20

51.8K 2.1K 280
                                    

Akşamdan kalma sarhoşluğumla eve geldiğimde yaptığım ilk şey kendimi soğuk suyun altına atmak olmuştu. Duşayken ya da duştan çıktıktan sonra kendime bir gram özel ilgi göstermemiş, tenime tek gram bir şey sürmemiştim. Saçımda havluyla mutfağa girdim, dondurucudaki pizzalardan önce bir tane, sonra bunun bana yetmeyeceğini düşünerek dörtlü paketteki pizzaların hepsini fırına yerleştirip odama döndüm. Kurulanıp giyinmem maksimum üç dakika sürmüştü.

Kendimi televizyonun monte edildiği duvarın karşısındaki deri koltuğa bırakıp YouTube'dan rastgele bir video açtım ve sadece gözlerimi diktim. Videoda, kız ağabeyiyle geçirdiği bir günü anlatıyordum. Bizim adımladığımız sokaklarda adımlıyor, tıpkı bizim gibi saçma sapan, aralarında dönen esprilere gülüyor ve yarım saatte bir atışarak kavga edip tekrar eski hallerine dönüyorlardı.

Ağlamak üzere olduğumu fark ettiğimde televizyonu kapattım ve mutfağa yürüdüm. Ben her zaman eksik bir çocuktum, bunun farkındaydım. Kendimi kusursuz göstermeye çalışsam da her zaman içimde, anne ve babamdan göremediğim sevginin eksikliği yıkık bir duvar gibiydi. O duvarın önünde duran, sağlam görünen tek kişi ağabeyimdi ancak artık o da yoktu. O duvardan dışarı baktığımda, hiçbir şey göremiyordu. Beni seven bir kişi dahi göremiyordum. Arkadaşlarım, hayranlarım... Hepsi ağabeyimle birlikte gitmişlerdi.

Sevgi, korunma ve güven gibi duyguları artık hissedemiyordum. İhanetin verdiği kalp kırıklığından başka hiçbir şey yoktu. Yalnızdım. Bugüne kadar evime çekilip, birkaç gün dışarı çıkmadan evde "Yalnızım" diye geçinsem de bu yalnızlık hissi onlarla aynı değildi. Bu, düşüp bayıldığımda beni kimsenin bulmayacağını bildiğim bir yalnızlık hissiydi.

Dondurucunun önünde bacaklarıma sarılmış dengede durmaya çalışırken neyi aradığımı fark ettim. Dondurulmuş patates ya da patates yoktu ve bu benim için her an ağlama krizine sebep olabilirdi. Bu yüzden fırının zamanlamasını ayarlayıp üzerime, dolabımın derinliklerine sıkıştırdığım kolsuz yeleğimi geçirdim.

Evden çıkarken Siraç'ın dairesinin önünde yeniden o tanıdık çekik gözleri görmüştüm. İlk kez tedaviye gittiğimiz gün onu karşılamıştı. Beni gördüklerinde ikisi de hararetle konuşmayı kesmiş suratıma bakıyordu.

Kapıyı kilitlerken "Selam," diye mırıldandım ve "Markete gidiyorum, bir şey ister misin?" diye sordum Siraç'a.

Siraç başını iki yana sallarken hemen önündeki çekik gözlü "tertip" bana genişçe gülümsedi "Almayı unutmuşum, Migros'un yanındaki pastaneden ay çöreği alır mısın?" dediğinde ona ifadesizce bakıyordum. Hemen olduğumuz apartmanın karşısında görünen Migros'a ulaşmam için on dakika üst geçide yürümem, karşıya geçmem gerekiyordu. Sadece yol yarım saat sürecekti, her gün bu kahrı çekmemek için köşedeki virane bakkalın daimi ve belki de tek müşterisi olmuştum. Elini cebine attı "Siraç çok sever," derken iki yüzlük bir banknot bana uzatıyordu.

Yeniden Siraç'a döndüğümde öfkeli gözlerle tertibine bakıyordu "Çok mu seviyor gerçekten?" diye sordum.

Başını aşağı yukarı salladı "Evet," dedi.

Gülümsedim "Kalsın kendisi alsın o zaman," dedim ve suratımdaki gülümsemeyi bozmadan, ağır adımlarla merdivenlere doğru ilerlerken göz ucuyla Siraç'ın gülümsediğini görmüştüm.

Sonuç olarak canım fıstık ezmesi istemişti ve yediğim marka en yakın Migros'ta olduğu için mecburen karşıya geçmek zorunda kalmıştım. Dönerken ani bir kararla, gelmişken ay çöreği aldım ancak o kadar çok almıştım ki kendimden utanmıştım. Geri dönüp iade edemeyeceğim için üst geçidin bir köşesine oturdum ve yanımda poşetlerle, insanların yanımdan geçip gitmesine aldırmadan yemeye başladım.

KOMŞU ✔︎Where stories live. Discover now