VERA İLE VAHA

By kariabenam

7M 336K 154K

"Geçmişin bana ait," dedi ve kulağıma yaklaşarak fısıldadı. "İstesen de beni unutamazsın." Geçmiş can yakar... More

Giriş
1: "Yeni Yaşam"
2: "Günışığı Yanarken"
3: "Sarsıntı"
4: "Kavga"
5: "Beni Rahat Bırak"
6: "Hata"
7: "Sorgu"
8: "Müzik, Ses ve Dans"
9: "Yorgunluk"
10: "Karanlık"
11:"Geri Çevirmek"
12: "Asansör"
13: "Yakınlık"
14: "Gecenin Pençesi"
15: "Uzaklaşma"
16: "Plaj"
17: "Uğursuz Gece"
18: "Aidiyet"
19: "Telefondaki Adam"
20: "Karanlığa Açılan Zaman"
21: "Gök Gürültüsü"
22: "Umutsuz Bir Kaçış"
23: "Geçmişin Keskin Ucu"
24: "Geçmişin Kör Ucu"
25: "Film Gecesi"
26: "Bir İlk Daha"
27: "Geleceğe Açılan İlk Kapı"
28: "Teslimiyet'"
29: "Karmakarışık"
30: "Uyarı"
31: "Hediye"
32: "Doğum Günü"
33: "Yüzleşme"
34: "Yarım Gerçek"
35: "Dönüm Noktası"
36: "Kırık Dökük Ev, Hatıralar"
37: "Kopan İlk Fırtına"
38: "Yılların Sürgünü"
39: "Yenilikler"
40: "Kamp"
41: "Gerçeğin Öteki Yansıması"
42: "Yaraların Tortusu"
43: "Bocalamak"
44: "Tene Dökülen Ruh"
45: "Varlığın Başlangıcı"
46: "Paslanmaya Başlayan Zincir"
47: "Fazla Mutluluk Acı Getirir"
48: "Ayrılığın İnce Toprağı"
49: "Istırabın Hafızası"
51: "Beyaz Sayfa"
52: "İntikam"
53: "Yakamoz"
54: "Kazanılanlar ve Kaybedilenler"
55: "Soluk Dün, Parlak Yarın"
56: "Kırlangıçdönümü"
57: "Işıkların Altında"
"Geçmiş"
58: "Final"
Özel Bölüm

50: "Keder Gibi Kader"

81.3K 4.5K 1.5K
By kariabenam

Oy verip yorum yapmayı unutmayın.

Bazen hikayede güncelleme yapmam gerekiyor, hayal kırıklığına uğratıyorsam üzgünüm.

Medya; Atalay.

Sevgim üzerinize olsun. ❤️

50. Bölüm: “Keder Gibi Kader”

Dün;

Günlerdir kendimle verdiğim mücadele gereksizliğiyle kalmıştı. Bir hafta boyunca hastalığın verdiği sızıların yorgunluğunu hala hissediyordum ama artık belirgin olarak bir yerim ağrımıyordu, ateşim çıkmıyordu ve öksürmüyordum. Sözün özü, iyileşmiştim.

Atalay bu süre boyunca, işten çıkıp yanıma geliyordu. O geceden sonra da Atalay’ın affetmesi için çaba sarf ettim ancak bu kez iş ciddi gibiydi. Buz gibi değildi ama yüz de vermiyordu. Somurtmama karşılıksız kalıyordu, bu da benim moralimi daha da bozuyordu. Salonda uyuyordu ve onunla uyuma isteğimi kesin bir dille geri çeviriyordu.

Melis’le iletişimi eskisi gibiydi. Yalnızca benimle değil, onunla da ilgileniyordu. Ama şimdi, hastalığım geçmişti ve gitmek için hazırlandı. “Gidiyor musun yani?” dedim dudağımı sarkıtıp.

“Gördüğün gibi,” dedi kravatını sıkarken. Bunu yaparken başını geriye atmış, boynunu ortaya çıkarmıştı. Sevdiğim âdemelmasına baktım ama bana dönünce gözlerimi gözlerinde sabitledim.

Aklıma gelen, işe yaramayacağından emin olduğum son bir şey denedim. Bitkinmiş gibi duvara yaslandım. “Galiba hastalığım tam olarak geçmedi,” derken sesimin bile rolüme ayak uyduracağını tahmin edemedim.

İfadesiz yüzünde yalnızca kaşları yukarı doğru hareket etti. Koca pembe ayının yanındaki boy aynasının önünde dimdik durmuş, bacaklarını da hafifçe açmıştı. Gözlerini benden ağır ağır çekip kolundaki düğmeyi iliklerken, “İyi bir oyuncu değilsin,” dedi.

Tavrımı değiştirmeden devam ettim. “Oyun oynamıyorum Atalay. Görmüyor musun, ne kadar halsizim?”

Önce gözlerini kıstı, sonra bana doğru yürüdü. Önüme geldiğinde durdu ve elinin tersini alnıma dokundurdu, gözlerini yüzümde dolaştırdı. “Ateşin yok ve gayet sağlıklı görünüyorsun.” Elini yanına indirdi. “İş yerinden iki haftalığına izin aldım, bir hafta dinlenirsen bitkinlik falan kalmaz.”

Kafamı eğip kaşlarımı çattım. “İyi de ateşim geceleri çıkıyor, sabahları değil.”

‘Artık oyunu bırak,’ der gibi bir nefes verdi. Yanımdan geçerken, “Öyle bir durum olursa Melis beni arayacak,” dedi. Arkasından gidip ceketinin ucundan tuttum. Tabi kendi iradesiyle durmasaydı tutuşumun hiçbir etkisi olmayacaktı.

Pimim çekilmiş gibi tek nefeste, öfkeyle konuştum. “Kalın kafalı mısın Atalay? Gitmeni istemiyorum işte. Anlamak bu kadar mı zor?”

Göz devirdi ve bu kez tüm vücudunu bana çevirdi. “Elbette anlıyorum ama sen sana söylediklerimi unutuyorsun.”

Bir süre ayrı kalma mevzusu… Ofladım. “Beni cezalandırmak istiyorsun.”

“Bu da bir bakış açısı elbette,” dedi dudak büzüp söylediklerimi değerlendirmiş gibi yaparak. “Ama ben cezalandırmak için seni yokluğumla tehdit etmem. Bazı şeyleri idrak etmeni istiyorum, bu kadar.” Sonra arkamda kalan koridora baktı ve gülümsedi. Bakışlarını takip edip arkamda duran Melis’e baktım.

“Ben kahvaltımı ettim,” dedi bana bakarak. Mutfak kapısının kenarında duruyordu.

Yüzüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına ittim. “Güzel, dişlerini fırçaladın mı?”

Kafasını iki yana sallarken banyoya doğru yol almıştı bile. Atalay’a döndüğümde yana doğru bir adım attıktan sonra yürümeye başladı. “Yemek şirketini aradım, akşam yemeklerinizi getirecek. Bir hafta boyunca yapman gereken tek şey dinlenmek.” Vestiyerin üzerindeki arabasının anahtarını aldı, son cümlesini söyledikten sonra durup yüzüme baktı. “Anladığını umuyorum. Kendini yoracak bir şey yapma.”

Dediklerimi bu kadar umursamaması sinirlerimi bozdu. “Tamam git,” dedim ters ters. Gitmesini beklemeden salona geçip kanepenin üzerine hırsla oturdum. Çelik kapının kapanma sesini duyunca dişlerimi sıktım, sinirden kendimi yumruklamak istedim. Ama kapıya boş gözlerle bakmaktan başka bir şey yapmadım.

Daha ne kadar diyeceğimi bilmesem de içimden aynı cümleyi bininci kez geçirdim: Öküzsün, Atalay. İşlenmemiş odunsun.

💔

Bugün;

Atalaysız bir gecenin ardından, sabah kahvaltısını ettikten sonra Melis Erva Hanım’la Fransızca çalışırken ben kırtasiyeye ve markete uğradım. Elim epey doluydu, haliyle taşırken zorlandım. Kendimi eve atar atmaz aldığım malzemeleri önüme döktüm. Atalay’ın bir eksiği olmayacağını bildiğim için ve bu kez de saat veyahut bileklik alamayacağımdan, el emeği bir şeyler yapmaya karar verdim. Kravat, kol düğmesi onda gırla vardı. Yıllardır kullandığı tek parfümü vardı. Artık parfümle karışık kendi has kokusu üzerine yapışmış bir damga gibiydi. Bu da demek oluyordu ki parfüm seçeneği de geçersizdi.

Melis’in bizi lunaparktayken çektiği fotoğrafı ve deniz kabuklarını da mutfaktaki masanın üzerine koydum. Kartonu çerçeve şeklinde kesip etrafını deniz kabuklarıyla, karton gözükmeyecek kadar doldurdum. Ellerimdeki tutkalı yok edecekmiş gibi ellerimi birbirine sürterken önümdeki hediyeye baktım. Gayet güzel duruyordu. Hemen yanımdaki telefonu alıp Atalay’ı aradım.

Çaldı, çaldı ama açmadı. Omuzlarım istemsizce düştü, moralimi bozmamaya çalıştım. Kasten açmayacak değildi. Atalay ne olursa olsun telefonunu açardı ve şimdi de büyük ihtimalle şirkette önemli bir işi vardı.

Melis’le Erva Hanım’ın içeriden gelen seslerini dinleyerek sandalyemden kalkıp pasta malzemelerini poşetten çıkardım. Onun sevdiği gibi meyveli pasta yapacaktım. Pasta kekini sütle ıslattım, krem şantiyi hazırladım, aralarına doğradığım mevsim meyvelerinden ve damla çikolatalarından koydum. Üzerini de pasta süsleriyle süsleyip ortasına beceriksizce ‘özür dilerim’ yazdım ama tam olarak sığmayınca tüm görüntü bozuldu.

Dudak büzüp biten pastaya dakikalarca baktım. Pastayla uğraşırken saat epey gecikmişti. Erva Hanım gitme vaktinin geldiğini söylediğinde neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Saatlerdir fotoğraf çerçevesiyle ve pastayla mı uğraşıyordum yani? Allah’ım, zaman kavramını unutmuştum.

Erva Hanım’ı uğurladıktan sonra Melis’le beraber mutfağa girdik. Pastayı net olarak görebilmek için parmak uçlarında yükseldi, sonra kafasını bana çevirdi. “Biraz şey olmuş ama tadı güzel gibi.”

Kollarımı göğsümde birleştirip, “Sen Atalay’ın kardeşi olmalıymışsın,” dedim hayıflanarak. Beraber kala kala ona benzemişti.

“Doğruyu söylüyorum ama,” dedi gülerken. Yanımdan geçip arkamda dağınıklığını hala koruyan masaya doğru gitti. “Hi,” dedi olağanüstü bir hayranlık nidasıyla. “Bu mükemmel olmuş.” Ses tonu dehşette kalmış gibiydi. Galiba bu konudaki yeteneğime şaşırmıştı.

“Teşekkür ederim,” dedim büyük bir memnuniyetle. Eh, en azından iki işimden birini beğenmişti. Gözüm telefona kayınca aklıma Atalay’ın geri dönmediği geldi. Birazdan evden çıkacaktık ve bana hangi durakta inmemiz gerektiğini söylemesi gerekiyordu. Ama Atalay elbette bunu bilmezdi ve bir araç gönderirdi veya kendi alırdı.

Tekrar aradım ve açmadı. Ekranda yazan saate baktım. Şimdiye kadar işten çıkmış olması gerekiyordu. İçimi bir sıkıntı kapladı ve ailesiyle yaşayabileceği olası kavga senaryolarını düşünmeye başladım. Elimi sandalyenin sırt kısmına koydum, Melis deniz kabuklarını inceliyordu.

Ardı arkası kesilmeyen felaket düşüncelerini bir kenara bırakarak yeniden aradım. Yeniden, yeniden ve yeniden. Ancak açmadı. İçimdeki ses Atalay’ın ne olursa olsun arayacağını söylüyordu. Hele ki bunca aramadan sonra.

Belki biraz daha beklemem gerekiyordu ama saatlerdir telefonu eline almamış mıydı yani?

Sıkıntı ve korku dolu bir nefes verip çektiğim sandalyeye oturdum. “Abla, iyi misin?”

Başımı Melis’e çevirdim ve bal rengi gözlerine baktım. Gülümseyeme çalışırken kafamı salladım. Neyse ki o esnada kapı çaldı. Ayağa fırladım, gelen kişi Atalay olmalıydı fakat sıkı bir azarı hak ediyordu. Gelmeden önce aramama pekala geri dönebilirdi.

Kapıyı açtığımda gördüğüm yemek şirketi elemanıyla büyük bir hüsrana uğradım ve korkum iki kat arttı. Sanki adam yemek değil de felaket haberi getirmiş gibi… Kalbim endişeyle çarpıyor, elim ayağım buz kesiyordu. Yemekleri tezgaha bıraktım ve Atalay’ı tekrar aradım. Sonuçsuz.

Ellerimi saçlarımın arasından geçirdim. Neden açmadığını öğrenecek kimse de yoktu. Ailesinden birini aramam mümkün değildi. Ama bu normal şartlar için geçerliydi ve ben bu kuralı göz önünde bulunduracak kadar sakin durumda değildim. Nazlı’yı aradım, açmadı. Tekrar tekrar aradım. Gözüm bir şeyi görmüyordu ve açıkçası söyleyeceği hiçbir söz umurumda değildi.

Melis’e yemeğini verdim, ben ağzıma lokma sürmedim. Biraz daha beklemem gerektiğini düşündüm. Bazı durumlarda istisna olabilirdi, Atalay’ın işi akşama kalmış olabilirdi.

Oturma odasında, kanepede otururken tırnaklarımı yiyordum ve bakışlarım telefona sürekli olarak kayıyordu. Saniyeler geçti, saniyeler dakikanın kılığına büründü, dakikalar kütleleşip saatlere dönüştü ancak Atalay’dan ve Nazlı’dan hiçbir geri dönüş alamadım.

Kafayı sıyıracağımı düşündüğüm bir anda, birden ayağa kalktım. Melis şaşırarak bana baktı. Onun varlığını yeni hatırlamış gibi geri koltuğa oturdum. Bu ikisi o kadar kısa sürede gerçekleşti ki, Melis’in delirdiğimi düşünmesi olasıydı. “Benim Atalay’ın yanına gitmem gerekiyor,” dedim saçlarımı iki elimle geriye atıp. Erva Hanım’ı aramaktan başka bir çözüm yoktu. Melis’i kendimle beraber götüremezdim, saat geçti. Tek başına evde de bırakamazdım.

Erva Hanım’a yalvarmam gerekti. Önemli bir buluşması olduğunu söyledi ancak sesimin berbat geldiğini fark etmiş olmalı ki ısrarlarıma karşı gelemedi.

Yarım saati biraz geçmişti ki Erva Hanım geldi. O gelene kadar tek yaptığım ayağımı sallamak ve kendimi sakinleştirmeye çalışmak olmuştu ama nafileydi. “Çok teşekkür ederim,” dedim çantamı ve telefonumu alıp evden çıkmadan hemen önce.

Otobüse binerek Atalay’ı bulabileceğim tek yer olan şirkete doğru yol aldım. Akşam olsa da İstanbul’un kalabalığı otobüsün içine de yerleştirmişti. Ayakta dakikalarca dikildim ama bedensel hiçbir zorluğu hissetmiyordum. Zihnimin içindeki umutsuzluk denizinde boğulmaktan başka idrak ettiğim hiçbir şey yoktu. Benim yüzümden kavga çıkması demek Nazlı’nın haklı çıkması demekti. Ama elbette en büyük sorun bu değildi. Bu defa Özgür’ün ne kadar şiddetli bir tepki vermiş olabileceğini düşünmek istemiyordum.

Kendimi havasızlıktan boğuklaşmış otobüsten attığımda yüzüme vuran temiz hava bile beni iyi hissettirmedi. Hemen ileride Atalayların şirket tüm ağırlığıyla uzanıyordu. Karşıdan karşıya geçerken arabaların geçip geçmediğine baktığımı hatırlamıyordum. Şirketin önüne geldiğimde kafamı kaldırdım ve boynumu ağrıtacak kadar uzunluktaki binaya birkaç saniye baktım. İçeriye girdim ve hızlı adımlarla girişteki devasa sekreter masasına doğru gittim. Birçok kişi vardı orada.

Göğsümün hizasında biten masaya kollarımı koydum. “İyi akşamlar,” derken sesimin o kadar endişe tonlamalı olmasına bir anlığına şaşırdım.

Sarıya boyanmış saçları, fondotenin katmanlaştırdığı yüzüyle bir kadın bana döndü, oldukça sevecen ve güleçti. Gözlerinin çekikliği göçmen olduğunu belli ediyordu. Kırklı yaşlarında olmalıydı. “İyi akşamlar, buyurun?”

“Atalay odasında mı?” diye sorarken bile kalbim tekledi.

Kadının yüzü bir anda ciddiyete bürünüp sıkıntılı bir hal alınca içim, ellerim titredi. “Atalay Bey’in hastaneye kaldırıldığı söylendi sabah.”

O anda gözlerim karardı. Göğsümü parçalayan koca bir acı içimden çıkıp daha ağır bir darbeyle geri girdi. O an yaşamdan çok ölümün yakınlığını hissettim. Bilinmezlik incecik fakat zehirli kıskaçlarını boynuma sapladı: neyi vardı? Nasıldı?

Bir hafta önce çektiği böbrek sancısını hatırlayınca karnımın ortasına mızrak saplanmış gibi kıvranma içgüdüsüyle doldum. Psikolojik acı soyut yerlerimden fırlıyor, vücudumda şekil buluyordu. Yanaklarımdan ılık ılık yaşlar döküldü “Neyi var?” dedim var olması bile şaşırtıcı olan şiddetli bir titremeyle.

“Bilmiyoruz,” dedi eğilerek. Göremesem de ellerini masasının üzerinde birleştirdiğini tahmin ettim.

“Peki hangi hastane?” Soruyu hızlıca, neredeyse kadının lafını keserek sordum. Kadının yüzü net değildi, gözlerimin altında biriken yaşlar görüş açımı bulanıklaştırıyordu.

Verdiği hastanenin adını duyar duymaz kendimi arabaların, iş yerlerinin aydınlattığı renkli, yapay gürültünün hakim olduğu caddeye attım. Bir taksi çevirdim, bindikten sonra akıl edebildim cüzdanıma bakmayı ama neyse ki yeteri kadar param vardı. Kafamı önümdeki koltuğun başlığına yasladım ve dudaklarımı birbirine bastırarak arasından hıçkırık kaçmasını engelledim.

Kabuk bağlamaya fırsatı olmayan ruhumun yarası yine deşildi. Ellerimi yumruk yaptım ve kalbimden edebileceğim en kuvvetli duayı ettim. Allah’ım, ne olur ona bir şey olmasın… Birkaç günlük yokluğu bile benim kanatlarımı kırıyorsa, sonsuza dek yokluğu kanatlarımı koparırdı. Atalay olmadan geçen hayatım, gökyüzünü kaybetmiş bir kuşun yaşamından farksızdı. Ayrılık başkaydı, ölüm bambaşka.

Yumruk yaptığım ellerimi şakaklarımın üzerine sertçe bastırdım ve en kötüsünü aklıma getirdiğim için kendime karşı doyumsuz bir nefret duydum. Ama tüm bu sanrılar bilinmezliğin araladığı bir kapıydı. İyi olduğuna dair bir haber almak tüm karamsar bulutları maviye boyayabilirdi.

Atalay’ın yattığı söylenildiği hastanenin önüne geldiğimizde ücreti verdim, para üstünü beklemeden koşarak içeriye girdim. Hastanenin giriş katı bile uçsuz bucaksızdı. İçeride, çalışan olmadığı kişilerin de sosyete camiasından fırladığı belliydi.

Bilgi alabileceğim yerdeki kadın resmi bir samimiyetle karşıladı. “Atalay Baysal’ın kaçıncı katta olduğunu öğrenmek istiyorum,” dedim merhaba bile demeden.

Kadın buna hiç takılmadan bilgisayar tuşlarına bastı. Bir dakika dolmadan, “Üçüncü kat, yoğun bakım ünitesi,” diye ekranı okudu mırıltıyla.

İşte o anda başımdan aşağıya biri kaynar su dökmüş gibi hissettim. Hatta o an, birinin bu deyimi eyleme geçirdiğine yemin dahi edebilirdim. Asansöre yürüdüğümü, üçüncü kata çıktığımı ve yoğun bakım ünitesini nasıl bulduğumu bilmiyordum. Üzüntü ve korku birleşince dış dünyaya karşı o anlığına hafıza kaybı mı yaşıyordum, bilmiyorum.

Nazlı’yı, Açelya’yı, Kerim’i, Ece’yi, Firuze teyzeyle Hakkı amcayı görünce adımlarım yavaşladı. Yoğun bakımın önündeki boş ve geniş alanın karşılıklı duvarlarına koltuk yerleştirilmişti ve Atalay’ın ailesinden hariç iki kişi en uzak köşede oturuyordu. Hastane oldukça sakindi.

“Burada ne işin var senin?” Firuze teyzenin bakışları bana kayınca gözleri ateş saçmaya başladı. O an umursadığım tek şey Ece, Hakkı amca dışındaki herkesin ağlıyor oluşuydu. Nazlı Açelya’nın omzuna başını koymuş sarsılarak hıçkırıyordu. Kerim’in gözleri nemliydi ve Nazlı’nın diğer yanındaydı.

Kalbimin bir parçasını metal bir şeyle alıp kopardılar sanki. “Atalay’a ne oldu?” Onların aksine benim tek derdim Atalay’dı. Düşünebildiğim tek şey oydu. Hakkı amca eğildiği yerden bana iğrenç bir cisimmişim gibi baktı ve tek kelime etmeden kafasını yere yeniden eğdi. “Atalay’a ne oldu?” dedim bu kez neredeyse bağırarak. Firuze teyze üzerime atılmak istedi ama Nazlı refleksle kalkıp tuttu.

“Bırak anne, dokunmana değmez.” Beni tamamen görmezden gelmesine minnet ettim.

“Defol git, istenmediğini anlamayacak kadar gerizekalı mısın?” Açelya koltuğun ucuna kadar kaydı, her an ayağa fırlayıp beni boğacakmış gibi. Ben de Nazlı’nın bana yaptığını Açelya’ya yaptım.

Cılız hıçkırığımın arasından, “Lütfen,” diye yalvardım. “Sadece nasıl olduğunu söyleyin.” Saçlarımı geriye doğru attım. Kara kara çiçekler Atalay’ın bıraktığı boşlukta gitgide büyüyordu. Her saniye iyi olduğuna dair var olan azıcık inancımı da kemiriyordu. Kalbimin kenarında, ikimize ait olan ev sanki çatırdayarak yanıyordu. Onun ölüm düşüncesi, benim üzerime atılan topraktan farsızdı.

Onsuz ne yapardım ben?

Herhangi bir doktor aramak için oradan ayrılacaktım ki beklemediğim kişi yanıma geldi ve koluma girdi. “Kötü görünüyorsun,” dedi Ece yumuşak bir sesle. “Bayılıp kalırsın, gel şöyle.”

“Atalay nasıl?” dedim beni oturtmasına karşı dirençle dikilerek. 

“Bilmiyorum ama galiba tansiyonu aniden normalin çok üstüne çıkmış. Var olan böbreği zarar görmüş mü bilmiyorum. Ama zamanında müdahale yapıldığını duydum. Beni de haz etmedikleri için pek bir şey söylemiyorlar.”

Zamanında müdahale yapılmış…

Neredeyse derin bir oh çekecektim ama bilinmezlik hala vardı. Yine de bu bilgi, beni koltuğa oturtacak kadar nefes verdi. “Doktoru beklemekten başka çaremiz yok,” dedi Ece yanıma otururken. “Onları umursama.”

Neden iyilik ettiğini sorgulayacak durumda değildim ama dudaklarımın arasında sözcükler benim iradem dışında çıktı. “Bunu neden yapıyorsun?”

Derin bir nefes verdi. “Çünkü ben, erkeklerden önce hemcinslerime değer veririm. Atalay’la geçmişimin olması seni yereceğim anlamına gelmiyor. Kadına kadından başkası destek olmaz, baksana,” dedi çenesiyle karşımızda oturan Atalay’ın ailesini işaret ederek.

Dediklerinin üzerinde uzun uzun düşünecek kadar boş bir kafaya sahip değildim. Gözümdeki yaşları sildim ve sesimi toparlamak için birkaç saniye bekledim. En sonunda, “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.

Elini sırtımda hissettim. “Rica ederim,” dedi hafifçe.

Dirseklerimi dizlerimin üzerine koyup yüzümü avucuma gömdüm. İçimden çığlıklar yükselse de ben sessizce ağlıyordum. Sessizce acı çekiyordum. Canım sessizce çıkıyordu. Saniyeler koca bir ömrün uzunluğunda geçiyordu. Zaman ilerledikçe sakinleşmek yerine hüznüm gitgide kabardı. Kötü olasılıkları kafamdan bir türlü def edemiyordum. Hastanenin berbat kokusu boğazımı sıkıyordu.

Yoğun bakım ünitesinin otomatik kapısının açılma sesi duymadım. İçeriden birinin çıktığını ancak doktor konuşunca duyabildim. Birisi görünmez bir düğmeye basmış gibi aniden ayağa kalktım. “İçeriye bir ziyaretçi alabiliriz,” dedi yaşlı doktor Atalay’ın annesine bakarak.

Ben bir şey diyemeden Firuze teyze hızlı adımlarla yoğun bakımın kapısından içeriye girdi. İsyan edercesine inlemek istedim ama ona engel olamazdım. En nihayetinde annesiydi. Önüne bakarak koridorda ilerlemeye başlayan doktorun peşinden gittim. “Bakar mısınız?” dedim titrek sesimle.

Durdu ve çatık kaşlarla bana döndü. Diğerlerinin bizi duyup duymadığını kestiremediğim bir mesafe vardı aramızda. “Buyurun?”

“Atalay Baysal’ın durumunu öğrenmek istiyorum,” derken sesim çatallaştı. Kirpiklerimdeki ıslaklık kaşımın hemen altındaki tenime değdi.

Rahat tavırla konuşmaya başladı. “Şimdilik iyi, böbreklerinde herhangi bir komplikasyon gelişmemiş. Biraz geç kalınsaydı acil bir böbrek nakli gerekebilirdi.” Ellerini beyaz önlüğünün cebine koydu.

Şükürler olsun. Derin bir nefes verdim.

“O zaman neden yoğun bakımda?” diye sordum tereddütle. Bahsettiği kadar ciddi bir durum olmadığı sürece yoğum bakıma alınmıyor diye biliyordum.

“Daha yakından gözlem altına alabilmek için. Sık sık kan değerlerini, tansiyonunu ölçüp herhangi bir aksaklık yaşanmadığına emin olmak istiyoruz. Bunu da ancak yoğun bakımın kontrolünde yapabiliriz,” dedi ve gitmek üzere olduğunu belli etmek için hafifçe yan döndü. “Endişelenecek bir durum yok.”

Yutkundum ve isteğimi kabul etmesini dileyen bir tonlamayla, “Peki benim de görmem mümkün mü?” dedim başparmağımla arkamı işaret ederek.

“Üzgünüz, yoğun bakıma çok kişiyi alamayız.” O anda doktorun kırlaşmış saçlarını görebildim. Kendimi daha iyi hissediyordum.

“Lütfen, çok kalmam. Yanına da yaklaşmam. Uzaktan dahi olsa görmek istiyorum.” Ellerimi önümde bağladım. “Lütfen.”

“Peki madem,” dedi biraz düşündükten sonra. “Ama çok az bir süre ve annesi içeriden çıktıktan birkaç saat sonra.”

“Teşekkür ederim,” dediğimde karşılık olarak öylesine bir tebessüm gönderip önüne döndü ve asansöre doğru gitti.

Koridorun ortasında dikilmeyi kesip az evvel oturduğum yere, Ece’nin yanına gittim. “Doktor ne dedi?”

“Durumu iyiymiş,” dedim gülümseyerek. Bir anda mutlulukla doldum. Ciddi bir şeyi yoktu, ne isteyebilirdim ki başka?

“Sevindim,” dedi ve tereddütlü bir duraksamanın ardından. Bana döndü. “Bu olay yaşandığında şirketteydim. Farklı bir şey düşünmeni istemem. Buraya gelme sebebim Atalay’a karşı bir şeyler hissetmem değil.” Saçlarını geriye doğru atıp karşımızdaki duvara baktı. Nazlı, Ece’nin kendisine baktığını zannetmiş olacak ki başını kaldırdı ama hemen geri çevirdi. Açelya’yla kısa bir konuşma geçti aralarında fakat bizimle ilgili olmadığı aşikardı. “Aranıza girmek gibi bir niyetim yok. Gelmek zorunda gibi hissettim ve geldim.”

Başımı salladım. “Anlıyorum,” dedim mırıltıyla. Gözüm sık sık yoğun bakımın kapısına kayıyor, Firuze teyzenin dönmesini bekliyordum. Yüz ifadesindeki sevinci görmek için can atıyordum. Tabi o çıktıktan birkaç saat sonra benim de içeri gireceğimi düşününce de içim içime sığmıyordu.

Ben Firuze teyzenin çıkmasını beklerken, sol tarafımda, ileride kalan asansörün koridorun kata geldiğini ikaz eden sesini duyunca o tarafa döndüm. Gerginlik damarlarıma enjekte edildi, gerçekleri öğrendikten sonra Özgür’le ikinci kez karşılaşmamıştık. Ve görünen oydu ki, ikinci karşılaşmanın zamanlaması berbattı.

Bakışlarımız kesişti.

💔

Finale az kaldı (9 bölüm), malumunuz. Sizce final nasıl olacak? Teorilerinizi merak ediyorum.

Bölüm nasıldı?

Continue Reading

You'll Also Like

47.5K 2.2K 4
"Sor hadi, terörist misin de." Cam parçaları dağıldı, paramparça olan yürekler, hiçbir zaman anlayamayacakları acılara şahit oldu. "Sor bana, dağda a...
1.4M 44.2K 38
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
419K 19.1K 35
2018 HİKAYE USTALARI WATTYS KAZANANI Ruhum ruhuna çengelli bir iğne gibi batıyor, her ilmesini nakış eden bir terzinin, parmaklarındaki nasır olurken...
5.1M 281K 29
Sarhoş olduğu gece bir adamla birlikte olan Kayra, sabah uyandığında kendini tanımadığı bir adamla bulur. Evden apar topar kaçan Kayra, birlikte old...