VERA İLE VAHA

By kariabenam

7M 336K 154K

"Geçmişin bana ait," dedi ve kulağıma yaklaşarak fısıldadı. "İstesen de beni unutamazsın." Geçmiş can yakar... More

Giriş
1: "Yeni Yaşam"
2: "Günışığı Yanarken"
3: "Sarsıntı"
4: "Kavga"
5: "Beni Rahat Bırak"
6: "Hata"
7: "Sorgu"
8: "Müzik, Ses ve Dans"
9: "Yorgunluk"
10: "Karanlık"
11:"Geri Çevirmek"
12: "Asansör"
13: "Yakınlık"
14: "Gecenin Pençesi"
15: "Uzaklaşma"
16: "Plaj"
17: "Uğursuz Gece"
18: "Aidiyet"
19: "Telefondaki Adam"
20: "Karanlığa Açılan Zaman"
21: "Gök Gürültüsü"
22: "Umutsuz Bir Kaçış"
23: "Geçmişin Keskin Ucu"
24: "Geçmişin Kör Ucu"
25: "Film Gecesi"
26: "Bir İlk Daha"
27: "Geleceğe Açılan İlk Kapı"
28: "Teslimiyet'"
29: "Karmakarışık"
30: "Uyarı"
31: "Hediye"
32: "Doğum Günü"
33: "Yüzleşme"
34: "Yarım Gerçek"
35: "Dönüm Noktası"
36: "Kırık Dökük Ev, Hatıralar"
37: "Kopan İlk Fırtına"
38: "Yılların Sürgünü"
39: "Yenilikler"
41: "Gerçeğin Öteki Yansıması"
42: "Yaraların Tortusu"
43: "Bocalamak"
44: "Tene Dökülen Ruh"
45: "Varlığın Başlangıcı"
46: "Paslanmaya Başlayan Zincir"
47: "Fazla Mutluluk Acı Getirir"
48: "Ayrılığın İnce Toprağı"
49: "Istırabın Hafızası"
50: "Keder Gibi Kader"
51: "Beyaz Sayfa"
52: "İntikam"
53: "Yakamoz"
54: "Kazanılanlar ve Kaybedilenler"
55: "Soluk Dün, Parlak Yarın"
56: "Kırlangıçdönümü"
57: "Işıkların Altında"
"Geçmiş"
58: "Final"
Özel Bölüm

40: "Kamp"

113K 5.4K 3.6K
By kariabenam

Diğer bölümlerin iki katı, 5000 kelimeye yakın. Yani iki haftanın bölümünü tek bölümde atmışım gibi düşünün.

Keyifli okumalar.

40. Bölüm: “Kamp”

Gerçekleşeceğini bildiğiniz bazı durumları bilmek, kabaran duyguları değiştirmeye yetecek kadar etkili değildir. Bazen bilmek hiçbir şeyi değiştirmez.

Açelya’yı gördüğümde öfkeden çılgına döndüğüm gibi. Oysaki onun burada olabileceğini zaten tahmin ediyordum. Ama kabul edeyim, iyi saklıyordum. Derin bir nefes verip Özgür’ün ailesinin yanına gittim. O da yanıma geldi. “Nasılsın kızım?” dedi Adnan amca içtenlikle.

Gülümsedim. “İyiyim, siz nasılsınız?” Fakat algılarımın hemen hemen hepsi Atalay’ın yanına giden Açelya’daydı.

“Biz de uğraşıyoruz işte. Özgür söyledi,” derken yanımda çekingen bir duruşla bekleyen Melis’e baktı. “Kız kardeşini yanına almışsın.” Adnan amcaya kafamı salladım.

Bir şey dememe fırsat bırakmadan Emine teyze konuştu. “Ailen kardeşini vermeye nasıl razı oldu?”

Sanki bu bana zaman kazandıracakmışçasına zaten dağınık olmayan saçımı kulağımın arkasına iter gibi yaptım. “Ah,” hafifçe öksürdüm. “Başka çareleri yoktu. Biliyorsunuz, durumları iyi değildi zaten.”

Dudağını büzdü, beni değil ailemi küçümser gibi baktı, ki hiç ağrıma gitmedi. “Bunu düşünecek kadar akılları varmış demek.”

Özgür, “Anne,” diye ikaz etti.

Emine teyze gücenmiş bir ifadeyle oğluna bakıp konuyu değiştirdi. “Son zamanlarda pek uğramaz oldun. Biz de endişelendik Özgür’le aranızda sorun var diye.” Gerildim, neyse ki Emine teyze benden bir onay beklemeden devam etti. “Özgür söyledi. İkinizin de işleri yoğunmuş.”

“Evet, biraz yoğun,” dedim Özgür’e kısa bir bakış atıp. O da bana baktı.

Emine teyze bana doğru yaklaşıp fısıldadı. “Neyse ki oğlum yakında emeklerinin karşılığını alacak.” Bunu duyar duymaz nedense dönüp Atalay’a bakmaya yeltendim ama yoktu. Gözlerim hemen Açelya’yı aradı. Şükürler olsun ki o buradaydı, Nazlı ile konuşuyordu.

Özgür’e soru soran gözlerle baktım. “Bilmediğim bir gelişme mi oldu?”

“Şimdilik bir şey yok. Annem abartmayı seviyor.” Kaşlarını kaldırırken gözlerini büyütüp sonra kırpıştırdı. Bunu yaparken kafasını iki yana salladı. Kendine gelmeye çalışır gibi, annesi ağzından bir şey kaçırmış gibi.

Emine teyze sesini en düşük tona alıp, “Atalay yöneticiliği kaptırdı,” diyince şaşkınlıkla kalakaldım. Tabi az evvel de şüphe etmiştim ama duymak, şüphenin doğru çıkması farklı bir etki yaratıyordu.

“Henüz öyle bir şey yok.” Annesine öfkeyle göz devirdi. Ağzını açıp devam edecekken birisi, “Hadi gidelim artık,” diyince herkesin kafası sesin sahibine döndü. Mert elinde tuttuğu kocaman malzemeleri düzeltmeye çalışıyordu. Güneş’se ona yardım ediyordu. Emre’nin yokluğu elbette dikkatimi çekti. Mert’in ve Güneş’in rahatlığına bakılırsa olaydan haberleri yoktu.

Firuze teyzeyle Emine teyze ağız birliği etmişçesine “Size iyi eğlenceler,” derken, Adnan amca ve Hakkı amca aralarında konuşmaya başlamışlardı bile. Herkes evden çıkmak için hareketlenince elimi Melis’in omzuna koyarak onu yönlendirdim. Salondan çıktığımızda holü, bahçeye vardığımızda da bahçeyi kolaçan ettim ama Atalay yoktu. Bir an gelmeyeceğini sanarak korkuya kapıldım. “Galiba benim arabama binmen gerekiyor.” Yerimden sıçradım. Özgür’ün ne ara yanıma geldiğini görmemiştim bile.

Atalay’ın arabasına binmek istediğimi söyleyemeyeceğime göre Özgür haklıydı. Ama Melis beklemediğim bir şekilde atak yaptı. “Ben Atalay abinin arabasına binmek istiyorum.”

Bir saniyeliğine dudağımı ısırıp gözlerimi kapattım. Özgür şaşırarak Melis’e başını çevirdi. “Tanıştınız mı?” Konuşurken, aynı zamanda da garaja doğru yürüyorduk.

“Evet,” diyerek araya girdim. Melis’in duymayacağı ses tonuyla, “Eve girmeden önce,” dedim.

“O zaman Melis benimle.” Üçümüz de aynı anda durup arkamıza döndük. Atalay Melis’e bakıp göz kırptı. Neredeyse beyaz gibi duran açık gri bir tişört, aynı renk, dizinin bir karış üzerinde biten şort giyinmişti. Şortu yakıştırdığım nadir erkeklerden biri oydu. Her zamanki gibi dikkat çekiciydi.

Melis bana döndü ve onay bekler gibi baktı. “Tamam, sen öyle istiyorsan onunla git.” Kafamı kaldırdığımda Atalay’la bakışlarımız kesişti. Ben demeden o, “Merak etme, benimle güvende,” dedi. Elinde veya sırtında malzeme taşımıyordu. Muhtemelen evde olmadığı sürede arabasına yerleştirmiş olmalıydı.

“Benimleyken de tehlikede değil.” Özgür alınmış gibiydi.

En önde giden Kerim’in sesi bir an bile dinmiyordu, ne anlattığına dairse hiçbir fikrim yoktu. Ama ara sıra yükselen kahkahalara bakılırsa komiklik ediyordu. “Özgür, Melis’in tercihi bu. Kimse sana karşı imada bulunmadı.” Sesim olması gerektiği gibi sert değildi ve bu beni şaşırttı.

Derin bir nefes verdi. Her nedense açık sarı tişört giydiğini yeni fark ediyordum. Atalay Melis’i alıp bize eliyle önden yürümemiz için işaret yaptı. Bu hareketi Özgür’ün tekrar ona karşı bilenmesine sebep olmuş göründü.

Özgür’ün arabasına ben, Kerim ve Helin binecektik. Atalay’ın arabasına ise Nazlı’yla Açelya… Mert ve Güneş bizden bağımsızdı. Canım sıkıldı… Hele ki Açelya’nın şoför koltuğunun yanındaki yolcu koltuğuna oturduğunu görünce. Esasen bu pek bir şeyi değiştirmezdi fakat yine de huzur bozucuydu.

Özgür arabasının düğmesine bastığında, “Biz kız kıza arkada oturalım,” dedim.

“Ya yenge, kara kedi gibisin. Bizi arka koltukta rahat bırak,” diye yalvardı.

Arkama dönerken gözlerimi açtım. “Rahat bırakmayıp ne yaptım?”

“Yani biz çifte kumrularız, bilirsin. Senin anlaman gerek,” derken neredeyse ağlamanın eşiğine geldi.

“Yani Kerim, bu kadar abartacak bir şey yok. Zaten biz varken siz arka koltukta ne yapabilirsiniz ki?”

Özgür kaşlarını hafifçe çatıp öksürdü. Tek kaşımı kaldırıp ‘ne’ dercesine yüzüne baktım. Kardeşi de bu konuyu gerdek gecesini bölüyormuşum gibi abartmasaydı. “Üzgünüm Kerim, ben arka koltuktayım,” diyip kapıyı açtığım sırada tutulup kenara itilmemle neye uğradığımı şaşırdım.

“Kusura bakma yenge, sona kalan dona kalır,” dedi ve arka koltuğa yerleşti. Helin’se aptal aptal kıkırdayarak yanına oturdu. Kerim’in bu pervasız tutumu beni öfkeyle doldurdu. Bu nasıl bir hadsizlikti? Ailesi onu ne kadar şımarttığını fark ediyor muydu acaba…

Kafamı yere eğip derin bir nefes verdim ve sakinleşmeye çalıştım. Hışımla arabaya bindim, kafamı cama çevirip dirseğimi cam kenarına yaslayarak avucumu da alnıma koydum. “Kerim çok kabasın.” Özgür sinirlendiğimi anladığı için böyle söylüyordu.

Elimi alnımdan çekip dikleştim ama bakışlarım hala yoldaydı. “Özgür bunu en başta yapman gerekiyordu. Ben sinirlendiğim için değil, yaptığı hareket yanlış olduğu için.”

Kerim sürdürdüğü olağandışı pişkinliğiyle, “Benim yüzümden tartışmayın,” dediğinde çıldıracakmışım gibi hissettim.

Uzanıp radyoyu çabucak açtım ve sesi yükselttim. Yol boyunca da bu şekilde devam etti. Helin’le Kerim’in kıkırdayışlarına karışan müziği dinleyerek, önümüzde giden Atalay’ın arabasına istemsizce bakarak… Neyse ki Özgür de benimle konuşmaya yeltenmedi. Aramızdaki bariz soğukluk bağlarımızın bir şekilde koptuğunu hissettiriyordu. Onun için de önemsizdi çünkü aramızda aşkın olmadığını anlamış olmalıydı. Hayat arkadaşı olamayacak kadar yabancılaşan iki kişi… Dostluğu yıkarak mahvedip enkaz bile bırakmayan iki kişi… Allah’ım, ne kadar da acınasıydık böyle. İki taraf da aynı ölçüde suçlu ve hatalı. Ben en başından dürüst davransam da bazı durumları açıklamak için yeterli nedenler değildi. Fakat dünya üzerinde duygularını rahatça bastırıp doğru olanı yapan çok az kişi vardı ve ben o azınlıkta değildim.

İnsanın kalbinde taşıdığı sevgi, mutluluk kadar hüzün de veriyordu, doğru. Ancak aşkın verdiği ıstırap bile diğer tüm mutluluklardan daha çekici geliyordu insana. Başkasından gelen mutluluktansa ondan gelen hüzün. Çok, çok aptalca. Tam da aşkın kendisi gibi hastalıklı bir durum.

Yolculuk çekilmez bir raddeye geldiği anda kamp yapacağımız yere vardık. Arabalar belirli bir yere, kamp kuracağımız yerin hemen yanına park edildi. Etraf güzeldi. Bir yanda göl, diğer yanda alabildiğine uzanan yemyeşil bir orman. Buranın İstanbul olduğunu sanmıyordum. Ki saatlerdir yaptığımız yolculuğa bakılırsa şehirden çıkmamış olmamız imkansızdı.

Başımda kendini belli eden ağrı artmadan hemen ağrı kesici aldım. Malzemeler, gölle ormanın arasında kalan sert toprağın üzerine gelişigüzel bırakıldı. Açelya’nın keyfi pek yok gibiydi, bu durumun Atalay’dan kaynaklandığı düşünmek bile beni keyiflendirdi. Atalay’ın arabasına doğru gittiğini gördüm. Bana bakmasa da tuhaf bir şekilde ikimizin de gözü birbirimizin üzerinde gibiydi.

“Çadırları kurup göle girelim,” dedi Güneş neşeyle. Bir yandan da ellerini önünde birleştirmiş vaziyette etrafına hayranlıkla bakınıyordu. Gerçekten de insana huşu veren bir ortamdı. Yaprakların hışırtısı, çeşitli türdeki kuşların ve böceklerin cıvıltısı, ormanın taze kokusu… Şehrin kalabalığından, gürültüsünden ve kirinden uzak bambaşka bir yer. Hem bedene hem de ruha detoks etkisi yapabilecek güçte.

“Sende girmek ister misin?” dedim arabadan iner inmez yanıma gelen kardeşime dönüp.

Kafasını iki yana salladı. “Ben yüzme bilmiyorum ki.”

“Ayaklarını sokarsın sadece, iyi gelebilir.” Ben de bilmiyordum, ailemden ayrılınca ilk işim yüzme öğrenmek değil, hayatta ve tok kalabilmenin yollarını öğrenmek oldu. Melis de benim gibiydi, aynı aileye sahip olmanın benzerliklerini taşıyorduk. Ama ne Özgür, ne de Atalay bizim gibiydi. Onlarla bizim aramızdaki derin uçurum özellikle toplumsal alanlarda kendini daha fazla belli ediyor gibiydi. Çocukluğunu yaşayamayan iki kız ve ellerinin altına her şeyin hazır konulduğu Baysal gençleri.

“Kitap okusam daha iyi.” Gülümsedim ve tercihini sevinçle karşıladım. Biz gerçekten birbirimize benziyorduk.

Atalay’ın bize doğru geldiğini yandan gördüm. Nazlı’nın radar gibi gözleri bize döndü, gerildim. Atalay yanımızda durdu ve Melis’in yanağından makas alırken yarım ağız, “Anlaşmamızı unutma, prenses,” dedi. Ama bunu söylerken bana değil, Melis’e baktı.

Tamam, bu iyiydi çünkü sadece Nazlı’nın ilgisini çekebiliyorduk.

“Emre abi nerede? Uzun zamandır yok.” Kerim çadırın demirini yerleştirirken bir yandan da konuşuyordu. Kerim zaten hep konuşurdu.

“Evet, şehir dışında işleri var,” diye yanıtladı Mert onu. Emre’nin uydurduğu bir yalan. Gerçeği yalnızca ben ve Atalay biliyorduk. Benim nefesim kesilirken Atalay oralı bile olmadı. Sanki o olay hiç olmamış gibi…

“Melis benimle çadır kurmak ister misin?” diye sordu Atalay sesinin tonunu ve vurgulamalarını değiştirmeden.

Melis gülümsedi. “Yardım etmek isterim,” diyip başını kaldırdı. “Abla sen de yardım et. Lütfen.”

Atalay gülümsememek için dudaklarını hafifçe büzse de gözlerindeki hınzır ifade asıl amacına ulaştığını kanıtlar nitelikteydi.

Atalay… İstediğini elde etmek için yapmayacağı şey yoktu.

“Tabi,” dedim Melis’in saçını okşayarak.

Atalay hafif bir tavırla araya girdi. “Diğerlerinden geri kalmadan başlayalım o halde. Daha sizin çadırınızı da yapacağız.” Neyse ki çadır arayıp bulma derdinden Atalay sayesinde yırtmıştım. Sosyal etkinlikle ilgili olan her bir konuda sınıfta kalıyordum.

Başımı salladım ve Melis’le birlikte Atalay’ın getirdiği çadırın yanına gittik. Her çadırın arasında epey boşluk vardı. Ortada büyük bir alan boş bırakılmıştı.

Özgür’ün ne ara gittiğini görmemiştim bile. Elindeki odunlarla birlikte ağaçlık alandan çıkıp boş alana doğru gelince kavradım. Şükür ki bizim çadırımızı yapmayı teklif etmemişti. Pek umurunda gibi de gözükmüyordu.

“Atalay abi sen çocukları bu kadar sevmezdin, Melis konuşkan değil diye sevdin galiba.” Kerim siyah, kalınca olduğu belli olan eşofman altının belindeki ipi sıkılaştırıyordu. Üzerine giydiği uzun kollu, eşofmana tezat olarak inceydi. Seçimi, yazlık kıyafetler giyen herkese göre eğreti duruyordu.

“Konuşkan çocuklardan senin sayende nefret eder oldum Kerim,” dedi Atalay duruşunu dikleştirirken. Nazlı’nın, “Abi,” diye ikaz etmesine aldırmadı.

Helin’in sevgili seçim kriterini içimden tebrik ettim. Galiba tek kıstası kendisini güldürecek biriydi. Sürekli otuz iki diş sırıttığına bakılırsa Kerim beklentisini bir hayli karşılıyordu. Daha sonra herkes işine döndü. Atalay benimle değil, Melis’le konuşuyordu. Olması gerektiği ve dikkat çekmediği gibi. Hır gür çıkmadan çadırlar kurulduğunda derin bir nefes aldım.

Boş alana koyulan piknik sandalyesine çöktüm, her şeyi Atalay’ın yapmasına rağmen çok yorulmuştum. Melis ikimize ait olan çadıra koyduğumuz çantasından kitabını aldı ve çekingen bir tavırla yanımdaki sandalyeye oturdu. Herkes göle girmek için hazırlanırken biz orada duruyorduk. “Siz gelmiyor musunuz?” diye sordu Güneş. Ama bu soru yalnızca Melis’le bana değil, aynı zamanda Atalay ve Nazlı’ya da yöneltilmişti.

Ben kafamı salladım, Nazlı “Hayır,” diye seslendi.

“Kardeşim sen gelmiyorsan biraz daha odun toplayamaz mısın?” dedi Mert Atalay’a hitaben.

Kerim, “Atalay abi dikkat et de kendini de toplama,” diye kötü bir espri yapar yapmaz göle doğru koştu.

Atalay’ın hareketini göremesem de Mert işaret parmağını kaldırınca ricasını geri çevirmediğini anladım. Nazlı ve Atalay arasında kısa bir konuşma geçti, dinlemedim.

Güneş omzunu silkip diğerlerine katıldı. Kitabını okuyan Melis’e bir bakış attıktan sonra arkama döndüm. Atalay ormana doğru ilerliyordu. Nedense o gidince kendimi yine yabancıların arasında yapayalnız gibi hissettim ve içim huzursuzlukla doldu.

“Eylül.” Nazlı’nın arkamdan gelen sesini duyunca refleksi bir hareketle başımı arkaya çevirdim. “Konuşabilir miyiz?”

Bize bakan Melis’e, “Biraz bekler misin? Bir yere ayrılma olur mu?” dedim. Anlayışlı bir halle gülümsedi. Ayağa kalkıp Nazlı’ya birlikte arabaların arkasına doğru gittik.

O durduğunda ben de durdum. “Özgür’le nişanı atmışsınız.” Derin bir nefes alıp verdi. “Bu da demek oluyor ki abimle işi yürüttün.”

Hayır aptal, Özgür Zeynep’le üç kez yattığını itiraf etti…

Ondan nasıl olgunluk bekleyerek konuşma teklifini kabul etmiştim ki? “Ne saçmalıyorsun yine?” Dudaklarımı ıslattım ve aynı öfkeli tavırla ekledim. “Her şey için beni günah keçisi seçmeyi kes. Ne Özgür bana aşık, ne de ben ona.”

“Kendinden nefret ettirirsen tabi ki aşk bırakmazsın,” dedi bilmişlikle.

Belki beni anlar diye kelimeleri ağzımdan tane tane çıkardım. “Dediğin doğru değil, ki doğru olsa bile seni asla alakadar etmez. Bu konuya karışmana kim izin veriyor? Haddine olmayan şeylere burnunu sokmaktan ne zaman vazgeçeceksin?”

“Bir tarafta abim var, bir tarafta kuzenim. Karışacağım elbette.” Kafa tutar gibi konuşması, söylediklerimin kulağının bir ucundan bile girmemesi suratına yumruk atma isteği uyandırdı.

Sinirle güldüm ve kafamı eğerek sakinleşmeye çalıştım. “Tekrar ediyorum, çok sevgili kuzenin onu sevmeyeceğimi bile bile bu yola çıktı. Ve beni sevdiğini söylerken eski sevgilisiyle üç kez birlikte oldu. Ve abin isterse gidebilir hayatımdan. Ben kimseyi kalması için tehdit etmiyorum. Kafan şimdi bastı mı?”

“Abimin duygularını kullanıyorsun.” Durdu ve gözlerimin içine baktı. Kaşlarıyla beni işaret ettikten sonra, “Söylesene, dürüst ol, ne istiyorsun?” dedi.

“Defolup gitmeni ve beni rahat bırakmanı. Ama beyin hücren olmadığı için elbette bunu da anlamıyorsun.” Kabalaşıyorduk, karşılıklı. Umarım sonu kötü bitmezdi. İğrenç kız kavgaları gibi.

“Evlenmek için iyi yere kapak atmak falan mı istiyorsun? Çünkü ben hala abimle senin yollarınızın tesadüfen karşılaştığını düşünmüyorum. Ya da ikinizi kaderin birleştirdiğini. Abime ulaşmak için Özgür’ü kullandın.”

Dişlerimi sıktım. “Bak, hayatta kalmak için evlenmeye ihtiyacım yok. Ya da karşı cinse. Ve tüm bunların benim iradem dışında geliştiğini sana ispatlamaya çalışacak değilim, bunun için kılımı bile kıpırdatmam.” Elimle kışkışladım. “Hadi şimdi git, aynı şeyleri düşünmeye devam ederek kafayı ye. Abini çalıp paranızın üzerine konarım korkusuyla yaşa.” Yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Öfkelenme sırası şimdi ondaydı.

“Senin gibi arkadaşlarım da oldu. O yüzden iyi tanırım, bir erkeği elde tutmak için altına girmekten başka bir işleviniz olmaz.” Çenemi sıkmaya başladığımı, damaklarımın ağrıdığını hissettim.

Kollarımı göğsümde birleştirdim. “O tarz arkadaşların olduğuna bakılırsa senin böyle iğrenç konuşmana şaşmamalı. Üzüm üzüme baka baka kararırmış.”

Bana doğru hızlı bir adım atsa da kendini tuttu. “Söylediklerine dikkat et.”

“Ağzından çıkanları kulağı duymayan birinin bana bunu söylemesi de epey ilginç.” Kollarımı açtığımda ellerim iki yanıma yorgunca düştü. “Uğraşmama eğmeyecek kadar vasat birisin, Nazlı. Benden uzak dur. Çünkü söylediğin hiçbir söz kalbimi kırmayı başaramıyor.” Değer vermediğim bir insanın söyledikleri anca öfke yaratabilirdi. Ama bunun için bile üzerinde düşünmeye değmezdi.

Onu arkamda bırakıp tekrar zırvalamasına müsaade etmeden arabaların arasından geçerek Melis’in yanına gittim. Atalay’ı gördüğümde adımlarım yavaşladı. Yere odunları koyarken bana kaşlarının üzerinden baktı. Yavaşça doğrulurken hala bana bakıyordu. “Atalay!”

Açelya’nın sesini duyduğum an gözlerim istemsizce kapandı, yanağımın içini ısırdım. Hareketlenip Melis’in yanına oturdum. Oturduğum konumda karşımda göl vardı. Dolayısıyla bikinisini giymiş bir Açelya’da vardı. Göl büyük ve berrak olmasaydı denize gelmiş gibi giyinmeleri abes kaçardı ama gölün denizden pek de bir farkı yoktu görünüşte.

“Bir bakar mısın?” Melis de kafasını kitaptan kaldırıp onlara baktı ancak kitabına geri dönmekte gecikmedi. Kafamdan geçen yoğun düşünce elbette göl, deniz karşılaştırması değildi. Gözlerimi dikmeden Açelya’yla Atalay’a baktım. Ne dediğini bilmiyordum ama o halde Atalay’ın bu kadar yakınında durması nefesimi kesti. Yerimde kıpırdayıp alnımı ovuşturdum. Açelya’nın ıslak vücudu güneş vurdukça parlıyordu. Ne dediğini bilmesem de dudaklarının kıpırdadığını görüyordum. Atalay’sa kaşlarını çatarak onu dinliyordu. Sonra Atalay bir şey dedi ama tek kelimelik bir cevaptı. Açelya kısa bir an duraksadıktan sonra elini Atalay’ın kolunun üst kısmına koyup karşılık verdi.

Elini Atalay’ın koluna koydu. Tamam…

Atalay kolunu çekip son kez yanıt verdikten sonra arkasını dönüp çadırına doğru gitti. Yanımızdan geçerken gözlerimiz birbirine değdi. Açelya onu arkadan izlemeyi kesip üzgün bir tavırla göle döndüğünde, “Anlaşmayı bozdun,” dedim. Atalay arkamda olsa da beni duyduğunu biliyordum. Toprağın üzerine basınca çıkan ses kesildi.

“Bozmadım,” dediğini duydum. Sonra yine ayak seslerini duydum, bu kez bana doğru yaklaşıyordu. Ayağa kalkıp arkamı döndüğümde yüz yüze geldik. Hemen birkaç adım geriledim. İyi haber, Nazlı ortalıkta görünmüyordu.

Omuz silktim. “Koluna dokundu, bal gibi de bozdun anlaşmayı.”

Şaşkınlığın verdiği bir dürtüyle gülerken, “Ben koluma dokun demedim ki, dokunduğunda da çektim zaten. Eğer tepkisiz kalsaydım bozmuş olurdum,” diye itiraz etti. Karşıt olarak itiraz edecekken beni konuşmadan susturdu. “Anlaşmayı falan bozmadım. Soru sorduklarında kısa cevaplarla yanıt verecektik ve ben de onu yaptım.”

“Abi.” Sol tarafıma dönüp Nazlı’ya baktım. Elinde keseri tutuyordu. “Odunları kırar mısın? Bunlar çok kalın, yanmaz.”

Göz devirip az önce kalktığım sandalyeye geri oturdum. Etrafı izledim ve Atalay’ın kırmaya başladığı odunlardan çıkan parçalama sesini dinledim. Onun sebep olduğu bu seste bile huzur bulmak komik geliyordu kulağa.

Dakikalar böylece geçti, herkes yavaş yavaş gölden çıkıp yanımıza geldi. Güneş batmak üzereydi, öğlenin parlak ışığı gitmişti. “Su geçiren ayakkabı gibi hissediyorum,” dedi gürültüyle söylenerek gelen Kerim. Kolunun altında sevgilisini tutuyordu.

“Helin,” dedi Atalay ağırlığını bir ayağına vererek. Ellerini şortunun ceplerine sokmuş, bir ayağını ötekinin yanına atmıştı. “Hata yapıyorsun.” Elbette Kerim’le sevgili olmasından bahsediyordu.

Ama Helin rahat bir tavırla, “Hata mı?” diye sordu. “Yapmaya bayıldığım en iyi aktivite.”

“Ciddi misin?” dedi Atalay en küçümseyici bakışlarını ikisine atarak. Kerim ve Helin, tencere ve kapak demekti.

“Uğraşmayın bizimle, gazabımız sizi bulmasın.”

“Sizin gazabınız anca birbirinizi vurur.” Sonra fark ettim ki Atalay Kerim’i sinir etmeyi seviyordu. Bu ona değer verdiğini gösteriyordu. Atalay’ın duygularını dışa vuruş şeklinin herkesinki gibi olmasını bekleyemezdim tabi. “Tahminen kaç gün sonra ayrılırsınız?”

Kerim kolunu Helin’in omzundan indirip su damlayan saçlarını geriye attı. Kassız göğsü aynı zamanda tüysüzdü de. “Atalay abi, hani tam yatağa uzandığın sırada elinde Kuran’la bir teyze girer ya odaya, işte o teyze kadar huzur bozucusun.”

Atalay kafasını yana eğip gözlerini kıstı. “Diline kıymet veriyorsan sus, Kerim.”

“Değer verdiğimiz herkes gittiği için dilime de kıymet vermiyorum,” dedi ve cümlesini bitirir bitirmez kulak tırmalayıcı bir kahkaha attı. Yanımda oturan Melis yerinden sıçradı. Elimi sırtına koyarken yüzüne baktım.

“Beynine de çok değer vermişsin zamanında, anladım.” Ellerini cebinden çıkarıp malzemelerin olduğu ağacın dibine giderken, “İşine dön,” dedi son kez. 

Kerim boğazını temizledi. O kahkahasından sonra boğazı nasıl yırtılmamıştı, merak ediyordum. “Benim tek işim, racon ve Helin kesmek.”

Neyse ki Atalay daha fazla karşılık vermedi de Kerim soğuk esprilerine bir son verdi. Kerim esasen çok tatlıydı fakat fazlasıyla şımarık tavırları vardı ve ailesi bu konuda kılını bile kıpırdatmıyordu. Haliyle haddini aştığı, patavatsızlık ettiği anların sayısı fazlalaşıyordu.

Göle girenler ıslak kıyafetlerini değiştirip çadırlarından çıktıklarında Atalay ve Mert sert bir iddiaya girdiler. Konu, Atalay’ın mangal yapıp yapamayacağıydı. Elbette Atalay yapamıyorum demek yerine kendisini aşçı addetti. Daha önce çok kez mangal yaktığını iddia etse de onun mutfaktaki becerilerini (!) bir tek ben bilmiyordum anlaşılan. En sonunda Atalay kendini ateşin başında buldu. Hava iyiden iyiye kararmıştı.

“Orman yanmadan toparlanıp uzaklaşsak iyi olur,” dedi Özgür soğuk bir ses tonuyla. Ateşin alazları Atalay’ın yüzünü aydınlatıyordu. Kafasını kaldırmadan, kaşlarının üzerinden Özgür’e kötücül bir bakış attı. Düşmanca bir bakış. Ona cevap vermeye tenezzül bile etmedi.

Atalay’ı ulu orta izleyemediğim için diğerlerine yardım ettim. Katlanabilir bir masa getirildi. Biz de hazır sosları, salataları poşetlerden çıkarıp masaya koyduk. Tabi bu işi ben ve Helin yapıyorduk. Açelya, Nazlı ve Güneş Atalay’ın tepesinde onu izleyip eleştiri yaparken, Özgür’le Mert’te hamak kuruyordu. Kerim’se kafasına göre bir o tarafa uğruyordu, bir bu tarafa.

“Öff,” dedi Kerim canı bir şey çekmiş gibi. Kaşlarımı çatarak bir an ona baktım. “Helin evimin avradı ol, şundaki maharete bir bakın.” O esnada Atalay’da başını kaldırdı ama Helin’e değil, doğrudan bana baktı.

“Ya,” diyip kıkırdayan Helin’e göz devirmemek için sabrımın sınırlarını zorladım. Allah aşkına, avrat mı? İğrenç tabir.

Kerim ve Helin insanın beynindeki oksijeni tüketiyordu.

Et kokusu etrafa yayıldı, kızların dalga geçmediğine bakılırsa Atalay bu işi beceriyordu. Nedense gururla gülümsediğimi fark ettim. Yüzümdeki sırıtışı silmem saniyemi almadı. Az sonra herkes masaya oturdu. “Kimse etlere dokunmuyor. Yalnızca ben, Eylül, Melis ve Helin yiyeceğiz. Dilinizin cezasını çekin.”

Mert tabaktan eti alırken Atalay’ın gözlerine bakarak koca bir ısırık aldı. Atalay onun bu hareketine karşılık kafasını eğerek güldü. “İtiraf edeyim, efsane olmuş.”

Gülüşmelerin eşliğinde yemeğe başladık. Gerçekten de mangal nefis olmuştu. Kafamı kaldırdığım bir sırada Atalay’ın bana bir şey demek ister gibi baktığını gördüm. Kaşıyla tabağımı işaret etti. Helin’e dönerek, “Çekinerek yeme,” dedi. Ama bu sözü aslında bana söylediğini, dikkati üzerime çekip daha çok çekinmeme sebep olmamak için Helin’i kattığını anladım. Çünkü Helin’e bunu söyledikten sonra imalı gözlerini bana çevirdi.

“Çekinerek yemiyorum ki,” dedi Helin şaşırarak.

“Güzel, bir an öyle sandım da.” Çatal ve bıçağını eline alıp yemeye koyuldu. Tekrar bir imada bulunma ihtimaline karşılık çekinmeden yemeye çalıştım. Fakat özellikle de bu tarz ortamlarda rahatça yemek yiyebilen bir insan değildim.

Herkes muhabbet ederken yemeğini yiyip bitirdi, Atalay, ben ve Melis hariç. Bu kez sofrayı Açelya’yla Güneş topladı. Nazlı hanım hanedan üyesi gibi ayak ayaküstüne atmış, siyasi konulardaki engin görüşlerini bizimle paylaşıyordu. Atalay’sa kafasını geriye doğru atmış, gökyüzünü seyrediyordu. Dakikalardır.

“Abla, benim uykum geldi,” dedi Melis bana yaklaşıp fısıltıyla. “Uyuyabilir miyim?”

Onunla birlikte kalkarken, “Tabi ki,” dedim. Diğerlerine bir açıklama yapmadan çadıra doğru yürüdüğümde izlerinin tadını alıyormuşum gibi Atalay’ın bakışlarını sırtımda hissettim.

Uzak bir yerde bir su şişesi, bir de boş şişe sayesinde dişlerimizi beraber fırçaladık. Çadırların olduğu alana dönüp çadırın fermuarını açtım. “Yanında kalmamı ister misin?”

“Hayır,” dedi Melis büyük bir olgunlukla. “Bir şeyden korkmam ben, merak etme.” Elbette korkmazdı. Korksak bile biz bunu bir şekilde aşmayı başarıyorduk çünkü başka çaremiz yoktu. Tabi benim gök gürültüsü ve kapalı alan korkumu saymazsak.

“Tamam,” dedim kelimeyi uzatarak. Melis’in çenesini hafifçe sıktım. “Ablana iyi geceler öpücüğü yok mu?”

Güzel dişlerini göstererek gülümsedi. Ben de onu öpüp iyi geceler diledim. “Bir şey olursa seslenmen yeterli, tamam mı?” Kafasını olumlu anlamda salladı ve pijamalarını eline aldı. Melis’in yanından çıkıp diğerlerine katıldım.

Ben oturduğum anda Özgür’ün telefonu çaldı ve özür dileyerek bez sandalyeden kalktı, bizim yanımızdan uzaklaştı. Normalde, herhangi biriyse Özgür telefonu çekinmeden açan biriydi. Yani bu da demek oluyordu ki arayan kişinin Zeynep olma olasılığı yüksekti.

Atalay’ın âdemelması küçük bir top gibi aşağı inip çıktı. Saçlarının şekli bozulsa da dağınık haliyle de güzel duruyordu. Nazlı’ya ve Mert’e bakarak, “Şu siyaseti kesin, burada konuşarak ülkeyi kurtarmış olmuyorsunuz. İlla bir şeyler yapacaksanız konuşmayı kesin ve eyleme geçirin,” dedi bezmiş bir halde.

Garipti… Burada en yabancı gibi durup, birbirini en iyi tanıyan bizdik. Ruhlarındaki en ücra köşeleri en iyi bilen iki kişilik aile.

Bir kenarda sevgilisiyle kıkırdamayı bırakan Kerim, “Hadi bir şeyler içelim,” diye bir öneri attı. “Buz gibi biralar şurada yatıyor,” dedi ağacın dibini göstererek. Herkes bu anı bekliyormuş gibi sevinçle onayladı. Elbette ben içmeyecektim. Malum bar saçmalığından sonra öyle bir olayın tekrarlanmasını istemezdim. Atalay da içmedi.

Sandalyelerin ortasındaki boşluğa kamp ateşini yakan kişi Özgür’dü. Atalay epey sessizleşmiş, buradan soyutlanmış gibi duruyordu. Gecenin geri kalanında herkes içki içerek boş muhabbet yaptı. Hatta bir ara Kerim ellerini de yere koyarak dört ayak üzerine düşüp ulumaya başladı. Galiba kendini kurt adam falan sanıyordu. Atalay kolunda tutup kaldırırken, “İçkiyi götünle mi içtin?” diye de kızdı. Komik anılarını anlatıp geceyi yaran kahkahalar attılar. Onları her kahkaha attığında Melis’i uyandıracaklar niye öfkeye kapılıyordum.

Komik anı deyince, bir tanesine ben de kahkaha attım. Atalay bir defasında Kerim’in fotoğrafını çekmiş ve Letgo uygulamasına yüklemiş. Fiyatına da on kuruş yazmış. Kerim’se bir sürü alıcısı olduğunu söyleyerek durumdan kurtulmaya çalıştı ama beceremedi.

Diğerleri de uyuklamaya başlayınca herkesi çadırına yerleştirme işi Atalay’a düştü. Bense boş içki şişelerini geri dönüşüm poşetine koyup kenara bıraktım, çadıra girdim.

Biraz oturup soluklandıktan sonra Melis’i uyandırmamaya dikkat ederek (gürültüde uyumaya alışkın olsa gerekti) çantamdan pijamalarımı çıkardım. Çadırın içinde böcek olmayacağını düşünerek şortumu ve su yeşili tişörtümü giyindim. Dışarıda hava serin olsa da çadırın içerisi bunaltıcıydı. Kıyafetlerimi katlayıp kenara koydum ve yatacağım sırada bildirim sesi geldi. Melis’in uyanmaması için hızlıca elime alıp sessize aldım. Gelen mesaja daha sonra baktım.

0531******9: Canım sıkılıyor.

Numarasını kaydetmemiştim ama büyük bir gerekliliği de yoktu. Ezberimdeydi zaten.

Eylül Akbulut: Çık dolaş. Genelde işe yarayan bir çözüm.

0531******9: Bugün neredeyse hiç konuşamadık.

Eylül Akbulut: Yani?

0531******9: Benden daha odun olduğunu anlaman için ne yapabilirim? Yanisi şu, özledim.

Eylül Akbulut: Olması gereken bu, Atalay.

0531******9: Şu an olması gereken bu değil, yanıma gelebilirsin. Korkma, yırtıcı hayvanlardan daha tehlikeli değilim.

Şunu yazarkenki sırıtışı gözümün önünde canlandı.

Eylül Akbulut: Ben bundan o kadar da emin değilim. Hem saçmalama, gören olur.

0531******9: Herkes kör kütük sarhoş ve affedersin, bunu söylemek istemezdim ama şu anda götlerinde pireler uçuyor. Yani kimsenin ruhu duymaz, merak etme.

Derin bir nefes alıp önüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına ittim. Melis’e bir göz atıp ayağa kalkarak çadırdan çıkıp etrafa şöyle bir baktım. Ateşböceklerinin, baykuş olduğunu tahmin ettiğim kuş seslerinin ve ağaçların hışırtısından başka ses yoktu. Ayakkabılarımı giydim. Atalay’ın çadırının bir yanında bizim çadır, diğer yanında ise orman vardı.

Çadırının giriş kısmı açıktı ve Atalay ucunda oturmuş, sigara içiyordu. Üstü çıplak, altında da uzun gri bir eşofman vardı. Beni görünce şöyle bir baktı, sigarasını söndürdü. Sesini çıkarmadan eliyle centilmen bir erkek gibi içeriye davet etti. Bu hareketi onu nedensizce sevimli gösterdi, gülümsemeden edemedim. Serin hava yüzünden ürperdim ve Atalay’ın çadırına çabucak girdim.

Çadırın içi kısa sürede onun güzel kokusuyla dolmuştu. Normalde, sigara kokusuyla karışan en mistik kokudan bile tiksinirdim ama bu onu tuhaf bir şekilde daha da karizmatik kılıyordu. Girişin fermuarını çekince yalnızlığa gömüldük. Yalnızca o ve ben. Ne kadar özlediğimi o anda kavradım. Aramızda minicik bir mesafe vardı ve yüzü sanki her zamankinden daha güzeldi.

“Bu durumdan sıkılıyorum, Eylül,” dedi fısıltıyla. Çadırların konumundan dolayı başka birinin duyması imkansızdı.

“Ben de,” dedim ve dudaklarımı yalayıp ekledim. “Kısa zamanda bu saçmalık sona erecek.” Fakat bunu Atalay’dan çok kendime söylüyordum. Dizlerimi çözüp bağdaş kurmadan önce ayakkabılarımı çıkardım.

Bir süre sessizlik oldu. Atalay’ın bakışlarının yüzümde dolaştığını hissediyordum ve bu uzun sürünce sağa sola bakmanın gereksiz olacağını fark edip bende yüzüne baktım. Gözlerim karanlığa alışmıştı. Çıplak gövdesine bakmamaya çalıştım çünkü bel altı şakayı yapıştıracağını biliyordum.

Manalı manalı bakmaya devam edince dudaklarımı kapatarak gülümsedim. “Ne oldu?” diye sordum en sonunda.

Dişlerini göstererek gülümsedi. Bu kez o yaramaz gülüşü yoktu, parlayan kahverengi gözlerindeki yoğun sevgiyi ve şefkati görmemek için kör olmak gerekirdi. “Çok güzelsin, prenses.”

Dudaklarımın gitgide kenara kıvrılmalarına engel olamadım. Ve çadıra girdiğimden beri içimde bastırdığım dürtüyü dışa vurarak uzanıp kollarımı boynuna doladım. “Sen de çok yakışıklısın, prens.” Benimkinin aksine onun vücudu sımsıcaktı. Başımın üzerine öptü, kollarını belime dolayıp beni kendine doğru çekti. Göz kapaklarımı gözlerime örtüp huzurun tadını çıkardım. Başımın üzerine değen nefesi, sıcacık teni, kokusu ve dışarıdan gelen doğanın benzersiz sesleri. Daha ne isteyebilirdim ki?

“Kendini nasıl hissediyorsun?” dedi ilgiyle.

“İyiyim, sadece endişe ediyorum.” Sıkıntı dolu bir nefes verdim.

“Zamanla her şey yerli yerine oturacak. Düzenli bir hayat kurmak zaman ister, biliyorsun.” Elleri saçlarımın arasında dolaşıyordu.

“Biliyorum, sadece Melis’in iyi olmasını istiyorum. Keşke diğer çocuklarınki gibi güzel bir aile verebilseydim. İyi bir anne, babası olmasını, diğer çocuklar gibi olmasını. Ama bunları ona bütünüyle veremem.”

Başımın üzerini öptü. “Bu canını yakacak ama hayat adil değil. Sen sadece elinden geleni yap, sonra içini ferah tut. Tek değilsin, ben varım.”

İnsanın ruhunu güçle dolduran cümle… Tek değilsin, ben varım.

Bir süre öylece geçti, oturduğum yerim artık ağrıyınca yerimde kıpırdandım, yüzümü boyun girintisinden çekip yüzüne baktım. Bakışlarımız birbirine kelepçelenmiş gibi dondu. Ortama yayılan hava, gözlerindeki ifade duygularımızın imzası gibi kesindi. Bakışlarımı, uzun ve yoğun kirpiklerinin çevrelediği gözlerinden ayırıp biçimli, dolgun dudaklarına indirdim. Aynı anda, aynı şeyleri hissetmek kalbin ortak yönüydü. Kafasını eğip yumuşak ve sıcak dudaklarını dudaklarıma örttü. Vermek istediğim nefes yarım kaldı ve ciğerlerime geri döndü.

Kendisini tutmanın tek kolu belimdeki elini sıkılaştırmakmış gibi tutuşunu sertleştirdi. Gövdemin tamamı onun göğsüne bastırılmıştı. Elimi yanağına, sakallarının üzerine koyarak öpüşüne karşılık vermeye çalıştım. Fakat ikimiz de yavaş olmaya çabalıyorduk çünkü tuhaf sesler çıkması ihtimali vardı. Her ne kadar birilerinin duyması imkansız gibi görünse de küçük ihtimalleri görmezden gelemezdik.

Alt dudağımı yavaşça çekiştirip bıraktı. Sonra yanağını yanağıma sürttü. Dudaklarının ucunu tüm yüzümde dolaştırmaya başladığında sesli bir nefes verdim ve omzundan tutundum. Bu hafif dokunuşları bile beni kendimden geçirmeye yetiyordu. Dudağımın üzerine baskın bir öpücük kondurduğu anda kokumu içine çekmek ister gibi derin bir nefes aldı.

Tüm bu an boyunca belimdeki elini gevşetmeden tutmaya devam etti. Öteki eliyle arkama düşmüş saçlarımı eline doladı ve canımı hiç yakmadan çekti. Bunu yapmasındaki amacın boynumu öpmek için olduğunu anladım. Hareketleri buram buram ihtiras tadıp da canımı yakmaması büyük bir başarıydı.

Açığa çıkan boynuma sayısız öpücük kondurdu, sonra yukarıya doğru çıktı, hafif aralık ağzımı tekrar öptü. Beni geriye doğru kendisiyle kamp yatağına çekti. Bacaklarımı aralayıp arasına yerleşti. Ellerimi pürüzsüz, kasılmış göğüs kaslarının üzerine koydum. Bakışları kısılmış, nefeslerimiz kesik kesik bir hal almıştı. İki elini çıplak baldırlarımda dolaştırdı, sıkıp bıraktı.

“Eylül,” dedi hırıltılı sesiyle fısıldayarak. “Bana dokunmanı istiyorum.”

Bir an aval aval yüzüne bakıp ne dediğini anlamaya çalıştım. Hissettiğim yoğun duyguları somut algılarımın önünü kesmişti. Yüzüne baktım. Karanlığa her şeyi görebilecek kadar alışmıştım. Büyük, kemikli elinin içinde elimi buldum. Bileğimden tutup önüne doğru götürdü. Bir an nefessiz kalacağımı sanınca hızlı hızlı nefes verdim.

Avucumun içinde, ince eşofmanın altındaki uzun ve kalın, sert erkekliğini hissettim. Ve eşofmanındaki hafif ıslaklığı… Gözlerini kapatmış, başını geriye atmıştı. Kusursuz boynu bile tahrik edici duruyordu. Nasıl başardığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama öylesine bir etki bırakıyordu ki, nefes alışı bile çekicileşiyordu. Birbirimizden hiçbir farkımız yoktu. Benim de ıslanmış olduğumu her kıpırdayışımda anlıyordum. Parmaklarıma baskı yaparak erkekliğini sıkmamı sağladı. Alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Gözlerini yavaşça açtığında ilk rotası benim kahverengiliğim oldu. Ve gözlerini gözlerimden ayırmadan elini şortumdan, sonra da külotumdan içeriye soktu. Parmakları ıslaklığımda değince Atalay gibi dudağımı ısırmak zorunda kaldım. Kendimi tamamen kaybedip inilti kaçıracak kadar aklım başından gitmemişti.

Ama Atalay buna çok güvenmiyor olacak ki boştaki eliyle ağzımı kapattı. Klitorisimle oynayınca gözlerimi acı bir zevkle yumdum. “Bana bak, güzelim.” Gözlerimi açıp hafif terle parlaklaşmış yüzüne, göğsüne baktım.

Durumuma yardımcı olacakmış gibi omzundan tuttum. Tutmakla kalmayıp tırnaklarımı geçirdiğimi sonradan fark ettim. “Atalay,” diye acıyla konuşsam da sesim parmaklarının arasına hapsoldu. “Seni istiyorum.” Diğer elini mahrem yerimden çekip üzerimde eğildi fakat hiçbir şey yapmadı.

Aynı yoğun duygular hala bedenimde ve ruhumda geziniyordu. Aniden üzerimden çekilip yanıma yattı. Şaşkınca çadırın tepesine baktım, kaşlarım çatılmıştı. Başımı yana çevirdiğimde ışıldayan gözlerini buldum. “Ben,” dedi ve dudaklarını yaladı. “Bu kadar hızlı gidemem.”

Bu sözü duyunca şaşkınlığım katlandı. O gece, Ankara’ya gitmeden önceki gece yakınlaştığımız zaman benim ona söylediğim sözün aynısını söylüyordu.

“Benden intikam mı aldın?” Nefesim hala düzensizdi.

Hafifçe güldü. “Aslında hayır, kampta bunu yapamayız, öyle değil mi?”

Öfkeyle yerimden doğrulmaya çalışınca belimden tutup şişme yatağa geri çekti. “Uyumakta sakınca yok,” dedi o geceden yine bir alıntı yaparak. Dediklerinde haklı olsa da intikam almadığını tamamen inkar edemezdi.

“Seninle uyuyamam, Atalay. Çadırından çıkmam hoş olmayabilir görenler için.”

“Onlar uyanmadan döneceksin, güven bana.” Ansızın aklıma gelen fikirle sırıttım ve yanağını öpüp, tutmasına müsaade etmeden hızlıca ayağa kalktım. Az önce yaşananların etkisi dizlerimin titremesine yol açmıştı. Bir an düşeceğimi sansam da düşmedim.

“Hayır, seninle uyumuyorum,” diyip sırıttım ve onu arkamda siniriyle bırakıp çadırdan sessizce çıktım.

Herkes hala uykusundaydı. Melis’in yanına gidip uzandım ve Atalay’ı, on dakika kadar önceki özel anılarımızı düşünmemeye çalıştım ama başaramadım. Güzel yüzü, heybetli vücudu gözlerimin önündeydi. Ve daha önemlisi sevgisini tam sol yanımda, kalbimin en ulu orta yerinde hissediyordum.

💔

Instagram: nn.okuyucu

Karakterlerin parodi hesapları;
Atalay; latalaybaysall
Eylül; leylulakbulutll

Continue Reading

You'll Also Like

882K 7.1K 68
YENİ BÖLÜMLER EKLENİYOR. EN GÜZEL HİKAYELER... KİŞİSEL GÖRÜŞLERE GÖRE SEÇİLİR KİTAPLAR!!!!! Y...
498K 29.6K 51
Sosyal medya temalı bir güzellik yarışmasına girme kararı alan Nil kazanmak için her şeyi yapacak kadar hırslıdır. Tacı almak kadar; yarışmanın ünlü...
1.4M 44.2K 38
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
1.5M 65.6K 62
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...