İhtimaller, beni yanıltıp buraya ait kıldığı an her şey daha güzel olacaktı; parmaklarıma bulaşan tozlar da şahit ki burada her şeyi yoluna koyacaktım. Daldığım eski ve işe yaramaz elektrik direği yıllar önce yanmış gibiydi, sokakta ışığın olmadığını bir yenisi göremeyince anladım.

Biraz sıkılacaktım belli, telefonum olsa müzik dinlerdim fakat onu gelirken bir otluğa bırakmıştım. Öylesine, ihtiyacım yok diye.

Başımı yana eğdiğimde yarısı kırılmış kapı gıcırdadı, muhtemelen rüzgardı; yoksa herhangi bir varlığın buralarda gezindiğini sanmıyordum. Sonuçta bu ücra evi taksiden indikten sonra aradaki patikadan birkaç uzun dakika boyu yürüyerek bulmuştum. Belki de daha uzundu ama dalgın yürüdüğümden fark etmemiştim.

Kısaca merkeze çok uzaktım, çok uzak...

Kapı kapandı, gözlerim aralandı. Aslında akşam oluyordu, kalkıp elektrikleri kontrol etmem gerekliydi bir an bunun için elimi başımdan çekip kalkar gibi oldum, sonra vaz geçtim. Elektrik olmasa ne olurdu ki? Bir yere mi gidecektim? Gidemeyecektim, öyle geceyi sabaha kavuşturana dek karanlıkta oturacaktım. Hem dolunaysa ışığı olur, arka tarafta kalırsa da şansıma küserdim.

Güneş... birden saç diplerimde onu öyle bir hissettim ki beni başka bir ana götürdü; bu acı bir andı. Bir busenin tozlu, buruk, acı halini anımsatıyordu. Sanki yılları devirmiştik aylar geçmişti üzerinden, aylardır bu izbe yerde acımasız duygulara gebeydim. Aylardır canım ellerimden çıkıyor, bedenim kıvrak bir sızıya kendini bırakmak zorunda kalıyordu. Ruhum mu acıyor yoksa bedenim mi bunu ayırt edemiyordum ama o acı boğazıma oturmuştu. Dudaklarımı aralasam ne varsa dolacak, ne varsa içimden dışıma taşacaktı. Taşarken beni boğmasından korkuyordum, zaten hayat boyu bir boğulmaktan korktum; bir de yanarak ölmekten.

Ellerim acıyordu, çok acıyordu geçmesi için derin bir nefes alınca da acı kalbime battı.
Onu izliyordum,
Ve sevgili parmaklarım, acının çok ötesinde bunu hak etmiyordunuz...

Parmaklarıma üzülerek çıktığım bu yolda aklım yine başka bir yöne çıkmıştı; tek katlı binanın gölgesi önündeki tarlaya yarım yamalak düşmüş. Hale bakarsak binanın diğer odalarından biri yıkıktı. Kışın burası soğuk olurdu yani, kışın gelemez miyim? Bilmiyorum.

Muhtemelen kışa kadar kendime başka bir yer bakmam gerekecekti.

Ya da bakmaz, gittiği yere kadar yaşardım.

Beklemek çok zordu.
Kimi bekliyordum?
Burada oturup uzun uzun etrafı izmeleme kararı almıştım, yani az evvel. Düşünürken de dilim ufak bir türkü mırıldandı, kalbim düne bugüne yarın değil de yıllar öncesine gitti ve ben onu hatırladım;
Üç numaradan biraz uzun küllü saçları, orta boyu ve kalın olmayan kollarının aksine güçlü bilekleriyle babam. Babam şişlenerek ölmüş, bir babam vardı, bu yüreğimce sisli ve kasvetli olduğunu varsaydığım havada kendini bana hatırlatmıştı.
Beni mi düşünüyordu?

Onu hatırladım.
Asiydi, kabaydı, tuttuğunda can acıtırdı. Kış olunca gri paltosunu giyerdi, yazları ise lacivert yakalı tişörtünü daha çok kullanırdı. Arada kahveye gider, çok oturmaz kalkardı. Az arkadaşı vardı, hiç mekan bilmez daima evde olurdu. Bir deniz keyfi vardı, oturursa saatlerce izler ve yanında oltasıyla saatlerce balık tutardı. Sanırım ben denizden bu yüzden hoşlanmazdım.
Bir de o saati vardı işte, bileğinden hiç çıkartmadığı dede yadigarı saatiyle öldürmüşler, eşyalarının arasında kan oturmuştu camına. Yanımda kimse yokken karakolda elime verdiler, ne garip.

Gözyaşlarımı bileğimin içine silerken fark ettim ki bana yıllarımı zehir eden için ağlıyordum. Aklımda ona ait onlarca an vardı, yaşasaydı nasıl giyinirdi acaba? O kaban hala üzerinde olmaz, bir benzerini muhakkak alırdı ama saati hiç çıkartmazdı. Onu ait olduğu yere bıraktım, geride değerini korusun diye emanet edecek bir nesli yoktu, geleceğiyle arası iyi değildi ben de toprağını eşeleyip siyah kordonlu saati kenarına iliştirmiştim.
Ne garipti; akıp gidene verilmesi gerekeni ait olduğu yere gömüp sanki tüm geçmişi yok saymıştım.

Hazan Vakti ■ ASKERİ KURGUWhere stories live. Discover now