58

31.4K 2.2K 163
                                    

Oldum olası, arabaların sağ koltuklarından daha fazla nefret ettiğim bir şey varsa o da hiç kuşkusuz arka koltuklardı. Siraç, öylesine sinir bozucu araba kullanıyordu ki arka koltukta savruluyor, rakı yüzünden midem iyice bulanıyordu. Homurdanarak başımı dizlerimin arasında sıkıştırdım ve savrulmaların dinmesini bekledim ancak bu süre zarfında, ayyaş olan beynim hemen uyuşmuş ve sızmıştım. Yarı baygın bir uykuydu, soğuk hava tenimi dikenli teller gibi okşayarak üzerimden akıp geçerken dışarıdan Siraç'ın sesini duymuştum. Gizlenmekten, kısa bir süreç olacağından ve bu süre zarfında ona yardımcı olmaları gerektiğinden bahseden o otoriter sesi gürlüyordu. Herkesin güvenliğini sağlayacağına sözler veriyordu. Sarhoşluk yeniden beni esir alırken uykuya dalmıştım.

Yer yer, ürperti hissi, açılıp kapanan kapılar ve kokularla duyularım açılsa da alkol yüzünden tam anlamıyla ayılamıyordum. Gözlerime batan güneşle gözlerimi açtığımda gözlerimin önünde gördüğüm deniz manzarası ile olduğum yerde sıçrayarak uyandım. Aniden kalktığım için başım dönüyor, midem kasılıyordu. Ağzımın içinde leş gibi anason tadı vardı. Şişmiş gözlerimi kırpıştırarak olduğum yere baktım. Odam olmadığını biliyordum ancak nerede olduğumu kestiremiyordum. Kavak ağacından yapılma açık renk şifonyerin üzerindeki telefonumu aldığımda normalin daha üstündeki bildirimleri görmezden gelerek konumuma baktığımda Muratpaşa olarak görünüyordu ancak neresinde olduğumu bilmiyordum.

Yataktan kalktığımda üzerimde sadece siyah, pamuklu iç çamaşırından ve üzerimdeki beyaz atletten başka bir şey yoktu. En son Siraç, Süleyman ve Ceylan, hep birlikte arabanın içindeydik ancak şimdi etrafımda tanıdık hiçbir nesne göremiyordum. Yataktan kalkıp odanın içine doğru yürüdüğümde küçük bir oturma alanı, başka bir odası, mutfağı, banyosu olan küçük, tek katlı yazlık bir evdi. Camlar boydan boya tepeden denizi görüyordu. Dışarıda mangal şöminesi, salıncak ve küçük ancak derin bir havuzu vardı. Hızlı adımlarla aralık kapıdan banyoyu buldum. Gök mavisi fayanslarla kaplı yer ve duvarların ardından bir önceki yüzyıldan kalma gibi görünen bakır çeşmeyi açarak aynı neslin devamı olan mermere çarpmasını bir müddet izledim. Elimi yüzümü, beklediğimin üzerinde daha soğuk suyla yıkarken tepeden tırnağa ürpermiştim. Nerede olduğumu bilmiyordum ancak ellerim serbesti ve havuza açılan kapı aralıktı. En son yanımda Siraç'ın olduğunu bildiğim için endişe duymuyordum. Dolaplardan açılmamış bir diş macunu fırçası buldum ve mini boy diş macununu üzerine sıkıp iyice dişlerimi fırçaladım.

Ev, genel anlamda ağırlıklı olarak mavi, mavinin tonları ve beyazın ağırlıklı olduğu, hasırlardan, ahşaplardan ve kavaktan ibaret, güzelce döşenmiş bir evdi. Duvarlar boştu ancak televizyon sehpasının önünde üç farklı çerçeve duruyordu. Birinde Siraç'ın liseli yıllarından olduğu belli olan, üzerinde askeri üniformasıyla yanında anne ve babasıyla çekilmiş fotoğrafı vardı. Birincilikle okulu bitirdiğini belli eden plaketini annesiyle birlikte tutarken, babası gururla omuzlarından destek veriyordu. Annesi, minyon bir kadındı. Saçları sarı, gözleri kahverengi ve teni kar kadar beyazdı. Babası annesine oranla daha uzundu, Siraç'la olan mesafesine bakılırsa aşağı yukarı benim boylarımdaydı, şakalarından saçları beyazlamış siyah saçlı, kır bıyıklı ve kahverengi gözlü bir adamdı. İkisi de kadraja bakarken gözlerinin içi gülüyordu.

Bir diğer fotoğrafa baktığımda, onların gençliklerinden kalma bir fotoğraftı. En azından öyle tahmin ediyordum. Kırmızı, yetmişlerden kalma bir Cadillac'ın önünde, genç ve daha enerjik bir şekilde kameraya gülümsüyorlardı. Bir diğer fotoğraf ise Siraç'ın ortaokul döneminden kalma bir fotoğraftı. Kilolu, yanakları tombul, kameraya gözleri neredeyse kapalı görünecek kadar geniş gülümsemişti. Nerede olduğum konusunda dert etmeme gerek kalmamıştı, Siraç'ın ailesinin yazlığındaydım.

KOMŞU ✔︎Where stories live. Discover now