Mucizevi (Efsanevi #2)

By YsmnUnal

192K 6.9K 1.1K

Kelimeler yanıltır, görünüşler aldatır... More

Birinci Kitap: Efsanevi
PROLOG
Eylül - "Denizin Çocukları"
Mucizevi Yayın Tarihi-Açıklama!
Alıntı #1
2. Bölüm "Hasret" - Eylül
3. Bölüm 1. Kısım "Yolun Sonu" - Eylül
3.Bölüm 2.Kısım "Yolun Sonu" - Eylül
4. Bölüm 1. Kısım "Ayrılık Şarkısı" - Sümer
4. Bölüm 2. Kısım "Ayrılık Şarkısı" - Sümer
6. Bölüm "Sonsuza Yazdık" -Eylül
7. Bölüm 1.Kısım "Dayan Kalbim" - Eylül
7. Bölüm 2. Kısım "Dayan Kalbim" - Eylül
7. Bölüm 3. Kısım "Dayan Kalbim" - Eylül
8. Bölüm "Başkadır Başka" - Sümer
9. Bölüm "Resmen Aşığım" - Sümer
10. Bölüm "Böyle Bir Kara Sevda" - Eylül
11. Bölüm "Zaman Zaman" - Eylül
12. Bölüm "İncelikler" - Eylül
13. Bölüm "Aç Kapıyı Gir İçeri" - Eylül
21 HAZİRAN ve Mucizevi maratonu
14. Bölüm "Gözleri Aşka Gülen-1"
14. Bölüm "Gözleri Aşka Gülen-2"
14. Bölüm "Gözleri Aşka Gülen - 3"
14. Bölüm "Gözleri Aşka Gülen - Son Kısım"
Yeni Bölüm Duyurusu ve Birkaç Güzel Haber
15.Bölüm "Olur Ya-1 "
15. Bölüm "Olur Ya-2"
15.Bölüm "Olur Ya-Son"
16. Bölüm "Kendine İyi Bak"
17. Bölüm "Ayrılık-1"
17. Bölüm "Ayrılık-2"
17. Bölüm "Ayrılık-3"
18. Bölüm "Evvelim Sen Oldun - Giriş"
18. Bölüm - Evvelim Sen Oldun-2"
18. Bölüm "Evvelim Sen Oldun-3"
18. Bölüm "Evvelim Sen Oldun-Son"
19. Bölüm "Gelevera Deresi - Giriş"
19. Bölüm "Gelevera Deresi-2"
19.Bölüm "Gelevera Deresi-Son"
20. Bölüm "Güzel Ne Güzel Olmuşsun-1"
20. Bölüm "Güzel Ne Güzel Olmuşsun-2"
21. Bölüm "Ayrılanlar İçin -1"
21. Bölüm "Ayrılanlar İçin-2"
22. Bölüm "Gidersen-Giriş"
22. Bölüm "Gidersen-2"
22. Bölüm "Gidersen-3"
22. Bölüm "Gidersen - 4"
23. Bölüm "Her Şey Sensin-1"
23. Bölüm "Her Şey Sensin-2"
24. Bölüm "Deniz Üstü Köpürür-1"
24. Bölüm "Deniz Üstü Köpürür-2"
25. Bölüm "Aşk Bitti-Giriş"
25. Bölüm "Aşk Bitti-2"
26.Bölüm "Köprüaltı"
27. Bölüm "Duvar-Giriş"
27.Bölüm "Duvar-2"
28. Bölüm "Kıyamam Sana -1"
28. Bölüm ''Kıyamam Sana -2''
29. Bölüm "Aşkın Kederi-1"
30. Bölüm "Ne pleure pas"
30. Bölüm "Ne Pleure Pas-2"
31. Bölüm "Aşkın Olmadığı Yerde-1"
Efsanevi Wattpad'de yeniden yayında!
32. Bölüm: "Aslolan Aşktır" - Giriş

5. Bölüm "Kendi Hâlimde" - Sümer

1.6K 126 10
By YsmnUnal




           

Hiçbirinize değil kırgınlığım, dargınlığım
Hiçbir kadına değil yorgunluğum, yalnızlığım
Kendi halimde bir derdim var
Nasıl anlatsam kibar kibar

-Can Kazaz

Günümüz, Ekim sonu, İstanbul

İşte, Kaptan, nihayet geldi senin eşşek oğlan. Buradayım.

Atan kalbimden utanırcasına türlü kederlerin dalgalandığı bakışlarım ayaklarımın altında uzanan kara toprağa gömülüyor. Gök kubbenin griliğine tezat; tüm bu trajedi keskin bir çizgiyle yaşam ve ölümü ayırıyor. Azrail kemikli parmağıyla, düşük omuzlarımızın üstünden önümüzde bir kara delik gibi tehditkâr duran mezarı işaret ederek, yegâne mal varlığımız kalan hatıralarımızı da emip ruhumuzda yaşama dair hiçbir kıpırtı bırakmamakla tehdit ediyor.

Zehirli bir örümcekten farksız, zamanın ördüğü ağlara takılıyoruz. Hatalarımızdan öğrenmedikçe tekrarlara mahkûm oluyoruz. Bilmeniz gereken bir şey varsa o da, tekrarların mükemmelleştirdiği değil, ebedîleştirdiği...

Babamın bir sevdiğinin mezarına daha toprak atarken gözyaşlarını yine akıttığını görüyorum mesela, küreği bana devrederken gölgeli gözleri ağır bir yol seyredip benimkileri buluyor ve hüznün dolup taştığı bakışlarına bu derin acıdan çıkardığı dersi sığdırmayı başarıyor. Acının direttiği mağlubiyeti kimse asla kabullenemiyormuş gibi herkes mezarın etrafında dimdik, bir hilal çizercesine sıralanmış. Çelik gibi yıkılmaz duran gri bulutlardan kopan birkaç meraklı damla, şu dramatik sahneye alçakgönüllü bir giriş yaparken ben, rolümün ne olduğunu sorguluyorum, önce elimdeki küreğin yıpranmış sapına ardından da dipsiz görünen hunhar çukura bakıyorum.

Bu toprak zaruri bir vedanın simgesi mi? Unutulmaya terk edilmiş gibi, tahtaların altındaki kefen de bir an evvel toz mu tutsun istiyoruz? Soruların arsız, cevapların gamsız olduğu bu bitmez hengâmenin hıncını, hançer saplar gibi küreği toprağın yüreğine batırarak çıkarıyorum. Fırlattığım toprak sanki beraberinde can damarlarımdan birini koparıyor, öyle nefessiz kalıyorum ki hissizlik kalkanının ardındaki yüreğim bile sarsılıyor. Küreği önüme ilk çıkana uzatır uzatmaz, arkamı dönüyorum. Bu acıdan sağ çıkabilmek için uzaklaşmam, bir adımımı diğerinin önüne koyarak oluşturduğum mesafelerde teselliyi bulmam gerek.

Hayır, ağlamıyorum. Keşke gözyaşları yağan yağmur gibi silip götürebilse ama benim pişmanlıklarımın kökleri sağlamdır, en derinlere uzanır.

Arkamı dönüp ilerlerken bir iç çekiş dikkatim dağıtınca başımı kaldırıyor ve onları görüyorum.

Bir rüyanın içinde sıkışıp kaldığımı, rasyonelliğin tamamen yitip yıllar öncesinden bir film karesinin gözlerimin önünde tekrar can bulmasıyla anlıyorum.

Ulaşamayacağım kadar uzak ama duyabileceğim kadar yakın bir mesafede, yapraklarının kımıldatmaya dahi iştahı kalmamış yorgun ve bir o kadar yaşlı ağacın altında bir adam ve omzuna elini koyduğu hâlâ çocuk sayılabilecek bir delikanlı, cenaze merasimini suskunluklarıyla kamufle olmuş bir hâlde izliyor. Adam paltosunun yakalarını kaldırmış, tanınmaktan çekinir gibi çenesini sinesine yapıştırmış. Bakışları, sakladığı onca sırla adeta pıhtılaşmış, tırnaklarıyla kazıyıp gerçek hislerini gözlerinden harfi harfine okuma isteği uyandırıyor. Çocuk ise...

Çocuk benim.

Hayatın bal bakışlı oğlana hâlâ nazik davrandığı günlerde, henüz hiçbir şeyin farkında değil. Daha onun için hayat, ciddiye almadığı ve bedellerinden herkesin övdüğü kıvrak zekâsıyla kaçabileceğini sandığı koca bir oyun... Kalbi, aldığı darbelerle henüz nasır tutmamış. Duyguları öylesine kuvvetli ki, yanardağları kıskandırıyor. Fikirleri o kadar keskin ki, canını verir ama prensiplerinden taviz vermez. Bakışlarında, aynalarda uzun süredir göremeyip en sonunda tamamen kaybolduğuna inandığım masumiyeti fark ettiğimde en azından rüyalarımda gençliğimi kurtarmak istiyorum. Öne doğru atılıp karşılarına geçmek istediğim anda, yanındaki adam renksiz dudaklarını tekrar aralıyor.

"Bak da örnek al," diyor. Tütün kokan parmağını bana doğru uzatıyor, başıyla çocuk Sümer'e işaret ederken. "Sen de onun gibi olacaksın. Taze eşinin kokusuna doyamadan kara toprağa versen bile kalbin bir kaya kadar sağlam duracak. Dava adamı olacaksın. Acını da beraberinde vereceksin toprağa, aslanım. Tek bir damla akmayacak gözünden. Ağlamayacaksın. Asla!" diye mırıldanıyor. Dudakları öylesine kaskatı ki, o ince aralıktan güçlükle süzülen kelimeler parçalanıyor, heceler direnemeyip ayakuçlarımıza dökülüyor.

Genç Sümer ile göz göze gelerek muhteşem bir paradoks yaratıyoruz.

"Başınız sağ olsun," diyor bana, gençliğim.

Ağzımı açsam da tek bir harfin dahi sesini çıkaramıyorum.

Bir kâbusun sahnesinde rolümü oynadığımı bilsem dahi, en büyük korkum akla düşünce bütün dengem derinden sarsılıyor. Panik mantığımı çiğneyerek basamakları tırmanıp bedenimin tahtına oturuyor ve komutlar savurmaya başlıyor. Mermi hızıyla yerimden fırlayıp hilal şeklindeki kalabalığı yararak mezara ulaşmaya çalışıyorum. Tüm gücümle onca insanı kenara çeksem de, sanki kopyalanıp tekrar önüme çıkıyorlar. Sadist bilinçaltımın senaristliğini yaptığı bu filmde, yeterince azap çektiğime inanıp tatmin olduğu bir vakitte, kendimi nihayet mezarın önünde buluyorum. Prodüksiyon detaycılıkta o kadar başarılı ki, mezar taşında Eylül'ün ismini ve doğum tarihini dahi okuyabiliyorum. Kalbimin mezarına kendi ellerimle toprak attıracak kadar çarpık bir bilinçaltım var benim.

Gözlerime değen bu önümdeki manzarayı idrak ettiğimde, acı tüm boyutları aşıyor. Her şey gerçek... Ruhumda titreşen tüm hislerin önce yumak hâlini alışını sonra bir bomba gibi patlayıp omurgamı paramparça edişini hissediyorum. Ölmüyorum, lanet olsun ki tüm bu acıya rağmen ölmüyor ve hepsini bir bir hissediyorum. Dizlerimin üstüne çöküp çıplak ellerimle toprağı kazmaya başlıyorum.

"Eylül," diye sesleniyorum toprağa. "Ah, Eylül'üm..."

Ne zaman aktığının farkına varmadığım gözyaşlarım, yüreğimi benden çalan hain toprağı suluyor.

Parmaklarım koparcasına dipsiz mezarı kazmaya devam ederken "Ah, Eylül..." diyorum.

"Ah, benim kalbim..."

İsmimi duyuyorum, daha hırsla kazmaya başlıyorum. Islak toprağın kokusu genzimi yakıyor.

"Sümer! Uyan, yavrum," diyor biri.

Ellerimdeki toprağın giderek çamurlaştığını fark ediyorum. Cıvıklaşan toprağın da, Eylül'e kavuşma ihtimalim gibi parmaklarımın arasından kaydığını çaresizce izliyorum.

"Sümer!"

Birisi omzumdan sıkıca tutup sarsıyor.

"Sümer, oğlum, uyan. Kâbus görüyorsun herhâlde."

Annemin sesini tanıyınca gözlerimi aralayacak gücü bulabiliyorum. Kirpiklerim birbirine yapışmışçasına zorlukla göz kapaklarım birbirinden ayrılıyor, bakışlarımın odağını bulması odanın loş ışığında biraz zaman alıyor; ama yine de annemin yumuşak yüz hatlarına yerleşen endişeyi fark ediyorum.

"Kâbus mu görüyordun, yavrum?" diye soruyor.

Başımı tasdiklercesine hafifçe sallıyorum. Yattığım kanepeden doğruluyor, kendimi toparlamak için yüzümü avuçlarıma gömüp ciğerlerimin aç kaldığı derin nefesler alıp veriyorum. Kalbim öyle hızlı ve sert çarpıyor ki, oturduğum yerde bile sarsılıyorum.

Annem üzerine geçirdiği kazağa biraz daha sarıldıktan sonra "İlâcımı içmeye kalkmıştım da, sesini duydum," diye fısıldayarak açıklıyor. Onun da sesi hâlâ uyku kokuyor. "Kendi kendine mırıldandığını duyunca en iyisi uyandırayım, dedim. Çok stresli olmadığın sürece uykunda sayıklamazsın sen."

Başımı kaldırıp "Bir şey dedim mi?" diye soruyorum.

Önce bir tereddüt etse de daha sonra hayır dercesine kafasını iki yana sallıyor, dudaklarında doğan şefkat dolu bir tebessüm ikimizi de iyileştiriyor.

"Kaptan'dan çok etkilendin tabi..." diyor eliyle yanağımı okşayarak. "Çok yakındınız."

Bilinçaltımın işkencesinden haşat çıkan kalbimi daha fazla yormamak için konuyu değiştirme gereği duyuyorum.

"Saat kaç, anne?" diye soruyorum.

"Ben yataktan kalktığımda üçü on geçiyordu."

"O kadar oldu mu ya?" Bir yanda mırıldanırken bir yandan pantolonumun cebindeki telefonumu yokluyorum.

Annem neyi aradığımı anlıyor, salondaki sehpanın üzerinde duran telefonuma uzanıp bana verirken soruyor. "Biz konuşurken uyuyakaldın, kaldırmak istemedik. Bir yere mi gidecektin?"

"Bir arkadaşımla buluşacaktım, en iyisi bir arayayım," dedikten sonra ayaklanıyor, annemin meraklı bakışları eşliğinde içeride uyuyanları rahatsız etmemek üzere salonun balkonuna çıkıp Jeannine'i arıyorum.

On saniye çalış sesini dinledikten sonra uykulu bir ses yanıtlıyor.

"Sümer?" diye soruyor önce. Gecenin bu vaktinde zihni Türkçe konuşmak için çok uykulu olduğundan hemen Almancaya kayıyor. "Her şey yolunda mı?"

"Evet," Hızlı ve inandırıcı bir tonla cevap verip hayatına fazladan bir telaşın daha girmesine hiçbir olanak sağlamıyorum. "Ailemin yanında kalıyorum bu gece, uyuyakaldığım için haber veremedim. Özür dilerim, Jeannine. Endişelenme diye aradım sadece. Sen iyi misin, bir problem yoktur umarım?"

"Gece 12'den sonra hâlâ gelmeyince ailende kaldığını tahmin etmiştim ama yine de bir haber gelene dek bekleyeyim, diyordum. Elimde telefonla uyuyakalmışım ben de," diyor Jeannine. "Bir problem yok, Sümer. Arkadaşın çok nazik... Oldukça rahatım."

"Güzel," diye mırıldanıyorum. "O hâlde uyumaya devam et, yarın sabah görüşürüz."

"Görüşürüz," dedikten sonra kapatıyor.

Rahat bir nefes alıp telefonu tekrar cebime sokuyor, gecenin ayazından kurtulup içeriye girdiğimde evin sıcağıyla daha da gevşiyorum.

Annem hâlâ bıraktığım yerde, "Hazır hepimiz buradayken bizi de tanıştırsan, ne iyi olur," diyor.

Anlamadığımın kanıtı olan uzun bir sessizlikten sonra annem umutsuz bir iç çekişin ardından pes ederek açıklıyor.

"Mehtap söyledi, Avrupa gezinden güzel bir bayanla beraber dönmüşsün."

"Bazen gerçekten ikinizin hayattaki tek gayesi, benim dedikodumu yapmak mı diye merak ediyorum."

Annem, konuyu Jeannine'den uzaklaştırmaya çalıştığımın farkında.

Bilmiş bir gülümsemeyle "Konuları ne güzel de saptırıyorsun, annene sökmez ama bu numaralar!" diyor.

"Sandığın gibi bir şey yok, anne," Hemen açıklamaya koyuluyorum. "Uzun zamandır tanıdığım bir arkadaş sadece, hepsi o... Arkadaş!" diye vurguluyorum.

Fakat annem hiç beklemediğim bir yerden vuruyor.

"Eylül de öyleydi..."

Susuyorum. Önce şaşkınlıktan sonra ne diyeceğimi bulamamaktan...

"İsmini sayıklıyordun, Sümer. Eylül'ün ismini defalarca sayıkladın az önce."

Yine susuyorum, sessizliğim annemi teşvik ediyor.

"Eylül ile bir ara sevgili olduğunuzu bilmiyordum," diyor. Sesi oldukça temkinli. Gerçekten bu konuyu tartışmak istiyor.

"Anne, ciddi ciddi gecenin üçünde bunu mu konuşacağız?" diye soruyorum.

Ağzımdan çıkanları umursamıyor bile, devam ediyor. Kararlılığımı kimden aldığımı görebiliyorum.

"Öğrendiğime göre geçen sene berabermişsiniz. Eylül'ün ilk aşkın olduğunu hep biliyordum, ne zaman İstanbul'dan Mehtap'la yanımıza gelsen gidene kadar ondan bahsederdin. Büyüdükçe birbirinizden uzaklaştığınızı sanmıştım ama sen onu unutamamışsın, belli, oğlum."

Eylül'ü unutmak mı? Neredeyse güleceğim. Onu tatmin edip konuyu kapatmasını sağlayacak cevabı çözene kadar sessizliğimi korumaya özen gösteriyorum.

"Sümer, yavrum seni en son gördüğümden beri canını sıkan bir şeylerin olduğunun farkındayım. Söylemediğin ne varsa anlat... Ailen değil miyiz biz?"

Bütün sırların sıkıştırdığı göğsümle dar bir nefes alıyor ve ölüm kadar ciddi bir tonla "Hiçbir sorun yok," diye yanıtlıyorum. "Benim için kaygılanma, annem."

Yanaklarımı kavrayan avuçlarından tutuyorum.

Ellerini öperek sesini titreten endişeyi yatıştırdığımı umarken "Bunu demek kolay..." diyor. "Bir de baba olunca gör sen..."

Şükrediyorum. Ayazın gökyüzündeki yıldızları dahi dondurduğu gecenin şu tenha saatinde, tepkimi karanlığa gömebildiğim için şükrediyorum. Aksi takdirde, Nihal Çetiner'in rengimin birdenbire attığını ve nefesimin kesildiğini kaçırması imkânsızdır.

Çok gecikmiyor, cüretkâr bir suçluluk duygusu karnıma sert bir yumruk indirerek beni alt ediyor. Yüreğimin derinliklerinde onca çabayla hizaya dizdiğim bütün saklı duygular domino taşları gibi en ufak bir anda darmadağın oluyor. Stres bir körük misali, alev alıp yanmaya hazır bedenime sataşmakta zaman kaybetmiyor, asla! Midem öylesine yanıyor ki, bedenimdeki bu rahatsız edici duygudan kurtulmak için ayaklanıp adım atma gereği duyuyorum.

Omuzlarım düşük, çünkü sustuğum her saniye ile ayrı bir ihanete teşebbüs ettiğimi biliyorum. Adımlarım sümsük, çünkü bunca pişmanlıkla beni toprak ananın dahi bağrına basmayıp tüküreceğine inanıyorum. Soluklarım sığ, çünkü içime çektiğim oksijeni suskunluğumla murdar edeceğimi düşünüyorum.

Annem önce derin bir nefes alıyor, ama kelimelere dönüşmüyor. Onun yerine iç çekiyor. Sırtım ona dönük olmasa bile salon birbirimizin düşüncelerini yüz ifadelerimizden okuyabileceğimiz kadar aydınlık değil.

"Sümer," diyor annem son bir karar değişikliği ile. "Oğlum, geçmişi geçmişte bırakmak en iyisidir."

Bir tepki olarak arkamı dönmem dahi uzun sürüyor, geçmişte takılı olduğum o kadar konu var ki tam olarak neyi kast ettiğini kestiremiyorum.

Yüzümü ona döndüğümde masum suskunluğuma katlanamıyormuş gibi asabi bir tonla "Eylül'den bahsediyorum," diye vurguluyor. "Bak, başkasıyla kendine apayrı yol çizmişsin. Geçmişi kurcalayarak kafanı karıştırma, Sümer. Ne kendininkini ne de Eylül'ünkini... Hele de kızcağız gebeyken..."

Yutkunuyorum.

Söylediklerinde düzeltmek istediğim o kadar çok şey var ki, hangisiyle başlayacağımı seçemiyor ve koruduğum sessizlikle annemin dediklerini doğrular bulunuyorum.

Annem, Eylül'ün hamile olduğunu biliyor.

Bu gerçeği idrak eder etmez önce paniklesem de, annemin bu konuyu ele alışındaki rahatlıktan, sesinin tonundan bebeğin benden olmadığını düşündüğünü anlıyorum. İlişkimizin detaylarını bilmediğinden, çok önceden ayrıldığımızı farz ediyor olmalı. Belki de bebeğinin babasının kendi öz oğlu olabileceğini, ihtimal dâhilinde bulunduracak kadar yakınlaştığımızı sanmıyor. Daha da kötüsü, birlikte olduğumuzu düşünse bile, benim ne olursa olsun bebeğim için savaşacağıma ve bebeğim olacağını kendilerine itiraf edeceğime inanarak torunu olabileceği olasılığını eliyor.

Rahatlamam gerekse bile vicdan azabı ruhumu kasıp kavuruyor.

Annem, görevini tamamladığına kanaat getirerek esniyor ve amcamların yeni evindeki misafir odasına geçmek için ayaklanıyor. Salondan çıkmadan önce omzunun üstünden yoklayıcı bir bakış fırlattığında anneme iyi geceler diliyor ve sözlerini aklıma kazıdığıma dair tüm uysallığımla başımı sallıyorum.

Salonda yalnız kalır kalmaz, kendime duyduğum kin baş edilemez bir hâl alıyor. Her nefesimle biraz daha kabaran öfkemi dizginlemekte zorlanıyorum, titreyen ellerimi saçlarımın arasından geçirerek sakinleşmeye çalışıyorum. Kendimden öylesine şiddetle nefret ediyorum ki, benliğim tam ortadan ikiye çatlıyor.

Bunu sen istedin, diyorum kendime. Sen karar verdin, sen seçtin, sen yaptın.

Yalnızca SEN!

Kız Kulesi'ni şahit yaptığın gece koşmayacaktın arkasından, onu tehlikeye attığını bile bile "Benim ol," demeyecektin. Gitmesine izin verecektin.

Başındaki Hector belasının kökünü kazıyana kadar beklemeliydin...

Yıllarca beklemiştin, biraz daha bekleseydin...

*****

Günümüz, 1 Kasım, İstanbul

"İyi uyudun mu, oğlum?" diye soruyor bir ses.

Sol yanımda oturan Mehtap dirseğiyle çaktırmadan dürtünce kafamı önümdeki kahvaltı tabağından kaldırıp sesin kaynağını bulmaya çalışıyorum. Karşımda, annemin hemen yanında oturan Hanife yengenin beklentiyle ışıldayan yüzündeki nazik gülümseyişini yakaladığımda soruyu onun sorduğu sonucunu çıkarıyor ve "Uyudum, yengeciğim," diye yanıtlarken kafamı sallıyorum.

Hemen yanında oturan annem, yalanımı ortaya çıkarmak istermiş gibi yorum getirmeyerek beni uzunca izliyor. Annem geçen gece bir uyarı mahiyetinde yaptığı o konuşmanın izlerini bulmaya çalışırken, ben ise zonklayan şakaklarıma rağmen annemin içini ferahlatacak bir gülümsemeyi dudaklarımın bir köşesinden diğerine geriyorum. İşe yarıyor olmalı ki, kaygıyla dalgalanan mavi gözleri çaydanlığa uzanırken sakin denizleri andırıyor tekrar.

Çatalımı batırıp çıkararak murdar ettiğim beyaz peyniri izlemeye geri dönüyorum. Uykusuzluk, bedenimi çökertmiş durumda. Ayakta durabilmek için içtiğim litrelerce kahvenin de katkısıyla midemin çoktan delindiğine inanıyorum. Mehtap'ın gözlerinin üzerimde olduğunu bildiğimden kahvaltıdan keyif alıyormuş gibi yapıp önümdeki ekmekten bir parça koparıyor ve dakikalarca çiğnemek üzere ağzıma atıyorum. Sonra aklıma ansızın düşen bir farkındalık, iştahımın tamamen kaybolmasına sebep oluyor.

Sol tarafımda oturan Mehtap'a, karşımda oturan annem ve yengeme, ardından da masanın iki ucunda karşılıklı oturan amcamla babama bakıyorum.

Belki de bu, diye düşünüyorum. Ailemle birlikte yaptığım son kahvaltı...

Onların bu ihtimalden tamamen habersiz oluşuysa her şeyi daha dayanılmaz kılıyor. Tabak çatal sesine karışan şu yumuşak muhabbetlerin kıymetini iyice anlıyor insan, her an için ayrı bir şükran duygusu besliyorum.

Hayır, diye itiraz ediyorum sonra. Son olmayacak. Eylül için tüm gücümle savaşacağım...

Bebeğimiz için... Oğlum için.

Kahvaltı masasının diğer ucundan babamın yükselen sesine tutunup bu acımasız düşünceyi zihnimden silkmeye çabalıyorum. Konuşmasında adımın geçmesiyle merakım daha da körükleniyor, bütün dikkatimi babama yöneltiyorum.

"Sümer'in üzerine yapmıştım evi, emekli olduktan hemen sonra," diyerek bir şeyler açıklıyor Levent amcaya. Kuşadası'ndaki yazlıktan bahsettiğini anlıyorum. "On beş yıldır aynı aile oturuyordu. Taşındıklarında 3-4 yaşlarında minik bir kızları vardı, büyümüş, geçen yaz üniversiteyi kazanınca ailecek Ankara'ya taşındılar. Yazdan beri boştu ev."

Levent amca ağzına attığı domates parçasını çiğneyene kadar kafasını sallayarak babamı dinliyor ve çayından bir yudum aldıktan sonra soruyor: "Emlakçıya vermiştiniz diye hatırlıyorum?"

Babam mırıldanarak amcamı onaylıyor.

"Emlakçı iki gün önce Sümer'i aramış işte, yeni evli bir çift evi tutmak istiyormuş. İşte, bugün yarın Sümer kira kontratını imzalamaya gidecek."

Aklına hazır gelmişken babam bana dönüyor, pencereden salona misafir olan taze gün ışığı yüzünü iyice aydınlatıyor ve benimkiyle aynı renk gözlerinin altında uykusuzluğun mor renkli dokunuşlarını belli belirsiz seçebiliyorum. Giderek açılan alnında mesleğinin yadigâr bıraktığı derin çizgiler mevcut; yıllar boyu en çetrefilli görev yerlerinde ailesi için ailesinden kilometrelerce uzakta çalışmak, çatılmaya yatkın kaşlarının arasına esaslı bir çentik atmış. Bakışları bal renginde olmasına rağmen sert, külyutmaz bir komiserdeki çelik gibi bir iradenin hediyesi... Sesi tok, sözü net, disiplini keskin bir adam Mustafa Çetiner...

Babam "Yola ne zaman çıkmayı düşünüyorsun, oğlum?" diye soruyor.

"Bugün yola çıkarım, diye düşünüyordum," diyerek yanıtlar yanıtlamaz annem masanın diğer ucundan itiraz ediyor.

"O kadar erken mi?" diyor, üzüntüsü neredeyse mavi gözlerinden taşıp bakışlarını ıslatacak.

Anneme daha fazla kalamayacağıma dair bir bahane bulmaya çalışırken babam araya giriyor.

"Bugün de kal, oğlum, anneni üzme..." deyip kati bir şekilde noktayı koyuyor. "Hem bugün Kenan amcanın kardeşleri gelecek, miras meselesi için. Cenazede onları tanıdık bir avukat arkadaşa götüreceğime dair söz vermiştim."

Son cümlesini şikâyet edercesine söylüyor. "Yanımda olsan iyi olur, zira o iki keneyi çıplak ellerimle boğazlarım ben bugün."

Kenan amcanın kardeşlerini hayatımda sadece bir defa görmüş olsam da, tanışır tanışmaz babama hak vermiş, kardeşlerden neden bu kadar nefret ettiğini anında anlamıştım. İkisinin de bakışları avaz avaz paranın kölesi olduklarını ve açgözlülüklerini bağırıyordu. Aslında Kenan Kaptan ile üvey kardeş olsalar da, o iki kardeşin annesi veremden çok erken vefat ettiği için aynı ebeveynlerin çocukları olarak nüfusa kaydolmuşlardı. Babamın anlattığına göre; Kenan Kaptan, eşini ve çocuklarını kaybettikten sonra, şaşalı mesleğini geride bırakıp evinin altındaki marketi devralarak daha mütevazı bir hayat sürmeye karar verdiğinde kardeşleri arayıp sormayı kesmişti. Çünkü Rıhtım Market'ten ancak kendine yetebilecek kadar kazanacağını kabullenip sömürebilecekleri paranın suyunun çekileceğini anlamışlardı.

Babamı onlarla yalnız bırakmamam gerektiğini iyi biliyorum, en iyi arkadaşını kaybetmenin hüznü ile iki kardeşi de yok edebilme potansiyeline sahip.

"Tabii," diyorum babama. "Yarın sabahtan Kuşadası için yola çıkarım o zaman."

"Tek başına mı gideceksin?" diye soruyor Mehtap. Cevap vermeye fırsat bulmadan diğer soruyu ucuna ekleyiveriyor. "Jeannine ne olacak?"

Sofradaki herkesin merakını kamçıladığını, beklentiyle ağırlaşan sessiz saniyelerden anlıyorum. Mehtap'a döndüğümde masumane bakışlarını yüzümde gezdiriyor, beni zor durumda bıraktığı için sinirimi sakin ifademin altına sıkıştırdığımı anlıyor ki, yüzündeki muzip bir gülümsemeyi saklamak için çayına uzanıyor.

"Onun kendi plânı ne, bilmiyorum," diyorum. "Daha konuşmadık."

"Babanla işiniz akşama biter herhalde..." Annem tekrar seslendiğinde Mehtap'a ikaz niteliğinde bir bakış fırlattıktan sonra zoraki bir tebessümle anneme çeviriyorum bakışlarımı. "Kız arkadaşını da yemeğe getir, Sümer."

"Anne," diye başlasam da düzeltemeden Mehtap araya giriyor.

"Harika bir fikir, anne! Jeannine de madem Türkiye'yi ziyaret ediyor, bu fikre oldukça sevinir bence. Türk yemeklerini bizden başka nerede daha iyi deneyebilir, değil mi?"

Amcam ve babam sessiz sedasız sofradan kalkarken üç kadının baskısıyla savunmasız kalıyorum.

"Çekinme, Sümer!" diyor Hanife yenge bile ısrar ederek. "Seve seve ağırlarız biz."

Direnemiyorum, Mehtap'ın elebaşılığını yaptığı bu üçlüye yenilmekten başka bir çare bulamıyorum.

"Peki," diyorum pes ederek. "Sorarım, kesin gelir diye söz veremem ama," derken sesim uyarıcı bir tona bürünüyor.

Annem ve Hanife yenge çoktan ne pişireceklerini planlamaya başladıklarından beni duymuyorlar bile. Mehtap, hemen yanımda hafif bir kahkaha attığında, beni düşürdüğü zor duruma mı annemle yengemin hararetli yemek müzakerelerine mi güldüğünü anlayamıyorum. Ona ters bakışlar fırlatmama rağmen Mehtap'ın keyfi gayet yerinde, sofrayı toparlamaya başlarken ne dudaklarımın ince bir çizgi aldığının ne de burnumdan öfkeyle soluduğumun farkında...

"Haydi," diyor sadece. "Sofrayı toplamama yardım et."

Bu meseleyi mutfakta baş başayken çözmenin muhtemelen en iyisi olacağını düşünürken, ellerime üst üste koyduğu tabakları ve bardakları tutuşturuyor. Geriye kalanların çoğunu da kendi aldıktan sonra mutfağa doğru ilerliyoruz. Mutfak tezgâhına ellerimdekini koyar koymaz Mehtap'ın ardından koridora temkinli bir bakış fırlatıyor, kimsenin bir süre mutfağa uğramayacağından emin olduktan sonra kapıyı örtüyorum.

"Mehtap!" diye başladığımda sesimin asabi tonundan konuşmanın gidişatını öngörebiliyor. Açtığı bulaşık makinesini kapatıp kollarını önünde bağlıyor, ne diyeceğimi merak ediyormuş gibi gözlerini kısıp dudaklarını büzüyor.

Küçüklüğümden beri sinir olduğum bilmiş ifadesini takınarak "Evet?" diyor.

"Neden özel hayatıma sürekli karışıyorsun?"

Duyduklarına inanamıyormuş gibi sinirle gülüyor. "Pardon?"

"Neden sürekli Jeannine'i lafa karıştırıyorsun? Herkese sevgilimmiş gibi duyuruyorsun?"

Kaşlarını çatıyor. "Sümer, anlamıyorum, gerçekten... Kaç yaşına geldin, koca adam oldun! İlişkin var diye seninle ailecek dalga geçeceğimizi falan mı düşünüyorsun? Biz ailen olarak, senin mutluluğunu desteklemekten başka bir şey yapmayacağız. Kimseden utanmana gerek yok."

Utandığım için mi onlardan gizlediğimi sanıyor?

"Ben sadece sana yardımcı olmaya çalışıyorum," diyor Mehtap.

"Olma, Mehtap!" diye çıkışıyorum. "Bana yardımcı falan olma! İşleri daha da karıştırma..." Uyarırcasına kaşlarımı kaldırıyorum. "Özellikle Eylül konusunda ağzını sıkı tut."

Mehtap sinirle soluyarak, "Tutuyorum zaten," diyor. Yüzümü iyice süzdükten sonra anlamış gibi kafasını ağır ağır sallıyor. "Kendi suçluluk duygunu bana ödetme, Sümer. Benden istediğini ne kadar zoruma gitse de yapıyorum, merak etme!"

"Ne demek istiyorsun?"

"Sana hiç yakıştıramıyorum, Sümer, düşündükçe midem almıyor! Düşünsene, benim aptal kardeşim... Aylarca bir ilişkin oluyor, kimsenin haberi yok, kızı kazara hamile bıraktığından bihaber ansızın çekip gidiyorsun. Zavallı kız, hamile olduğu için her yerde sana ulaşmaya çalışıyor. Onca çabayla sana haftalar sonra ulaşabildiğimde bebeği reddetmiyor ama kimseye söyleme, diyorsun. Aylar sonra başka bir kızla çıkıp geliyorsun. Yanındaki kız hayatı sana bağlıymışçasına peşindeyken onun da sevgilin olduğunu sandığım için bana kızıyorsun. Durumun absürtlüğünü yeterince vurgulayabildim mi? Bizzat kendi kardeşimin bunlara sebep olmasını hazmedemiyorum!"

Her şeyin acıtırcasına farkında bile olsam, kelimeler kulağıma çarptığında yine de sersemliyorum.

Makul bir açıklama getirmek için dudaklarımı aralasam da sesim çıkmıyor, suskunluğumu yutkunmakta buluyorum çareyi. Nafile çabamı Mehtap ciddiye bile almazken arkasını dönüyor, tekrar konuşmaya başladığında sesi yumuşacık:

"Senin yüzünden karnında bebeğiyle o kızcağızın kalbini kırdım."

Açıklaması için sessizliğimi koruyorum.

"Sen aylar önce, İstanbul'u terk edip yanımıza geldiğinde o kadar bunalmıştın ki, tüm sorunlarının geride bıraktığın ilişkiden dolayı kaynaklandığını sandım. Ağzından tek kelime çıkmıyordu. Sonra da, Hanife yenge Eylül'ün ayrılığınızdan hemen sonra baltayla ağacı parçaladığını anlattığında, her şeyi çözdüğümü düşünmüştüm. Eylül'ün sana sağlıksız bir şekilde takıntılı olduğunu, senin de kendini kurtarmak için ayrıldığını düşündüm. Hak bile vermiştim sana. Sonuçta kardeşimsin, senin tarafını tutmaya meyilliyim ben. Haftalar sonra Eylül'le karşılaştığımızda bana hamile olduğunu söyledi ve ilk tepkim ne oldu, biliyor musun? Kesin yalan söylüyor, dedim. Sana ulaşmak için elinden gelen her şeyi yapıyor, acımasız bir yalan söyleyecek kadar çıldırmış bu kız, dedim. Hamileyse bile başkasınındır, diye düşündüm."

Geçen günkü konuşmamızda, Eylül'ün bebeğin benden olduğunu vurgulamasının sebebi bu olmalıydı. Kendime duyduğum nefretim, ebedi düşmanım gibi karşıma çıkıp karnıma öyle şiddetli bir yumruk indiriyor ki, nefessiz kalıyorum. Gözlerimi sımsıkı yumuyorum, nefretin uyandırdığı bütün mazoşist duygularla şakaklarımı delercesine ovalıyorum.

Mehtap, ıstırapla mahvolmuş hâlime, gayet haklı olarak, aldırmayıp devam ediyor.

"Yine de kızcağızın ricasını gerçekleştirip sana onca zorlukla ulaştığımda bebeği kabul etmene rağmen geri dönmüyorsun."

"Eylül'ün tek sevgilisi bendim," diyorum. İlişkimizi eskimiş gibi tabir etmek zoruma gitse de onu savunmaya devam ediyorum. "Bebek, benim bebeğim."

Kırgın bakışlarından, hayal kırıklığına uğradığını görmemek mümkün değil.

"Neden bebeğine sahip çıkmıyorsun o zaman? Neden annemlere söylemiyorsun? Neden başka biriyle çıkıp geliyorsun?" İçeridekilerin sesini duymaması için fısıldasa da bastırmaya çalıştığı hisler kendini belli ediyor.

Gücüm kalmamış gibi hissettiğim anda kapının yanındaki tabureye çöküyorum. Zorlukla başımı kaldırıp yorgun bakışlarımı gözlerine dikiyorum.

"Şu meseleyi bir aradan çıkaralım önce. Jeannine, benim sevgilim falan değil. Ben ona sadece refakat ediyorum."

Kafası daha da karışıyor, ama gerçek bu. Bu konuya daha fazla açıklama getiremem.

"Annemlere söyleyemem, çünkü eğer söylersem..."

Konunun neresinden tutup neresini anlatacağımı bile şaşırınca pes ediyorum. Bakışlarımı mutfağın penceresinden dışarıya kaçırıyorum.

Mehtap asırlar süren bir sessizlikten sonra mırıldanıyor.

"Konuş, Sümer. Bari sen konuş..." diyor Mehtap. "Deniz gibi sen de ellerimden kayıp gitme!"

Bunca sırrın altından sağ çıkamayacağım hissi beni bir kez daha yenik düşürüyor ve yüzümü avuçlarıma gömüyorum. Ağrıyan gözlerime ellerimin ayasını iyice bastırırken bir anlık bir cesaretle her şeyi koyuverip itiraf ediyorum.

"Başım belada, Mehtap," diyorum. "Büyük bir belada hem de..."

Göremesem de Mehtap'ın hemen önüme çöktüğünü duyabiliyorum, çok geçmeden parmakları ellerimi kavrayıp yüzümden uzaklaştırıyor.

"Anlat," diyor. Bakışları güven verici, yüz ifadesi ciddi... "Kimseye söylemeyeceğimi biliyorsun, bizimkilere bile."

Teslim olur gibi bir nefes veriyorum önce.

"Ayrıntıları anlatmam yasak zaten," diyorum. "Deniz'i kimin öldürdüğünü biliyorum."

Mehtap'ın gözleri kocaman oluyor. Göğsü hızla kalkıp inmeye başlarken "Sümer, sen nelere karıştın öyle?" diye soruyor.

"İnan, bilmesen daha iyi..." derken ellerimi tutan parmaklarından kanın çekildiğini fark ediyorum. Gözlerindeki endişeyi başka bir itirafla kazımaya çalışıyorum.

"Birkaç yıldır," diyorum güçlü bir nefes alarak. "İstihbarat teşkilatı için çalışıyorum. Önce Deniz'in katillerini bulmak içindi, ama içine girdikçe bambaşka bir hâl aldı, Mehtap."

Mehtap sessiz, tepkisiz ve nefessiz; iri mavi gözleriyle beni izlerken donakalıyor.

"Sana işin ancak bu kadarını söyleyebilirim," diyorum. Sonunda dürüst davranmak göğsümdeki tonlarca ağırlıktan gram da olsa kurtulmamı sağlıyor. "Peşimde birileri olduğunu düşündüğüm için yurt dışına gittim. Eylül'ü," Kalbimin isminde duraksıyorum. "Eylül'ü o yüzden bıraktım. Kimseye Eylül'den bahsetmedim, bilerek yaptım bunu, onu tehlikeye atmamak için. Başımdaki beladan kurtulana kadar yanına bile yaklaşmamam gerekirdi. Plân buydu. Ama dayanamadım, Mehtap. Âşkıma karşı koyamadım. Hislerimi bastırmayı yıllarca denedim, denedim, denedim. Olmadı, çok, daha çok sevdim. Bir gün, sabaha sağ çıkacağımı bilemezken bu riski almaya değer, dedim ve karşısına çıkıp aşkımı ilân ettim, Bilsin, istedim. Böyle başladı her şey. Gitmek zorunda kaldığımda," derken zorla yutkunuyorum. "Bebekten ikimizin de haberi yoktu."

"Ah, Sümer..." diyor Mehtap dolan gözleriyle.

"Başımdaki belayı atlatana kadar bebeğimin yanına bile yaklaşamam, anlayabiliyor musun?"

Elleriyle ağzını örterken "Aman Allah'ım," diye şok içinde fısıldıyor Mehtap.

"Oğlum için bunu yapmam gerek."

Ayağa kalkmadan önce, ablamın buz kesen avuçlarını okşuyorum.

"İşte," diyorum. "Sıçıp sıvadığımı annemlere nasıl anlatabilirim ki..."

Tabanında batık gemileriyle, hayallerimi ve hislerimi sakladığım kayıp hazineleriyle içimde engin bir sırlar okyanusu var. Onca sene anlatamadıklarımla öylesine dolmuş ki, taşmamak, dingin kıyıların huzurunu bozmamak mümkün değil.

İkimizden biri içini çekiyor ve sıkışan göğsümü biraz olsun ferahlatmak için ağırlaşmış hareketlerle ayağa kalkıyorum. Adımlarımın dahi uzaklaştıramadığı bu tabloda, acı ve suskunluğun tonlarıyla boyanmış abla kardeşi görüyorum. Ancak göze en çok çarpan pozlarımıza tünemiş çaresizlik oluyor.

Mutfak penceresine doğru ilerliyorum. Camı açtığımda, öğlen saatlerinde olmamıza rağmen yüzüme çarpan ayaz iyi geliyor, gözlerimi kapatarak huzura teslim oluyorum.

"En azından sen hayatımda nelerin döndüğünü kabaca biliyorsun, " Soğuk, iliklerime işlerken dudaklarımı terk eden kelimeler bile buz kesiyor. "Bana bir şey olursa ardımda gerçeği bilen birileri olacak."

"Hayır!"

Mehtap, öyle şiddetle karşı çıkıyor ki ister istemez gözlerimi aralayıp ona bakıyorum. "Ne belasıysa bu, sen kurtulup geleceksin ve herkese teker teker her şeyi açıklayacaksın. Sana hiçbir şey olmayacak, Sümer. Anladın mı?"

Tasdiklenmeyi değil, söz vermemi istermiş gibi ısrarcı bakıyor. En ufak bir umuda bel bağlamaya hazır bir çift göz üzerinizdeyse, böylesi kritik dakikalarda yalan söyleyemezsiniz, boş vaatlerle geçiştiremezsiniz, elinizde sadece bıçak kadar keskin bir dürüstlük vardır ve onurunuzun son zerresini kurtarmak için bunu kullanmak zorundasınızdır.

"İnan, bundan daha fazla istediğim başka bir şey yok," diye mırıldanıyorum. Gözlerim uykusuzluktan çökmüş, bakışlarım kederli bir dalgınlığa yitmiş, zihnim umarsızca yorgun. "Ama sana söz veremem, Mehtap. Ateşin içine atılıp yanmadan çıkacağım, diyemem."

Acı gerçek yüreğinin en derinine saplandığında, bakışlarında açılan yaradan gözyaşlarının aktığını an be an görebiliyorum.

Islak ve sessiz iki hıçkırıkla parçalanan cümlesini zorla toparlayarak "Ba- başka bir kardeş da- daha kaybetmeyeceğim," diyor. Her hecenin sırtında geçmişin acılarını söndürdüğü yanık izleri var.

Ablamı teselli edecek bir şeyler düşünmeye yıpranan zihnimi zorlarken, mutfak kapısının buzlu camının ardındaki bir silüet dikkatimi dağıtıyor. Mehtap hızla yerden kalkıp tezgâhın tarafına dönerken ben de camın önünde dikilmeye devam ediyorum.

Babam kapıyı aralıyor ve içeriye adımını atar atmaz "Neden kapattınız kapıyı?" diye soruyor.

Benim tarafıma fırlattığı bakışı Mehtap'a doğru sürüklüyor. Islak bakışlara ev sahipliği yapan kızaran gözlerini görünce sorusunu unutuyor, kaşlarının arasındaki ebedi yarık daha da derinleşiyor. Mehtap, meraklı bakışlara sırtını çevirerek hemen tezgâhın üzerini dolduran bulaşıklarla ilgilenmeye başlayınca babam tekrar bana dönüyor, göz bebeklerindeki soru işaretini kaçırmak imkânsız.

Tahmin ettiğim kadar hamlamamışım, hemen bir cevap kıvırabiliyorum.

"Jeannine hakkında ısrarına devam ediyor da, onu rahat rahat uyarabilmek için ben kapattım."

Açıklamam babamı tatmin etmemiş gibi bir soru daha ateşliyor.

"Jeannine de kim?"

"Kahvaltıda akşam yemeğine getirmem için baskı yaptıkları kız arkadaş..." Ağzımdan çıkanlar kulağıma çarpınca yanlış izlenimler bırakabileceğinden şüphelenip hızla düzeltiyorum. "Kız olan bir arkadaş..."

Ergenlikten beri özel hayatıma mesafeli duruşu hiç değişmeyen babam, kaşlarını ilgilenmiyormuş gibi kaldırıp bakışlarını deviriyor. Tekrar kızına dönüyor. Mehtap ise aynı sırada bana seslendiğinde kendini toparlamış görünüyor.

"Sümer, camı kapatsana, dondum burada," diyor günlük hayatımıza kaldığı yerden devam ederek. Babama saygılı bir tebessüm fırlattıktan sonra kazağının kollarını sıvayıp bulaşıklara girişiyor.

Camı kapattıktan sonra tekrar babama döndüğümde bana "Çıkalım mı artık?" diye soruyor. "Kenan Amca'nın kardeşleri, Selim ve Halit gelmişler, Rıhtım Market'in önündelermiş."

Babamın ortada başka bir mesele olmadığına ikna oluşuyla derin bir nefes alırken "Olur," diyorum.

Beş dakika sonra Kaptan'ın evinin bulunduğu sokağa çıplak ellerimi ısıtmak için birbirine sürterken yanıldığımı anlıyorum.

Babam, "Geldiğinden beri konuşmak için doğru düzgün bir fırsat bulamadık seninle, oğlum," diye başlıyor. "Her şey yolunda mı?"

Endişenin silik izlerine sahip bakışları adımlarını yavaşlatıyormuş gibi birdenbire hızımız düşüyor.

Gözlerimi kaçırmıyor, cevap vermek için bir saniye bile duraksamıyor, yalanımı söylerken gardımı asla düşürmüyorum. "Yolunda, baba," dediğimde bile sesimi en doğru hecede inceltip başarıyla vurguluyorum. "Niye olmasın ki?"

Uzaklara doğru bir bakış attıktan sonra "Bilmem," dermiş gibi omzunu silkiyor. Ardından "Canın sıkkınmış gibi hissettim," diyor.

Hayata gücenik duranın sadece kendisi olmadığını fark etmiş olmalı...

Utanmadan konuyu başka yöne çekiyorum. "Tabii ki sıkkın, baba... Kaptan'ı kaybettik."

İlkin sessizce başını sallıyor, sonra yavaş yavaş ilerleyen adımlarımızı seyre dalarken "Kuşadası'ndan sonra ne yapacaksın?" diye soruyor.

Cevap vermeme fırsat kalmadan sorusunu nefesini tüketircesine genişlettiğinde, suskunluğun neferi olarak gördüğüm babamı hafif şaşkın bakışlarla izlemekten kendimi alamıyorum. "Eskişehir'den bir iş bulmayı düşünmez misin? Annen, Mehtap, ben; hepimiz orada toplandık. Şehri de seviyorsun. Annenin kuzeni Salih Dayın var ya, onun oğlu da Eskişehir'de, iyi bir danışmanlık şirketinde yöneticiliğe yükselmiş. Annen, oğlanın geniş bir çevresi var, deyip duruyor. Elinde en iyi üniversitenin mühendislik diploması var, mutlaka bir yerden bir görüşme ayarlar, kabul alırsın." Sonra elini omzuma koyup gururla gülüyor. "Sülalenin yegâne üstün zekâlı oğlanı bizde, bir yıla kalmaz istediğin mevkiye yükselirsin sen."

Gülüşünü karşılıksız bırakmamak için tebessüm ediyorum.

"Yurt dışında birkaç yerle daha görüşmeye gideceğim," diyorum babama. "Ayrıca bana işsiz muamelesi yapmanıza gerek yok, ben internet üzerinden zaten çalışıp kazanıyorum."

"Ne gibi?" diye soruyor.

Deep web üzerinden uyuşturucu ve kadın ticareti yapan çeteleri takip edip yakalamak gibi...

Fakat onun yerine "Kişisel internet sayfaları açıp, tasarlayıp satıyorum," diyorum. Cevabımın doyurucu olmadığını dudaklarını çiğneyip durmasından anlamak mümkün...

"Düşüneceksin ama değil mi?"

Bakışlarında kol gezen kaygıları biraz olsun yatıştırmak istediğim için başımı sallayarak teminat veriyorum. Babamınsa sert bir şekilde nefesini verirken gözleri ilerideki bir noktaya takılmış. Sıktığı çenesinden huzursuz bakışlarına kadar her mimiği, içindeki huzursuzluğun birebir yansısı... Rıhtım Market'in önünde duran iki kardeşi görünce nedeni anlıyor ve hak veriyorum. Uzaktan fısır fısır ne konuştuklarını tahmin etmeye çalışırken babam mırıldanıyor.

"Bu ikisiyle uğraşmak hiç kolay değil, Allah ikimize de sabır versin bugün."

Bir buçuk saat sonra, görüştüğümüz avukatın yanından çıkıp emlakçının kapısından girerken babamın duasını ben içimden yineliyorum.

Kaptan'ı bir kere bile saygıyla anmayıp ardında kalan tapuları en kârlı değerlendirebilmenin peşinde olan bu iki paragözü boğmamak için kendimizi zor tutmuştuk. Birkaç kere araya girmeye ve uyarmaya çalışsam da, tıpkı babam gibi, ikisinin de huyunu bu vakitten sonra değiştiremeyeceğimi anlamıştım. Emlakçıdaki görüşmeden sonra babamı da alıp bu ikiliyi kendi hâllerine bırakmanın peşindeydim ki, emlakçı Kenan Kaptan'ın evine uygun bir talibin çıktığını söylüyor.

İsmi duyunca inanamıyor, içimde huzursuzca kıpırdayan hislerin dürtüsüyle "Evi satın almak isteyen kim dediniz?" diye tekrar soruyorum.

"Tam ismini mi soruyorsunuz?"

Kafamı ısrar edercesine bir kesinlikle sallayınca emlakçı, masasında karışık duran onca belgenin arasından birini bulup çıkarıyor.

"Geldiğinde bir form doldurtmuştuk," derken belgeyi babama uzatıyor. İnceleme sırası bana gelmeden babam ismi sesli bir şekilde okuyor.

"Turgay Ergüven."

İsmi duymak bile öfkemin köpürerek parmak uçlarıma yayılmasına yetiyor. İsim benzerliğinin sadece bir tesadüf olması için fazla huylanmış durumdayım, babamın elinden hızla dosyayı alıp nüfus cüzdanının fotokopisine ve resmine bakıyorum.

"Nasıl olur?" diye mırıldanarak kafamı bir cevap için gayri ihtiyari kaldırdığımda her şeyden habersiz iki çift göz beni izliyor. "Bu adamın hapiste olması lazım..."

Emlakçının kafası daha da karışırken babam, tüm sakinliğini koruyarak benden bir açıklama talep ediyor, "Sen de nasıl biliyorsun bunu?" diye soruyor.

Çünkü, baba, onu hapse düşmesini sağlayan benim.

Not: Beğendiğiniz kısımlara kalp kalp kalp eklemeyi unutmayın. :)

Continue Reading

You'll Also Like

12:30 SEANSI By damy

Mystery / Thriller

1.6M 99.9K 50
[WATTYS 2022 KAZANANI] Parmağı omzumun üzerindeki belli belirsiz benlere dokundu. Ardından köprücük kemiğime kaydığında dudaklarım, bir nefese muhtaç...
TUTSAK By Elsa

Mystery / Thriller

77.3K 2.7K 37
"Ben; kışı yaşadığım bir akşam beni yakan rüzgarı da çok iyi tanıyorum, bir cehennem akşamı beni üşüten alevleri de"
PUS (+18) By Siriustaki•°

Mystery / Thriller

10.5K 428 38
Sıradan bir hayat ve gizem dolu bir adam. Yalanlar ve suçlarla dolu bir dünya. Pus adlı bir ekip. Onlara sonradan dahil olan ve hayatının dönüm nokta...
İHTİLAL By Fatma Demir

Mystery / Thriller

793K 27.8K 63
"Benimle oynarken iyi düşün." diye hırladı. Sesi karnımı burkarken dudaklarıma kilitlenmiş bakışlarını görünce karanlığın verdiği cesaretle güldüm. "...