Daniel gibi yapsaydık. Sevmeseydik seni!" Göz pınarlarına dolan boncuk boncuk yaşlar ha döküldü ha dökülecekti. İçli içli burnunu çekerek Batu'nun yanında duran ve dilini dışarı sarkıtmış kuyruğunu sağa sola sallayarak ilgiyle onları seyreden Lucky'e baktı. "Sen de daha arkadaş ol bu adamla. Ama onun ne kadar kötü biri olduğunu sonunda sen de anlayacaksın! O zaman koşa koşa tekrar yanıma gelirsen barışmayacağım seninle haberin olsun Lucky!"

Sonra da kucağında sıkı sıkı tuttuğu biberli ekmek tabağıyla bir hışım arkasını dönüp küçük bacaklarının üzerinde hızlı hızlı yürüyerek rüzgar gibi yürüdü gitti.

***

Seymur'un eski arabasını yol kenarına park ederken kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Neden bu kadar heyecanlıydı bilmiyordu. Belki onun yıllar sonra burada, bu cafe'de buluşmak istemesinin içinde yarattığı hüzne bulanmış sevinçten... Belki hikayeler kırık bir sonla bitse de yıllar sonra bazı şeylerin normalleşebileceğini düşünmenin verdiği umuttan... Ama en çok, en çok da onunla konuşmanın bazı şeylerin düzelmesine vesile olabileceğine dair duyduğu sağlam inançtan. Neden böyle düşündüğünü de bilmiyordu oysa. Onun bu olup bitenlerle hiçbir ilgisi yoktu ki. Onunla konuşmak neyi nasıl düzeltebilirdi? Bilmiyordu. Ama şu an için ihtiyacı olan şeyin bu olduğunu hissediyordu. Üstelik bu koşullar altında onunla sadece telefon aracılığıyla iletişim kurabileceğini zannederken onun yıllar sonra burada. İskenderun'da olması bir tesadüf olamazdı. Mutlaka bir anlamı vardı bunun. Olmalıydı! Yıllar sonra buraya gelmiş, üstelik telefonda sesini duyunca burada, Cafe Flör'de buluşmalarını o önermişti. Hala inanamıyordu ama işte buradaydı.

Derin bir nefes aldı. Kontağı kapatıp motoru durdurduktan sonra kapıyı açıp aşağı indi. Yüzüne vuran sıcak rüzgar Ekim gelmiş olmasına rağmen kışın o kadar çabuk gelmeyeceğinin kanıtıydı sanki. O sıcak rüzgarın içindeki iyot kokusunu hissedince kendi kendine hafifçe gülümsedi. İskenderun'un sahilini özlemişti.

Cafe'ye doğru yürürken kendiyle bir hesaplaşma içindeydi. Sahi Arsuz'a değil de, İskenderun'a en son ne zaman gelmişti? Galiba Daniel'ın okuma bayramı içindi. Hamile olduğunu bütün ailesine müjdelediği(!) o kutlu gün! O gün ne kadar çok ağladığını anımsayınca burnunun direği sızladı. Gerçi son birkaç aydır ne kadar çok ağladığı düşünülürse o gün yine kendini iyi kurtarmıştı denebilirdi! Ve Batu... Nasıl da telaşlanmıştı. Onu zorla Adana'da Ümit Abi'nin hastanesine götürmüş, ona muayene olmasını istemişti. O üzerine titreyen sıcacık şefkatli hallerine ne olmuştu, o adam şimdi nereye gitmişti? Ela denen o kadının, Turgut'un kuzeni Begüm'ün peşinde dolaşan adam o muydu?! Nasıl böyle değişebilmişti? Bir türlü aklı almıyordu.

Bunları düşünürken sonunda o hiç bitmeyecekmiş gibi görünen kısa mesafenin sonuna gelmiş, cafe'ye ulaşmıştı. Kapının önünde gölgeye serpiştirilmiş masalardan en uçtakinde tek başına oturan yüzü denize dönük kadını görünce heyecanla adımlarını hızlandırdı. Sonra dayanamadı. Masaya ulaşana kadar bekleyemeyecekti. Yavaşça seslendi.

"Selin!"

Sahile vuran tatlı meltemde uçuşan saçları genç kadından önce davrandı, kendisine seslenildiğini duyunca dalgın dalgın izlediği Akdeniz'den gözlerini ayırıp arkasına dönerken dudaklarında buruk bir tebessüm vardı. Hızlı adımlarla kendisine doğru gelen Lale'nin gözlerindeki yaşları gördüğünde ise o tebessüm dudaklarında dondu kaldı.

"Selin!"

Ağlamaklı bir sesle bir kez daha abisinin eski sevgilisine seslendikten sonra bir anda kendini onun boynuna atılmış buldu Lale. Ne yaptığının pek farkında değildi, sanki bütün bunları başka biri yapıyor, kendisi ise birkaç adım geride durmuş onu seyrediyordu.

O bunları düşünürken Selin de ona sarılmıştı. Ve Lale şu an göremese de onun gözlerinin de dolu dolu olduğundan emindi. Durumu olduğundan daha dramatik hale getirmemek için sonunda kendini geri çekerek Selin'in yüzüne bakarken gülümsemeye çalışıyordu. Sırf aralarındaki bu ağır sessizliği bozmak adına söyleyecek bir şeyler bulmak için kendini zorluyordu.

Ne var ki Selin ondan erken davrandı.

"Ne kadar zayıflamışsın." diyerek uzanıp Lale'nin kolunu tuttu usulca. "Küçülmüşsün resmen Lale. Seni hiç bu kadar zayıf görmemiştim."

Lale aralarına çöreklenen o gergin sessizliğin dağılmasından memnun derin bir nefes aldı.

"Evet öyle oldu." dedi kısaca. "Kaç senedir vereyim diye uğraştığım o birkaç kiloyu verebildim sonunda!" dedi sesine neşeli bir hava katmaya çalışarak. Oysa belki de hayatında ilk defa biri ona zayıfladığını söyledi diye kendini bu kadar kötü hissediyordu.

Onun aksine "Birkaç kilodan fazlasını vermişsin bence." dedi Selin ciddi bir sesle.

Lale gözlerinin dolacağından korktuğu için kirpiklerini kırpıştırarak yarım yamalak güldü.

"Ciddi misin? E yalan söyleyemeyeceğim o zaman, bunu duyduğuma çok sevindim çünkü!" dedi şakacı bir tavırla gözlerini kocaman açarak. Sonra Selin'in elini tutup sıktı. "Seni İskenderun'da görmek ne güzel. Hoş geldin!" Dedi.

Ama sonra dediğine de pişman oldu. Sanki bunca yıldır onu neden İskenderun'da göremediğini bilmiyormuş gibi yersiz bir laf ettiğini düşünmüştü. Kilo konusunu kapatayım derken istemeden gaf yapmıştı galiba. Başkalarının ona yaptığını şimdi kendisinin Selin'e yaptığını düşününce kendinden iğrendi. Bunun üstünü örtmek istercesine Selin'e tekrar sarıldı.

"Özür dilerim." dedi titrek bir sesle. "Çok özür dilerim gerçekten! Ben... Saçmaladım. Ağlamayayım diye, yani konuyu kapatayım derken..."

"Hiç de bile. Hiç de saçmalamıyorsun. Ben de aynı senin gibi düşünüyorum." diyerek biraz geri çekilip Lale'ye baktı. "Bence de beni İskenderun'da görmek çok güzel!" Deyince karşılıklı gülüştüler.

Biraz sonra yanında ayakta dikildikleri o masada karşılıklı oturuyorlardı. Ama Lale hala diken üstünde gibiydi, gergindi.

"Şey... Ben... Yani burada buluşmayabilirdik." dedi özür dilercesine. "Sen 'Cafe Flör' deyince ben o kadar şaşırdım ki. Bir şey diyemedim. Telefonu kapattıktan sonra anca dank etti. Ama başka bir yere de gidebiliriz. Petek'e mesela veya..." diye hızlı hızlı konuşmaya devam ederken Selin sözünü kesti.

"Gerek yok." diyerek masanın üzerinden uzanıp Lale'nin elini tuttu. "Burası gayet güzel. Hem burada buluşmamızı teklif eden benim. Neden başka bir yere gidelim ki?"

Lale gergin bir tavırla yüzüne düşen bir tutam saçı kulağının arkasına iterken gülümsedi.

"Ne bileyim." dedi. "Yani..."

Selin "Ne düşündüğünü biliyorum." derken sesindeki o neşeli hava kırılmıştı sanki. "Ben de aynı şeyi düşündüm. İlk başta seni bizim yazlığa davet edecektim. Annem Didem'le denize gidecekti çünkü. Babam da zaten evde yok. Rahat rahat otururuz diye düşündüm. Ama sonra şimdi biri görür, bir laf eder, bunca yıl sonra her şey tepetaklak olur diye korktum. Ama bütün bunlar biraz da işin bahanesi aslında. Ben... Burayı merak ediyordum. Hatta burada buluşmamızı biraz da bu yüzden istedim. O kadar uzun zaman oldu ki..." derken oturduğu yerde arkasına yaslanarak etrafına baktı. "Görmek istedim. Her şey hala aynı mı yoksa değişmiş mi? Değişmişse, ki mutlaka değişmiştir diyordum, ne kadar değişmiş, nasıl değişmiş? Ama biliyor musun?" derken bakışları tekrar Lale'ninkilerle buluştu. "O kadar da değişmemiş be Lale." derken gözlerinde titrek bir şeyler parlıyordu. "Yani nasıl desem? Ben buraya gelmeyeli kaç yıl oldu biliyor musun? Hesaplayarak daha fazla moralimi bozmak istemiyorum ama yeğenin Daniel şimdi kaç yaşındaysa onun üzerine en az bir buçuk sene ekle. İşte o kadar. O kadar zamandır ben buraya gelmemiştim Lale."

Lale yavaşça burnunu çekerek başını salladı. O da hesaplayarak ne kadar yaşlandıklarını fark edip daha da moralini bozmak istemiyordu! Ama Selin'in bahsettiği zaman diliminin en az bir dokuz yıla tekabül ettiğini elbette biliyordu. Nasıl bilmeyebilirdi ki. Daniel yakında sekiz yaşına girecekti! Yılların nasıl akıp gittiğine inanmak gerçekten çok zordu. Daniel aklına gelince içinde bir yer sızladı. Bir kez daha Selin'le beraberken kendini Melisa'ya ve taparcasına sevdiği yeğenlerine karşı suçlu hissediyordu işte.

Ama Selin'e de üzülüyordu. Hem de öyle çok üzülüyordu ki. En az dokuz yıldır buraya gelmemişti. Buraya. Bir zamanlar Leon'la her gün buluştukları bu küçük cafeye. Bunca zamandır ona Leon'u hatırlatan herkesten, her şeyden kaçmıştı.

Düşüncelerini okumuş gibi "Sadece buraya değil ki." deyiverdi o anda Selin. Lale'ye değil, denize bakıyor, Lale'yle değil de denizin önünde kendi kendine konuşuyor gibiydi. "İskenderun'a da o kadar az geldim ki... Geldiğimde de hiç dışarı çıkmadım. Kimseyle görüşmedim. Ben buradayken annem hiç ama hiç misafir kabul etmedi eve. Çünkü gelen kim olursa olsun ne yapıp edip bu konuyu açacaklarını, akıllarınca laf taşımaya çalışacaklarını biliyordu. Aykut'la ailesi beni istemeye geldiklerinde bile kimseye haber vermedik bu yüzden."

Sustu. Gözleri dalmıştı. O böyle suskunlaşınca Lale de diyecek bir şey bulamıyordu. Sırf sessizlik uzayıp gitmesin diye bir şeyler söylemeye çabaladı.

"Seni aradığımda burada olacağını hiç tahmin etmiyordum." dedi zorlama bir gülümsemeyle. "Ben İstanbul'dasındır, müsaitsen bir on-on beş dakika telefonda konuşup dertleşiriz diye düşünmüştüm. Sen 'İskenderun'dayım' deyince inanılmaz şaşırdım. Hiç beklemiyordum."

Selin yavaşça omuzlarını silkti.

"Annem çok ısrar edince bu sefer daha fazla karşı koyamadık." dedi. Lale'nin gözlerinin içine baktı. "Araya Aykut'u sokunca karşı koyamadım daha doğrusu. Gelmek istemiyordum aslında ama Aykut gitmem için ısrar etti. Annem beni ikna edemeyeceğini bildiğinden onunla konuşmuş, o da annemi hiç kıramaz." Lale'nin bakışlarındaki merakı okuyunca dudaklarının kenarlarına oturan tebessüm kırıntılarıyla açıkladı. "Aykut'a çok düşkün annem. O da annemi çok seviyor."

Lale yutkundu. 'Anladım' der gibi sessizce başını salladı. Böyle bir cümleye karşılık olarak ne söyleyebilirdi ki şimdi? Tek aklından geçen, Selin'in annesi Gül Hanım'ın abisinden hiçbir zaman hoşlanmadığıydı. Abisinin bunu bildiği halde hafife alıp dalga geçerek aldırmıyormuş gibi göstermeye çalıştığı o hallerini anımsayınca içi burkuldu. Gerçi tek taraflı bir durum değildi ki bu. Kendi ailesinin de hiçbir zaman Selin'den pek haz ettiği söylenemezdi. Batu'yla onun karşılaştığı önyargıdan daha farklıydı bu. Çünkü iki aile de birbirini tanıyor, hatta iyi bile geçiniyordu. Aynı yerde yaşıyor, aynı yerlere gidiyor, sık sık görüşüyor, özellikle görüşmeseler bile mutlaka devamlı karşılaşıyorlardı. Görünürde çok yakın aile dostlarıyken çocuklarının beraber olmasını asla kabul etmeyecek kadar da farklıydılar birbirlerinden. Ve bu yüzden çocuklarının arasındaki ilişki onları başından beri hiç memnun etmemişti. İlk başlarda pek sesleri çıkmamıştı. Ama önceleri çocukça bir arkadaşlık olarak görüp gelip geçici bir heves olduğunu düşündükleri bu ilişki devam ettikçe huzursuzlukları artmış, iş ciddiye binmeye başladığı anda da bu huzursuzluk son raddesine ulaşmış ve olabilecek en kötü şekilde patlak vermişti. Batu ve onun ilişkisindeyse durum daha farklıydı. Aileler başından itibaren önyargılıydı çünkü zaten birbirini tanımıyorlardı. Leon ve Selin'in ilişkilerinin başındakini o ses çıkarılmayan, ilişkilerinin gelip geçici bir heves olduğu düşünüldüğü için huzursuzlukların üstünün örtüldüğü o dönem onların ilişkisinde hiç yaşanmamıştı. Başından itibaren herkes ama herkes karşıydı onlara. Hoşnutsuzluklarını hiç saklamamışlar, onlara hiç rahat vermemişlerdi. Hala inanamadığı bir tesadüf eseri babasıyla Bülent Bey'in uzaktan tanıştığı ortaya çıksa bile bunun da hiçbir şeye faydası olmamıştı.

Selin'in gözlerinin uzaklara dalıp gittiğini fark edince lafı toparlamanın kendisine düştüğünü anlayarak yine yüzüne sahte bir tebessüm oturtmaya çalıştı.

"Müryel Hanım'la karşılaşmayız umarım." dedi kaçamak bakışlarını etrafta gezdirerek. "Gerçi ters bir saat, belki de cafe'de değildir bile ama yine de."

Selin de acı acı gülümsedi. "Evet umarım karşılaşmayız." Dddi. "Benim için önemli değil ama senin burada benimle olduğun duyulursa..."

Lale de içinden benzer şeyleri geçiriyordu aslında. Ama onun Müryel Hanım'la karşılaşmayı istememesinin tek nedeni bu buluşmanın Melisa'nın veya abisinin kulağına gitme ihtimali değildi ki. Eski tanıdıklarından kimseyle karşılaşmak istemiyordu o. Başına neler geldiğini, neler yaşadığını adları gibi bilen ama bunu yüzüne vurmamak adına her şeyden bihaber gibi davranıp pervasızca hayatının nasıl gittiğinin sorulmasından bıkmış usanmıştı. Gözlerindeki o saklamaya çalıştıkları acıyan bakışları gördüğünde boğulacak gibi oluyordu. Herkesin bir olmadığını, çoğunun bunu kötü niyetle yapmadığını, aksine kendilerince ona yardımcı olmaya çalıştıklarını da az çok biliyordu. Ama işte bazı şeyleri bilse de kabullenemiyordu ki insan...

"Ya Lale çok özür dilerim." diyen Selin'in suçlanmış sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Gözleri yeniden karşısında oturan o hüzünlü kadına kaydı.

"Ben buraya gelince... Buraya gelince... Yani burası bana pek iyi gelmedi. Öyle olunca da oturduğumuzdan beri kendimden. Ondan bahsedip durdum! Çok özür dilerim gerçekten!" diyerek uzanıp Lale'nin masanın üzerinde duran solgun ellerini tuttu. "Senin yaşadıklarının yanında bunların lafını bile etmemem lazım biliyorum ama işte ben buraya gelince..."

Lale derin bir nefes alarak Selin'in ellerini sıktı.

"Lütfen böyle söyleme. Hiçbir zaman böyle bir şey düşünmedim ben."

"Sen düşünmedin belki ama ben düşünüyorum!" dedi Selin ısrarla. "Yani ben duyunca... O kadar üzüldüm ki. Seni aramak istedim. Ama arasam ne söyleyeceğimi bilemedim. Ne zaman seni aramak için telefonu elime alsam benim cafe'ye geldiğiniz o gün geldi aklıma. O kadar ağlamamıza rağmen o gün öyle mutluydun ki sen..."

Batu'yla beraber Selin'in cafe'sine gittikleri o günün bahsi geçtiği anda düğmeye basılmış gibi yanaklarından aşağı süzülmeye başlamıştı yine gözyaşları. Gözlerini kapattı. O gün neler hissettiğini o kadar net hatırlayabiliyordu ki. Ah o aldıkları bebek kıyafetleri... O minicik tulumlar, patikler, eldivenler... Batu'nun kız bebekler için mağazada satılan ne varsa almak istemesi, üstelik bunu son derece büyük bir ciddiyetle yapması... Gidip gelip altı aydan büyük bebekler için satılan kıyafetleri önüne yığıp çocuk gibi hevesle "Lalem bunu da alalım mı?" diye sorması... Gerçekten her şeye rağmen öyle mutluydu ki o zamanlar...

"Çok üzüldüm Lale. İnan bana, gerçekten çok. Çok üzüldüm."

Lale başını sallayarak önüne eğdi. Yanaklarından aşağı süzülen gözyaşları bir bir kucağına damlıyordu.

"Biliyorum." dedi boğuk bir sesle. Başını kaldırıp Selin'e baktı. Kırık bir gülümsemeyle başını yana eğdi. Kısık bir sesle "Ben de çok üzüldüm." dedi.

Selin'in gözlerinin dolu dolu olduğunu görünce ağlaması daha da şiddetlendi. Bastırmaya çalıştığı hıçkırıklarıyla omuzları sarsılıyor, yavaşça burnunu çeke çeke sessizce ağlıyordu.

"Ben... Senin neler hissettiğini düşünmek bile istemiyorum ben." dedi Selin ağlamaklı bir sesle. "Yani ben Didem'e hamileyken bir-iki saat boyunca hareket ettiğini hissedemezsem deliye dönüyordum, çıldıracak gibi oluyordum."

Lale hızla Selin'in avuçlarından çektiği ellerini yüzüne kapattı. O bunu hiç yaşayamamıştı bile. Dün sabah gördüğü o rüyada karnında bir o tarafa bir bu tarafa hareket eden oğlu sadece bir rüyadan ibaret kalmıştı. Bunu gerçekte hiç hissedememiş, o duyguyu hiç yaşayamamıştı. Bebeği yanında o kadar bile kalmamıştı ki.

Lale'nin ağlaması giderek şiddetlendikçe Selin de ağlamaya başlamıştı. Söylenebilecek en yanlış şeyleri özellikle arayıp bulmuş gibi Lale'yi ağlattığı için kendine kızıyordu. Oysa o hiç konuşmasa bile Lale ağlamaya hazırdı zaten. O kadar mutsuz, o kadar yalnızdı ki. Kimseyle konuşamıyor, kendini kimseye anlatamıyordu. Selin'i de bu yüzden aramıştı. Ama onu ararken bile biliyordu. Selin de onu anlayamayacaktı. Kimse, hiç kimse onu anlayamazdı ki. Belki bir tek Batu. O minicik şey onun da bebeğiydi çünkü. Kendisinin olduğu kadar onundu da. Ama hastaneden eve döndükleri o ilk günlerde onu kendinden o kadar uzak tutmuş, ne yaptığının farkında bile değilken onu öylesine dışlamıştı ki. Artık Batu'nun kendisinin dahi böyle düşünmediğine emindi. Zaten buna kendi gözleriyle de şahit olmuştu. Hala o bebeğin arkasından ağlayan, onun yasını tutan tek kişi kendisiydi. Batu'nun artık bambaşka bir hayatı, bambaşka öncelikleri vardı.

Ellerini yüzünden çekti. Parmaklarının ucuyla gözlerini silerken burnunu çekerek Selin'e baktı.

"Seninle buluştuğumuzda neden hep böyle ağlamak zorundayım acaba?" derken sesi çatladı. Uzanıp masanın üzerindeki kutudan aldığı peçeteyle burnunu sildi. "Her buluşmamızda daha da çok ağlıyorum bir de."

Yorulmuşçasına arkasına yaslandı. Hafif kambur duruyordu, omuzları çökmüştü. Kollarını uzatıp ellerini masanın üzerine bıraktı. Dilini hafifçe dudağının kenarındaki uçuğun üzerinde gezdirdi. Bunu neden yaptığını bilmiyordu. Sonra gözlerini masanın üzerinde duran ellerine dikti.

"Her ağladığımda 'artık bundan fazla ağlayamam herhalde' diyorum. 'Bu son. Bundan sonra ağlamayacağım, kendimi toparlayacağım' diyorum. Ama yapamıyorum."

Bakışlarını kaldırınca Selin'le göz göze geldiler.

"Yapamıyorum." dedi Lale omuzlarını silkerek. "Hatta tam tersine her gün daha çok ağlıyorum. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Kimseyi görmek istemiyorum. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Sadece böyle durmak istiyorum! Böyle durayım, oturayım, kimse dokunmasın bana, kimse bir şey sormasın, oturayım oğlumu düşüneyim istiyorum." Sağ elini kaldırıp kirpiklerinden damlayan yeni bir yaşı sildi parmaklarının ucuyla.

Selin'e baktığında ise bunları söylediğine pişman oldu. İşte herkeste gördüğü o acıyan bakış oradaydı. Aynı bakış Selin'in gözlerinde de vardı. Biliyordu, belki Selin böyle baktığının farkında bile değildi. Belki de onun için duyduğu üzüntü istemeden bakışlarına yansıyor, bütün samimiyetiyle onun adına üzüldüğü için böyle bakıyordu. Zaten ona kızmıyordu ki. Başkalarına da kızmıyordu aslında. Ya da belki de kızıyordu. Bazen kızıyordu daha doğrusu. Bazen ise şimdi Selin'in neden böyle baktığını anlayıp ona hak verdiği gibi onları da anlıyor, onlara da hak veriyordu. Biliyordu, kadınlar kendilerini onun yerine koyuyorlar, ne kadar korkunç bir şey yaşadığını az çok kestirebiliyorlardı. Hiç hamile kalmamış olanların bile kendisini anladığından emindi. Nasıl emin olduğunu bilmiyordu ama emindi işte. Ama bu duygu çok uzun sürmüyor, bir süre sonra yerini 'Onlar beni anlayamazlar ki!'ye bırakıyordu. Yine de kimseye öfke duymamaya çalışıyordu. Kimseye kızmak istemiyordu ki o zaten. Hem kimseyi kızacak kadar önemsemiyordu da. Kimse umrunda değildi. Ne düşündükleri, onun için neler hissettikleri, onu zerre kadar ilgilendirmiyordu. Bazen de tam tersini hissediyor, insanların onun için neler konuşuyor olabilecekleri aklına gelince isyan içinde dalga dalga kabarıyordu. Böyle çeşit çeşit haller içindeydi. Ruh hali sürekli değişiyordu. Şu an bu kadar ağlayıp içini döktüğüne pişmandı mesela. Kızgın olduğu tek kişi de kendisiydi. Hani buraya Selin'le konuşup kendini tek ihtiyacı olan şeyin zaman olduğuna inandırmaya, bir gün her şeyle beraber kendisinin de normale döneceğine ikna olmaya gelmişti?

"Şimdi böyle ağladığıma bakma. Seni görünce birden kötü oldum." dedi gülümsemek için kendini zorlayarak. "Aslında daha iyiyim. Kanada'ya gitmek iyi geldi. Ama buraya gelince..." Bunları söylerken yeniden gözleri doldu. "Onu görünce..."

Daha fazla oynayamayacaktı. Ellerini yüzüne kapatarak yeniden ağlamaya başladı.

Selin'in yerinden kalkıp yanına geldiğini ancak boynuna sarılan kollarla beraber fark edebildi. Ve bu onun için son damla oldu. Selin'e sarılarak kendini bilmez bir halde
hıçkırmaya başladı.

"Beni aldatmış biliyor musun? Beni aldatmış! Ben gittikten sonra, ben yokken başka bir kadınla yatmış! Onu almış Mersin'e götürmüş. Beraber çalışıyoruz ayağına bir güzel gezdirmiş orada. Sonra da elinden kurtulmamış tabii, yatmış onunla Bir tek onunla değil. Başkalarıyla da yattığına eminim! Ama bunu... Bunu resmen gözümün önünde yaptı Selin! Gözümün önünde o kadına yavşadı durdu! Gittiler beraber prezervatif bile aldılar! Kadını gözümün önünde neredeyse kucağına oturtacaktı! Yapmadıkları şey kalmadı! Sonra da kalkıp beraber otele gittiler. Onları takip ettim. Kadının odasına girdi Selin. Gördüm, kadının odasına girdi! Benimle konuşmuyor. Yüzüme bile bakmıyor! Kaç defa konuşmayı denedim. Özür diledim. Neden gittiğimi anlatmaya çalıştım. Giderek hata ettiğimi sonradan anladığımı ona söylemeye çalıştım ama beni dinlemiyor! Yanında olmama tahammülü yok. Sesimi duymaya bile tahammülü yok! Konuşmama bile izin vermiyor, arkasını dönüp gidiyor! Beni görünce nasıl bakıyor görsen... Aslında suratıma bile baktığı yok da zorlayıp konuşturmaya çalıştığımda da öyle bir bakıyor ki bana. Resmen nefret ediyor benden! Umrunda bile değilim! Dayanamıyorum ben buna Selin. Kafayı yiyeceğim! Dayanamıyorum!"

Söylediği hiçbir şey anlaşılmıyordu. Kendi kendine konuşarak salya sümük ağladı durdu. İsterik hıçkırıklar arasında öyle çok ağlıyordu ki Selin de kendini daha fazla tutamayarak ağlamaya başlamıştı. "N'olur biraz sakin ol Lale." diye fısıldayarak sırtını okşuyor, kendince Lale'yi teskin etmeye çalışıyordu ama Lale adeta onu duymuyordu bile. Anlatmaya çalıştıkları boğazından kopan hıçkırıklara karışıyor, hiç es vermeden ağlayıp duruyordu.

Sonunda nasıl olduğunu bilmeden kendi kendine sakinleşti. Ağlaması yavaşladı. Selin'e Batu'yu ve yaptıklarını anlatmaya çalışmayı bıraktı. Sustu. Yorulmuştu. Sabahtan beri o kadar çok ağlamıştı ki. Saatlerdir ağlıyordu! Artık gözleri yorgun düşmüştü galiba. Delicesine yanmalarına rağmen bir damla yaş daha akmıyordu o gözlerden.

Sakinleşip kısa aralıklarla bedeninin sarsılmasına neden olan hıçkırıkları tamamen dinene kadar onu bırakmadı Selin. Ancak Lale kendini yavaşça geri çekip "Tamam ya, iyiyim ben merak etme." dedikten sonra çekilip ona şöyle bir baktı. Gülümsedi.

"Kahve söyleyelim mi o zaman?" dedi. Lale başını sallayınca güldü. "Hala sade mi içiyorsun kahveyi?"

Lale yarım yamalak güldü.

"Tabii ki!"

Selin gülerek inanamıyormuş gibi başını iki yana salladı. "Küçücükken bile o acı kahveyi nasıl şekersiz içerdin öyle bir türlü anlayamazdım!"

"E ne yapayım, öyle seviyorum." dedi Lale şirin bir tavırla başını yana eğerek.

Gözleri bu kadar yanmasa yeniden yaşlarla dolacağından emindi oysa. Şimdi Batu burada olsa 'zehir gibi' diye tabir ettiği kahveyi nasıl şekersiz içebildiğine durmadan laf ettiği için Selin'in bu dediklerini duyunca sevinir, kendine bir yandan bulduğunu anladığı anda "Ben diyorum sonunda midene bir şey olacak diye ama dinlemiyor!" diye yine başlardı ona laf dokundurmaya. Ah Batu... O eski hallerini düşündükçe burnunun direği sızlıyordu.

Bir süre havadan sudan konuştular. Lale Didem'i sorunca telefonundan kızının fotoğraflarını gösterdi ona Selin. O telefonunu eline alıp kendisine gösterecek bir fotoğraf aramaya başladığı anda konuyu açtığına pişman oldu Lale. Ama iş işten geçmişti. Şimdi Didem'in fotoğraflarını gördüğü anda o hiç geçmeyen acının bir kez daha bıçak gibi karnına saplanacağını biliyordu çünkü. Nitekim öyle oldu. İki yaşına yaklaşmış Didem'in süslü püslü elbiselerle çekilmiş onlarca fotoğrafını görünce bir kez daha Batu'nun Defne'yle ilgili hayalleri geldi gözlerinin önüne. Ama kendini kaptırmamaya çalıştı. Sesi titrese de ağlamadı. Hatta Didem'in ne kadar büyüdüğüyle ilgili birkaç cümle edebilmeyi bile başardı.

Kahveleri geldiğinde fincandan yükselen o buram buram kokuyu içine çekti. Sonra fincanı alırken dün Filiz Hanım'ın bakıp da bir şey göremediğini söylediği falı aklına geliverdi. Bir an durakladı, eli havada asılı kaldı.

"N'oldu?" diye sordu Seiln telaşla. "Bir şey mi var. İyi misin?"

Lale yutkunarak başını salladı.

"İyiyim." dedi cılız bir sesle. "Aklıma bir şey geldi sadece."

"Ne geldi aklına?" dedi Selin meraklı gözlerini yüzünde gezdirerek.

Kahve fincanından bir yudum alarak arkasına yaslandı Lale. Omuzlarını silkerek Selin'in gözlerinin içine baktı.

"Abimle ilk çıkmaya başladığınızda seni biraz kıskanmıştım galiba." dedi. Selin'in yüzünün gölgelendiğini görünce tekrardan bu konuyu açtığı için pişmanlık duysa da devam etti. "Yani aslında tam da hatırlayamıyorum ne hissettiğimi. Çünkü seni çok severdim. Hatta biraz hayrandım bile sana. Tabii o zaman öyle gelmiyordu ama." dedi o günlere gidip geldiğini gösteren dalgın bakışlarına eşlik eden küçük bir gülüşle. "Seni çok merak ederdim. Abimle ne yaptığınızı, ne konuştuğunuzu. Senin nasıl biri olduğunu." Durup Selin'in gözlerinin içine baktı. "Mesela hep çok güzel bileklikler takardın sen. O kadar hoşuma giderdi ki. Sonra bir gün birini bana vermiştin. Hatırladın mı? 'Senin olsun.' deyip bileğime geçirivermiştin. Ben yalandan itiraz etmeye çalışınca da 'Hediyem olsun' demiştin. O kadar hoşuma gitmişti ki. Bir bileklikle tavladın beni! Hep bir gün benim de sevgilim olduğunda kız kardeşine bileklik vermenin hayalini kurdum senin yüzünden!"

Yüzü düşmüş olmasına rağmen Lale'nin son söylediklerine gülmeden edemedi Selin.

"Bu mu yani? Bir bileklik için mi sadece?" dedi dalgaya vurmaya çalıştığını fena halde belli eden bir ses tonuyla.

"Tabii sadece onun için değil ama." diyerek güldü Lale. "O günden sonra ben hep çok sevdim seni. Hatta yaşım büyüdükçe daha da çok sevdim. Ne kadar çok gülerdik seninle. Nasıl eğlenirdik. Cemal'e ne zaman sinir olsam gelip sana anlatırdım, senden akıl alırdım." derken gözleri dalmıştı. Şimdi burada olsa şu cümlenin en başını duyduğu anda taş gibi kaskatı kesilip suratını asacak o 'eski Batu'yu düşünmek boğazına bir yumru oturmasına sebep olmuştu. Sertçe yutkundu. "Ben o zamanlar... Yani bir gün gelip de... Yani ne sizin ayrılıp başkalarıyla evleneceğiniz, başkalarından çocuklarınız olacağı aklıma gelirdi ne de yıllar sonra kendimi seninle aynı noktada bulacağım, hayatlarımızın bu kadar benzeyeceği." Bir an için durup Selin'in karmakarışık olmuş suratına baktı. "Hayatlarımızın bu kadar benzeyeceği..." diye yinelerken bu kez sesi titriyordu. "Hiç ama hiç aklıma gelmemişti Selin."

Selin susuyordu. Bir şey söylemek için uğraşmak yerine kahvesini içmeyi tercih etti. Lale ise nemli kirpiklerinin altından sakince onu izliyordu.

"Yanlış anlama n'olur. Kesinlikle seni yargılamak için söylemiyorum. Nasıl yargılayabilirim ki zaten? Seni benden iyi kim anlayabilir ki?" derken yeniden gözleri dolmaya başlamıştı. "Zaten önceden de hep hak veriyordum sana. Ama şimdi... Şimdi daha da iyi anlıyorum. Çünkü senin bir zamanlar durduğun yerde şimdi ben duruyorum Selin. Şimdi başkasına tercih edilen, karşısında her şey için onu suçlayan buz gibi bir adam duran, yüzüne bakılmayan, konuşmaya çalıştığında reddedilen, oes etmeyip kendini anlatmaya çalıştığında dinlenmeyen, aşık olduğu adamı başka bir kadının yanında görmeye katlanmak zorunda kalan benim artık. Hem de bunca şeyden sonra. Bebeğimi bile kaybettikten sonra!"

Göz yaşları yeniden sicim gibi akmaya başlamıştı.

"En kötüsü... En kötüsü de ona kızamıyorum bile. Hak ettim çünkü. Biliyorum. Ama bu kadarını da hak etmiş olamam herhalde?! Sürekli onu düşünüyorum. 'Zamanında ben de ona neler neler yaptım, ne kadar kararsız davrandım ama o pes etmedi' diyorum. 'Biraz sabret Lale, biraz dayan Lale, her şey düzelecek' diye düşünmeye çalışıyorum. Ama artık yapamıyorum. Daha fazla yapamayacağım!"

Dirseklerini masaya dayayarak başını ellerinin arasına aldı.

"O kadar ağrıma gidiyor ki. 'Gurur yapmayayım' diyorum. 'Batu da benim ona çektirdiklerimden sonra gurur yapmaya kalksaydı biz hiç birlikte olamazdık' diyorum. Ama olmuyor Selin! Ben ona bu kadarını yapmadım ki zaten! Ben sadece ailemle onun arasında bir tercih yapmak zorunda kalmak istemiyordum. Korkuyordum. Uzak durmaya çalışıyordum çünkü yanındayken ondan başka bir şey düşünemiyordum. Kafam çalışmıyordu! Mantığım uçup gidiyordu. Sadece onunla olmak, onunla kalmak istiyordum. Ailemmiş, tercihmiş, şuymuş bu aklıma bile gelmiyordu. Hem zaten o beni anlayamazdı ki. Anlayamıyordu. Ona göre korkaklık ediyordum, her şeyin açıklaması bu kadar basitti onun gözünde o zamanlar. Sonradan haklı olduğumu gördü. Ama zaten tüm bunlar önemli değildi ki! Ben onu hiçbir zaman aldatmadım! Kafamı çevirip başka bir adama bakmadım bile! Ama o... O defalarca yaşattı bunu bana! Hem de en çok korktuğum şeyin, asla affedemeyeceğim şeyin bu olduğunu bile bile yaptı bunu! Hala da yapıyor. En acısı da ne biliyor musun?"

Yüzünde yıkılmış bir ifadeyle Selin'in kendisini izleyen gözlerine baktı. Onun kahverengi gözlerinde kendi yansımasını görebiliyordu.

"Bana bir kere eskisi gibi baksa... Gelse belime sarılsa... Alıp kucağıma oturtsa... Boynuma birkaç öpücük kondursa... Bir-iki tatlı söz söylese hepsini unutacağımı biliyorum. En kötüsü de bu zaten! Ben... Ben böyle bir insan olamam ki! Böyle bir kadın olamam ben. Olmamalıyım! Bu kadar küçülmeyi, bu kadar alçalmayı yediremiyorum kendime! Anlıyor musun, yediremiyorum!"

Bunu sonunda sesli olarak dile getirmiş olmak öyle zoruna gidiyordu ki... Kendine bile itiraf edemediği şeyi sonunda yüksek sesle söylemişti. İnanmak istemiyor, bunlar ne zaman aklından geçse kendinden nefret ediyordu. Bu kadar gurursuz, bu kadar aciz ve ona bu kadar muhtaç olduğunu kabul etmek istemiyordu. Ama ne yazık ki gerçek buydu. Arsuz'a geldiği, Batu'yu o kadınla gördüğü ilk günden beri bunu içten içe biliyordu. O kadınla beraberdi. Onunla yatmıştı. Onunla Mersin'e bile gitmişti! Ama şimdi gelse, o buzdan adam tavırlarını bir yana bırakıp eskisi gibi sıcacık baksa, yine boynuna sokulsa, her şeye rağmen onu affetmek zorunda kalacağını, ona karşı koyamayacağını biliyordu. Ve ne yazık ki bunu istiyordu. Bunun için kendinden nefret etse de istiyordu işte. Batu gelsin, özür dilesin, köpek gibi pişman olduğunu söylesin ve sonra onun için deli olduğunu gösteren bakışlarını yüzüne dikip dudaklarına kapansın. İstediği buydu işte. Bunu istediği için kendinden iğrense de bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ve belki de bu kadar gurursuz olmaktan, bu kadar çaresiz umutlara bel bağlamaktan, bu bataklığın içine her gün biraz daha gömülmektense. Bir şeyler yapmalı, artık bu çaresizlikten kurtulmalıydı. Artık başka türlü kendine tahammül edebileceğini sanmıyordu. Hem durumu da sandığı kadar ümitsiz değildi belki de? En başa geri dönmenin, her şeye en baştan başlamanın çok zor olacağını biliyordu ama işte karşısında tüm bunları başarmış bir kadın duruyordu. O bunca sene sonra İskenderun'a gelip Leon'la her gün buluştukları bu cafe'de onunla karşı karşıya oturabiliyorsa. Kendisi de yapabilirdi. En azından yapabileceğine inanmak zorundaydı.

Yanaklarından aşağı süzülen yaşları ellerinin tersiyle hırsla sildikten sonra devam etti.

"Ama bir yandan da bütün bunların hepsi artık bir şekilde sona ersin, Batu'nun beni nasıl sevdiğinden emin olduğum o eski hayatıma döneyim. Mutlu olayım istiyorum. Ama bunu ben kendi başıma yapamam ki. Zaten sadece benim istememle de olmaz ki. Onun da istemesi lazım. Ama istemiyor. Biliyorum, artık beni istemiyor." Bakışlarını Selin'in kaygıyla kendisini izleyen gözlerinden ayırıp mavi pırıltılarla önlerinde uzanan denize çevirdi. Batu'nun tam da şu anda buradan birkaç kilometre uzaktaki Arsuz'da Ela'yla (ya da belki de Ela'dan hevesini alıp Turgut'un kuzeni Begüm'e geçmişti kim bilir) deniz kenarında keyif yaptığını düşünmek bile kalbini ağrıtıyordu. Derin derin içini çekti. "Ben onun kadar güçlü değilim. Hiç olmadım. Ben ona soğuk davrandığımda, onu istemediğimi, böyle bir ilişki yaşayamayacağımı söylediğimde o nasıl dayanıyordu, ben böyle konuştukça nasıl daha çok bilenip daha çok inat ediyordu bilmiyorum. Ama ben yapamıyorum. Bana bir kere buz gibi baktı mı bütün cesaretim kırılıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. O buna nasıl dayandı, nasıl katlandı bilmiyorum ama ben yapamıyorum. Onun benden bu kadar uzaklaşmasına, bana bu kadar soğuk olmasına katlanamıyorum!"

Gözlerini tekrar Selin'e çevirdiğinde onun bir şey söylemeden önüne baktığını gördü.

"Abimin apar topar Melisa'yla evlendiği gibi Batu da böyle bir şey yapacak. Hissediyorum. Aklından geçenleri tahmin edebiliyorum. Bana o kadar öfkeli ki beni dinlemek bile istemiyor. Gözümün içine baka baka beni artık sevmediğini söyledi." derken dudakları titriyordu. "'Bitti' dedi. Önce laf olsun diye söylediğini düşündüm. Daha doğrusu kendimi buna inandırmaya çalıştım." dedi burnunu çekerek. "Ama yok. 'Ben artık seni sevmiyorum Lale' dedi bana. 'Seni istemiyorum' dedi. 'Umarım artık anlamışsındır, hayal dünyasında yaşamanın kimseye bir faydası yok.' dedi."

Batu'nun sözlerini aklından geçirmek bile canını acıtırken bunları yüksek sesle tekrarlamak yeniden ağlamaya başlamasına sebep olmuştu. Selin masanın üzerinden uzanıp elini tutunca gözyaşlarını koyverdi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

"Ben ne yapacağımı bilemiyorum artık Selin. Nasıl davranacağımı bilemiyorum! Yapabileceğim bir şey kaldı mı, kaldıysa ne, ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım çözemiyorum! Gözümün içine bakarak bunları söyleyebilen bir adam için daha fazla ne yapabilirim ki? Yapmalı mıyım? Benim de bir gururum yok mu?! Batu sizin yaşadıklarınız için abime kızarken şimdi nasıl böyle davranabiliyor? Hiç mi aklına gelmiyor, anlayamıyorum. Tamam ben bir hata yaptım ama vedeli bu kadar ağır olmak zorunda mı?! Ben ona böyle mi yaptım? Ne kavgalar geçti aramızda... Bana neler neler dedi, neler neler yaptı. Kaç defa beni aldatmaya kalktı. Sonunda yapmış veya yapmamış olmaması önemli değil ki! Önemli olan buna kalkışmasıydı! Affedemeyeceğim tek şey buyken bunu bile affettim ben! O da hata yaptı, hem de defalarca. Ama ben ona böyle yapmadım! Her kavga ettiğimizde başka adamların kollarına atlamadım! Abime bu kadar kızarken, onun yaptığını asla yapamayacağını söylerken, öyle yükseklerden atıp tutarken, imdi nasıl böyle davranabiliyor, nasıl içi götürüyor anlamıyorum!"

Selin derin bir nefes alarak Lale'nin elini bırakıp arkasına yaslandı.

"Lale ben daha fazla kendimi tutamayacağım." dedi. "Bir şey söyleyeceğim sana."

Bu cümleleriyle Lale'nin dikkatini cezp etmeyi başarmıştı. İçini çeke çeke ağlamayı bırakarak başını kaldırıp meraklı gözlerle ona baktı Lale.

"N'oldu?" Dedi bir solukta. "Ne söyleyeceksin?" diyerek yutkundu. "Yoksa. Yoksa Batu'yla mı konuştun?" derken nefesi tıkanmıştı. "Seni mi aradı yoksa.?"

"Hayır hayır." diyerek bu yanlış anlamayı bir an önce düzeltmek istercesine hızla başını iki yana salladı Selin. "Öyle bir şey olmadı." Lale'nin boş yere umutlanmasını önlemek için hızlı hızlı konuşuyordu. "Ben Batu'yla yalnızca bir defa konuştum, onu sadece bir kere gördüm. O da sen hamileyken benim cafe'ye geldiğinizde. Sonra bir daha hiç konuşmadım Batu'yla. Hiç görmedim. Ben sadece... Yani sana bir şey söylemem lazım benim."

Lale'nin meraktan kocaman açılmış gözlerini yüzüne diktiğini ve büyük bir dikkatle kendisini dinlediğini görünce duraklamadan devam etti.

"Bana diyorsun ya hani 'Batu abimin yaptığını yapıyor. Benim hayatım da gittikçe seninkine benziyor' diye."

Lale onaylarcasına başını salladı hızla.

Selin onun gözlerinin içine baktı.

"Ben öyle düşünmüyorum."

Bu sözlerinin Lale'de yarattığı karmaşanın yüzüne vurduğunu görünce oyalanmadan kendini açıklamaya girişti.

"Yani bak yanlış anlama. Kesinlikle senin yaptıklarını yanlış bulduğumdan veya onaylamadığımdan değil. Asla böyle bir şey söyleyemem. Çünkü senin yaşadıklarını yaşamadım ben. Senin neler yaşadığını, ne zorluklar çektiğini birebir tecrübe etmeden asla böyle bir şey söyleyemem. Ama sen... Sen de benim yaşadıklarımı yaşamadın Lale." dedi yumuşak bir sesle. "Düşündüğünün aksine birkaç sene önce benim durduğum yerde şimdi sen durmuyorsun. Aranızda geçenleri tam olarak bilmediğim için net bir şey söyleyemem kesinlikle ama... Eğer 'Batu' dediğin bu adam o gün cafe'de senin yanında gördüğüm adamsa... Her şeye rağmen, yani şu an başka biriyle beraberse bile bence benim birkaç sene önce durduğum yerde duran sen değilsin, Lale. Şimdi orada duran Batu. Terk edilen sen değilsin, o."

Lale'nin gözlerinin hayretle büyüdüğünü görünce onun konuşmansa fırsat vermeden sürdürdü sözlerini.

"Ben seni anlıyorum. Sana hak da veriyorum. Ama içimde bir yerde. Batu'ya da hak vermeden edemiyorum." dedi ince bir sesle. "Çünkü ben de terk edildim. Leon hiçbir açıklama yapmadan, tek kelime bile etmeden Beyrut'a dayının yanına geldiğinde burada aylarca tek başıma kafamdaki onca soruyla boğuşmaya çalışan bendim. 'Neden gitti? Niye beni dinlemedi? Neden telefonlarıma çıkmıyor? Niye beni aramıyor? Niye benimle konuşmak istemiyor? Yanlış mı yaptım? Evet yanlış yaptım ama karşılığı bu mu olmalıydı? Geri dönecek mi? Ne zaman dönecek? Döndüğünde her şey düzelecek mi?' Bunları düşüne düşüne kendimi yedim durdum. O yüzden de sen gittikten sonra Batu'nun neler yaşadığını az çok tahmin edebiliyorum. Şimdi böyle dedim diye onun yaptıklarını onayladığımı düşünme sakın!" diye aceleyle ekledi çünkü duydukları karşısında gözleri gittikçe daha da büyüyen Lale'nin karşısında kendini giderek daha kötü hissetmeye başlamıştı. "Eğer yaşadığınız onca şeyden sonra gerçekten seni aldattıysa, başkalarıyla beraber olduysa. ve şu anda da başka bir sevgilisi varsa hakikaten şerefsizin biri demektir! Ne bu davranışlarını ne de sana söylediklerini kesinlikle onaylamıyorum, senin yanlış yaptığını da söylemiyorum, n'olur dediklerimi yanlış anlama. Belki senin yerinde olsam ben de aynısını yapardım. Ben de giderdim. Bilemiyorum ki... O yüzden sana asla doğru veya yanlış yaptığını söylemek gibi bir densizlik yapmam, yapamam. Zaten senin kendini ne kadar kötü hissettiğini de anlayabiliyorum çünkü bir noktaya kadar dediklerin doğru. Yaşadıklarımız gerçekten birbirine benziyor. Ama ben... Sen gittikten sonra Batu'nun neler yaşadığını az çok tahmin edebildiğim için sadece seni değil, onu da benzetiyorum kendime Lale."

Lale hiçbir şey söylemeden Selin'in suratına baktı. Hiç konuşmadan uzun bir süre öylece Selin'e baktı. Sessizliği o kadar uzun sürdü ki. Selin istemeden de olsa onu kırdığı için kendini kötü hissetmeye başlamış, söylediklerine çoktan pişman olmuştu. Keşke çenesini tutup bir şey söylemeseydi. Çok mücadele etmişti kendiyle ama susmayı becerememişti. Lale'nin bu suskunluğu karşısında her geçen saniye biraz daha eziliyor, 'keşke hiçbir şey söylemeseydim.' diye düşünmeden edemiyordu.

Ne var ki Lale bu uzun sessizliği sonunda bozduğunda. Büyük bir şaşkınlık yaşadı.

Lale Selin'e baktı. Baktı. Baktı ve sessizce "Anladım." dedi. "Haklısın."

Selin bir anda afallayıvermişti. Lale'den duymayı en son beklediği şey buydu.

"Nasıl??" diye sordu şaşkınlıkla.

Lale omuzlarını silkti.

"Haklısın. Haklı olduğunu biliyorum. Bunları söylediğin için sana kızmadım. Çünkü haklısın."

Selin şaşkın şaşkın ona bakmaya devam ederken o içini çekerek gözlerini bir kez daha önlerinde uzanan Akdeniz'e çevirdi. Evet Selin haklıydı. Söyledikleri doğruydu. Ama bu neye yarayacaktı? Neyi değiştirecekti? Kimin haklı kimin haksız olduğunun ne önemi kalmıştı ki artık? Kim daha çok üzüldü, kim daha çok acı çekti, kim daha büyük yanlış yaptı. Bunların çetelesini tutmak neye yarayacaktı ki?

Bakışları yeniden Selin'e döndü. Hafifçe gülümsedi.

"Abim nasıl diye sormayacak mısın?"

Cevap vermedi Selin. Hiçbir şey söylemeden önüne baktı sadece.

"Sorsan da ben 'iyi'den başka bir şey söylemeyecektim zaten." dedi Lale ince sesine eşlik eden buruk bir tebessümle.

"Eşi Arsuz'da eczane açmış, onu biliyorum." dedi Selin. Bunu söylerken hala önüne bakıyor, Lale'yle kesinlikle göz göze gelmiyordu.

"Evet öyle olmuş. Ben de Kanada'dayken öğrendim. Annemle beraber açmışlar ama annem hiç karışmıyor, Melisa tamamen kendisi işletiyor."

Selin 'anladım' dercesine başını salladı.

"Geçen gün annemle İskenderun'a geldiğimizde annenin eczanesinin önünden geçtik." dedi birdenbire.

Lale'nin bakışlarının değiştiğini görünce ekledi.

"Merak etme, annen bizi görmedi. Zaten biz de sadece arabayla geçtik önünden. Ama annen içerdeydi. Bir-iki saniyeliğine olsa da gördüm onu. Pek değişmemiş." dedi küçük bir gülümsemeyle. Sonra Lale'ye baktı. "Ama sen... Sen değişiyorsun. Her gördüğümde annene biraz daha benzemiş oluyorsun."

Lale de yarım yamalak gülümsedi.

"Evet öyle diyorlar." dedi. Sonra üstlerine çöken kasveti dağıtmak istercesine dirseklerini masaya koyup ellerini yanaklarına dayadı. "Hadi biraz daha Didem'i anlatsana bana. Videolarını da göster ama! Telefonunda vardır mutlaka değil mi? Nasıl bir şey oldu çok merak ediyorum!"

Kızının adı geçince dakikalardır ilk defa gerçekten güldü Selin'in yüzü.

"Olur." dedi Lale'ye Didem'in fotoğraflarını göstermek üzere telefonunu eline alırken. Sonra bir an durakladı. "Ama... Ama sen de yeğenlerinin fotoğraflarını göstereceksin bana."

Lale Selin'in telefonunun ekranını daha rahat görebilmek için sandalyesini masaya yaklaştırmakla uğraşırken durdu. Soran gözlerle cevap ararcasına Selin'in yüzüne baktı.

"Merak ediyorum onları." dedi Selin sakin bir sesle. Sesi sakindi ama gözlerinde binbir gölge dans ediyordu. "Görmek istiyorum."

Lale yeniden gözlerinin dolmaya başladığını fark edince hızla kirpiklerini kırpıştırarak yüzüne zoraki bir gülümseme oturttu.

"Tamam." dedi. "Sen görmek istiyorsan. Tabii gösteririm."

**

Lobideki beyaz deri koltuklardan birinin üzerine tünemiş, dirseklerini dizlerine dayayıp başını ellerini arasına almış olduğu halde durmaksızın bacaklarını titretip sallayarak tek başına oturuyordu Batu. Lucky bile onun bu hareketsizliğinden sıkılmış olacak ki koltuğun yanına kıvırılıp uyuklamaya başlamıştı. Sıcaktan mayışmış gibiydi. Batu ise arada bir doğrulup arkasına dönerek gözleriyle kumsalı tarıyor, ardından tekrar önüne dönerek boynunu uzatıp lobinin ön taraflarına göz gezdirdikten sonra yeniden eski pozisyonunu alarak ellerini başının iki yanına koyup bacaklarını sallamaya devam ediyordu. Deli olacaktı. Saat kaç olmasına rağmen neredeydi bu kız? Neden gelmiyordu? Gelmeyecekse de nedeni neydi? Niye gelmeyecekti? Kimse de bir şey söylemiyordu ki. Lena'nın ağzından laf alamamıştı. Melisa'ya soramamıştı. Ama zaten İrem'in dediğine göre Melisa da Lale'nin bugün gelmeyeceği dışında hiçbir şey bilmiyordu. Ama o buna inanmıyordu. Melisa kesin Lale ona kimseye bir şey söylememesini tembih ettiği için böyle ketum davranıyordu. Bundan adı gibi emindi. Belki de İrem de gerçeği biliyor ama aklınca Lale'nin intikamını aldığını zannederek ona bir şey söylemiyordu. Bu kesin böyleydi. Başka türlüsü mümkün müydü zaten? Annesi, abisi, Melis, Derya, Merve, Seymur, hatta dün akşam yanından ayrılmadığı şu kokteyl yapan mal çocuk, kimse mi bir şey bilmiyordu yani?

Ama ya öyleyse? Ya gerçekten de kimse bir şey bilmiyorsa? Ve bunun sebebi de Lale'nin başına bir şey gelmiş olmasıysa? O zaman ne yapacaktı? Gözünün önüne gelen görüntüleri kovmak istercesine kendi kendine homurdanarak yüzünü ovuşturdu. Gördüğü o kabusu zihninden silmek istiyordu! Artık her gözünü kapadığında o küçük erkek çocuğunu da o korkunç mezar taşını da görmek istemiyordu!

Yüzünü ellerine gömmüş bir halde bir süre öylece durdu. Sonra ansızın ayağa fırlayıverdi. Bu böyle olmayacaktı. Madem ona kimseden hayır yoktu. O zaman o da ne yapıp edip Lena'yı konuşturacaktı! Ağzından girip burnundan çıkacak, aklına gelen türlü şirinliği yapacak ama o küçük kızdan halasının nerede olduğunu öğrenecekti! O bilmiyorsa da annesine sorup öğrenmesini sağlayacaktı! Başka türlü olmayacaktı artık. Olmuyordu! Böyle hiçbir şey yapmadan bekledikçe çıldıracak gibi oluyordu.

Lobinin bahçeye uzanan merdivenlerinden aşağıya indikten sonra koşar adımlarla kumsala doğru ilerledi. Bir yandan da sağa sola bakınarak etrafı taramaya çalışıyordu. Sonunda aradığını buldu. Kumsalın sol tarafında denizin hemen kıyısındaki hasır şemsiyelerden birinin altında Melisa ve İrem şezlonglara uzanmış sohbet ediyorlar, Lena da onların biraz ilerisinde gölgede tek başına kum oynuyordu. Onun kendi başına şato yapmaya çalıştığını fark edince içi ezildi. Alacağı tepkiyi adı gibi bilmesine rağmen hızlı adımlarla küçük kıza doğru yürümeye başladı.

Lena elindeki küçük kürekle kumu kazmaya çalışırken bir yandan da kendi kendine konuşuyor, sessizce bir şeyler mırıldanıyordu.

"Şimdiii buraya da bir kova su dökerseeem..." diyordu ki tepesine birinin dikildiğini fark edince merakla başını kaldırdı.

Karşısındakini gördüğü anda yüzündeki neşeli ifade silindi.

"Ne yapıyorsun sen burada?" diye azarlarına başladı kaşlarını çatarak. "Niye burada duruyorsun, oyunumu bozuyorsun görmüyor musun?!"

Batu Lena tarafından azarlanmaya alışmış gibiydi, aldığı tepki biraz cesaretini kırsa da aldırış etmemeye çalışarak eğilip küçük kızın yanına oturuverdi.

"Ben de kum oynamak istiyorum. Onun için geldim." Dedi bağdaş kurarak oturduğu yere iyice yerleşirken.

"İyi, bana ne?!" diye aldırmaz bir ses tonuyla ona kötü kötü bakmaya devam ediyordu Lena. "Git başka yerde oyna o zaman! Kocaman kumsalda başka yer mi kalmadı?"

"Yok ben burada oynamak istiyorum." dedi Batu sakince. "Hem burası gölge, fazla güneş gelmiyor."

Lena'nın küçücük burun delikleri öfkeyle açılıp kapanmaya başlamıştı.

"Gölgeyi ne yapacaksın ki sen." dedi ters ters. "Güneşte dursan da bir şey olmaz, zaten kapkarasın!" dedi Batu'yu baştan aşağı süzerek.

Batu o yandan gülümsemesiyle elinden geldiğince şirin şirin bakmaya çalıştı Lena'ya.

"Aşk olsun. Senin kadar beyaz değilim diye niye kızıyorsun?"

"Beyaz değilsin diye değil. Benimle oynamanı istemediğim için kızıyorum!" diye diklendi Lena. "Gidip başka yerde oynar mısın lütfen?"

"Neden ama? Neden burada oynamamı istemiyorsun?"

"Çünkü o kadar kocamansın ki benim bütün oyun alanımı kaplıyorsun!" diye bağırdı Lena öfkeyle. "Git başka yerde oyna!"

"Yok ben burada oynayacağım. Ama merak etme senin oyun alanına karışmayacağım. Burada uslu uslu kendi şatomu yapacağım sadece." derken elleriyle kumu kazmaya başlamıştı bile.

Lena burnundan soluyacak kıvama gelmişti artık. Batu ona hiç bakmadan ıslık çalarak kumu kazmakla uğraşırken o hiçbir şey söylemeden ters bakışlarla Batu'yu izliyordu. Sonra o yokmuş gibi davranma kararı almış olacak ki kendi projesiyle uğraşmaya devam etmeye döndü. Yine de durup durup göz ucuyla Batu'ya bakıyor, onun kumdan ne yapacağını anlamaya çalışıyordu.

Sonunda dayanamadı. Merakına yenik düştü.

"Ne yapıyorsun bakalım sen öyle?" derken sesine umursamaz bir hava vermeye çalışsa da başarılı olmamıştı.

Onun sesindeki merakı fark eden Batu bıyık altından gülümsedi.

"Dedim ya şato yapacağım."

Batu'nun kazıp durduğu kum yığınına şöyle bir bakış attı Lena. "Hııı, ben de inandım!"dDedi burun kıvırarak. "Öyle şato mu olur? Senin yaptığın saçma sapan bir şey!!"

Batu bu aşağılamaya karşın hiç istifini bozmadan "E daha başındayım çünkü." dedi. Sonra başını kaldırıp Lena'ya bakarak gülümsedi. "Kovanı ödünç alabilir miyim? Biraz suya ihtiyacım olacak da."

"Hayır alamazsın!"

Pat diye cevabı yapıştırdığı gibi kovasını kumdan alıp kucağına çekti Lena. "Bu benim kovam!"

"E ama kova olmadan nasıl su dökeceğim buraya ben?"

"Bana ne?" diye terslendi Lena. "Ne yaparsan yap! Sence bu benim sorunum mu?" dedi küçümser bir tavırla.

Bunu söylerken öylesine büyümüş de küçülmüş bir hali vardı ki bütün moral bozukluğuna rağmen gülmemek için kendini zor tutuyordu Batu.

"Peki o zaman." dedi gülmemek için dudaklarını ısırarak. "Ben de kendi yöntemlerimle halledeceğim artık." diyerek oturduğu yerden kalktı. Denize doğru yürürken Lena'nın meraklı gözlerle kendisini izlediğini görebiliyordu. İki avucunu birleştirerek suya eğildi, sonrasında da hızlı hızlı yürüyerek geri gelip avuçlarına doldurduğu suyu kazdığı yerin üstüne döktü. Ancak doğal olarak bu yöntem pek işine yaramamış, kazdığı yere gelene kadar avuçlarına doldurduğu suyun yarısından fazlası dökülmüştü. Durum böyle olunca Batu'nun kazdığı yere dökebildiği su ancak birkaç damladan ibaret kalmıştı.

Bunu gören Lena keyifle kıkırdadı.

"Çok salaksın!" dedi küçümseyen bakışlarla Batu'nun kazdığı yere bakarken. "Böyle biraz zor ıslatırsın sen kumunu!"

"Olsun." dedi Batu omuzlarını silkerek. "Birkaç kez gidip gelirsem ihtiyacım olan kadar suyu taşımış olurum buraya ben."

"Hııı tabii görürüz." dedi Lena ve ayağa kalktı. Büyük bir çalımla elindeki kovasını sallaya sallaya denize doğru yürüdü. Batu'ya omzunun üzerinden nispet dolu bir bakış attıktan sonra eğilip kovasına su doldurdu ve yüzünde imalı bir gülümsemeyle yandan yandan Batu'ya bakarak gelip kum oynadığı alanın üzerine kovadaki suyu döktü.

Batu "Ödünç vermeyecek misin şimdi kovanı bana yani?" derken eskiden Lena'nın üzerindeki etkisini kanıtlamış olan gülümsemesiyle bütün şirinliğini takınmaya çalışıyordu. Ne var ki Lena bu defa onun şirinliklerine hiç pas verecek gibi değildi.

"Hayır vermeyeceğim." dedi inatla omuzlarını silkerek. Bir yandan da küreğini eline almış kumu eşeliyor, Batu'ya hiç aldırış etmiyordu.

"Ama neden? Sen kovayı kullandın nasılsa. Daha fazla ihtiyacın kalmadı. Bir seferliğine bana ödünç versen ne olur ki Lenacım?"

Lena gözlerini kocaman açarak öfkeyle ona baktı.

"Bana 'Lenacım' deme!!" diye ciyakladı.

Ses tonunu öyle yükseltmişti ki onun daha fazla damarına basarak her şeyi tamamen mahvetmeyi gözü yemedi Batu'nun.

"Tamam tamam istemiyorsan demem." dedi telaşla. "Ne dememi istiyorsun peki? Söyle de bileyim öyle hitap edeyim sana."

Lena ona kötü kötü bakarak "Hiçbir şey deme! Benimle konuşma! Git buradan, benim yanımda da kum oynama!" dedi bütün huysuzluğuyla.

"Ama şato yapacaktım ben." dedi Batu son bir kez şansını deneyerek. Nasıl olmuştu da her şey yine ters tepmişti inanamıyordu. Eskiden Lena'yla ne kadar iyi anlaştığını düşündükçe ne yapıp edip bir noktadan sonra Lena'yı yumuşatabileceğini, suyuna giderek onun huysuzluğunu hafifletebileceğini düşünmüştü. Ancak işler hiç de umduğu gibi gitmiyordu. Lena bu inadını gerçekten de halasından almıştı galiba. Nuh diyor peygamber demiyordu.

"Git başka yerde yap şatonu o zaman!" diye bir posta daha azarladı onu Lena. "Zaten bir şey yapabildiğin de yok." diye ekledi sonra Batu'nun önündeki kum yığınına küçümseyen bir bakış atarak.

"E sen bana kovanı ödünç vermediğin için şimdiye kadar fazla bir şey yapamadım. Ama kovanı bana bir kereliğine ödünç verirsen çok güzel bir şato yapacağım sana. Hem irşaat mülendisiyim ya ben unuttun mu?" diye umutla sordu. "Yine Rapunzel'in şatosu gibi şato yapsam sana? İstemez misin?"

"Senin irşaat mülendisi olmandan bana ne?!" diye bir kez daha bütün umursamazlığıyla taşı gediğine koydu Lena. "Hem sen niye bana şato yapıyorsun ki? Senden şato yapmanı isteyen mi oldu?"

"Hayır ama ben senin için..." diyordu ki Lena lafını ağzına tıktı.

"Yapma istemiyorum!" Diye bağırdı Lena. "Niye hala benimle konuşmaya çalışıyorsun ki sen? Artık küsüm ben sana! Bir daha da konuşmayacağım! Sen git o deniz anası salyalı kadının Lena'sına yap o şatoyu tamam mı? Senden şato falan istemiyorum ben!"

"Lenacım bak..." Lena'nın çığlık atmak üzere olduğunu görünce aceleyle "Tamam tamam özür dilerim, 'Lenacım' demeyeceğim!" diye ekledi. "Niye böyle yapıyorsun?" derken sesine samimi bir üzüntü hakimdi. "Bana kızdığını biliyorum ama ben. Yani eğer benimle sinirlenmeden konuşabilirsen ben özür dilemek istiyorum senden. Bir de... Bir de bana Laloş'un nerede olduğunu söylersen..."

Lena ani bir hareketle elini kuma daldırıp aldığı bir avuç dolusu kumu Batu'nun suratına fırlattı.

Batu ellerini gözlerini kapatarak "Ahh!" diye bağırırken Lena bir avuç dolusu kum daha attı yüzüne.

"Ohhh canıma değsin!" diye bağırdı. "Bir daha Laloş'u sorma bana! Laloş'la da benimle de konuşma! Artık biz de Daniel gibi seni sevmiyoruz tamam mı?! Git yeni sevgilinle konuş, git onun Lena'sıyla şato yap sen! Yeter artık bir daha da yanıma gelme! Gelirsen ağzına da kum atarım ona göre, sonra burada oturup kum kusarsın!"

Batu acı dolu initilerle yüzünü gözlerini ovuştururken o binbir çalımla aletini edevatını toparlayıp ayağa fırladı. Yürürken bilerek ayaklarıyla Batu'ya doğru kum sıçrata sıçrata ilerledi, annesiyle İrem'in yanına gitti.

***

O gittikten sonra yaklaşık bir beş dakika kendine gelemedi Batu. Bunda Lena'dan işittiği sözler ve son umudunun da elinde kalmış olmasının yanı sıra gözlerinin fena halde yanmasının da payı vardı! Güç bela yerinden kalkıp zar zor duşlara doğru yürüdü, elini yüzünü yıkadı. Sonunda gözlerinin yanması biraz olsun hafiflediğinde yeniden lobiye doğru yürümeye başladı. Bir kez daha Lena'nın yanına gitmeyi gözü yemiyordu çünkü! Halbuki daha farklı olacağını, eskiden olduğu gibi ağzından girip burnundan çıkarak Lena'yı kandırabileceğini düşünmüştü. Ama elinde kalan bu son seçenekten de bir hayır gelmemişti işte sonunda.

Lobide biraz önce oturduğu koltuğun kendisini beklercesine bomboş durduğunu görünce oraya yöneldi. Bütün miskinliğiyle uyuklamaya devam eden Lucky'nin yanına bıraktı kendini. Başını koltuğun arkasına yaslayarak gözlerini yukarı dikti. Şimdi ne yapacaktı? Böyle hiçbir şey yapmadan nasıl bekleyecekti? Ayrıca neyi? Ne için bekliyordu? Lale şimdi şu kapıdan içeri girse ne olacaktı ki? Ne yapacaktı? Ne yapacağını biliyor muydu? Derin bir iç geçirerek ellerini yüzüne kapattı. Yavaş yavaş aklını kaybettiğini hissediyordu.

"İyi misin?"

Duyduğu sesle beraber ellerini yüzünden çekti. Oturduğu koltuğun hemen yanında, yüzünde kararsız bir ifadeyle ayakta dikilen İrem'i görünce doğruldu, sırtını dikleştirdi.

"N'oldu?" Dedi. "Bir şey mi oldu? Bir şey mi öğrendin?"

İrem hafifçe alt dudağını dişleyerek ona baktı. Öğrenmesine öğrenmişti de Batu'ya söylemek konusunda kararsızdı. Ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. İkisinin arasındaki meselelere daha fazla karışmamalı mıydı? Yoksa bir kere karışmışken elinden geleni yapana kadar işin ucunu bırakmamalı mıydı? Dün gece Batu'nun o deliye dönmüş haline dayanamayıp istediğini yapmış, Levin'i arayarak tekneyi çıkarmasını rica etmişti. Ama Batu hiç beklemediği bir şey yaparak o tekneye Ela'yı da getirmişti! Onun için hem üzülüyor hem de neden böyle davrandığına bir anlam veremeyerek ona sinirleniyordu. Lale'nin Timuçin'in oteline gitmek için tutturduğu o gece, Ela'nın odasının kapısının önündeki hali aklına geldikçe resmen içi acıyordu. Ona göre o gece o odaya girip Ela'yla yatmayı bildiyse, şimdi böyle kukumav kuşu gibi kara kara düşünmeyi de hak ediyordu Batu! Ama gözlerindeki şu tedirginliği gördükçe ona üzülmeden de edemiyordu.

Biraz önce Merve'yle konuşmuş, Lale'nin dün gece onlarda kalmadığını öğrenince panikle Derya'yı aramıştı. Derya'dan da bir şey öğrenemeyince endişesi daha da artmış ancak Seymur'u arayıp dün gece Lale'nin onda kaldığını öğrenince rahatlamıştı. Lale'yi bu sabah hiç görmediğini, uyandığında gitmiş olduğunu söylemişti Seymur. Sözde Derya'ya nişan hediyesi bakmak için İskenderun'a gideceğini söylemişti ona. "Pek yemedim gerçi ben ama arabayı isteyince 'hayır' da diyemedim." demişti. "Ben kalktığım saat yedi buçuktu, Lale de arabayı almış gitmişti. Sabahın yedi buçuğundan önce ne hediye bakması ne İskenderun'a gitmesi anlamadım ama neyse artık, akşam döndüğünde soracağım." demişti. İrem de aynen böyle düşünüyordu. Lale'nin sabahın o saatinde sırf Derya'ya nişan hediyesi bakmak için kalkıp gittiğine pek inanası gelmiyordu. Ama Lale'ye ulaşmak imkansızdı. Dün geceden beri telefonu hala kapalıydı. Seymur ise endişelenecek bir şey olmadığını, Lale'nin akşama döneceğini iddia ediyordu. Ona göre bu kadar üzerine gitmek de iyi değildi, sonra ters tepince çok daha vahim sonuçlar doğurabiliyordu zira. "Tepesi atar da yine Timuçin'e falan gitmeye kalkar Allah korusun!" deyince İrem'in de içine kurt düşürmüştü. Ama Seymur Lale'nin aynı hatayı bir daha yapmayacağını söyleyip duruyordu. "Zaten pişmanlıktan kafasını duvardan duvara vuruyor, bir daha hayatta muhatap olmaz o adamla. Ya dün gece tesadüfen karşımıza çıktı diye cin çarpmışa döndü kız ya, bi de kendi ayağıyla onun yanına mı gidecek saçmalama Allah aşkına!" demişti. Hem zaten Timuçin bugün de babasıyla beraber tüm gün Antakya'daki konferansta olacaktı. İstese de onun yanına gidemezdi Lale. "Biraz kafasını dağıtmaya gitmiştir, birkaç saat sonra döner nasılsa." diyordu Seymur. İrem onun kadar emin olamıyordu ama Seymur'un söyledikleri biraz olsun içini rahatlatmıştı. "Zaten akşam annemin kuzeni Rula'nın evinde davet var, oraya götüreceğim ben Lale'yi. Mina Teyze arayıp onu ikna etmemi söyledi, Lale gelir gelmez Rulalar'a götüreceğim ben onu. Sana da haber veririm, merak etme." diyerek telefonu kapatmıştı Seymur.

Ve şimdi bütün bunları Batu'ya anlatıp anlatmaması gerektiğini düşünerek kendi kendini yiyordu İrem. Batu'nun "Bir şey mi öğrendin?" diye soran sesindeki o heyecanı fark etmemek imkansızdı. Tamam dün akşam tekneye Ela'yı da getirmişti ama. Düşününce onu da anlayabiliyordu. Daha fazla açık vermemek için aklınca Ela'yı kalkan olarak kullanmıştı işte.

Sonunda kararını verdi. Seymur'dan öğrendiklerini anlatmak için ağzını tam açmıştı ki. Omzuna bir el dokundu.

"Günaydın!"

Duyduğu sesle beraber başını yana çevirdiğinde yukarıdaki güneş kadar parlak bir gülümsemeyle onlara bakan Ela'yla karşılaştı. Bronz tenine çok yakışan mercan rengi bikinisinin üzerine transparan beyaz bir plaj elbisesi giymiş, omzuna astığı plaj çantası ve güneş gözlüğüyle güneşlenmeye hazır ve nazır görünüyordu.

İrem daha ne olduğunu anlamadan Ela yanağına bir öpücük kondurdu. Hemen sonra da eğilip aynı öpücükten bir tane Batu'nun yanağına bırakıverdi.

"Günaydın canım!" dedi İngilizce konuşarak. "Yine nasıl bu kadar erken uyanabildin sen?! Gece yaptığımız tekne gezisinden sonra sabaha karşı yatınca bir türlü uyanamadım ben!"

İrem gözlerini devirerek başını çevirdi. Elinin tersiyle Ela'nın dudaklarındaki parlatıcının yanağında bıraktığı o yapış yapış ıslak izi silmeye çalışıyordu bir yandan da.

"Uyandım işte." dedi Batu kısaca. Sonra hızla ayağa kalkarak İrem'in karşısına dikildi. "Ne söyleyecektin sen bana?" derken gözlerinin tam içine bakıyordu. "Ne diyecektin?"

İrem tartan gözlerle ona şöyle bir baktıktan sonra omuzlarını silkti. "Hiç." dedi. "'İyi misin' diye sormaya gelmiştim." dedi. "Başka ne olabilir ki?" Dikkatle kendilerini dinleyerek konuştuklarını anlamaya çalışan Ela'yı fark edince gözlerini devirdi. "Neyse ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim." dedi imalı bir sesle. "Görüşürüz."

Tam gidiyordu ki Batu sertçe koluna yapışınca durmak zorunda kaldı. Bakışları soru işaretleriyle doluydu.

Batu hafifçe öksürerek boğazını temizledi. "Bir şey söyleyecektin sen." dedi boğuk bir sesle. "Hiç boşuna inkar etme, biliyorum! Bana bir şey diyecektin sen."

İrem sertçe kolunu çekip silkelenerek kurtuldu ondan.

"Ne söyleyeceğim sana ya..." derken sesine engel olamadığı bir kızgınlık hakimdi. "Bir şey söylenecek halin mi var senin?"

"İrem..." dedi Batu uyarır gibi. "Bak benim sabrımı taşırma, ne söyleyeceksen beni daha fazla delirtmeden söyle şunu!"

"Hiçbir şey söylemeyecektim sana." dedi İrem aldırmaz bir tavırla. "Lena ağlayarak yanımıza gelince seni merak etmiştim sadece, nasıl olduğuna bakmak için geldim. Ama nasılsa keyfin gayet yerinde senin." diyerek başıyla Ela'nın durduğu tarafı işaret etti. Tam o sırada lobiye sökün eden grup gözüne çarpınca sinirle güldü. "Hah Turgut Abi'nin kuzenleri de geldi!" dedi alayla. "Şimdi tam oldu işte! Bir tarafta Ela, bir tarafta Be..." derken son anda kendini frenleyerek sustu. Bunca senedir tanıdığı Begüm için, özellikle de kız birkaç metre ötedeyken, kötü bir şey söylemek istemiyordu. Begüm'ün Ela'ya dik dik baktığını görünce ise gözlerini devirdi. Batu'ya bakarak "Neyse hadi sana iyi eğlenceler." dedikten sonra arkasını döndü gitti.

**

Arsuz'un o meşhur gün batımının eşliğinde sahil şeridindeki o yolda acele etmeden ilerliyor, her zamankinin aksine bu kez arabayı oldukça yavaş sürüyordu Lale. Hemen sağında çarşaf gibi uzanan Akdeniz'in üzerinde giderek alçalıp gökyüzünü kızıla boyayarak yavaş yavaş batan güneş, gözündeki o kocaman siyah gözlüklerine rağmen gözünü aldığından, gün batarken gözünü bu manzaradan ayırıp da önünde uzayıp giden asfalt yola konsantre olmaktan zorlandığından belki. Belki İskenderun'dan Arsuz'a giden bu yolu ne kadar çok özlediğini fark ettiğinden. Ama en çok da Selin'in söyledikleri tek tek kafasının içinde dönüp durduğundan.

Haklı olabilir miydi Selin? Gerçekten de kendine acımaktan asıl noktayı kaçırıyor, Batu'ya ne büyük haksızlık ettiğini unutuyor olabilir miydi? Olabilirdi elbette. Zaten Selin bunu söylediğinde de bebeğini kaybettiğinden beri yaptıkları, yaşadıkları. Hepsi hızlıca şöyle bir gözünün önüne gelmiş ve Selin'in söylediğine hak vermeden edememişti. Ama bu neyi değiştirecekti ki? O günlerdeki içine kapanık tavırlarıyla, ondan uzak duruşuyla Batu'ya haksızlık ettiğini zaten biliyordu. En büyük haksızlığı da yine sadece kendi acısına odaklanıp onu burada bırakıp giderek yapmıştı, onu da biliyordu. Ama niyeti bu değildi ki? Her ne kadar Batu'yu buna asla inandıramayacağını bilse de bu davranışlarıyla onu daha fazla yıpratmamak adına da gitmek istemişti.

Gerçi artık bütün bunları tekrar tekrar konuşmanın kime ne faydası vardı. Bilemiyordu. Tek bildiği, Selin'in söylediklerine hak verdiği, istemeden de olsa Batu'ya haksızlık ettiğinin farkında olmasıydı. Ama şimdi... Kendisi ona nasıl haksızlık ettiyse, şimdi de aynı şeyi Batu ona yapıyordu. Geldikleri bu noktanın geri dönüşü olabilecek miydi? Olsa bile Batu bunu isteyecek miydi? Pek zannetmiyordu.

Selin kadar güçlü olabilecek miydi hiç acaba? Yıllar geçtikten sonra Batu'nun çocuklarının fotoğraflarını görmek isteyecek gücü bulabilecek miydi kendinde? Midesinin kasıldığını hissedince elini karnına götürerek yüzünü buruşturdu. O kadar inanılmaz, o kadar gerçek dışı geliyordu ki bu ihtimal. Ama şimdi, bunca zaman sonra, Selin kendinde bunu yapacak gücü buldu diye onu, abisini kendisinin Batu'yu sevdiği kadar sevmemekle suçlayamazdı ki. Onun Leon'u nasıl sevdiğini en iyi bilenlerden biriydi belki. Demek ki sorun sevgide değildi. Peki neydeydi o zaman? Tek gereken aradan biraz zaman geçmesi miydi? Zaman her şeyin üstünü örtüyor, her yangını küllendiriyor, her yaraya kabuk bağlatıyor muydu sahiden? Bunu kabul etmek ne kadar acı olsa da bütün bu soruların yanıtının 'evet' olduğunu bilecek kadar yaşamıştı bu dünyada. Hala acıdan nefesi kesilecek gibi olsa da bebeğinin kaybının acısı bile küllenmemiş miydi işte? İlk günlerdeki gibi her anını onu düşünmekle geçirmediğini fark ettikçe duyduğu vicdan azabı bundan değil miydi? Kimi zaman Batu'yla ayrılıklarına bebeğinin kaybından daha çok üzüldüğünü düşünerek kendine kızmıyor muydu? Batu'yla her şey düzelmiş olsa, bütün bunlar, o Ela'lar, düşündükçe midesini kaldıran Timuçin'ler, "ben artık seni sevmiyorum"lar hiç yaşanmamış olsa hiç zaman kaybetmeden yeniden hamile kalmak isteyeceğini adı gibi biliyordu. Ve bunu bilmek kendini oğluna karşı inanılmaz suçlu hissetmesine neden oluyordu. Şimdi bütün bunları arka arkaya düşününce bunu kabul etmek çok canını acıtsa da zamana karşı koymanın imkanı olmadığını bir kez daha anlıyordu. E o zaman şimdi kendini bu kadar harap etmesinin anlamı neydi? Ama o kadar kolay değildi işte! 'Nasılsa aradan biraz zaman geçince ben de kendimi toparlayacağım, ben de Selin gibi olacağım' diyerek teselli edemiyordu kendini! Edemezdi de. Çünkü Selin gibi olmak da istemiyordu ki o! Yıllar sonra Beril'le buluşup Batu'nun çocuklarının fotoğraflarına bakmak istemiyordu o! Bunu aklından geçirmek bile midesini ağrıtırken gerçeğe dönüşmesini asla ama asla istemiyordu. Ama bu halde daha ne kadar devam edebileceğini de bilmiyordu. Bundan iki yıl önce Batu'yu ilk tanıdığında ne kadar istese de aralarına mesafe koymayı başaramayacağını fark ettiğinde onları birbirlerinden uzaklaştırmak için aralarında uzanan bütün engellere rağmen sonuna kadar gitmeden, Batu'yla sonlarının ne olacağını görmeden ondan kopamayacağını anlamıştı. Sanki aynı şey şimdi de geçerliymiş gibi hissediyordu. Her ne kadar Selin gibi yeni bir başlangıç yapacak gücü kendinde bulabilmeyi istese de bir yanı da Batu'nun bundan sonraki hamlesinin ne olacağını görmek istiyordu. O hamlenin kendisini bir kez daha paramparça edeceğinden emin olsa da içinde küçük bir umut ışığı beslemeden edemiyordu. Belki sonunda vazgeçerdi. Belki de onu hala seviyordu. Belki de tüm bunları sırf...

Seymur'un eski arabasıyla Arsuz'a doğru ilerlerken bir ara dalgınlıkla elini dudaklarına götürdüğünde canının acımasıyla dudağının kenarındaki uçuğunu da yeniden hatırlamış oldu. Güneşliği indirip içindeki küçük aynada uçuğuna baktı. Dün akşamki kadar olmasa da hala biraz zonkluyor, üstelik görünüş olarak da pek iç açıcı bir görüntü sergilemiyordu! Bir eczaneden uçuk kremi alsa iyi olacaktı.

Eczane deyince Melisa düştü aklına. Selin'le buluştuktan sonra şimdi nasıl onun yüzüne bakacaktı? Cafe Flör'de Selin'le buluşup saatlerce oturduğu, sarılıp ağlaştığı, uzun uzun dertleştiği bir şekilde Melisa'nın kulağına gittiği takdirde ne kadar açıklaması zor bir duruma düşeceğini fark edince sıkıntıyla içini çekerek güneşliği sertçe kapattı. Dikkatini yeniden yola vermeye çalıştı. Hafta içi bu saatte onu Cafe Flör'de kim görüp de Melisa'ya yetiştirecekti? Gerçi burası İskenderun'du. Nasıl olduğunu yıllardır çözememiş olsa da hiçbir şeyin gizli kalmadığını öğreneli yıllar olmuştu. Herkes birbirini tanıdığından laf dönüp dolaşır, bir şekilde yerine ulaşırdı. Hem öyle olmasa bile, Melisa Cafe Flör'de Selin'le buluştuğunu hiç öğrenmeyecek olsa bile, kendi vicdanı ne olacaktı? Selin'le oturup saatlerce abisiyle yaşadıkları ilişkiden konuştuktan sonra Melisa'nın yüzüne bakmaktan hiç mi rahatsızlık duymayacaktı? Daniel ve Lena'nın fotoğraflarına bakarken Selin'in gözlerine oturan o bakış aklına gelince daha da fena oldu. Hiçbir şey söylemese de o anda aklından neler geçirdiği öyle belliydi ki Selin'in. Bu saatten sonra 'neden böyle oldu?' diye sormanın kimseye bir faydası yoktu ama insan merak etmeden de duramıyordu işte. Abisi ve Selin her şeye rağmen evlenip bir aile kurabilselerdi... Neler düşündüğünü fark ettiği anda off'layarak sinir içinde alnına dökülen saçlarını geriye doğru itti. Böyle şeyler düşünmemeliydi artık! Bu en başta Melisa'ya haksızlıktı! Üstelik çocuklar büyümüş, kocaman olmuşlardı. Daniel ikinci sınıfa gidiyordu, Lena da anaokuluna! Selin'in kızı Didem bile neredeyse iki yaşına gelmişti! Çocuklar olmasa bile Melisa bunu asla hak etmiyordu. Onu üzecek bir şeyi kesinlikle istemezdi.

İstemezdi de... Selin'in de abisinin de hayatları boyunca birbirlerini düşünecek, ancak asla bir araya gelemeyecek olmaları o kadar acıydı ki. Nasıl bir şey olduğunu düşünmek bile istemiyordu. Hoş bu gidişle düşünmesine hiç gerek kalmadan kendini aynı durumun içinde bulacak gibi görünüyordu ya. Bu Batu'nun ne kadar umrunda olacaktı, orası tartışılırdı. Tıpkı abisinin yaptığı gibi Batu'nun da önüne çıkan ilk kadınla evleneceği açıkça ortadaydı ama o sonradan abisi gibi pişman olur muydu. İşte onu hiç zannetmiyordu.

Kafasında bu konuları enine boyuna düşünerek yol almaya devam ederken ne zaman Arsuz'a girdiğinin farkında bile olmamıştı. Gözlerini yoldan ayırıp başını sağa çevirdiğinde birkaç dakikaya kalmadan Arsuz Otel'in önünde olacağını idrak edince panikledi. Arabayı hızla sağa çekti. Panik içinde etrafına bakındı. Ne yapacaktı şimdi? Nereye gidecekti? Aslında neden Arsuz'a dönmüştü ki? Tekrar Mersin'e gitseydi ya? Neden gene buraya gelmişti? Batu ve Ela'dan uzak duramıyordu galiba?! Derya'nın nişanına kadar Mersin'de kalsa, bu iki geceyi orada geçirip nişan sabahı Arsuz'a gelseydi ya? Niye buraya gelmişti ki sanki yine? Selin'le vedalaşırken öyle kötü olmuş, o kadar çok ağlamıştı ki arabaya bindiği anda nereye gittiğini düşünmeden gaza basmış, bir anda kendini Arsuz yolunda buluvermiş ve ancak Arsuz'a girdiğinde nereye gittiğinin farkına varabilmişti! Acaba arabadan hiç inmeden gerisingeri direkt Mersin'e dönse miydi? En iyisi bu olacaktı sanki?

Yolcu koltuğunda duran çantasına uzanıp sabahtan beri kapalı tuttuğu telefonunu çıkardı. Bir Mersin'de evdeyken Selin'i aramak için açmıştı telefonu. Bir de Cafe Flör'de yine Selin'le otururken ona Daniel ve Lena'nın fotoğraflarını göstermek için. Sonrasında hemen tekrar kapatmıştı ama açtığı anda da Melis, Derya, İrem ve Seymur'un "Lale neredesin sen?!" temalı mesajları ardı ardına düşmüştü telefonuna. Hadi onlarınki neyse de, en kötüsü annesininkiydi. Hiç noktalama işareti kullanmadan büyük harflerle "Lale neredesin hemen beni ara çok merak ediyorum" yazdığına bakılırsa ne kadar sinirli olduğunu tahmin etmek zor değildi. Onu bu kadar merakta bırakmanın bir anlamı yoktu artık. Selin'in yanındayken konuşamayacağı için hiçbir mesaja cevap vermeden telefonunu tekrar kapatmıştı ama artık daha fazla kaçamayacağının farkındaydı. Özellikle de annesinden! Meraktan deliye dönmüş olmalıydı. Ondan haber alamayınca ortalığı ayağa kaldırmıştı mutlaka. Şimdi hepsine teker teker hesap vermek zorunda kalacaktı. Ayşe Hanım'la Galip Bey'e, Melis'e, nişan telaşının arasında bile onu arama nezaketini gösteren Derya'ya, İrem'e, sabahın köründe arabasını alıp çıktığı Seymur'a... Düşündükçe içi daraldı. Sıkıntısı daha da arttı. Hadi diğerleri neyse de annesini nasıl sakinleştirebilecekti acaba? En iyisi telefon açmak yerine direkt eve onu görmeye gitmekti galiba. Saate bakılırsa babası henüz eve dönmemiş olmalıydı. Anneannesi ve Levin'den emin olamıyordu. Ama annesi kendisine bu kadar öfkeliyken arayıp "Anneannemle Levin evde değillerse seni görmeye geleceğim" demeye de pek cesaret edemiyordu!

İçini çekerek başını arkaya yasladı. Öyle yorgun hissediyordu ki kendini. Zaten dün gece çok az uyumuştu. Buna bir de bütün gün ağlaması ve saatlerce araba kullanması eklenince şu an kendini bayılacak gibi hissediyordu. En iyisi hızlıca annesine uğrayıp gönlünü almak, onun merakını yatıştırdıktan sonra da Melisler'e dönüp anında kafayı vurup yatmaktı. Bu akşam Batu ve sevgili sevgilisi Ela'yla karşılaşma ihtimalini de sıfıra indirmiş olurdu hem böylece! Çocukları da görmüş olurdu. Dünden beri özlemişti. O kadar mutsuzdu ki ona iyi gelecek tek şeyin Daniel ve Lena olduğunu biliyordu. Tabii onları görmek demek Melisa'yla da karşılaşmak zorunda kalmak demekti ama. Bundan kaçamayacağının zaten farkındaydı.
Bir kez daha derin derin içini çekti. Ve uzanıp kontağı çevirerek arabayı yeniden çalıştırdı. Eve gidiyordu.

**
Bir saat kadar sonra bir yanında annesi, diğer yanında da Seymur'la Rulalar'ın evine doğru yürürken büyük bir öfke içinde Selin'den ayrıldıktan sonra neden gerisingeri Mersin'e gitmediğini sorguluyordu. Anneannesi ve Levin'le, hatta büyük bir ihtimalle babasıyla da, karşılaşma ihtimaline rağmen sırf annesini daha fazla merakta bırakmamak için eve onu görmeye gitmesiyle bir emrivaki sonucu bir kez daha kendini hiç istemediği bir durumun içinde bulması bir olmuştu. Abisi, Melisa ve çocuklar bu akşam Melisa'nın ailesinde yemek yiyecekleri için evde değillerdi. Tahmin ettiği gibi babası henüz eve dönmemişti. Anneannesi ve Levin de evde değillerdi. Ancak buna sevinmeye fırsat bulamamıştı. Çünkü bütün günü onu merak ederek geçirmiş ve saatlerdir evde tek başına kurdukça kurmuş olan annesinin öfkesi şimdi on kaplan gücündeydi! Lale'ye pek bir şey açıklama fırsatı bırakmadan söylenmeye başlamış, sonrasında nasıl olduğunu Lale'nin hala anlamadığı bir şekilde lafı Rula'nın bu akşam verdiği davete getirmiş ve o kadar ısrar etmiş, o kadar çok inat etmiş, gitmemek adına öne sürdüğü bütün bahaneleri tek tek öyle güzel çürütmüştü ki şimdi düşününce bunu nasıl yaptığını bir türlü anlayamıyordu. Kendisine hiç söz hakkı tanımamıştı bile! Sadece annesi bütün gün nerede olduğunu sorduğunda Derya'ya nişan hediyesi almak için İskenderun'a gittiğini ve gün boyunca orada burada hediye baktığını söyleyebilmiş, sonrasında adeta ağzını açacak fırsat bulamamıştı. Annesi bu kimseye haber vermeden alıp başını gitme hallerinin artık fazla uzadığını, bir an önce kendini toparlaması gerektiğini söyleyerek hiç susmadan ona uzunca bir nutuk çekerken birdenbire konu nasıl olup da Rula'nın davetine gelmişti cidden anlam veremiyordu.

"Gitmek istemiyorum ben! Kimseyi görmek istemiyorum, kimseyle konuşacak halde değilim ben!" demeye kalkmış, ancak "Yeter artık Lale, daha fazla insanlardan kaçamazsın artık! Ne bu canım, böyle kaçıp saklanacak bir şey mi yaptın ki insan içine çıkmaya çekiniyorsun?!" diye başlayan annesi bütün çabalarını geri püskürterek bu gerekçelerine hiç kulak asmamıştı. "Çok uykum var benim, n'olur bırak da Melisler'e gidip uyuyayım" yalvarmaları da "Fazla durmayacağız zaten, bir saat daha uykusuz kalsan bir şey olmaz! İki insan görür, iki çift laf edersen senin de kafan dağılır biraz!" diye geri püskürtülmüştü. "Şimdi herkes şıkır şıkırdır orada, ben bu kıyafetlerle gidemem!" bahanesi ise annesinin "Melisa'nın elbiselerinden birini giyiverirsin ne olacak!" diye kestirip atmasıyla beraber ellerinden kayıp gitmişti. Tüm bunlara bir de saat sekize gelirken bahçe kapısında beliren Seymur'un "Hadi Mina Teyze gitmiyor muyuz?" diye seslendiğini duyunca şoka girmişti. Seymur'la annesinin onu bu davete götürmek için iş birliği yaptığına inanamıyordu! Annesinin bu davete neden bu kadar taktığını da anlamıyordu! Annesi Rula'dan fazla hoşlanmazdı bile! Ama bütün gün nerede olduğunu bilmediği için merakten deliye döndüğü kızını bu akşam yalnız bırakmama konusunda o kadar kararlıydı ki anlaşılan sırf o insan içine karışsın diye Rula'ya olan antipatisini bile bu akşamlık bir kenara bırakmaya karar vermişti. Genelde bu tür emrivakileri yapan annesi değil, anneannesi olurdu çünkü. Ve sebebi de her zaman aynı olurdu: onu birileriyle tanıştırmak. Şimdi annesinin bu hareketlerini çok eleştirdiği anneannesi gibi davranmaya başlamasına bir anlam veremiyordu.

Sonunda dayanamadı.

"Anne bak eğer anneannemin yaptığı gibi iki arada bir derede beni birileriyle tanıştırmak için oraya götürüyorsan..."

"Saçmalama Lale!" diye sert bir sesle azarladı onu Mina Hanım. "Kimle tanıştıracakmışım seni? Aklından neler geçiyor öyle! Ben birkaç insan gör, iki çift laf et de kafan dağılsın diye bu kadar uğraşırken senin düşündüğün şeye bak! Çok istiyorsun birileriyle tanıştırılmayı, özledin herhalde?"

Lale'nin gözleri hayretle büyüdü.

"Anne ne biçim konuşuyorsun sen ya?!"

"Sen de konuşturma o zaman! Hadi şu uçuk kremini de sür de çıkalım artık, Seymur kaç dakikadır ağaç oldu beklemekten!"

Ve işte sonunda evden çıkabilmişler, Rula'nın Garaj'ın tam karşına düşen evine doğru yürümeye başlamışlardı.

Seymur'a "Keşke sen sizin evden direkt tekneyle geçseydin oraya." demeden edemedi Lale. "Hiç yürümekle uğraşman gerekmezdi, evin önünden binip Rulalar'ın evinin önüne de bırakırdın tekneyi."

"Öyle yaptım zaten." dedi Seymur rahatlıkla omuzlarını silkerek. "Tekneyi bıraktım, insanlara bi merhaba dedim, sonra da yürüyerek sizi almaya geldim."

"Niye böyle bir şey yaptın?" dedi Lale şaşkınlıkla.

"Senin gelmek istemeyip Mina Teyze'ye zorluk çıkaracağını bildiğimden ona yardım etmek için." diye sırıttı Seymur.

"Yani anne sana inanamıyorum ya, sırf ben şu aptal davete gideyim diye çocuğa yaptırdığın şeye bak ya!"

"Mina Teyze bir şey demedi ya, ben kendim gelip sizi almak istedim." diye telaşla atıldı Seymur. Yeniden bir anne-kız atışmasının ortasında kalmak istemediği her halinden belli oluyordu. "Hem sizden sonra da gidip İrem'i alacağım daha."

"İrem de mi geliyor?" diye sordu Lale. İşte bunu duymayı beklemiyordu, şaşırmıştı.

"Evet, ben davet ettim. Annesiyle babası yine Ayşe Teyzeler'le yemeğe gitmişler, onu da zorla götürmüşler. Yemekten erken kaçmaya çalışacaktı. Haber verecek bana, ben de gidip alacağım onu. Üzüldüm kıza ya, bütün akşam sıkılır. Eskiden olsa Merve'yle gelirdi nasılsa ama Merve'nin de son hali malum. Aklı beş karış havada." diyerek gözlerini devirdi.

Lale sesini çıkarmadı. Şimdi Merve'nin yerinde olmayı öyle çok isterdi ki... Batu'yla beraber olmaya başladıkları o ilk günlere dönebilseydi şimdi... Çeşit çeşit yalanlar uydurarak bir yolunu bulup soluğu onun yanında aldığı o anlar geri gelebilseydi... Ama artık biliyordu. Böyle melankolik düşüncelere kapılmanın her şeyden önce kendine hiçbir faydası yoktu, olmayacaktı. Bir kez daha Selin geldi aklına. Bunca yılın her bir gününü abisiyle yaşadıkları milyonlarca andan birini hatırlayarak geçirmiş olsaydı asla kendine yeni bir hayat kuramazdı herhalde. Belki de bir noktadan sonra geçmişi geçmişte bırakmayı bilmek gerekiyordu. Geçen günler geri gelmiyordu. Gelmeyecekti. Ve iki insanı bir arada tutmak için hatıralar yeterli olmuyordu. Hatıralar, arada bir anımsayıp hüzünlenmek, kimi zaman o hüzünle beraber gülümseyip içlenmek içindi. İki insanı bir araya getirecek kadar güçlü değillerdi. Ne yazık ki aralarındaki o kocaman geçmiş bir noktadan sonra hiçbir şeye yaramıyordu. Belki de miladı dolmuş, bitmiş tükenmişti artık bazı şeyler. Hep korktuğu gibi, onu Batu'nun gözünde çekici kılan şey, aralarındaki ilişkinin imkansızlığıydı belki de. Ona hemen teslim olmaması, onunla birlikte olamayacağını söyleyerek inat etmesi, kaçması. Kaçan kovalanmış, o 'olmaz' dedikçe Batu daha çok diretmişti. Öyleyse aşktaki o imkansızlık sona erince aynı şekilde aşk da sona eriyordu işte. Ömrü bu kadardı belki de. Neden daha fazla zorluyordu ki? Batu'nun şu an başka bir kadınla beraber olmasının nedeni de buydu belki de. Ona duyduğu aşkın ömrü buraya kadardı.

Her şeyi böyle mantık çerçevesine oturtarak açıklamak kolaydı da gel de bunu kalbine anlat. Olmuyordu ki. Tüm bunlar aklından geçerken acıyla kıvranıyordu işte kalbi. İçi acıyordu. Aklına bunları kabul ettirmek kolaydı da bir de kalbine söz geçirebilse... İşte o zaman sorun kalmayacaktı!

Lale'nin ayakkabıları yüzünden on dakikalık yolu yaklaşık yirmi dakikada alabilmiş olsalar da Lale bir kere bile ağzını açıp şikayet etmemişti. Annesi durup durup bu akşam için neden bu kadar yüksek topuklular giymeyi tercih ettiğini bir türlü anlayamadığını söylese de o tek kelime etmemiş, her zamankinin aksine ayaklarının ağrıdığına dair hiçbir şey çıkmamıştı ağzından. Sadece yürüdükleri delik deşik toprak yolda düşmemek için Seymur'un koluna tutunmuştu sıkı sıkı. Ayakkabıları yıpranıp tozlanacak diye içten içe dertleniyor, 'Giymese miydim acaba?' diye kendi kendine düşünüp duruyordu ancak annesinin "Ben demiştim!" diye başlayacağı yeni bir nutuğu çekemeyeceğinden sustu, bir şey söylemedi.

Sonunda Rula'nın evinin önüne geldiklerinde bahçeden yükselen keman ve piyano sesini duyunca burnunu kıvırdı Mina Hanım. Lale'nin kulağına doğru eğildi.

"Şuna bak, her yaz aynı şey. Bıkmadı şu davetleri klasik müzik konserine çevirmekten. İnsan bir sene de farklı bir şey yapmaz mı? Yok, illa her yıl aynı adamları getirip aynı parçaları çaldıracak! İçi rahat etmez yoksa."

Lale güldüğünü belli etmemeye çalışırken onaylarcasına başını salladı. Annesinin Rula'dan hiç haz etmemesine rağmen onun verdiği her davete katılmaya devam etmesini bunca senedir hiç anlayamamıştı.

Bahçeden içeri girdiklerinde siyah zarif bir elbise giymiş Rula'nın biraz ilerde konuklarıyla ilgilendiğini gördüler. Aynı anda Rula da onların geldiğini görmüştü. Yüzündeki hayreti ustaca bir gülümsemeyle saklayarak onlara doğru yürümeye başladı.

"İnanmıyorum. Kimleri görüyorum böyle?" diyerek kollarını açmış Lale'ye doğru yaklaşıyordu. "Minacım doğru görüyorum değil mi? Sonunda dönmüş Lalemiz!"

Bu sırada Lale'nin yanına da ulaşmıştı, büyük bir coşkuyla boynuna sarıldı. Lale de el mahkum kollarını kaldırıp ona sarılmak zorunda kaldı.

Biraz sonra Rula geri çekildi. Ellerinden tutarak Lale'yi baştan aşağıya şöyle bir inceleyerek gülümsedi.

"Lalecim seni burada görmek ne güzel. Hoş geldin! Döndüğüne çok sevindim! Ne güzel olmuşsun sen böyle. İncecik olmuşsun! Ay dur yanağına rujum bulaşmış." diyerek kırmızı rujunun Lale'nin yanağında bıraktığı izi silmek için Lale'nin yanağını ovuşturmaya başladı.

Lale mümkün olduğunca kendini geri çekmeye çalışırken nezaketle gülümsedi.

"Sağolun, teşekkür ederim."

"Hah oldu. Geçti sonunda!" diyerek Lale'nin yanağını son bir kez sertçe ovuşturduktan sonra bir kez daha onu süzdü Rula. "Süper olmuşsun! Muhteşem görünüyorsun! Çok çok çok beğendim seni!" derken Lale'nin kulağına doğru eğildi. "Laf aramızda en çok da ayakkabılarını beğendim ama!" dedikten sonra başını geriye atarak esaslı bir kahkaha patlatınca Lale de gülmeden edemedi.

Annesinin aksine o Rula'yı severdi. O kadar pozitif o kadar güleryüzlü bir kadındı ki üstünden hiç eksik olmayan o daimi neşesi etrafındakilere de bulaşır, insan hiç ummadığı bir anda kendini onunla beraber kahkaha atarken buldu. Annesi ondaki bu neşenin biraz zorlama ve sahte olduğunu düşündüğünden onun bu yapmacık hallerinden hoşlanmadığını iddia etse de o bile bir süre sonra Rula'nın etkisi altına giriverirdi.

"Seymurcum sen de hoş geldin yakışıklı yeğenim benim!" diyerek sarılıp Seymur'da şapur şupur öptü Rula. "Sinir oldum, annenler yine gelemiyorlarmış!"

"Evet babamın Antakya'da Şehir Kulübü'nde bir iş yemeğine katılması gerekince annem de ona eşlik etmek zorunda kaldı."

"Ay baban ve o bitmek bilmez iş yemekleri zaten!" dedi Rula abartılı bir şekilde gözlerini devirerek. Sonra Mina Hanım'a döndü. "Minacım sen de hoş geldin canım, ne iyi ettin de Lale'yi de getirdin! Sizi beraber gördüğüme çok sevindim!" diyerek sarılıp onu da yanaklarından öptü.

Biraz sonra Rula'nın tatlı hoş gevezelikleri eşliğinde diğer konukların arasına karışmışlar, sonrasında da bahçedeki istisnasız herkesi tanıdıklarından sonu gelmeyen bir sarılıp öpüşme merasiminin içine düşmüşlerdi. Üstelik gördükleri herkes Rula kadar nazik değildi. "İğne ipliğe dönmüşsün, niye bu kadar zayıfladın sen?!", "Hoş geldin kaçak! Buraları unuttun bakıyorum, anca gelebildin!", "N'oldu senin dudağına öyle, babandan korkundan uçuk mu çıkardın yoksa?", "Nerelerdesin sen kaç aydır ya? Niye gelmedin bu yaz?", Yalnız mı geldin Lalecim? Arkadaşın yok mu?" ve benzeri pek çok imalı cümleyle baş etmek zorunda kalmıştı. Bir ara o kadar bunalmıştı ki tek bir kişiyle daha selamlaşmak zorunda kalırsa çığlık çığlığa bağırarak arkasına bakmadan buradan koşarak uzaklaşacağını düşünüyordu ki onları gördü.

Rula'nın kızı Yasmin, eşi Toni ve Yasmin'in kucağındaki bebekleri evin içinden çıkmış, telaşsız adımlarla bahçeye doğru yürüyorlardı. Yasmin'in yüzünde gören herkesi kıskandıracak aydınlık, ışıl ışıl bir gülümseme vardı. O gülümsemenin eşliğinde Toni'ye bir şeyler anlatıyordu. Onu dikkatle dinliyor gibi görünen Toni'nin gözlerindeyse hayranlıkla mutluluk karışımı bir ifade vardı. Yasmin'e bakışlarındaki o adanmışlığı fark etmemek mümkün değildi. Yasmin'in kucağındaki bebekleri ise... Aralarındaki en mutluları oydu işte. Bir elini ağzına sokmuştu, dudaklarının kenarından salyaları akıyor, annesinin özene bezene giydirdiği her halinden belli olan gömleğinin üstüne bağlanmış önlüğüne damlıyordu. Diğer eliyle ise babasının parmaklarını kavramıştı, sıkı sıkı tutuyor, kendine doğru çekip bırakarak aklınca oyun oynuyordu. Üstelik masmavi gözleri, bukle bukle sarı saçları yetmezmiş gibi bir de hafif tombul bir bebekti. Kolları ve bacakları boğum boğumdu, yumuk yumuk ellerini ise fark etmemek mümkün değildi.

Ve Lale onlara baktıkça boğazına oturan düğümlere engel olamıyordu. Bir yanı gidip Yasmin'in kucağındaki o mavi gözlü, sarı saçlı, dünya tatlısı bebeği kucağına alıp sevmek isterken bir yanı ise biraz öncekinden çok daha kuvvetli bir şekilde buradan kaçıp uzaklaşmak istiyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Yasmin'in altı-yedi ay kadar önce bir erkek bebek dünyaya getirdiğini hatırlıyordu tabii. Daha doğrusu şimdi onu kucağında bebeğiyle görünce hatırlamıştı. İki sene önce Toni'yle evlendiklerinde düğünlerine de katılmıştı. Ama bu akşam onların da burada olacağı nedense hiç aklına gelmemişti. Bu davet ve davete katılacaklar hakkında uzun uzadıya düşünecek fırsatı olmamıştı ki zaten. İskenderun'dan döndüğü gibi kendini apar topar burada bulmuştu. Aklına gelmiş olsaydı, Yasmin'i kucağında bebeğiyle gördüğü anda neler hissedeceği bir anlığına da olsa aklından geçmiş olsaydı zaten buraya asla gelmezdi. Hissettiği o buruk acının, kurdukları aileye duyduğu gıptanın, kıskançlıkla karışık imrenmenin, her şey yolunda gitseydi şimdi kendisinin de doğum yapmasına aşağı yukarı bir buçuk-iki ay kalmış olacağını bilmenin verdiği çaresizliğin tarifi yoktu. Şimdi imrenerek baktığı bu aileye o da sahip olabilirdi. Ama her şeyi olduğu gibi bu fırsatı da elinden kaçırmıştı. Bunun böyle tokat gibi yüzüne çarpılması öyle kötüydü ki... O kendini sonu gelmeyen kapkaranlık bir çukurda kaybolmuş hissederken başkaları için hayat devam ediyor, insanlar evleniyor, hamile kalıyor, çocuk doğuruyorlardı. Ve Lale bunu tam da şu an fark ettiği için kendini çok kötü hissediyordu. Boğazına öyle bir yumru gelip oturmuştu ki. Ne yutkunabiliyordu ne de konuşabiliyordu.

Onun neden böyle donup kaldığını biliyormuş gibi "Yasmiiin!" diye kızına doğru seslendi Rula. "Gel bak burada kim var!"

Yasmin annesinin kimden bahsettiğini görmek için merakla o tarafa bakarken Lale fark etmediği bir şekilde kendini onlara doğru yürürken buldu. Bunu neden yaptığını bilmiyordu. Biraz önce buradan kaçıp gitmek isterken şimdi neden Yasmin'e, daha doğrusu kucağında tuttuğu o dünya tatlısı bebeğe doğru yürüdüğünü gerçekten hiç bilmiyordu. Öyle dayanılmaz bir şeydi ki... İçinde sızım sızım sızlayan yaralarına rağmen galiba kendini tutamayacaktı.

Onu gördüğü anda şaşkınlık dolu bir sesle "Lale?" diye bağırdı Yasmin. "İnanmıyorum! Ne zaman geldin sen?!"

Sonraki beş dakika ayaküstü öpüşüp sarılma ve en son görüştüklerinden beri hayatlarında neler olup bittiğinin özetini aktarmakla geçti. Daha doğrusu bu ikincisini yapan yalnızca Yasmin'di. Lale arada bir gözlerini kapatarak başını aşağı yukarı sallıyor, o böyle yaptıkça onun kendisini can kulağıyla dinlediğini zanneden Yasmin de almış sazı eline, anlatıyor da anlatıyordu. Lale bebeğini göstererek "Ne kadar büyümüş!" dediği anda her yeni anne gibi bebeğinin gelişim sürecine dair detaylı bir bilgilendirme vermeye başlamıştı. Ondan sonra kısa bir süre de Toni konuştu. Lale'ye iş anlamında bundan sonra ne yapmak istediğine dair sorular sordu. Lale de artık otomatiğe bağladığı cevaplarını ardı ardına sıraladı. "İş arayacağım, hatta şimdiden başladım bile. Birkaç yere başvuru yaptım, cv'mi gönderdim. Derya'nın nişanından sonra İstanbul'a gideceğim. Önce uygun bir yerden küçük bir ev tutacağım, sonra da ciddi ciddi iş aramaya başlayacağım. Hemen bulamayacağımı biliyorum ama hiç değilse mülakatlara gidip gelirim, o bile insana moral veriyor, bir tecrübe oluyor." Vesaire vesaire... Bütün bunları sıralayıp dururken gözü hep Yasmin'in altı aylık oğlu Can'daydı. Gözlerini ondan ayıramıyor, Toni'nin iş hayatıyla ilgili tavsiyelerine istese de dikkatini veremiyordu. Sonunda dayanamadı.

"Kucağıma alabilir miyim?" diye sordu.

"Tabii ki!" dedi Yasmin içtenlikle gülümseyerek. Can'ı Lale'nin kollarına doğru uzattı. "Yalnız dikkat et salyası fena akıyor, elbiseni mahvetmesin."

Can'ı kucağına almak için uzanırken "Önemli değil." diye mırıldandı Lale. Gerçekten de hiç önemli değildi. Umrunda bile değildi. Üzerindeki saks mavisi elbise onun değil, Melisa'nındı ama. Gerçekten de şu an üzerindeki elbise aklından geçen en son şeydi.

"Bugün pek keyfimiz yok. Huysuzluk yapmaya başlarsa üstüne alınma." diye göz kırparak Can'ı yavaça Lale'nin kollarına bıraktı Yasmin.

Can annesini yalancı çıkarmak istercesine ondan aldığı kocaman mavi gözlerini Lale'nin yüzüne dikip gülüverince Lale o an orada eriyeceğini düşündü. Kıvır kıvır sarı saçları, iri mavi gözleri ve güleyim derken ağzından akan salyalarıyla Can o an gözüne dünyanın en güzel bebeği gibi görünüyordu. Onu kucağına aldığı anda çok uzun zamandır hiç olmadığı kadar hafiflemiş hissetti kendini. Üzüldüğü sıkıldığı ne varsa bir anda buhar olup uçmuştu sanki. Sahi ne için canını sıkıyordu ki bu kadar? Şu an çok ama çok uzun zamandır hiç olmadığı kadar mutluydu. 'Benim oğlum nasıl bir bebek olurdu acaba?' sorusu aklının kuytu köşelerinde bir yerde dolanıp duruyordu. Yine de bu biblo gibi küçük oğlan kucağındayken gerçekten kendini hiç olmadığı kadar iyi hissediyordu. Onu biraz daha kendine doğru çekerek göğsüne bastırdı. Dudağındaki uçuk olmasa onun o köfte yanaklarını öpücükler boğacaktı ama kendini tutmaya çalışıyordu. Yüzünü saçlarına doğru eğerek Can'ın o bebek kokusunu içine çekti. Kısa bir süre öyle kaldı.

Birkaç saniye sonra başını kaldırıp Yasmin'e baktığında nemli gözleri parlıyordu.
"Yasmin bu inanılmaz bir şey." dedi titrek bir sesle.

Bunu duyan Yasmin keyifle güldü.

"Vallahi emin ol her zaman böyle değil!" dedi gülerek. "Aslında bu akşam pek bir huysuzdu ama seni çok sevdi galiba. Baksana şuna, Lale'nin kucağında hiç gıkı bile çıkmıyor." dedi eşi Toni'ye dönerek.

"E oğlum daha şimdiden işini biliyor, kızların kucağındayken ağlamak falan hiç aklına gelmiyor." diyerek gevrek gevrek güldü Toni. Sonra Lale'nin kucağından kocaman açtığı gözleriyle kendisini izleyen oğluna "Değil mi oğlum?" Diye seslendi. "Çok mu sevdin Lale Abla'nı sen?"

"Her kızın kucağında da bu kadar uslu durmuyor ama. Baksana şu haline nasıl da sokulmuş Lale'ye."

Lale dudağının kenarında kırık bir gülümsemeyle biraz daha göğsüne bastırdı Can'ı.

"Asıl ben ona bayıldım." diye mırıldandı. "Allah'ım şu kollara şu bacaklara bak, kaç boğum var bunlarda böyle?" deyince Yasmin'le Toni keyifle güldüler.

Lale ise onları güldürdüğünün farkında değildi, kendini öylesine kaptırmıştı. Kucağındaki bebeğin her özelliğine hayran olmakla meşguldü o. "Saçları da ne kadar güzel böyle." dedi hayranlıkla Can'ın sapsarı buklelerine bakarak.

Yasmin neşe dolu bir kahkaha attı.

"Sorma. İlk saçı bu, doğduğundan beri hiç kesmediğimiz için böyle lüle lüle oldu. O lüleler yüzünden arada oğlumu kız zannedenler olunca babası fena bozuluyor!"

Toni hararetle "E ama haksız mıyım Lale baksana! Artık o lüleleri kesmenin zamanı gelmemiş mi? Erkek adamın lülesi mi olur ya?" diye kendini savununca Lale de gülmeden edemedi. Can'ı bir kez daha göğsüne bastırdı.

Sonra başını kaldırıp umut dolu gözlerle Yasmin'e baktı. "Biraz bende kalsa olur mu??" diye sorarken sesinde nedenini kendisinin de bilmediği bir ürkeklik vardı. "Huysuzlanırsa tekrar alırsın sen, olmaz mı?"

Yasmin bir kez daha gülümsedi.

"Olmaz olur mu Lalecim, canıma minnet!" cedi şakacı bir tavırla. "Ama sen de kendini yorma istersen, içerde yardımcı ablamız var. İstediğin zaman ona verebilirsin."

Lale 'hayır' dercesine başını salladı telaşla.

"Yok yok hayır." ciye atıldı. "Ben iyiyim böyle. Ağlarsa ona götürürüm veya direkt sana getiririm merak etme."

Yasmin'in gözlerinde anlayışlı bir ifadeyle Lale'ye bakarak yeniden gülümsedi.

"Etmiyorum zaten." dedi yavaşça. Sustu. Sonra ağzını açıp bir şey söyleyecek oldu. Ama son anda vazgeçmiş olacak ki hiçbir şey demedi. Yine sustu. Lale bir kez daha Can'ı göğsüne bastırarak kokusunu içine çekerken hiçbir şey söylemeden sessizce onu izledi.

Can Lale'nin kucağında hayatından gayet memnun olacak ki annesinin tahminlerinin aksine hiç huysuzlanmadı. Lale'nin zaten ondan başkasını gözü görmüyordu, bahçenin içinde ağır ağır dolanıyor, Can'ın mırıl mırıl bir şeyler anlatarak onunla konuşup duruyordu. Tek korktuğu davetin başında türlü türlü imalarla canını sıkan o densizlerden birinin yanına gelip "Darısı başına!" gibi bir şey söylemesiydi. Sırf bu yüzden havanın birden fazla bastığını ve sıcak olduğunu bahane ederek Yasmin'e seslenip Can'la beraber içeri geçeceğini haber vermişti. Yardımcıları da içerde olduğundan bu durum Yasmin'in de işine gelmişti, "Sen bilirsin canım. Ama sürekli kucağında taşımana gerek yok, kendini fazla yorma istersen. Alışkın değilsin bak kolların ağrır sonra!" diye seslendi ama Lale onu duymamıştı bile. Halinden o kadar memnundu ki o. Altı aylık bir bebeğe göre biraz ağır olan Can'ı taşımak hiç zoruna gitmiyordu bile.

Evin içine girdiklerinde Rula'nın Can için özel hazırlattığı odaya geçtiler. Yere serilen kocaman bir pikenin üzerine Can'ın oyuncakları yerleştirilmiş, ihtiyacı olabilecek her şey anneannesi tarafından düşünülmüştü. Lale'nin bebekle ne kadar yakından ilgilendiğini gören Yasmin'in yabancı yardımcısı da bir süre sonra Lale'nin ısrarıyla yan taraftaki oturma odasına geçip televizyon izlemeye başlayınca Lale deminden beri istediği gibi Can'la yalnız kalabilmişti. Bunu neden istediğini de bilmiyordu gerçi ama Can'a saatlerce baksa bile sıkılmayacağını hissediyordu. Üstelik en ufak bir tedirginlik de duymuyordu. Önceleri başkalarının bebeklerini severken istemeden incitmekten korkar, sevmek için deli olsa da annelerinin rahatsız olabileceği düşüncesiyle tedirgin olurdu. Bugüne kadar rahatça sevebildiği bebekler yalnızca yeğenleri olmuştu. Tabii bir de... Bir de Batu'nun küçük kopyası Mete.

Ama bu akşam ona ne olmuştu böyle, bilmiyordu. Kendini durduramıyordu. Yasmin'in pimpirikli bir anne olmamasının da etkisi vardı belki bunda ama... Yasmin gelip oğlunu almak istese ona bile vermeye yanaşmayacaktı neredeyse. Gerçi Yasmin'in de neden bu kadar rahat davrandığını ve bebeğini ona bırakmakta tereddüt etmediğini tahmin edebiliyordu. Can'la vakit geçirmeyi neden bu kadar çok istediğini mutlaka anlamış olmalıydı Yasmin. Belki de o yüzdendi on dakikada bir yanlarına gelip "Nasıl gidiyor bakalım?" diyerek durumu kontrol etmek dışında hiçbir müdahale etmeyişi. Onun tembihiyle olsa gerek beş-on dakikada bir de yabancı yardımcısı odaya geliyor, kırık Türkçesi'yle yardım edebileceği bir şey var mı diye sorduktan sonra aldığı olumsuz cevapla beraber yeniden televizyonun başına dönüyordu. Bir defa da kendi annesi gelmişti. "Nasılsın diye bakmaya geldim." derken sesi çatlamış, göz göze geldiklerinde Lale onun da gözlerinin kendisi gibi ıslak olduğunu fark etmişti. Bir süre sessizce öyle bakışmışlar, sonra Mina Hanım hiçbir şey söylemeden hızla arkasını dönüp gitmişti. Annesinin aklından neler geçtiğini, gözlerinin neden dolduğunu, neden kaçarcasına dönüp gittiğini elbette biliyordu. Onu ağlatan ne varsa kendisinin de bir an bile aklından çıkmıyordu ama... Şu an çok mutluydu. Can'a baktıkça aklında hep aynı görüntü beliriyor, her şeyin ne kadar farklı olabileceğini düşünmek içini parçalıyordu ama şu an gerçekten de çok mutluydu. Kucağa fena alıştığı için yere bırakıldığı anda mızmızlanmaya başlayan Can'ı sabaha kadar kollarında gezdirebilirdi.

Bu kollarında gezdirme süresi uzadıkça ayakları sızlamaya başladığından ayakkabılarını çoktan bir kenara çıkarmıştı. O konuşup bir şeyler anlatırken Can da kendince sesler çıkararak ona tepki verdikçe resmen mest oluyor, adeta bülbül gibi şakıyordu. Hele onu güldürmek için küçük oyunlar yaptıkça attığı o kahkahalar... Deli olacaktı! Alıp içine sokmamak için kendini nasıl tuttuğunu bilmiyordu! Seveyim derken parçalayacaktı neredeyse, o kadar kendinden geçmişti. Daha sonra Can bir ara huzursuzlanmaya başlayınca altını doldurduğu ortaya çıktı. İyi ki de öyle olmuştu çünkü Lale'nin aklından ilk geçen acıktığı ihtimaliydi. Bu aklına gelince bir an ağlayacak gibi oldu. Çünkü şimdi Yasmin'i çağırması gerekecek, Yasmin geldikten sonra da onun Can'ı emzirmesini seyretmek zorunda kalacaktı. Her şey bir yana ama buna dayanabileceğini sanmıyordu. Yasmin'in Can'la ilgilenişi izlerken zor zapt ettiği gözyaşlarını bu defa asla tutamayacağını biliyordu. Bu nedenle Can'ın altını kirlettiğini fark edince keyfi yerine gelmiş, bir an bile şikayet etmeden, yan odadaki yardımcıya bir kez bile seslenmeden kendi başına Can'ın altını değiştirebilmişti. Biraz sonra yine onlara bakmaya gelen Yasmin bunu görünce ufak çaplı bir şok geçirse de Lale hiç olmadığı kadar memnundu halinden. Can o küçük kahkahalarını yeniden atmaya başlayınca zevkten dört köşe olmuştu.

Can'ı kucağına almış,belki de bininci defa odanın içinde turluyordu. Can'ın yavaştan uykusu gelmeye başladığı için mızmızlanmaları da arttığından bir yandan da onu oyalamak için elindeki çıngırağı sallayıp duruyordu.

"Bak bak bak ne güzel ses çıkarıyormuş bu, bak!" Diyerek elindeki çıngırağı bir kez daha salladı.

Can elini sallayarak Lale'nin tuttuğu çıngırağa hafifçe vurdu.

"N'oldu sen de mi sallamak istiyorsun? Al bakayım o zaman bunu. Al hadi." diyerek çıngırağı Can'a doğru uzattı. Can'ın uzanıp kavrayabilmesi için çıngırağı sallayıp duruyordu. "Bak bak bak ne varmış burada. Bak geliyor geliyor. Tut hadi canım tut tut tut!"

Çıngırağın çıkardığı sesle Can'ın dikkatini çekmeyi başarmıştı, Can bir süre hipnoza girmiş gibi çıngırağa baktıktan sonra birden uzanıp oyuncağı Lale'nin elinden aldı. Ama hemen sonrasında da, Yasmin'in anlattığına göre son zamanlarda adet edindiği üzere, çıngırağı tutup eline aldığı anda bırakarak yere fırlattı. Ve Lale'ye cilveli bir gülücük gönderdi.

Allah'ım öyle tatlı bir şeydi ki!

Boğazının düğümlerini çözmek istercesine gülümsedi Lale.

"Aaaa ama niye yere attın şimdi onu? Ne güzel oynayacaktık beraber?"

Yere çarpan çıngırağın sesi oldukça ilgisini çekmiş olsa gerek ki Lale'nin kucağında elinden geldiğince eğilerek yere bakmaya çalışıyordu Can. Eliyle yerde duran çıngırağı göstererek küçük bir çığlık atınca Lale gülüverdi.

"Yaa şimdi de geri istiyorsun tabii değil mi? Niye yere attın o zaman?"

Can yerdeki çıngırağı işaret ederek daha yüksek volümlü bir çığlık attı bu kez.

"Tamam tamam kızma, alıyorum." diyerek yavaşça yere eğildi Lale. Yerden aldığı çıngırağı tekrar Can'ın eline verip tutuşturdu. "Al bakalım. Ağzına sokmak yok ama!"

O daha cümlesini tamamlamamıştı ki Can bir kez daha çıngırağı yere fırlatıp yine Lale'nin gözlerinin içine bakarak gülüverdi.

Lale çaresiz bir kez daha yere eğildi. Çıngırağa doğru uzanırken "Ohh güzel oyun buldun bakıyorum!" diyordu gülerek. "Ama benim de belim ağrıyor, sen kucağımdayken böyle sürekli eğilip kalkamam ki!"

Can'ın çıngırağı bir kez daha yere fırlatmaya niyetli olduğunu anlayınca bu oyunu burada keserek onu oyalamak için yeniden odanın içinde gezinmeye başladı. Bahçeye bakan geniş pencerelerden birinin önünde durdu.

"Bak Can bak. Anneyle baba orda. El salla bakayım anneyle babaya." diyerek Can'ın elinden tutarak annesine el sallatmaya çalıştı. "Özledin mi anneni? Özledin değil mi? Bak annen de seni özlemiş el sallıyor. Bak Can anne el sallıyor sana! Bak görüyor musun? Sen de el salla bakayım anneye. Annesi bak bu küçük beyefendi çok özlemiş seni!"

Can'ın annesini fark edip etmediği şüpheliydi. Kim bilir bahçeye baktığında ne görüyor, çıkardığı bu seslerle kendi dünyasında kim bilir ne anlatmaya çalışıyordu. El sallattırılmaktan sıkılmış olacak ki elini Lale'nin parmaklarından kurtarıp ağzına götürdü. Üstüne bir de kuş cıvıltısına benzer bir ses çıkarınca Lale deliye döndü. Can bu haliyle öyle sevimliydi ki ciddi ciddi onu severken parçalamaktan korkmaya başlamıştı!

"Sen niye bu kadar tatlısın ha söyle bakayım." dedi hafifçe karnını sıkıştırarak. "Niye bu kadar tatlısın sen? Seni yemeyip de ne yapayım şimdi ben? Ha söyle bakayım, yemeyip de napayım?Yiyeyim mi şimdi seni? Böyle böyle yiyeyim mi??" Karnını ısıracak gibi yapınca Can'dan bir kahkaha yükseldi. O böyle gülünce Lale de bir kahkaha attı. "Hiç boşuna öyle gülme yiyeceğim seni!" diyerek bir kez daha karnını ısırır gibi yapınca Can yine kahkahalarla gülmeye başladı. O güldükçe Lale de iyice keyifleniyordu. Can kucağında kıkır kıkır gülerken o da kendini tutamayarak gülmeye başlamıştı. "Seni alıp eve götüreyim mi ha? Eve götüreyim mi seni?" diyerek bu kez boğum boğum kollarını ısırır gibi yapınca Can kahkahayla karışık küçük bir çığlık attı. "Ne gülüyorsun öyle bakayım çok mu komik?! Eve götüreyim işte seni. Hep benimle kal, buradan kaçırıp götüreyim seni. Benim oğlum ol. Ha götüreyim mi? Cevap ver bakayım götüreyim mi seni?"

O anda kulağına çarptı kendi sesi. Bir an inanamadı. Kendi sesini tanıyamadı. Bir an için kulağına öyle yabancı geldi ki. Neler demişti böyle? Ne diyordu? Kucağındaki altı aylık bebeği oyalamak için aklına geleni söylüyor, oradan buradan konuşuyordu ama ne söylediğini sonradan fark edince. Birden kendinden nefret etti. Aynı akşam içinde kim bilir kaçıncı defa vicdan azabından boğulacak gibi oldu. Bütün akşam boyunca aynı hissi yaşamış, düşünmemeye çalışmıştı. Çünkü düşündükçe kendini çok kötü hissediyordu. Suçluluk, vicdan azabı, bitmek tükenmek bilmeyen bir özlem, hepsi birbirine karışıyor, içinden dalga dalga yükselen bu duygu fırtınasına kendini kaptırmamak için ne yapacağını şaşırıyordu. Şimdi onu... Annesini görüyorsa veya hissediyorsa başka bir bebekle bu kadar yakından ilgilendiğini görünce..? Saçmaydı biliyordu. Saçmalıktı. Ama işte merak etmeden de duramıyordu. Şimdi böyle dedi diye hisseder miydi? Yine onu istemediğini düşünür müydü? Şimdi her neredeyse, her nereye gittiyse annesinin onu hala istemediğini düşünür müydü? Önceleri hep "Daha erken." diye tutturup onu istemediği için olmuştu belki de tüm bunlar. Ya hala öyle olduğunu sanıyorsa? Belki de zaten o yüzden kalmak istememişti. Olamaz mıydı? Ya beraber oldukları, iç içe yaşadıkları o kısacık, göz açıp kapayıncaya kadar olup biten o kısacık süre boyunca onu sevmediğini zannettiyse? Mutlaka bir şeyler hissetmiş olmalıydı. Kendisi nasıl elle tutamasa da ilk günden beri onun varlığını bir şekilde içinde hissedebildiyse o da hissetmişti mutlaka. Kız olduğunu düşündüklerinden ilk günden beri hep 'Defne' diye sevdikleri küçücük oğlu, olanları hissetmiş miydi sahiden? O gece... Kanama geçirdiği o gece neler hissetmişti kim bilir? Canı yanmış mıydı? Bütün bu sorulara kendi kendine binlerce defa cevap aramış, her seferinde de kafasında kurduklarının ağırlığını kaldıramayarak sonunda ağlamaya başlamıştı. Bir anda gözlerinin yaşlarla doluvermesine bakılırsa bu sefer de öncekilerden farklı olmayacaktı. Başını eğerek yüzünü Can'ın bukleleri arasına gömdü. Bebeğine karşı kendini suçlu hissetse de Can'ı da kucağından bırakamıyordu. Ama galiba bu kadarı artık fazla gelmeye başlamıştı. Her an hıçkırıklara boğulacakmış gibi hissediyordu. Can'ı annesine götürse daha iyi olacaktı galiba. Gücü buraya kadardı. Daha fazlasını yapabileceğini zannetmiyordu.

Göz pınarlarına dolan yaşları zapt etmeyi başardığından emin olana kadar yüzü Can'ın buklelerinin arasında öylece durdu. Sonunda başını kaldırdığında kendini biraz daha iyi hissediyor gibiydi. Ne gariptir ki bebek kokusunun insanın üzerinde bir de böyle bir etkisi vardı. Elinden gelse Can'ı hiç bırakmayacak, biraz önce ağzından kaçırdığı gibi onu alıp eve götürecekti ama... Bu mümkün olsa dahi içindeki o sızlayan vicdan azabı buna asla izin vermezdi, biliyordu.

Derin bir iç geçirdikten sonra yavaşça arkasına döndü. Dalgın bakışlarını kucağındaki Can'ın sapsarı buklelerinden ayırmadan odanın çıkışına doğru ilerliyordu ki. Elleri ceplerinde, odanın hemen girişinde ayakta dikilmiş ona bakan Batu'yu görünce neye uğradığını şaşırdı.

**

Gözlerini bile kırpmadan dosdoğru karşısındaki o manzaraya bakarken nefes almaya bile korkuyordu. Dün geceden beri, yaklaşık yirmi dört saattir onu arıyordu. Bakmadığı yer kalmamıştı. Ve nihayet büyük uğraşlar sonunda onu bulduğunda o, kırk yıl düşünse aklına bile gelmeyecek bir yerde, asla tahmin edemeyeceği bir şekilde, dün geceden beri aklından geçirdiği binlerce senaryonun yakınından bile geçmeyecek bir halde bebek severken, hem de salt severken de değil, en son ne zaman duyduğunu hatırlamakta güçlük çektiği cıvıl cıvıl sesiyle kucağındaki o bebekle konuşurken karşısına çıkmıştı. Şimdi tam karşısında duruyor, kucağındaki masmavi gözlü o bebekle biraz ilerde durmuş ona bakıyordu.

O kadar çok aramıştı ki onu... Meraktan deliye dönmüştü. Nefret ettiği o adamın teknesiyle gecenin bir saatinde nefret ettiği bu kasabanın irili ufaklı bütün koylarında onu aramış, onu bulabilmek için bu el kadar yerin altını üstüne getirmişti. Belki gelir diye bütün gün otelde onu beklemişti. Melisa ve Lena eve dönmek üzere otelden ayrılınca onun da bu saatten sonra artık gelmeyeceğini kabullenmiş, bu sefer de çıkıp Melisalar'ı takip etmişti. Babasının evinde olmadığını anlayınca önce Seymurlar'a, sonra Melisler'e, son olarak da Deryalar'a gitmiş ama onu yine bulamamıştı. Ölesiye nefret ettiğini hissettiği bu kasabanın sokaklarında akşama kadar avare avare dolanıp onu aramıştı. Sanki aradan yalnızca iki yıl değil de koskoca bir ömür geçmiş gibi hissettiren o dönerci Ali Usta'nın önünden geçmiş, yağmurda denize girdikleri günün sonrasında birlikte gittikleri o eski atari salonuna bile gitmişti. Orada ne bulmayı beklediğini kendi de bilmiyordu ama kendini bir anda oraya giderken bulmuştu. Tekrar otele döneyim derken yağan yağmurun altında, onun yıldırım düşmesinden korkmasını fırsat bilerek onu sıkıştırıp öptüğü sokağa bile düşmüştü yolu. Ama o orada da değildi. Hiçbir yerde yoktu..

Sonunda otele döndüğünde çaresizlikten delirecek gibi olmuş, asla yapmayacağını düşündüğü şeyi bile yaparak arabasını alıp o Timuçin denen şerefsizin dağ başındaki oteline bile gitmişti. Ama o, orada da değildi. İskenderun'daki kışlık evlerine gitmiş olabileceğini düşünerek son çare olarak oraya gitmeyi düşünürken Selçuk aramış, akşam yiyecekleri aile yemeğini haber vermişti. İyi ki de öyle yapmıştı. Selçuk laf arasında yemeğe İrem'le Merve'nin de katılacağını söyleyince İrem'in oteldeki o tuhaf esrarengiz hali aklına düşmüş, İskenderun'a gitmekten vazgeçerek tekrar otele dönmüştü. Selçuklar'ın aile yemeğine katılmamıştı ama Selçuk sayesinde İrem'le Merve'nin o yemekten erken ayrılacaklarını öğrenince doğru iz üstünde olduğuna ikna olmuş, heyecanı biraz daha artmıştı. Üstüne bir de Selçuk İrem'in ağzını arayıp Merve yemekten sonra kendi arkadaşlarıyla buluşacağı için onun Seymurlar'ın yanına gideceğini öğrenip ona mesaj atınca otelden fırladığı gibi soluğu Selçuklar'ın aile yemeğinin yendiği balıkçıda almıştı. Tek sorun, Seymur'un İrem'i almaya tekneyle gelmiş olmasıydı. Bu şekilde onları takip etmesinin imkansız olduğunu fark edince öfkeden deliye dönmüş, sinirle arabasının lastiklerini tekmelemeye başlamıştı. Neyse ki Selçuk'un babası Murat Bey'in Seymur'dan işkillenip kızını tekneyle nereye götürdüğüne dair onu sıkı bir sorguya çekmesi sayesinde derenin karşı kıyısında, tam da Garaj'ın karşısına düşen o büyük eve gidecekleri ortaya çıkmış, Selçuk bunu duyduğu anda masada oturduğu yerden ona "Seymur İrem'i Garaj'ın karşısındaki evde bir davete götürecekmiş, Lale'nin annesi de oradaymış." diye mesaj atınca gerisi çorap söküğü gibi gelmişti. Kimseye görünmemeye çalışarak bahçeye girdiğinde bu kalabalıkta onu asla yalnız yakalayamayacağını düşünmüştü. Her an biri yanına gelip de "Sen kimsin? Kim davet etti seni?" diyerek hesap soracak diye olabildiğince hızlı davranıp bir an önce onu bulmaya çalışsa da olmamıştı. Yine ortalarda yoktu. Onu hiçbir yerde göremiyordu! Belki de burada değildi. Annesinin burada olması onun da burada olacağı anlamına gelmezdi ki? Yoksa gelir miydi? Belki de babasıyla arası düzelmiş, bu davete ailecek katılmışlardı. Bilmiyordu ki. Hiçbir şey bilmiyordu! Ve bu onu delirtiyordu! Gerçi ne Lemi Bey ne de Hilda Hanım görünürlerde yoktu ama belli de olmazdı. Ayrıca onu bulacağım derken Mina Hanım, Seymur ve İrem üçlüsünden birine yakalanmayı da kesinlikle istemiyordu. Onlara görünmemek için yapmadığı kalmamış, o kocaman bahçede üçüyle adeta bahçede köşe kapmaca oynamıştı. Ama sonunda bir ara evin içine giren Mina Hanım'ın birkaç dakika sonra evden çıkarken gözlerinin dolu dolu olduğunu görünce onun içerde olduğunu anlamıştı.

Anlamıştı ama içerde onu gördüğünde böyle bir manzarayla karşılacağı aklının ucundan bile geçmemişti. Nasıl olurdu ki bu? Bunun anlamı neydi? Dün gece gördüğü o rüya, saatlerdir düşünüp durduğu gibi aklına geldikçe kalbini sıkıştıran onca senaryo gerçek miydi yani? Gerçekten malum mu olmuştu ona? Aksi gibi kucağındaki bebek de öyle benziyordu ki ona. Gözleri Lale'yle birebir aynı renkti. Masmaviydi. Rüyasındaki o küçük erkek çocuğundan tek farkı saçlarının siyah değil, sarı olmasıydı. O bebeğe baktıkça, onu Lale'nin kucağında gördükçe ne düşüneceğini şaşırıyor, endişelenmeli mi paniğe kapılmalı mı yoksa bunları bir kenara bırakıp onları gördüğü ilk andan beri ılık ılık içine akan o duyguya teslim olmalıydı mı, bilemiyordu.

Orada öyle sessizce ne kadar durdular. Ayakta dikilerek ne kadar bakıştılar, bilmiyordu Lale. Batu'nun bakışlarına bir anlam vermeye çalışsa da yapamıyordu. Sanki günlerdir olduğu gibi düşmanca değil de, eskisi gibi birden soluğu yanında alıp dudaklarına kapanacakmış gibi bakıyordu. Ya da belki de ona öyle geliyordu. Kucağında tuttuğu bu bebek bütün dengesini bozduğu için o öyle sanıyordu. Batu'nun bakışlarının Can'la kendisi arasında gidip geldiğini görünce nefesini tuttu. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi delicesine atıyordu. Günlerdir Batu'nun bakışlarında eskiye dair küçük bir iz aramış durmuştu. Ama şimdi eğer bu akşam Can'la yalnız kaldığından beri akıl sağlığını hepten yitirmediyse o aradığı iz şimdi oradaydı işte. Arsuz'a geldiğinden beri takındığı o buzdan hallerinden çok daha farklıydı sanki şimdi bakışları ya da belki de ona geliyordu. Sımsıkı kucağında tuttuğu bu bebeğin etkisiyle., tıpkı biraz önce kendi oğlu olmasını istediğini söylediği gibi, şimdi de her şeyi görmek istediği gibi görüyor, hatta olmayan şeyleri gördüğünü sanıyordu belki de. Batu'nun bakışları bir anlığına yumuşadı diye umutlanamayacak kadar çok incinmişti.

Ama sonra... Batu'nun gözlerinin, yerde Can için kurulan oyun alanını simgeleyen pikenin biraz ilerisinde duvar kenarında duran ayakkabılara doğru kaydığını görünce elinde olmadan biraz daha heyecanlandı. Yutkunarak heyecanını bastırmak istercesine Can'ı hafifçe ensesinden tutup göğsüne bastırdı. Hatırlar mıydı acaba? O ayakkabıları ona bir yıl önce doğumgününde kendisinin hediye ettiğini hatırlıyor muydu? Hatırlıyorsa bile "nereden çıktı şimdi bunlar?" der miydi? Onların Mersin'deki evde olduğunu, şu an burada olmalarının, kendisinin oraya, o eve gittiği anlamına geldiğini akıl edebilir miydi? Eskiden olsa bir an bile tereddüt etmezdi, Batu'nun her şeyi cin gibi anlayacağından adı gibi emin olurdu. Hiçbir şeyi unutmazdı ki o. Nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde her şeyi cin gibi aklında tutardı. Ama muhtemelen bunun nedeni onu önemseyip değer veriyor olmasıydı. Oysa artık ne yazık ki bu söz konusu değildi. İnsan önemsemediği birine ait herhangi bir şeyi neden aklında tutmak istesindi ki? İstemsiz bir şekilde aklında kaldıysa bile unutmak için kendini zorlayacağından da emindi. Onu artık sevmeyen istemeyen bir adamın, geçen seneki doğumgününde ona aldığı ayakkabıları hatırlamasını beklemek, üstelik onların nerede durduğunu aklında tutmasını ve görünce o ayakkabıları almak için Mersin'deki beraber yaşadıkları o eve gitmesi gerektiğini akıl edebileceğini düşünmek aptallığa varacak derecede saflık olurdu.

Acaba onu duymuş muydu? Her ne kadar boş yere umutlanmak istemese de bunu merak etmekten kendini alamıyordu. Ne kadar zamandır oradaydı? Can'a söylediklerini duymuş olabilir miydi? Eğer duyduysa ne düşünmüştü? Hiçbir şey hissetmemiş olabilir miydi gerçekten? Nasıl olurdu ki bu? Hiç mi üzülmüyordu? İlk günden beri çılgın gibi istediği bebeklerini hiç mi özlemiyordu? Onu kucağında başkasının bebeğiyle görünce hiç mi bir şey hissetmemişti? Uzun, çok uzun zaman önce Beril'in evinin bahçesinde, onu kucağında Mete'yle gördüğünde, gözlerini bir an bile üzerinden çekmeden yanına gelip "Çok yakıştı sana." diyen sesi hala kulaklarındaydı. Batu'nun o geceki tutku dolu bakışları aklına gelince ürperdi. İçi titredi. Gayri ihtiyari biraz daha bastırdı Can'ı göğsüne. İşte yine aynı şeyi yapıyor, geçmişten çıkagelip aklına takılan küçük bir ayrıntının peşine düşüp içinde bulunduğu anı unutuyordu. Ama Batu tam karşısında durmuş tıpkı o gece onu kucağında Mete'yle gördüğündeki gibi bakarken başka ne düşünebilirdi bilmiyordu? Yoksa... Yoksa uyduruyor muydu? Olmayan şeyleri görüyor, gördüğünü sandığı şeyler aslında olmuyor muydu? 'Ne diyorum ben böyle?!' diye inledi içinden. Her dakika biraz daha saçmalamaya başlamıştı!

Peki... Peki buraya nasıl gelmiş olabilirdi ki o? Neden gelmişti? Kim için? Onun için mi? Bunun düşüncesi bile kalbini kanatlandırmaya yetse de hiç zannetmiyordu. İyi de onun burada ne işi olabilirdi ki? Batu Rula'nın davetinde ne arıyor olabilirdi? Onu mu? Eh kalbini kanatarak da olsa bu ihtimali elemek zorunda olduğuna göre cevap neydi bulamıyordu? Belki de Ela'yla gelmişti kim bilir? Sempatik olduğunu sandığı o aksanlı, kırık dökük Türkçesi'yle bir yerde Rula'yla karşılaşıp yine "Ben Hatay'ı çok merak ediyorum!" masallarıyla kendini zorla davet ettirmişti belki de Ela? Düşününce pek olacak şey değil gibi gelse de imkansız da değildi. Son birkaç gündür Batu ve çanta gibi koluna takıp her yere yanında getirdiği Ela'yla o kadar çok yerde karşılaşmıştı ki artık hiçbir şeye şaşırmayacaktı.

Kafasının içinde binlerce olasılık birbirini kovalarken Batu'nun mimiklerini izleyerek sorularına küçük de olsa bir cevap aramaya kendini öyle kaptırmıştı ki kucağındaki Can'ın hareketsizliğinden şüphelenmek aklına bile gelmedi. Ama biraz önce huysuzlanmaya başlamışken şimdi birdenbire kıpırdanmayı kesip sessiz sakin durmasının tek bir anlamı vardı; Lale Batu'ya bakarken o kaşla göz arasında bir kez daha altını doldurmuştu. İşi bitene kadar Lale'nin dikkatinin başka bir yöne kaymış olmasını umursayacak fırsatı olmamıştı ancak o iş bittikten sonra Lale'nin hala kendisiyle ilgilenmeye niyeti olmadığını fark edince sıkılmış olacak ki masmavi gözlerini kocaman açarak büyük bir dikkatle Lale'nin suratını incelemeye başlamıştı. Bir süre Lale'nin suratını inceledikten sonra yüzünün kenarlarına dökülen saçlarının daha ilginç olduğuna karar vermiş olacak ki elini uzatıp Lale'nin yüzünün sağ tarafını kapatan bir tutam saçı yavaşça kavrayıverdi. Ancak Lale'den hala tepki yoktu. Kendini Batu'ya ve onun anlamlandırmaya çalıştığı bakışlarına öyle kaptırmıştı ki Can'ın saçını çekiştirmeye başladığını ilk başlarda fark etmedi bile. Fakat Can o bir tutam saçın ne işe yaradığını görmek istercesine birden bütün kuvvetiyle saçına asılınca. Gayri ihtiyari "Ahh!" deyiverdi yavaşça.

"Can dur yapma saçım o benim!" diye gülerek saçına yapışmış Can'ın tombul parmaklarını çözmeye çalıştıysa da olmadı, Can saçına öyle bir asılmıştı ki bırakmıyordu. Üstelik Lale'nin tepkisi hoşuna gitmiş olacak ki gülmekle çığlık atmak arası cıvıltılı bir ses çıkardı. Zaten Yasmin kendi sesini tanıyıp fark etmeye başladığından beri hiç susmadan kendi kendine çığlık atıp durduğunu anlatmıştı, Can da annesini yalancı çıkarmak istemiyormuşçasına kendi kendine bebeklere özgü o tuhaf sesleri çıkarıp duruyordu.

Ondan çıkan sesleri duydukça Lale de gülmeden edemiyor, bir yandan da hala büyük bir gayretle saçını Can'ın parmaklarından kurtarmaya çalışıyor.

"Can bırakır mısın saçımı? Bak n'olur bırak çok kötü çekiştiriyorsun, acıyor ama! Çıngırağın nerede senin? Nerede çıngırağın? Çıngırağı neredeymiş Can'ın? Saçımı bırakırsan çıngırağını getireceğim sana."

Sonra yine beklemediği bir şey oldu. Bir anda birinin, ki bu Batu'ydu biliyordu, yanında bittiğini ve saçını kavramış Can'ın tombul parmaklarını yavaşça çözdüğünü fark etti. Öyle heyecanlanmıştı ki... Kalbi yine ağzında atmaya başlamış gibiydi. Aklından saçma sapan bir sürü şey geçiyordu. Evet Batu bunu Can'ın saçını çekiştirmesini önlemek için yapmıştı ama... Bir taraftan da saçlarına dokunmuş olmuştu eskisi gibi. Neler düşündüğünün farkına varınca anlık bir dehşet yaşadı. Durumunun bu kadar ümitsiz olduğuna inanamıyordu! Bir anlığına saçlarına dokundu, üstelik bunu mecburen yaptı diye eskisi gibi saçlarını okşadığını falan düşünebildiğine göre artık iyiden iyiye kafayı yiyor olmalıydı. Ama eğer öyleyse bile ona bunu yapan yine Batu'ydu! Bir öyle bir böyle davranarak aklını karıştırıyor, zaten yerinde olmayan dengesini daha da bozuyordu. Önce birkaç adım ileride elleri ceplerinde dikilip ona fena halde geçmişi ve geçmişteki Batu'yu anımsatan bakışlarla onu izlemiş, sonra bir anda bu kadar yakınına gelip saçlarına dokunmuş, şimdi de yine bu kadar yakınında kalmaya devam ederek durmuş ona bakıyordu. Günlerdir üzerinden eksik olmayan o gerginlik kaybolmuş gibiydi, garipti ama gevşemiş, sakinleşmiş gibi bir hali vardı. Ve Lale ne yapacağını, ne düşüneceğini ama en önemlisi de ne hissedeceğini şaşırmıştı. Hayır tüm bunların bir anlık bir tepki olmadığından emin olabilse bir saniye dahi durmayacaktı. Fakat emin olamıyordu ki işte. Aklından onlarca ihtimal gelip geçiyordu. Bunların ilki, Batu'nun onu kucağında başkasının bebeğiyle görünce birden duygulanıp o görünmez zırhından sıyrıldığı ama bunun uzun sürmeyeceği ve çok geçmeden o eski buz gibi tavırlarına geri döneceğiydi mesela! Batu'nun gerçekten yumuşamaya başladığına inansa, inanabilse bir an bile duraksamayacaktı zaten. Ama işte Batu duygularını bu kadar iyi saklarken onun neler hissettiğini nasıl bilecekti ki? Gerçi haksızlık etmemeliydi, ona karşı beslediği nefret ve öfke gibi bilumum olumsuz duyguları gayet iyi yansıtmasını da biliyordu Batu!

O kafasının içindeki gelgitlerle boğuşurken Can bu kez de kendince bir arayışa girişmiş, yumuk yumuk elleriyle göğüs bölgesinde ufak bir keşfe çıkmıştı. Elleriyle pat pat göğsüne vuruyor, arada bir başını öne doğru eğip yüzünü elleriyle varlığından emin olduğu o tepeciklere(!) sürtmeye çalışıyordu. İstediğine ulaşamayınca da kendince sinirlenip mızmızlanmaya başlıyordu. Meme arayışı içinde öyle komik ve tatlı bir hali vardı ki Lale onun ne yapmaya çalıştığını fark edince kendini tutamayarak gülmeye başladı.

"Karnın mı acıktı senin? Ondan mı huysuzlanmaya başladın sen?" diyerek güldü. "Aradığın şey bende yok ama." derken sesi birkaç saniye öncesine göre çok daha kırık çıkıyordu ama bunun için minnacık bebeği suçlayamazdı ki. "Annenin yanına gidelim mi en iyisi??"

Can son bir kez daha iki elini birden göğsüne koyarak kendince meme arayışına devam ederken Lale dejavu yaşadığını düşünmeye başlamıştı. Aynı sahnenin çok benzerini, hatta hemen hemen aynısını Batu'yu aylar sonra ilk kez gördüğünde kucağında onun yeğeni Mete varken yaşamıştı. O zaman Mete ilerde bu konuda tıpkı dayısı gibi tuttuğunu koparacak(!) bir erkek olacağını ispatlarcasına bluzune asılmış, bluzunun yakasının açılıp sutyeninin görünmesine neden olmuştu. Batu'nun o anki bakışlarını anımsayınca tüyleri diken diken oldu. Dönüp Batu'ya bakmak istiyor, bu sefer de öyle bakıp bakmadığından emin olmak istiyordu. Bu sorunun cevabını açıkça biliyordu oysa. Bakıyorsa bile bunun bir anlık bir şehvetten öte olmayacağını da biliyordu. Zaten Mete'yi kucağına aldığı o gün üzerinde olan bluzun aksine bu akşam giymiş olduğu elbisenin ön tarafı tamamen kapalıydı! Can ne kadar çekiştirirse çekiştirsin aradığı o memeye ulaşması zaten imkansızdı. Melisa'nın dolabından annesinin zoruyla aldığı gece mavisi elbisenin ön tarafı köprücük kemiklerine kadar kapalıyken yalnızca sırtı yarısına kadar açıktı. Hem zaten açık olsa, Can tıpkı Mete'nin bir zamanlar yaptığı gibi elbisesine asılıp bir anlığına göğüslerini açabilecek olsa ne olurdu? Ne değişirdi ki? Eskiden olsa tamam. Sırt dekoltesi nedeniyle içine sutyen giymediği, karşısındakinin de Batu olduğu düşünülürse çok şey değişebilirdi herhalde! Ama şimdi artık bu tür şeylerin hiçbir şeyi değiştirmeye yetmeyeceğini biliyordu. Öyle bir şey olsa bir erkek –hem de bu konuda çoğu kimsensin eline su dökemeyeceği bir erkek!- olarak Batu mutlaka etkilenir, yine bakar, eder, hatta belki yanına sokulup başka şeyler yapmaya bile kalkardı. Ama o da bir kadın olarak bu tür durumlarda erkeklerde (özellikle de Batu'da!) akıl ve mantığın kısa süreliğine devre dışı kaldığını ve Batu'daki bu değişimin devamının gelmeyeceğini bilecek kadar da farkındaydı bazı şeylerin. Artık böyle küçük şeyler için umutlanmaktan vazgeçmişti. Sonunda hiçbir şey olmuyor, üzülen yine sadece kendisi oluyordu.

O böyle derin düşüncelerin arasında kaybolmuşken imdadına yine Can yetişti. Kucağında huzursuzca kıpırdanması giderek artmıştı, aradığı memeyi bulamayınca haklı olarak huysuzlanmaya başlamıştı. Bir anda elleriyle kulaklarını çekiştirmeye başlayıp bu defa çok daha huysuzca bir çığlık attı. Ve önce küçük küçük ıkınır gibi sesler çıkardı. Sonrasında da ne oluyor demeye kalmadan o sesleri gerçek bir ağıda dönüştürerek son ses ağlamaya başladı.

Can bir anda tam gaz ağlamaya başlayınca Lale birden ne yapacağını şaşırmıştı, üstelik kafası bu kadar Batu'yla doluyken Can'ı neyin ağlatmış olabileceğine dair hiçbir fikri de yoktu. Acıkmış olabileceğinin farkındaydı ama bunun için önce Yasmin'i bulması gerekiyordu! O Yasmin'i bulana kadar Can'ın ağlamaya devam edeceği gerçeği ise gayri ihtiyari paniklemesine yol açmıştı. Can'ı kucağında sallayarak pışpışlamaya çalıştı.

"Şşş n'oluyor canım? N'oluyor bebeğim.? Tamam ağlama, anneye gideriz şimdi."

Can bu sorulara cevap olarak ağlamasının tonunu biraz daha arttırınca Lale'nin paniği de orantılı olarak katlanıyordu ki. Hiç beklemediği bir şey daha oldu.

"Şey... Kokuya baksana. Altına yapmış gibi sanki? Ondan olabilir mi?"

Lale hayretle irileşen gözleriyle Batu'nun suratına bakakaldı. Batu onunla günlerdir ilk kez konuşuyordu! İlk defa onun zorlamasıyla olmadan kendiliğinden bir şeyler söylüyordu! Hem de bunu bağırmadan, sakince ama sesindeki o soğukluk da olmadan, gayet normal ve insani bir ses tonuyla yapıyordu! Tabii bunu yaparken bahsettiği şeyin, günlerdir ona kendiliğinden söylediği, hiçbir zorlama olmadan tamamen kendi iradesiyle kurduğu ilk cümlenin "Altına yapmış gibi sanki? Ondan olabilir mi?" olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu! İçinde bulundukları şu duruma nasıl inanabilirdi ki zaten? Kırk yıl düşünse aklına gelmezdi herhalde. Ama ne olursa olsun, neticede Batu onunla konuşmuştu işte? 'Doğru mu duydum?' dercesine Batu'nun yüzüne bakakalması bundandı. Şaşkın şaşkın Batu'ya bakmaya devam ediyordu ki Can canhıraş yeni bir çığlık koparınca ancak kendine gelebildi.

"Evet." diye yutkunarak başını salladı. Ama hala gözlerini Batu'dan ayıramıyordu. "Evet. Galiba."

Can'ın ağlaması giderek şiddetlenince Batu'ya bakmayı bırakmak zorunda kaldı, Can'ı salonun diğer köşesindeki ikili koltuğa götürdü. Ne yapacağını şaşırmıştı, eli ayağına dolaşmıştı. Halbuki ilk kez değiştirmeyecekti bir bebeğin altını. En son daha yarım saat önce yapmıştı zaten! Daha öncesinde de hem Daniel'ın hem Lena'nın bebekliğinde defalarca yapmıştı bunu. Son olarak da Can'dan önce Mete'ninkini. Batu onu ablasından alıp getirdiğinde... Beriller'e yemeğe gittiklerinde... Mete'nin Batu'ya olan benzerliği aklına gelince burnunun direği sızladı. Halbuki Batu sadece birkaç adım uzağındaydı. Keşke aralarındaki mesafe de yalnızca bundan ibaret olabilseydi. Sonra birden üzerindeki Melisa'nın elbisesinin sırtının yarısına kadar açık olduğu aklına geldi. Acaba Batu fark etmiş miydi? İçine sutyen giymemiş olduğunu fark edebilmiş miydi? Daha doğrusu fark edecek kadar uzun süre arkasından bakmış mıydı? Bir an içinin ürperdiğini hissetti. Batu'nun bakışlarının bir anda kararıp tutkuyla gölgelendiğini görmeyi o kadar çok özlemişti ki bunun için her şeyi yapabilirdi. Ama Batu onu artık eskisi gibi istemiyorsa ne yapabilirdi ki?

O bu düşüncelere dalmışken Can giderek daha çok ağlamaya başlayınca o da panikledi. Zaten eli ayağı birbirine girmişti, bir de Can her saniye daha çok bağırdıkça iyice şaşkına dönmüştü. Bu kadar gürültüye rağmen yan taraftaki oturma odasında televizyon izleyen yabancı yardımcının da hiç sesi çıkmadığına bakılırsa kadıncağız televizyonun karşısında uyuyakalmış olmalıydı. Bu daha da paniklemesine neden oldu ama içten içe saçmaladığını da biliyordu. Niye bu kadar panikliyordu ki? Daha yarım saat önce Can'ın altını tek başına değiştiren kendisi değil miydi? Şimdi değişen neydi? Değişen, hiç beklemediği bir anda buraya gelip yine hiç beklemediği şekilde davranan Batu ve Can'ı sakinleştirmeye çalışırken bile üzerinde hissettiği bakışlarıydı elbette! Günlerdir onun dikkatini çekebilmek için çırpınmış, tek bir kere de olsa eskisi gibi gözlerinin içine baksın, göz göze geldikleri o nadir anlarda da gözlerini kaçırıp başını çevirmesin diye yapmadığı kalmamış ama yine de olmamıştı. Oysa şimdi Batu gözlerini bir an bile kaçırmadan dosdoğru ona bakıyor, üstelik sadece bakmakla kalmıyor, eskisi gibi ne zaman onun bakışlarını üzerinde hissetse ürpermesine neden olacak kadar arzulu gözlerle en ufak bir hareketini bile kaçırmadan onu seyrediyordu.

Can'ın yaygarası kulakları zorlayan bir sınıra ulaşınca baktı ki olmayacak Batu'ya döndü telaşla.

"Şuradaki çantanın içinde havluyla temiz bez falan vardı. Onları getirir misin?" Sonra yanlış anlamasından korkarak "Yani şey, lütfen?" diye ekledi.

Nezaketten kırılmak üzereydi! Saçmalıktı. Bugüne kadar şu dünyada kendini en yakın hissettiği tek kişiden şimdi bu kadar utanıp çekinmesi cidden saçmalıktı. Ama onunla konuşma şeklini yanlış anlar da yine tepesi atar yine çeker gider diye korkudan ölüyordu. Her şeyin nasıl bu hale geldiğini bir kez daha sorgulamaya kalkarsa Can ağlamaktan çatlayacağı için bu seferlik es geçti, Can'ın üstündeki mavi tulumun çıt çıtlarını açmaya girişti.

Bu sırada Batu onu hayrete düşüren bir uyumlulukla o gereğinden nazik ricasını yerine getirmiş, Can'ın çantasını alıp tekrar yanına gelmişti. Lale'nin Can'ın üstünü çıkarmakla uğraştığını görünce çantanın açık ağzını aralayıp içini karıştırmaya başladı.

"Havlu burada." dedi çantanın içinden çıkardığı havluyu Lale'ye göstererek. Can'ın ağlaması şiddetlendikçe onda da hissettirmemeye çalıştığı bir panik baş göstermiş gibiydi, Lale'nin bir şey demesine kalmadan "Altına mı sereceğiz bunu?" diye sordu.

Lale başını sallayarak Can'ı kucaklayıp kaldırırken Batu da yine gözlerini ondan ayırmadan havluyu koltuğun üzerine serdi. Sonra Lale Can'ın üstünü çıkarıp bezini açarken hiç konuşmadan onu seyretti. Lale Can'ı susturma çabası içinde "Tamam Cancım. Tamam canım. Şimdi çıkaracağız bezini, n'olur biraz sakin ol." diye onunla konuştukça dudaklarının kenarında yarım yamalak bir gülümsemeyle onu dinliyor, Lale çantadan temizleme mendili, pudra, temiz bez ve tulum gibi şeyler istedikçe itaatkar bir şekilde bunları çantadan çıkarıp ona uzatıyordu.

Sonunda Lale altındaki kirli bezi çıkarıp aldığında Can'ın da ağlaması yavaşlar gibi olmuştu. Hatta altı temizlendikten sonra keyfi iyice yerine gelmeye başlamış, boğum boğum bacaklarıyla havayı tekmeleyip iki elini birden ağzına götürerek kendince yeni sesler çıkarmaya koyulmuştu. Havaya tekmeler savuran küçük ayaklarıyla öyle tatlıydı ki üstüne bir de biraz önceki ağlamanın etkisiyle hıçkırmaya başlayınca. Batu birden gülüverdi.

Can'ın hareketlerini gülümseyerek izleyen Lale bu sesi duyunca birden durdu kaldı. Batu... Gülüşü... Bu sesi en son ne zaman duyduğunu hatırlamıyordu bile. Batu ona en son ne zaman gülmüştü, bilmiyordu? Bunun tek sorumlusu kendisiydi, işte onu biliyordu. Bebeklerini kaybettikleri günden beri Batu ne kadar yanında olmaya çalışsa da kendisi onu hep uzak tutmuştu. Onu hayata döndürme çabalarına hep kayıtsız kalmıştı. Daha fazlası elinden gelmemişti, sırf onun için, onun hatırı için kendini toparlamaya çalışsa da yapamamıştı. Zaten bu yüzden değil miydi onu da kendisi gibi içinden çıkılmaz bir bunalıma sürüklediğini düşünerek gitmek istemesi? Suçunu bilmiyor değildi ki. Ama onun güldüğünü duymayı o kadar özlemişti ki. Yavaşça başını çevirip Batu'ya baktığında duymayı özlediği o gülüşü dudaklarında görünce içi yandı. Batu'nun güldüğünü duymayı özlediğini düşünüyordu ya. İşte o, Batu'nun güldüğünü görmeyi ne kadar özlediğinin yanında hiçbir şeydi. Dudaklarının aldığı o yamuk kıvrımın genişleyerek bir anda tüm yüzünü kaplayıp en son da gözlerinin taa içine kadar ulaştığını görmeyi o kadar çok ama o kadar çok özlemişti ki. Şimdi o gülüşü birdenbire apansız karşısında görünce gözleri dolmaya başladı. En son Beyrut'a gidişinden önce Batu çıldırıp bavulunu terastan aşağıya attığında sinirleri bozulup karşılıklı gülme krizine girdikleri gün görmüştü onu gülerken ama şimdi üzerinden çok daha uzun zaman geçmiş gibi geliyordu sanki.

Fakat sonra... Bunca zaman sonra Batu'nun güldüğü görmenin üzerinde yarattığı tahribatın altında kalbi kuş gibi çırpınıp kirpikleri yine durmaksızın titreşirken başka bir şey daha fark etti. Batu'nun neden güldüğünü, neye güldüğünü idrak ettiği anda bu kez resmen cayır cayır yandı içi. Batu Can'a gülüyordu. Altı açıldığı için keyiflenen, boğum boğum tombul bacaklarıyla havaya tekmeler savurup kendince cıvıldayan, iki elini birden ağzına sokmaya çalıştığı için çenesine salyalar damlayan, mavi gözlü, altı aylık bir erkek bebeğe gülüyordu.

Göz pınarlarına üşüşen yaşların görüşünü bulandırmaya başladığını fark edince Batu'nun bunu görmesinden korkarak başını çevirdi. Nasıl oluyordu da canını en çok yakacak enstantanelerin tam ortasına düşmeyi başarıyordu bilmiyordu ama karşısındaki şu manzara aylardır yaşadığı her şeyden çok daha fazla içini acıtıyordu. Batu'nun Can'a bakarak güldüğü şu görüntüyü hafızasından asla silemeyeceğini biliyordu. Gözünün önünden hiç gitmeyecekti. 'Keşke görmeseydim' de diyemiyordu ki. Çünkü her şeye rağmen bunca zaman sonra onu gülerken görmek. Her şeye değiyordu. Artık hiç sahip olamayacakları bebekleri dünyaya gelebilseydi eğer, Batu'nun ona aynen böyle bakacağını, ona aynen böyle güleceğini görmek, buna birebir şahit olmak apayrı bir şeydi. Ama canı öyle acıyordu ki. Parmaklarının ucuyla gözlerinin altını sildi telaşla. Batu'nun görmesini istemiyordu. Yine "Ağlayarak bir şeyi değiştiremezsin!" diyerek bağırmaya başlar diye ödü kopuyordu. Bir zamanlar üzülmesin diye bu tür şeyleri ondan sakladığı aklına gelince yavaşça içini çekti. Her şey nasıl da değişiyordu... Dönüp kendini kaptırmış büyük bir ilgiyle Can'ı seyretmekte olan Batu'ya baktı.

O içinden bunları geçirirken Batu Can'la samimiyeti ilerletmiş gibiydi, Can'ın ellerini ağzından çekmeden çıkardığı seslere gülüp duruyordu. Can işi iyice ilerleterek havaya savurduğu ayaklarından birini kavrayıp ağzına götürünce Batu'nun dudaklarından yeni bir gülüş fırladı.

"Şuna bak ya." dedi Can'a bakarak gülerken. "N'apıyorsun sen öyle oğlum? Kendi ayağını mı yiyorsun sen?" derken sesine Lale'nin gerçek anlamda hasret kaldığı bir şefkat hakimdi. Can ayağını ağzına sokarken bundan büyük keyif aldığını belli eden bir cıvıltı çıkarınca Batu bu kez daha yüksek sesle güldü.

"Bak ya." diyordu gülerek. "Şebek misin oğlum sen n'apıyorsun? Her tarafın da açıkta, ayıp değil mi oğlum?" Can yeni bir ses çıkararak kendince ona cevap verince yine güldü. "Lalem baksana şuna, tam şebek bu ya."

Çenesini avucuna dayamış, daha fazla saklayamadığı bir tebessümle sessizce onları seyretmeye dalmış olan Lale bunu duyunca önce gülümsedi. O kadar doğal gelmişti ki. Fark etmedi bir an. Ama sonra. Batu'nun ne dediğini algılayınca. Birden afalladı. Elini ağır ağır çenesinden çekti. Omuzları dikleşti. Doğru mu duymuştu? Batu sahiden ona 'Lalem' mi demişti? Yoksa o hayal mi görüyordu?

Hala keyifle gülerek Can'ı seyretmesine bakılırsa Batu ne söylediğinin farkında değil gibiydi. Muhtemelen ağzından kaçırmıştı. İyi de bu ne anlama geliyordu? Ağzından kaçırdıysa ve ne söylediğinin farkına varmadıysa ona eskisi gibi 'Lalem' diye seslenmek onun için hala bu kadar doğalsa bundan ne anlamalıydı?

Batu kendini Can'a kaptırmıştı ama göz ucuyla Lale'nin sırtını dikleştirdiğini ve gerildiğini fark etmiş olacak ki başını çevirip ona baktı. Yüzünden geçen gölgeleri gördüğü anda ise birkaç saniye önce ne söylediğini ancak idrak edebildi. Ve bir anda onun da yüzü değişti. Can'la konuşurken yüzüne oturan o keyif dolu huzurlu ifade bir anda silinip yerini bütün yüz hatlarına yayılan endişeli bir gerginliğe bıraktı. Lale'nin soran bakışlarını görünce hemen gözlerini kaçırdı.

"Şey... Bezden rahatsız oluyordu herhalde. Altı açılınca keyfi nasıl yerine geldi baksana." diye başıyla Can'ı işaret ederek yarım ağızla bir şeyler geveledi.

Lale kara bir bulut gibi üzerine çöreklendiğini hissettiği hayal kırıklığının girdabına kapılmamak için mücadele ediyordu. Böyle olacağını biliyordu zaten. Neden üzülüyordu ki? Batu'nun ona bilerek 'Lalem' demediğini, ağzından kaçırdığını ve bunu fark ettiği anda da bir şekilde geri almaya çalışacağını, o 'Lalem'e karşılık onu yine fena halde yaralayacak bir şey yapmaya kalkacağını biliyordu. Hatta Batu şu ana kadar onu şaşırtmış, sadece bunu yanlışlıkla söylediğini belli etmekle yetinmiş, onu üzecek kıracak yeni bir şey söyleyip laf sokmaya kalkışmamıştı.Kötünün iyisi diyebilirdi herhalde buna, öyle değil mi?! Ama işte gel de bunu her an dolup taşmaya hazır gözlerine anlat. Söz geçiremiyordu ki o gözlere bir türlü!

Başını hızlı hızlı sallayarak "Evet evet." dedi çabucak. Ağlamak üzere olduğu belli olmasın diye yapmayacağı şey yoktu zaten. "Baksana biraz poposu da kızarmış, ondan rahatsız olduğu için o kadar ağladı herhalde." diye ardı ardına birkaç kelimeyi sıralayıverdi o da. "Şimdi biraz pudra falan sürersem rahatlar mutlaka."

Batu gözlerini yüzüne dikmiş, yaşlarla dolmaması için mücadele ettiği gözlerinin taa içine bakarak onu dinlediğinden Lale ne söylediğini pek de bilmiyordu, konuşmuş olmak için konuşmuştu işte. Sonunda daha fazla söyleyecek bir şey bulamayıp sustuğunda aralarında bir sessizlik oldu. Karşılık verip bir şeyler söyleme sırası Batu'daydı ama o Lale'yi seyretmeye daldığı için bunun farkında değildi. Can'dan yeni bir cıvıltı yükselene kadar da farkına varamadı. Birkaç saniyedir konuşmadan birbirlerine baktıklarını ancak Can'dan gelen sesle fark etmiş olacak ki bir anda irkildi. Panik içinde yine hemen gözlerini kaçırdı.

"Aslında şey... Biraz böyle de kalabilir bence. Baksana ne kadar memnun halinden." dedi ufak bir tebessüm kırıntısıyla. "Bu havada üşümez herhalde değil mi?"

Lale bir an gülecek gibi oldu. Batu'yla bunca zaman sonra ilk defa bu kadar sakin konuşabilmeye başladıklarında tartışacakları konunun bu olacağı kırk yıl düşünse aklına gelmezdi.

"Bilmem ki." dedi. "Yani üşümemesi lazım normalde ama ben de bilmiyorum ki?" derken cümlenin başında sesine hakim olan gülme tınısı kaybolmuş, sesi kırık dökük mutsuz bir tona bürünmüştü. Evet, Batu'yla bunca zaman sonra bir araya gelip bunlardan bahsetmeleri biraz tuhaftı. Ama bir yandan da garip bir şekilde o kadar da tuhaf gelmiyordu? Eğer her şey yolunda gitseydi şimdi kendi oğullarına kavuşmalarına bir buçuk aydan az kalmış olacaktı. Batu'nun bir bebekleri olmasını ne kadar çok istediğini anımsayınca içi cız etti. Deminden beri terasta ona hamile olduğunu söylediği o akşam üstünü düşünmemeye çalışıyordu ama olmuyordu. Kısacık süren hamileliğinin başından itibaren yaşadıkları ne varsa su yüzüne çıkmak için hazırda bekliyordu, birini kovsa bir diğeri üşüşüyordu aklına.

Batu'nun aklından neler geçirdiğini bilmiyordu. Keşke düşüncelerini okuyabilseydi! Onun hiç mi aklına gelmiyordu acaba? Can'a baktıkça kendi oğullarını hiç mi düşünmüyordu? Kime benzerdi, nasıl bir bebek olurdu, bunları hiç mi aklından geçirmiyordu?

Batu sanki onun aklından geçenleri hissetmiş gibi hafifçe öksürerek boğazını temizledi.

"Bence biraz böyle kalsın. Keyfi böyle gayet yerinde zaten baksana şuna. Gerçi tabii her an üstümüze işeme ihtimali de var ama."

Bu sırada Can ağzına almaya çalıştığı ayağıyla beraber yattığı yerde hafiften sola doğru dönmeye başlamıştı. Dönmeyi yeni yeni öğrenmeye başladığından olsa gerek hareketleri henüz seri değildi, kendince bir mücadele vererek yavaş yavaş dönmeye çalışıyordu. Bir yandan da büyük bir gayretle ayağını ağzına sokup parmaklarını emmekle uğraştığından oldukça komik bir görüntüsü vardı. Bunlara bir de Batu'nun son sözleri eklenince. Lale kendini tutamayarak güldü.

"Çok tatlı ama ya." derken sesi gibi içi de titriyordu. "Rahatını bozmayacağı bilsem kucağıma alıp hiç indirmeyeceğim ama..."

Dediklerini anlamışçasına ona karşılık verir gibi kendi kendine söylenmeye başladı Can. O böyle yapınca Lale yeniden gülüverdi. Can'a doğru eğilerek hafifçe göbeğini gıdıkladı.

"Can ne diyor bu abi oğlum? Ne diyor bu abi? Üstümüze işeyecek misin gerçekten ha söyle bakayım?"

Dilini hafifçe dışarı çıkarmış, dudağının kenarından akan salyası yavaşça çenesine doğru yol alırken büyük bir dikkatle Lale'yi dinleyen Can kendisiyle konuşulduğunu anlamış ve bu onu inanılmaz heyecanlandırmış gibiydi. İçini çekerek dudaklarını büzüp "Ooo" diye bağırdı. Sonra bunun kendisini ifade etmekte yetersiz kaldığını düşünmüş olsa gerek ki "oooo"lar ve "aaaa"larla kendi kendine uzun uzun söylenince Lale küçük bir kahkaha atmaktan kendini alamadı.

Şakacı bir tonla "Yaaa, öyle mi diyorsunuz efendim??" dedi Can'la karşılıklı konuşur gibi. "Eee sonra ne olmuş peki?"

Can yine söylediklerini anlamış da ona cevap verirmiş gibi kendi dilinde uzun uzun bir şeyler söyleyince Lale de Can'ın dikkatini çekmek için ağzını burnunu oynatarak abartılı mimiklerle bu konuşmayı(!) devam ettirdi.

"Hadi canım?! Gerçekten mi? Hayatta inanmam!"

Can'dan yine uzunca bir cevap(!) gelince o da aynı ciddiyetle yanıt verdi.

"Yaa gerçekten öyle mi olmuş?"

Can yine aynı şekilde uzunca bir cevap verdi Lale'ye.

"Aaa bak sen şu işe. Bak sen şu işe!" diye gülerek Can'ın havayı tekmeleyen minik ayaklarını yakalayıp öpmeye başladı. "E peki diğeri ne demiş? 'Ben seni yemeyip de napayım ya bu nasıl tatlılık? Bu nasıl yakışıklılık? Bu nasıl bilmişlik?' dememiş mi? Ha dememiş mi?! Ben de senin o yemeye çalıştığın ayaklarını yakalayıp ısırırım dememiş mi?" O Can'ın ayaklarını ısırır gibi yaptıkça Can küçük kahkahalar atmaya başlamıştı.

Lale ayaklarını gıdıklayıp öptükçe o kadar güzel, o kadar tatlı gülüyordu ki. O güldükçe Lale daha çok gülüyor, onu ısırıp öpücüklere boğmamak için kendini zor tutuyordu. Sonunda dayanamadı. "Gel bakayım sen buraya!" diyerek Can'ı koltuk altlarından tutup kaldırdı ve kucağına aldı, göğsüne yasladı. Bir de üstüne Can da ona sarılır gibi boğum boğum kollarını açarak göğsüne sokulup başını boynuna yaslayınca delirecek gibi oldu. Boğazından yükselen hıçkırık benzeri bir sesle gülerken yanağını onun sarı buklelerinin üzerine dayadı. Can'ı saran kollarının baskını biraz daha arttırarak içine sokmak ister gibi göğsüne yasladı onu.

Ve tam o anda Can'ın başının üzerinden Batu'yla göz göze geldi.

Geldiği anda da sanki dili tutuldu, konuşamadı. Boğazı düğümlenmiş gibiydi. Batu'nun yüzünde öyle bir ifade vardı ki, çok uzun zamandan beri ilk kez güneşe çıkarılmış mahkumlar gibi çocuksu bir sevinç, bir mutluluk vardı yüzünün her bir çizgisinde. Gözlerinin parladığını fark ettiğinde ise ne düşüneceğini bilemedi. Çünkü öyle mutluluktan parlar gibi değil de sanki nemlenmiş oldukları için parlar gibiydi gözleri. Elle tutulacak kadar yoğun ama buruk bir özlemle bakıyordu. Ve o öyle baktıkça Lale'nin kalbi her saniye biraz daha hızlı çarpıyordu. Sonra Can'a biraz önce 'oğlum' dediğini anımsayınca yine allak bullak oldu. Batu da fark etmiş miydi acaba? Fark ettiyse ne düşünmüştü? Niye böyle bakıyordu ki? Allah'ım... Yine boş yere mi umutlanıyordu? Eğer... Eğer artık gerçekten de onu sevmiyorsa neden böyle bakıyordu? Neden buradaydı?! Buraya neden gelmişti? Peki ya Ela? O ne olacaktı? O neredeydi? Birkaç adım ilerideki bahçede İskenderun'lulara kendini tanıtmakla mı meşgüldü? Ya Begüm? O hangi cehennemdeydi? O da tin tin Batu'yla Ela'nın peşinden gelmiş miydi?

Ela ve Begüm aklınca gelince kanat takmış uçuşan umutları yeniden yerle bir oldu. Morali çöktü. Batu tesadüfen onu burada buldu, birkaç kıymetli dakikasını ona bahşederek Can'la ilgilenme lütfunda bulundu diye hiçbir şey düzelmiş değildi ki. Yüzünde gördüğünü sandığı o ifade de muhtemelen Can'la ilgiliydi zaten. Kendisi nasıl farkında bile olmadan Can'ı oğlu yerine koyup üst üste iki defa ona 'oğlum' diye hitap ettiyse Batu da aynı şekilde Can'ı görünce oğullarını hatırlamış olmalıydı. Bu halinin tek açıklaması buydu. Başka bir açıklaması olsa. Zaten böyle kaçamak davranmaz, içinden geçenleri bir bir söylerdi. Batu'yu tanımıyor değildi ki. Ona karşı gerçekten yumuşamış olsa, onu hala seviyor olsa, şu bakışlarının altında yatan bir şeyler olsa, onun kendi kafasında türlü türlü sonuçlar çıkarmasına kalmadan her şeyi açıkça belli ederdi zaten. Tıpkı onu artık sevmediğini, artık hayatında başka biri olduğunu açık ve net bir şekilde yüzüne vurduğu gibi bunu da bir şekilde anlatır, bir şekilde ifade ederdi kendini. Ama yapmıyordu işte. Konuşmuyordu. Tek kelime etmiyordu. Hiçbir şey söylemiyordu. Yine, yine, yine susuyordu!

O kadar morali bozulmuştu ki Can'ı yavaşça tekrar koltuğun üzerine yatırdı. Ayak bileklerinden tutup bacaklarını kaldırarak poposundaki o küçük kızarıklığın üzerine pudra sürmeye başladı. Batu'dan yana hiç bakmamaya özen gösteriyordu. Daha fazla kafasının karışmasını istemiyordu. Her şey açık ve net ortadayken boş yere kendine işkence etmenin anlamı yoktu. Ama gerçekten anlam veremediği şeyler oluyordu. Çünkü Batu, Can'ı yatırdığı koltuğun yanına yere oturup Can'ı ve onu izlemeye başlamıştı! Belki de kendisi yanlış yorumluyor, bir kez daha gerçeklere değil de kendi istediklerine inanmayı tercih ediyordu. Ama Batu ciddi ciddi koltuğun yanına yere oturmuş onları seyrediyordu işte!

"Uçuk çıkmış dudağında."

Batu'nun sesini duyunca şaşkınlıkla başını kaldırıp ona baktı. Öyle şaşırmıştı ki neredeyse 'Bana mı dedin?' diye soracaktı. Batu ona dudağında uçuk çıktığını söylüyordu? Bunu fark etmiş olması için dudaklarına bakmış olması gerekiyordu değil mi? Dudaklarına bakmıştı yani. O zaman o uçuğun oraya nasıl yerleştiğini de akıl edebilmiş olması gerekirdi herhalde? Kendisinden bulaştığını düşünebilmiş miydi acaba? Belki de öyle bir ihtimal hiç aklına bile gelmemişti, bilemiyordu ki?

Şaşkınlık içinde Batu'nun suratına baktı.

"Şey evet." diyerek yutkundu. Sonra altta kalmak istemediğinden midir bilinmez bir anda kendini bile şaşırtan bir şey yaparak "Sende de var!" deyiverdi.

Şaşırdıysa da belli etmedi Batu. Hafiften gülümser gibi oldu.

"Evet bende de var." diye başını sallayarak onayladı.

Buna karşılık ne diyeceğini bilemediğinden susmayı tercih etti Lale. Can'ın poposunu pudralamaya devam etti. Göz ucuyla Batu'nun kendisini seyrettiğini görüyor, gördükçe de ne düşüneceğini bilemediğinden duyguları karmakarışık oluyordu.

Can'ın kendi kendine konuşurcasına çıkardığı seslere odaklanarak kendini telkin etmeye çalışıyordu. Batu hala ona bakıyor mu diye üç saniyede bir göz ucuyla onu süzmesinin bir anlamı yoktu! Hem bu saatten sonra Batu ona bakmış bakmamış ne fark edecekti? Şu salondan çıkıp bahçedeki insanların arasına karıştıkları anda her şeyin yine kabusa döneceğini bildikten sonra Batu burada baş başlarken ona bakmış bakmamış. Bu neyi değiştirirdi ki?

Değiştirmezdi de. İşte söz konusu Batu olduğunda ne zaman kendine söz geçirebilmişti ki şimdi geçirebilsin? Nitekim yine yapamadı. Gözü Batu'nun eline kaydığı anda kendini frenlemeye fırsat bulamadan sözcükler dudaklarından fırladı.

"Elin nasıl oldu? Dikiş atmadılar mı, sargını çıkarmışsın?"

Bunu sorduğu anda pişman oldu. Dün akşam aynı soruyu sormaya kalktığında Batu'dan duymadığı laf kalmamıştı. Açıkçası Batu'nun bu kez daha farklı davranıp sorusunu insanca cevaplaması için de bir neden göremiyordu. Muhtelemen yine "Sana ne?"yi yapıştıracak, sonra da kalkıp gidecekti. Ne diye durup durup elinin nasıl olduğunu soruyordu ki zaten?! Sahiden ona neydi? Elini kestiğinde ilgilenen, ona pansuman yapmaya çalışan, elini tutup başından ayrılmayan Elacığı değil miydi? Ela'sı sorsaydı o zaman elinin nasıl olduğunu! Kendisi hala neden bunu merak ediyordu ki?

İşte tam da bu yüzden Batu sakin ama konuyu kapatmak ister gibi geçiştirircesine "İyi. Ciddi bir şey değildi zaten, dikiş atmalarına gerek kalmadı." deyince kulaklarına inanamadı. Başını çevirip bu akşam kim bilir kaçıncı defa şaşkın şaşkın Batu'ya baktı. Gözlerini kırpıştırdı. Bir an ne diyeceğini bilemese de...

"Tırnaklarının kenarlarındaki o yaralar da iyi yani o zaman?" deyiverdi sonra.

Ardı ardına gelen bu sorular Batu'yu gözle görülür derecede rahatsız etmiş gibiydi, oturduğu yerde rahatsızlıkla kıpırdandı. Mevzubahis tırnakları ortadan kaldırmak istercesine kollarını kavuşturarak ellerini saklamaya çalıştı.

"İyi iyi. Bir şeyim yok." dedi çabuk çabuk konuşarak.

Lale ona şöyle bir baktı ve yalnızca "Peki." demekle yetindi. Batu'nun bu konuları konuşmak istemediğini anlamak için alim olmaya gerek yoktu, hal ve hareketleriyle her şeyi açıkça belli ediyordu. Onun da başka bir şey sormaya niyeti yoktu zaten. Bu yüzeysel konuşmalar, sormuş olmak için sorulan sorular birbirlerinden ne kadar uzaklaştıklarını bir kez daha yüzüne vurunca biraz daha morali bozulmuştu.

Lale Can'a temiz kıyafetlerini giydirene kadar hiç konuşmadılar. Can'ın da uykusu gelmiş gibiydi, ellerini gözlerine sürtüp duruyor, ağlamaya yakın sesler çıkararak biraz sonra huysuzlanmaya başlayacağının sinyallerini veriyordu. Lale onu kucağına alarak doğrulup ayağa kalktı. O ayağa kalkınca yerde oturan Batu da başını kaldırıp yukarıya ona doğru baktı.

"Ben Can'ı annesine götüreyim." derken kucağındaki Can'la ilgilenme bahanesiyle elinden geldiğince ona bakmamaya çalışıyordu Lale. Ama sonunda yine dayanamadı. Cümlesini bitirdikten sonra bakışlarını Batu'ya çevirdiğinde gördüklerine inanamadı. Batu'nun bakışlarındaki hayal kırıklığı, yüzündeki o hüsrana uğramış ifade ve ona, bildiği, tanıdığı, sevdiği Batu'yu hatırlatan gözlerindeki o mahzun çocuksu bakış... 'O sert görünümüne rağmen içinde çocuktan farksız olan adam nereye gitti?' diye kendi kendine sorup duruyordu ya. İşte o adam tam karşısında duruyor, o çocuk bakışlarını yüzüne dikmiş, gözlerini yüzünde gezdiriyordu.

"Hemen götürmek zorunda mısın?" dedi Batu kırık bir sesle. "Biraz daha kalsaydı?"

Biraz daha kalmasını istediği yalnızca Can mıydı? Yoksa Can'la beraber Lale'yi de mi kastediyordu? Bu Lale için cevabını bilmediği onlarca sorudan bir yenisini daha oluşmasına sebebiyet veriyordu. Artık ne düşüneceğini şaşırmış olsa da Batu'nun o bakışları karşısında içi gitmesine rağmen eriyip giden mantığının kalan son kırıntılarına tutunmaya çalıştı son bir gayretle.

"Olmaz." diyerek yutkundu. "Uykusu gelmiş baksana. Zaten uyku saati çoktan geçmiş olmalı, sonra uykusu falan kaçarsa bütün gece uyutamazlar. Ağlamaya başlamadan bir an önce götüreyim de sonra ailece bütün gece ayakta kalmasınlar."

Neler diyordu böyle?! Ne dediğini kendi de bilmiyordu ki zaten?! 'Uyku saati çoktan geçmiş olmalı' dediğine inanamıyordu, bu kadar resmi konuşmak da nereden çıkmıştı bilmiyordu? Sanki küçücük bebek insomnia olabilirmiş gibi Can'ın uykusunun her an kaçabileceğini de yine kendisi uydurmuştu! İçinden kendi kendine küfürler yağdırırken Batu'nun dün akşamki hareketleriyle şimdiki tavırlarını karşılaştırdığında aradaki farka inanamıyordu. Bir günde ne olmuştu. Ne değişmişti de Batu onunla normal bir insan gibi konuşmaya başlamıştı gerçekten merak ediyordu.

"E biz burada uyutalım beraber?"

Duyduklarıyla beraber gözleri hayret içinde iri iri açıldı. Batu. İkisinden 'biz' diye mi bahsetmişti? Günlerdir o birinci çoğul şahıs zamirini Ela ve kendisini kastetmek için kullanan, bunu her yaptığında da üstüne bir kez daha basıp geçen Batu şimdi 'biz'i ikisi için mi kullanıyordu yani? Hem de Can'ı burada beraber uyutmalarını teklif etmek için?

Batu'nun sorusuna cevap beklentisi içinde hevesle kendisine baktığını görünce yutkundu. Konuşmaya başladığında titrek sesini kontrol edebilmesi için hafifçe öksürmesi gerekti.

"Şey... Yok... Yani annesi uyutabilir sadece. Biz, yani ben... Uyutamayız. Ben bilmiyorum nasıl uyutacağımı." diye bir şeyler geveledi ağzında.

"Niye biz uyutamayalım, Mete'yi uyutuyorduk ya?"

Lale'nin başına koca bir balyoz indi o anda. Gözleri biraz daha büyürken ağzı da şaşkınlıkla aralanmıştı. Yaşadığı anın gerçekliğine inanmakta güçlük çekiyordu. Neler oluyordu?! Günlerdir yaşadıkları hiçbir şeyi anımsamıyor, anımsasa bile artık zerre kadar önemsemiyor gibi görünen ve bunu ispatlamak için elinden geleni ardına koymayan Batu şimdi kalkmış yeğeni Mete'yi uyuttukları zamanlardan söz ediyordu! Onunla konuşabilmek, bir şekilde iletişim kurabilmek adına ilişkilerine dair söylediklerinden hiçbirine en ufak bir tepki bile vermeyen Batu şimdi konuyu kendi açıyor, üstelik bunu bir kez daha kullandığı fiili birinci çoğul şahıs ekiyle çekerek yapıyordu! "Uyutuyorduk" diyordu. Hem de bunu gözlerinin içine bakarak, sesinde içini titreten bir hasretle söylüyordu. Kalp atışları bir anda delicesine hızlandı. Batu'nun bahsettiği, Mete'ye baktıkları, onu uyuttukları anlar bir bir düştü aklına. Batu'nun ona sürpriz yapmak için Mete'yi Melisler'deki yemeğe getirdiği o günü hatırladı. Pantolonunun arka cebine sıkıştırdığı bebek telsiziyle onu karşılayan, şakayla karışık ama her zaman da bir nebze ciddi kendi yeğenini bile kıskanarak onu güldüren Batu geldi gözlerinin önüne. Ağlayacak gibi oldu. Bunu neden yapıyordu? Onu artık sevmiyorsa şimdi neden bunları söylüyordu? O günleri bir kez daha hatırlatarak eline ne geçiyordu? Ne olmuştu, bir gün içinde duygularının değiştiğine kanaat getirip onu hala sevdiğine mi karar vermişti? Neden buradaydı ki? Burada ne arıyordu? Neden gelmişti?! Neden dakikalardır burada durup onunla konuşmaya çalışıyordu? Söyleyeceği bir şey varsa lafı dolandırmadan söylemek yerine eski günlerden söz açıp böyle içli içli gözlerine bakarak ne yapmaya çalışıyordu? Dün gece gözünün içine baka baka "Ben artık seni sevmiyorum" diyen adama bir gün içinde ne olmuştu? Onu istediği zaman azarlayıp yanından kovabileceği, istediği zaman da gözlerine bakarak eski günleri yad edebileceği asker arkadaşı falan mı zannediyordu? Yeni sevgilisi Ela bu karmaşanın neresinde duruyordu? Dakikalardır burada onunla bebek bakımı üzerine sohbet etmeye çalıştığını biliyor muydu acaba?

Batu'nun hayatında, yeni sevgilisi Ela'nın arkasından iş çevireceği 'ikinci kadın' olma fikri öyle zoruna gitmişti ki bir anda sinirleri tepesine çıkıvermiş, nabzı fırlamış gitmişti. Kucağında sıkı sıkı tutup göğsüne bastırdığı Can da bunu fark etmiş olacak ki huzursuzlanmaya başlamıştı. Mızmızlanmaya başlamasına bakılırsa yeni bir ağlama krizi koparması an meselesiydi. Zaten Lale'nin de istediği buydu.

Batu'nun son cümlesine cevap vermektense yalnızca "Can'ı annesine götürmem lazım." dedi soğuk bir sesle. Ve onun başka bir şey söylemesine fırsat bırakmadan arkasını döndü. Biraz ilerde duran ayakkabılarını bir hışımla ayağına geçirdikten sonra kucağında Can'la beraber salondan çıkıp giderken bir kere bile dönüp arkasına bakmadı. Batu'nun ve o anlam veremediği bakışlarının daha fazla kafasını karıştırmasını istemiyordu.

Ancak Batu bu akşam onu şaşırtmaya doyamıyordu anlaşılan. Evden çıkıp bahçeye adım attığı anda arkasından birinin geldiğini hissetti. Hışım içinde arkasına döndüğünde Batu'yu yine elleri ceplerinde karşısında dururken buldu.

"Sen nereye?" dedi sert çıkmasına engel olamadığı bir sesle.

Sorusu Batu'yu tedirgin etmiş gibiydi, omuzları gerilirken yüzüne de anlamsız bir ifade gelip oturmuştu.

"H-hiç." diye kekeledi. "Tek başıma içerde oturmayayım diye."

Bu cevap Lale'nin hızla eriyen buzullar gibi an be an çözülen soğukkanlığını tamamen yitirmesine neden oldu.

"Tabii tabii haklısın." dedi alaycı bir tavırla başını sallayarak. "İçerde tek başına oturup ne yapacaksın? Hem zaten dışarıda bekleyenin var öyle değil mi? Yalnız kalmasın sonra bunca insanın içinde. Yazık." Dedi küçümser bir ifadeyle.

Söylediklerini anlamamış gibi Batu'nun boş boş suratına baktığını görünce daha çok sinirlendi. Dilini daha fazla tutamayacaktı artık!

"Bu arada..." dedi huysuzlanmaya başlayan Can'ı sakinleştirmek için onu pışpışlayarak hafifçe sallanırken. "Ela nerede sahiden?" derken sinir içinde gözlerini kısmıştı.

Batu bir an için yine boş boş baktıktan sonra hemen "Otelde." dedi. "Orada bekliyor."

Onun Ela'nın lokasyonundan bu kadar rahat bahsedebilmesi karşısında Lale delirmişti.

"Ah öyle miii? Otelde demek. Orada bekliyor demek. Ne kadar güzel. Ne kadar hoş!" derken dilinin resmen zehir saçtığını hissedebiliyordu. "Neden o da gelmedi ki?" dedi yapmacık bir hayretle gözlerini kocaman açıp etrafına bakarak. "Yoksa geldi de ben mi görmedim? Eğer bir yerlerde saklanıp ortaya çıkmıyorsa aşk olsun, fena bozulacağım! Gelmediyse de sağlık olsun tabii. Ama keşke onu da getirseydin. Keşke o da gelseydi. Hatta ne güzel onu da getirirdin demin içeri geldiğinde. Ben, sen, Ela. Can'la birlikte oynardık! Batu Yöreoğlu ve hareminin yüzde biri falan. Yoksa daha da mı azı? Neyse tabii nete bir yüzde verebilmek için önce hareminin kaç kadından oluştuğunu bilmek lazım, onu da senin kendinin bile bildiğinden şüpheliyim! Bir yerden sonra insan ucunu kaçırıyordur tabii, nasıl tutacaksın sayısını değil mi? Zaten benim matematiğim de hep zayıf olmuştur biliyorsun, o kadar yüksek bir sayının yüzdesini kafadan hesaplamam imkansız. Gerçi sen nereden bileceksin benim matematiğimin zayıf olduğunu, yani bir zamanlar dalga geçerdin tabii ama şimdi hatırlamıyorsundur bile herhalde. Neyse ama. Keşke gelseymiş Ela da. Ne güzel üçümüz beraber bakardık Can'a. Hem size de biraz prova olurdu belki??" diye tısladı. "Sen bebeklerle bu kadar yakından ilgilendiğine göre elinizi çabuk tutarsınız herhalde." derken öyle çıldırmıştı ki biraz zorlasa gerçekten de gözlerinden ateş fışkırabilirdi herhalde. "Gerçi benim söylememe gerek yok tabii, eminim elinden geleni ardına koymuyorsundur sen. Canına minnet zaten değil mi? Seversin!" Ciddi anlamda gözünün döndüğünü hissedebiliyordu, kan beynine sıçramıştı. Konuştukça daha çok gaza geliyor, aklına gelen ne varsa lafını hiç esirgemeden söyleyerek tokat gibi Batu'nun suratına çarpmak istiyordu. "Prezervatifleriniz araya gidecek ama. Üzülüyorum. Çöpe gidecek o para. Boşuna israf. Neyse almış bulunmuşsunuz artık bir kere, ne yapacaksın? Karar aşaması baya zor olmuştu zaten değil mi? Hangisi daha iyi olur, hangisi daha çok zevk verir, hangisi uçurur falan... Bir sürü seçenek var. Zor tabii. Büyüme potansiyeli taşıyan bir pazar. Ürün çeşidi her gün fazlalaşınca karar vermek zor oluyordur tabii, haklısınız." diye aklınca muzip bir tavırla kaşlarını oynatarak kendi kanını bile donduracak bir ifadeyle güldü. "Gerçi tabii ben de kime söylüyorum. Sen daha iyi bilirsin. Sonuçta erkeklerin kullanması için tasarlanan bir ürün. O yüzden bundan sonra belki sen gidip kendin alırsan daha iyi olur, değil mi? Ela'yı aracı olarak kullanmazsın. Hayır, acaba almaya mı utanıyorsun diyeceğim ama? Yani biraz komik oluyor artık. Kaç yaşında insansın, utanacak ne var anlamıyorum? Biliyorum bir Türk erkeği olarak kolay değil. Özellikle de senin için." diyerek yine sinirle güldü. "Sevmiyordun zaten değil mi? Hani plastik falan..." diyerek abartılı bir alaycılıkla gözlerini devirdi. "Hissedemiyordun. İstemiyordun. Kıyamam." diyerek yapmacık bir tavırla dudaklarını büzdü. "Ama neyse canını sıkmana gerek kalmadı, Ela'yla elinizi çabuk tutup bir an önce üreyeceğinize göre bu tür şeyleri de hayatınızdan çıkarabilirsiniz! Gerçi önceden almış olduklarınız araya gitmiş olacak ama. Neyse önemli değil tabii, hiç olmadı ihtiyacı olan birine verirsiniz artık. Gerçi kimse de kalkıp 'benim ihtiyacım var, bana verin' demez ama... Hani tenezzül edecek kadar alçalacak olsam sizi üzmemek için 'ben alayım' diyeceğim ama. O kadar da düşmedim neyse ki. İstersem gidip kendim de alırım. Ne de olsa hepimiz kaç yaşında insanlarız değil mi? Öyle görmemiş gibi kutuları tek tek inceleyip ergenler gibi kikirdemeye gerek yok. Bu da bir ihtiyaç sonuçta. Giderim, alırım, parasını ödeyip çıkarım. Bu kadar basit yani değil mi? Gerçi yine senin gibi sevmediğini hissedemediğini falan iddia eden birine denk gelirsem yapacak bir şey yok. O zaman da ben kendim için önlem alacağım artık. Zaten sonuçta bu konuda kadınlar daha şanslı biliyorsun, başka bir sürü seçenek var. Neyse ben bunlarla seni oyalamayayım tabii, hem sizin zaten korunmaya falan ihtiyacınız yok. Zaten Ela da otelde değil mi? Ela otelde."

Lale kaptırmış gidiyordu. Bir noktadan sonra Batu'yu ne için iğnelemeye çalıştığını unutmuş, aklına ne gelirse söylemeye başlamıştı. Bir yerden sonra ipin ucu kaçmış, kurduğu cümleler giderek biraz daha anlamsızlaşmaya başlamıştı ama işte o yer neresiydi bilmiyordu.

Batu'nun bir anda yüzü değişti. Değişmekten ziyade çarpılmıştı sanki. Çünkü yarım saat kadar önce o salonun kapısında onu gördüğü andan beri yüzündeki o eskiyi anımsatan ifade bir anda kaybolmuş, yerini son birkaç gündür Batu'nun yüzünde görmeye alıştığı o soğuk, uzak, korkutucu, mesafeli bir ifade almıştı. Bakışları bir anda sertleşmiş, kaşları çatılmış, gözlerindeki o sıcaklık anında kaybolarak zehir gibi bakan kömür karası gözleri sanki biraz daha kararmıştı. Elleri de zaten ceplerinde olduğuna göre tamamdı artık. Yeni Batu geri dönmüştü işte!

"Evet, Ela otelde."dDerken sesinden yine buz damlıyordu. Biraz önce Can'ı severken, Mete'yi uyuttukları zamanlardan bahsederken içini eriten o ses de geri kalan her şey gibi bir anda kaybolmuştu! "Beni orada bekliyor. Ben de şimdi yanına gideceğim. Saat daha erken. Başka planlarımız var bizim."

Lale ağır bir darbe almış gibi olduğu yerde şöyle bir sallanır gibi oldu. 'Başka planlarımız var bizim' mi?! Ne demekti şimdi bu? Ne anlama geliyordu? Artık pişkinliğin bu kadarına da inanamıyordu! Bunu nasıl böyle gözünün içine baka baka söyleyebiliyordu? Hiç mi utanmıyordu? Bu kadarı da olamazdı artık! Demek öyle. Demek Batu ve Ela'sının başka planları vardı ha.

"Yaa." dedi öfkeden titreyen sesiyle. "Demek başka planlarınız var. Ne güzel. Maşallah. Allah enerjinize zeval vermesin." derken titreyen sesini bastırmak için yutkundu. "Sen neden buradasın o zaman? Ela'nın yanına dönsene. Ne işin var burada? Bekletmesene Ela'nı."

Batu dudağının kenarında soğuk bir sırıtmayla ona şöyle bir baktı.

"Zaten bekletmiyorum ben Ela'mı ama." dedi itici bir ses tonuyla 'Ela'yı vurgulayarak. "Biz orasını hallettik, sen orasını kendine dert etme. Şimdi yanına döndüğümde onu beklettiğim süreyi telafi ederim ben zaten, merak etme sen." diyerek anlamlı bir şekilde güldü.

Lale işte şimdi delirmişti. Ejderha gibi burun deliklerinden ateş püskürtecek hale gelmişti, Batu'nun suratının tam ortasına bir tane oturtmak için deli oluyor, resmen eli kaşınıyordu. Ama bu sefer kontrolünü kaybetmek istemiyordu. Bu sefer bağırıp çağırmak veya ağlamak ya da Batu'nun aklını başına getirmek için yalvarıp onu ne kadar çok sevdiğini bir kez daha anlatmak istemiyordu. Bu sefer yalnızca hiçbir şey söylememeyi başarmak, tek kelime etmeden arkasını dönüp gidebilecek soğukkanlılığa sahip olabilmeyi diliyordu. Belki başka zaman olsa yapamazdı. Ama sanki onun içinden neler geçirdiğini hissetmiş gibi her geçen saniye biraz daha huysuzlanan Can yaygarayı basmak için tam o anı seçince aradığı fırsat da ayağına gelmiş oldu. Can ağlamaya başlayınca Batu'ya zehir zemberek bir bakış attıktan sonra hiç konuşmadan arkasını döndü, Batu'yu yüzündeki o buz gibi sırıtmayla orada bırakıp bahçeye çıktı. Can'ı susturmaya çalışırken bir taraftan da Yasminler'i görebilmek için etrafına bakınarak kalabalığın arasına karıştı.

Biraz sonra Can'ın ağlamasını duyan Yasmin koşar adımlarla soluğu yanında almış, "Ay Lalecim n'olur kusura bakma senin başına atmışız gibi oldu böyle." diyerek Can'ı Lale'den almıştı. "Ben de birazdan yanına gelecektim ama şimdi seni görünce fark ettim, ne zamandır yalnız baş etmeye çalışıyorsun bu huysuz adamla değil mi. Gerçekten çok özür dilerim!"

"Yok canım abartma." diyerek hafifçe güldü Lale. "Altı üstü bir on-on beş dakika yalnız bırakmışsındır."

Yasmin ağlaması hala kesilmeyen Can'ı kucağında sallarken bir yandan da Lale'den son sürat özür dilemeye devam ediyordu. "Can ağlamaya başlarsa yardımcımız bana haber verecekti aslında ama ondan ses çıkmayınca ben de sohbete dalmışım, kusura bakma n'olur."

"O uyuyakalmış sanırım, ben de kaç dakikadır görmedim ama Can da daha yeni ağlamaya başladı zaten." diye Can'a bakarak gülümsedi. Can'ın göz yaşlarıyla ıslanmış tombul yanağını yavaşça okşadı. "Birden ne oldu anlamadım ki, altını da değiştirmiştim, keyfi gayet yerindeydi aslında."

"Altını mı değiştirdin?" diye sordu Yasmin şaşkınlık içinde. "Sen mi?" Lale başını sallayınca şaşkınlığı daha da arttı. "Kendi başına mı?"

Lale yine başını sallayarak "Evet." dedi. Yasmin'in yüzündeki hayreti görünce omuzlarını silkti. "Yeğenlerimin bebekliğinden alışkınım ben."

Aslında konunun buraya gelmesinden o kadar rahatsızdı ki 'keşke hiçbir şey demeseydim' diye düşünüyordu. Konuyu hiç açmamış olsaydı Yasmin'in de bunları sormasına gerek kalmayacaktı. O kadar korkuyordu ki. Yasmin bir anda"Senin anne olma zamanın gelmiş de geçiyor bile!" ve benzeri bir şey söyleyecek diye aklı çıkıyordu. Onun bu kadar kötü niyetli biri olmadığını biliyordu elbette ama bir anda ağzından kaçırıverir diye korkuyordu. Neyse ki bu konunun daha fazla uzamasına fırsat kalmadan imdadına Rula yetişti. Can'ın ağlamasını duyunca misafirleriyle ilgilenmeyi bırakıp yanlarına gelmiş olmalıydı.

"N'oldu niye bas bas bağırıyor benim torunum böyle?" diye gülerek geldi yanlarına. "Ne yaptınız da ağlattınız bakayım benim tombulumu?" diyerek eğilip Can'ı tombul yanaklarından öpünce Can daha da çok ağlamaya başlamıştı.

"Bilmiyorum ki." dedi Yasmin sesinde giderek artan bir kaygıyla. "Uykusu geldiği için ağlıyor herhalde. Biraz da karnı mı acıktı acaba bilmiyorum ki."

"Acıkmış olabilir aslında." diye atıldı Lale. "Bir ara bende çok arandı, bulamayınca da biraz mızmızlandı ama altını değiştirince keyfi yerine gelmiş gibiydi?"

"Sonradan tekrar acıktı demek ki." dedi Rula. Sonra kızına döndü. "Emzireceksen içeri geç istersen?"

Yasmin yüzünde kararsız bir ifadeyle kucağında ağlamaya devam eden oğluna baktı. "Gerçi karnı toktu, niye aranmış anlamadım ama. Oburluğu tuttu herhalde. Şimdi versem de emmeyip oyun yapacak ama. Yine de bir deneyeyim bari." dedi. Sonra Lale'ye döndü. "Ben içeri geçiyorum o zaman. Sen de gelmek ister misin Lalecim?"

Lale sınırlarını biliyordu. Bu akşam Yasmin'i kucağında bebeği, yanında da ona hala çok aşık olduğu her halinden belli eşiyle görünce bir anda alt üst olmuş ama sonra o bebeğin sevimliliğine karşı koyamayarak kendi pişmanlıklarını, yaşanmışlıklarını ve ne yazık ki bunlarla beraber yaşanmamışlıklarını da bir kenara bırakıp onunla ilgilenmek istemişti. Bu göründüğü kadar kolay olmamıştı. Bebek sevmek insanda bir bakıma antidepresan etkisi bırakıyordu ama bir taraftan da canını çok acıtmış, özellikle de Can'ı severken farkında olmadan ağzından kaçırdıkları içini çok yakmıştı. Yasmin, Can'ın altını tek başına değiştirmeyi nasıl becerdiğine şaşırıyordu ama onu asıl zorlayan bu eylemi yapmak değil, bunu yaparken aklından geçip kalbinin içindeki küllenmeyen o yangının içine düşenlerdi. Üstüne bir de Batu gelince bütün dengesi şaşmasına rağmen yine de iyi dayandığını düşünüyordu. Ama Yasmin'i bebeğini emzirirken görmek; o kadarına da dayanabileceğini sanmıyordu. Bu akşamlık bu kadar yeterdi. Kendini daha fazla zorlamanın anlamı yoktu, nerede duracağını bilmek gerekiyordu.

"İsterdim aslında ama." dedi nezaketle gülümseyerek. "Ben bir annemin yanına gideyim Yasmincim, o da beni merak etmiştir şimdi."

Bunu söylerken Rula'nın bakışlarının onun arkasında bir yere odaklanmış olduğunu görünce şaşırdı. Herhalde görmeyi beklemediği birini görmüş, ona bakıyordu? Kendi verdiği davette Rula'yı bu kadar şaşırtan konuğun kim olduğunu merak ettiğinden onun kime baktığını görmek için arkasını döndüğünde. O akşam bir kez daha Batu'yla göz göze geldi.

Bir anda sanki bahçedeki uğultu kesildi. İlk geldiklerinde annesinin 'Her yaz aynı şey' diye burun kıvırdığı, saatlerdir çalmaya devam eden keman ve flütün ezgileri sustu. Bahçedeki onca insan kayboldu. Karşısında Batu, kafasında ise oradan oraya uçuşan onlarca ses vardı. Aralarında en baskını da "Neden?"di. Neden? Neden hala buradaydı? Hani Ela otelde onu bekliyordu, hani saat daha erkendi, hani başka planları vardı onların? Hala burada ne yapıyordu? En önemlisi neden hala peşinden gelmişti? Biraz önce dedikleri az gelmişti herhalde, 'bir şeyler daha söyleyeyim de şu kızı iyice kanırtmadan göndermeyeyim' diye düşünmüş olsa gerekti! Zaten bir şey söyleyecekmiş gibi gözlerini yüzüne dikmesine bakılırsa gerçekten de bunun için gelmiş olmalıydı. Ancak suratı yine öyle ifadesiz, bakışları öyle uzak ve mesafeliydi ki ne düşündüğünü tahmin etmek mümkün değildi. Eller yine ceplerde, kaşlar yine çatık, gözler yine buzdan bir kalıp, yüzündeki çizgiler yine donuktu. Sadece ona bakıyordu. Ama öyle bir bakıyordu ki. Ne eskisi gibi gözlerine baktığında içini görebildiğini düşünüyor ne de o bakışlardaki anlamı okuyabiliyordu. Batu artık onun için kapalı bir kutu, soru işaretleriyle dolu bir sır küpüydü. Neyi neden yaptığını, ne düşündüğünü, ne hissettiğini, daha doğrusu hala bir şeyler hissedecek kadar 'insan' olup olmadığını bile bilmiyordu!

Batu'nun gözünü ayırmadan ona baktığını Rula da fark etmiş olmalıydı ki "Lalecim sen tanıyor musun bu misafirimizi?" diye sorma ihtiyacı hissetmişti. Haklıydı da. Evinin bahçesinde verdiği davette hiç tanımadığı birini görünce haklı olarak tedirgin olmuş olmalıydı. O da kendine göre haklıydı da. Kendisi ne olacaktı peki? Ne cevap verecekti şimdi?

Bir anlığına göz ucuyla Batu'ya baktı. Ve yüzündeki o nefret ettiği buz gibi ifadeyi görünce kararını verdi. Rula'ya döndü.

"Tanıyorum Rulacım. Bu..." deyip yutkundu. "Bu Batu." Ve ekledi. "Benim eski sevgilim."


ps: dünyanın en uzun bölümü rekorumu kırarak çok daha uzun bir bölüm eklemiş bulunuyorum. 101. bölümün şerefine olsun bu da :) 101 bölümdür sabırla okuyan, mesaj yazan, oy veren, yorumlayan herkese çok ama çok teşekkür ederim. Sabrınıza ve ilginize çok teşekkürler, iyi ki varsınız :) hepinize en içten teşekkürlerimle :)

Continue Reading

You'll Also Like

55.5K 2.5K 4
Kendini anlatamayan bir adam... Adamın anlatamadıklarına bile inanmayan bir kadın. Aralarına duvarlar örmüş 2 yıl... Kalplerini yakan bir aşk... Bede...
2.8K 331 12
Bir gizin,bir aşkın,bin yasın hikayesi...
1.6K 246 21
Aşkın labirentlerinde kaybolmaya hazır mısınız? "Av mısın Avcı mı?" romanı, okuyucularını tutkulu ve karmaşık bir aşk hikayesinin kalbine davet ediyo...
643K 30.5K 51
Burak: Ne istiyorsun? 055*: Bu kadar kaba olma ya. 055*: Alt tarafı bir soru soracaktım. Burak: O zaman sor, ders çalışmam lazım. 055*: Alıkoyduysam...