Limon Çiçekleri 90. Bölüm

Start from the beginning
                                    

Oldukça uzun süren uçuşun yorgunluğu ve saat farkının yarattığı jetlag'e bir de bu ağlama krizi eklenince dengesi tamamen bozulmuştu. Aşkından ince hastalığa tutulmuş eski Türk filmi kahramanları gibi elinde peçeteyle saatlerce ağladığından bir türlü doğru düzgün uyuyamamış, uyuyamadıkça daha da kötü olmuştu. Bir elindeki peçetenin yanında diğer elinde de cep telefonu vardı. Batu'yla çektikleri onca fotoğrafa bakıp bakıp ağlıyordu. O fotoğraflar yüzünden olsa gerek telefonunu yanından ayırmıyordu hatta telefonuyla birlikte yaşıyor gibiydi ama onu aramaya bir türlü cesaret edemiyordu, sadece boş boş Batu'nun fotoğraflarına bakıp duruyordu. Arada bir cesareti geliyor, tam arama tuşuna basmışken birden panikle aramayı sonlandırıp sanki tuşlar elini yakmış gibi telefonu bırakıveriyordu. Halbuki sesini duymayı öyle çok istiyordu ki... Bağırıp çağıracağını biliyordu. Hatta kendini alamayıp yine bir dolu hakaret edeceğini de biliyordu ama hepsine razıydı.. Umrunda değildi. Yeter ki bir kere sesini duysun. Ama... Ama olmuyordu işte. Neler söyleyebileceğini düşündükçe cesareti kırılıyordu. Üstelik söylediği ve söyleyeceği her şeyde de haklıydı. Bunu biliyordu ama buna rağmen duyacaklarından korkuyordu işte. Hoş aradığını görünce telefonunu açacağından bile emin değildi ya. Diyelim ki açtı... Yine esip gürlemesinden, "sakın geri dönme, istemiyorum!" diye bağırıp telefonu suratına kapatmasından ama en çok da buz gibi bir sesle "Ben sana 'beni bir daha arama demedim mi' diye terslemesinden öyle korkuyordu ki. Bu kadarına dayanabileceğini sanmıyordu. Sanmak falan değil, düpedüz biliyordu, Batu'dan bunu duymaya dayanamazdı. Bazen kafasından kendi kendine hesaplar yapıyordu. Tamam Batu'dan "iyi ki aradın, sen aramasan ben arayacaktım" gibi cümleler beklemiyordu ama belki ondan önce davranıp o bağırmaya başlamadan konuşabilirse, kendini anlatabilirse, hiç değilse telefonu suratına kapatmasına engel olabilirse biraz konuşabilirlerdi. Ona Beyrut'ta başına gelenleri anlatsa dinlemez miydi? Dinlerdi tabii, niye dinlemesin? Ama işte, ya dinlemezse? Ya "Bana ne?" derse? Umursamazsa? Bunun ihtimali bile gözlerinin dolmasına yetiyordu. Boğazı tıkanıyordu, yutkunamıyordu. Ya "Gitmeyi isteyen sendin, kendi isteğinle gittiğine göre sonuçlarına da katlanırsın. Orada ne yaptığın beni hiç ilgilendirmiyor" derse? Ki derdi de... Yapmadığı şey değildi. Kendini kaybettiği zamanlarda ağzına geleni söylemiyor muydu hep?

Onu sakinleştirmeye çalışıp konuşmayı, kendini dinletmeyi denese bir işe yaramaz mıydı? Bu soruyu kendine sorarken cevabını da biliyordu aslında. Artık neyin işe yarayacağını bilmiyordu. Onunla konuşmayı denese bile bir sonuç alamayacağından çekiniyordu. Düzelmez miydi artık hiçbir şey? Batu'yu aradığında onun bunu yüzüne vurmasından ölesiye korkuyordu. Batu'nun o içini ürpertmeyi çok iyi beceren soğuk sesiyle "Artık hiçbir şeyi düzeltemezsin, sakın boşuna arama beni bir daha!" gibi şeyler söylemesinden korktuğundan, sırf ondan bunları duymamak için onu aramaya cesaret edemiyordu. Bir şeyleri düzeltmeyi denese bile bunu başaramamaktan, çabalarının boşa çıkmasından öyle çok korkuyordu ki o 'bazı şeyler'i düzeltmeyi denemeye bile yanaşmıyordu.

Yine de umutluydu. Daha doğrusu öyle olmaya çalışıyordu. Onu aradığı takdirde nasıl bir karşılık alacağını bildiğinden cesaretini toplayıp da o aramayı bir türlü yapamıyordu ama çok geçmeden bir gün nasılsa yapacaktı. Batu'yu şimdi arayıp "Beni niye hala arıyorsun?" gibi bir tepkiyle karşılaşmaktansa, aramaya cesaret edemeyip ağlayarak telefonundaki fotoğraflara bakmaya razıydı. Onu arayamadığı için kendinden nefret etmeyi, o içini üşüten sesiyle "'Beni bir daha arama' demedim mi ben sana?" dediğini duymaya bin kere tercih ederdi. Anita ve eşi Arda'nın Toronto'daki evlerindeki ilk iki gününü elindeki telefona bakıp kafasında kendince böyle pazarlıklar yaparak geçirmişti. Kalkmış dünyanın öbür ucuna gelmişti ama içindekilerden kaçamıyordu işte.

Oysa çevresinden biraz uzaklaşmak, bir süre kimseyle irtibat kurmadan kendi kendine kalıp son zamanlarda yaşadıklarını arkasında bırakmak için gelmişti buraya. Daha doğrusu bunlar onun değil, annesinin ifadeleriydi. Hastanede babasını odadan kovduktan sonraki gün onu karşısına alıp uzun uzun konuşmuş, Jilber dayısının sayesinde vize işlemlerinin en kısa zamanda hallolacağını ve beraber Kanada'ya gideceklerini söylemişti. Esasında 'bildirmişti' demek daha doğruydu çünkü Lale'ye fazla bir seçim şansı bırakmamıştı.

Limon ÇiçekleriiiWhere stories live. Discover now