4.Bölüm - Acı

335 17 0
                                    

Evin büyük bahçesine, siyah lüks bir araba yanaştı. Siyah takım elbiseli ve kısa boylu şoför arka kapıyı açtı. İçinden beyaz ve ince topuklu ayakkabıları, siyah uzun pantolonu ve ayakkabılarıyla uyumlu beyaz gömleğiyle, yaşı 50’nin üstünde olmasına rağmen makyajıyla ve kısa saçlarıyla, fit vücuduyla oldukça güzel ve çekici görünen bir kadın indi. Bakışları keskin, sert ama bir o kadar sevgi doluydu. Evet, bu güzel kadın Jung Min’in annesi So Min’di. So Min, yaşına rağmen güzel ve genç durmasının yanı sıra aile şirketinde oldukça başarılı bir yöneticiydi de. Büyük babasından kalan şirketi en iyi şekilde yönetiyor, yurt dışının ve kendi ülkesinin iş dünyasından övgüler alıyordu. Kocası Lee Chin, Jung Min’in babası, o da o şirkette karısıyla birlikte aynı görevi yapıyordu. Bu kadar mükemmeliyetçi insanların Jung Min’e göre tek eksiği, ilgisizlikti. Evlatlarına karşı ilgisiz olmaları canını yakıyordu, onu yalnızlığa sürüklüyordu. Kendisiyle en son ilgilendiklerinde Jiyeon’la nişanlanıyordu. Artık o da içinde can veriyordu ya…

So Min, yavaş adımlarla eve girdi. Uşak ve hizmetçiler onu kapıda karşılamıştı. So Min’in yüzünde gülümseme hâkimdi. Mutlu bir ses tonuyla uşağa döndü 

‘’Bay Yong, Jung Min nerede?’’

‘’Efendim şey… Biraz rahatsız galiba, odasında uyuyor.’’

So Min bir anneydi. Oğluyla pek ilgilenmese de annesiydi. Çekik ama büyük gözleri daha da çok açılmıştı. Az sonra yavaş adımlarla Jung Min’in odasına girdi. Sessiz hareketlerle bir sandalye çekip başucuna oturdu. Yavaşça oğlunun saçlarını okşuyordu. Birden Jung Min’in parmağında yüzüğünün olmadığını fark etti. Şaşkınlıktan öylece kalakaldı. Bir süre etrafa bakındıktan sonra yüzüğü dolabının önünde buldu. Muhtemelen onu fırlatmış olmalıydı. Jiyeon’la nişanı attıklarını anlamıştı. Az sonra Jung Min yavaşça gözlerini açtı. Annesini görünce doğrulmuştu, yüzünde oldukça donuk bir ifade vardı. Annesinin elindeki yüzüğünü fark etmesi uzun sürmedi. So Min, sakinleştirmek istercesine konuşmaya başladı.

‘’Uyandırdım mı? Yat hadi.’’

Jung Min derin bir nefes aldıktan sonra alçak ve titreyen bir ses tonuyla cevap verdi.

‘’Ne zaman geldin?’’

‘’Az önce. Bay Yong, rahatsız olduğunu söyledi. İyi misin? Neyin var?’’

‘’Benimle ilgileniyor musun yani?’’

‘’O nasıl söz Jung Min? Annenim ben senin.’’

‘’Annem… Annemsin evet. Ama sadece nüfus cüzdanında.’’

So Min’in bakışları keskinleşmişti. Jung Min az sonra yine yavaş bir hareketle annesinin karşısına dikildi. İnanılmaz derecede ürkütücü bir sakinliği vardı.

‘’Böyle bir şeyi nasıl dersin? Sırf çok çalışıyorum diye bana bunu demeye hakkın yok!’’

So Min’in sinirli ve yüksek ses tonuna karşılık Jung Min oldukça sakin ve tepkisizdi. Yüz hatlarında gözlerinden başka en ufak bir kıpırdama dahi olmuyordu. Bu hali gerçekten korkutuyordu.

‘’Çok çalışıyorsun… Çok çalışıyorsun… Çocukluğumdan beri. Bakıcıların elinde büyümüş biri olarak seni anlamam gerekirdi değil mi? Hastalandığımda başımda bekleyenin sen olmamasından, mezuniyet törenlerimde bile yanımda olmayışından anlamam gerekirdi.’’

So Min eski sakinliğine geri döndü. Jiyeon yüzünden iyi olmadığının farkındaydı.

‘’Yüzüğünü neden çıkardın? Onu fırlattın galiba.’’

Yüzük… Jiyeon’la arasındaki bağın elle tutulabilir, gözle görülebilir hali. İçindeki derin acı yeniden canlanmıştı işte. Doğru ya, insan uyurken hiçbir şey hissetmezdi. Ama uyanınca aynı hayat, aynı acılar… Boğazı acımaya başlamıştı, ciğeri yerinden sökülüyordu sanki.

So Min, elini Jung Min’in omzuna koyarak devam etti.

‘’Ayrıldınız mı? Anlat hadi.’’

Jung Min, annesinin elinden kurtularak pencereye doğru döndü. Gözlerinden istemsizce bir damla yaş süzüldü yanağına…

‘’Senin için ne önemi var?’’

‘’Jung Min. Kırıcı oluyorsun. Ayrıca cümlelerine dikkat et, annen var karşında. İnsan gibi sana yardımcı olmaya çalışıyorum, Japonya’dan kalkıp buraya geldim sırf seni özlediğim için. Ayrıldıysanız ayrıldık de, oturalım dertleşelim. Ama böyle yaparak kendini de beni de üzülüyorsun, haberin olsun.’’

Jung Min birden sinirle parladı. Ses tonu o kadar yükselmişti ki So Min gözlerini kocaman açmıştı, öylece kalakalmıştı. Hizmetçiler kapının önüne gelmişlerdi.

‘’Evet ayrıldık! Nişanı attık! Evlenmiyoruz! Rahatladın mı? Madem bana yardımcı olmak istiyorsun, o zaman neden bu konuyu açıp duruyorsun ha? Bir kerecik olsun beni düşünemez misin? Jiyeon’la ayrılmamız işine gelmedi değil mi? Sonuçta o, ülkenin en ünlü şirketlerinden birinin varisi. Sana gelin olunca gücüne güç katacaktı. Peki ya ben? Duygularımın hiç mi önemi yok? Neler hissettiğimin… Şu lanet hayattaki yalnızlığıma ortak olan, her şeyi unutturan Jiyeon yok artık! Ben sizden göremediğim şefkati, sevgiyi ondan görmüştüm. Ben tüm duygularımın ilkini onunla yaşamıştım. Hah! Sana göre onun sosyetedeki itibarı, parası, şirketleri değil mi? Zahmet etmişsin, Japonya buraya ortalama 2 saat. Günübirlik gelmediğini nerden bileceğim? Anne. 24 yıldır benimle ilgilenmedin, şimdiden sonra da ilgilenme. Zaten babamın da senden bir farkı yok. Siz sadece beş dakika sonra ne olacağımızı bilmediğiniz bir dünya için gelecek hayalleri kurun. Şimdi beni yalnız bırakır mısın?’’

So Min, dolu gözlerini Jung Min’den çevirerek hızlı adımlarla odadan çıktı. Bir süre öylece bakakalmıştı. Az sonra aniden çalan telefonuyla irkildi. Arayan şu acımasız hayattaki tek sırdaşı, can dostu Hyung Jun’du.

Yalnız Kalpler Sütunu (외로운 마음 열)Where stories live. Discover now