KİMSESİZLER MATEMİ.

By matmazelhayalleri

13.4M 881K 3.1M

Safir Mila Safkan, şu an olduğu yaşından çok daha ufakken, hayatının taşlarını yerinden oynatan bir olay yaşa... More

KİMSESİZLER MATEMİ.
1. Bölüm: "Hüzünlü Bir Matem."
2. Bölüm: "Bir Avuç Şekerleme."
3. Bölüm: "Kasırga."
4. Bölüm: "Çığlık."
5. Bölüm: "Çirkin Kalpler."
6. Bölüm: "Bir Küçük Hediye."
7. Bölüm: "Dilek."
8.Bölüm: "Kimsesizlik."
9. Bölüm: "Not."
10. Bölüm: "Işıklar Sönerse Diye Korkmak."
11. Bölüm: "Söz."
12. Bölüm: "Sadece Hazer."
13. Bölüm: "Senorita Ve Süper Kahraman."
14. Bölüm: "Müziğin Sesi."
15. Bölüm: "Balo."
16. Bölüm: "Mesafe."
17. Bölüm: "Gelmek..."
18. Bölüm: "Dudaktan Kalbe."
19. Bölüm: "Gece Yarısı Güneşi Ve Üstüne Kar Düşmüş Dağ."
20. Bölüm: "Kırgınlıklar ve Telafiler."
21. Bölüm: "Acıyı Resmetmek."
22. Bölüm: "Gemideki Kaptan ve Güvertedeki Kız."
24. Bölüm: "Mutluluk Balonu."
25. Bölüm: "İlham Perisi."
26. Bölüm: "Evin İçine Düşen Bomba."
27. Bölüm: "Yerle Bir."
28. Bölüm: "Hayal Kırıklığı."
29. Bölüm: "Reddediliş."
30. Bölüm: "Ay Güneşe Tutuldu."
31. Bölüm: "Müzikal."
32. Bölüm: "Bir Şehir Bin Gülüş."
Gazel & Behram.
33. Bölüm: "Işıklar Söndü."
34. Bölüm: "Fırtınada Çiçek Dikmek."
35. Bölüm: "Elmas Kalpler."
36. Bölüm: "Güzel Çiçekler ve Zehirli Bitkiler."
37. Bölüm: "Ölümcül Gerçekler ve Parçalanmış Kalpler."
38. Bölüm: "Perişanlıklar ve Bedeller."
39. Bölüm: "Artık Üzemezler Bebeğimi."
40. Bölüm: "Ateşin Etrafında Uçuşan Kelebek."
41. Bölüm: "Kana Karışan Aşklar."
42. Bölüm: "Kalpteki Avare Kelebekler."
43. Bölüm: "Geçmişin Davası."
44. Bölüm: "Kaderdeki Aşklar ve Lunaparktaki Işıklar."
45. Bölüm: "Mutluluk Ya Çok Yakınında Ya Çok Uzağında."
46. Bölüm: "Kırmızı Kurdele."
47. Bölüm: "Sevgi Ölmez Sen ve Ben Katil Olmak İstemezsek."
SEZON FİNALİ: KUZEY IŞIKLARI.
49. Bölüm: "Kuzey Işıkları."
50. Bölüm: "Yirmi Gün."
51. Bölüm: "Eve Dönüş."
52. Bölüm: "Umut Etmek Veya Mağlup Etmek."
53. Bölüm: "Aile."
54. Bölüm: "Oyun."
55. Bölüm: "Yıkımın Ardındaki Gürültü."
56. Bölüm: "Sevginin Kıymeti."
57. Bölüm: "Beyaz Pointler."
RAFLARINIZDA BİZİM İÇİN YER AÇAR MISINIZ?
58. Bölüm: "Kışın Güneşi, Baharın Çiçeği."
59. Bölüm: "Bahar Çiçeği Büyüyor."
KİMSESİZLER MATEMİ KİTAP KAPAĞIMIZ.
60. Bölüm: "Melek Kanatları."
61. Bölüm: "İlk Kalp Atışları."
62. Bölüm: "Islak Kirpiklerin."
63. Bölüm: "Rüya."
64. Bölüm: "An."
FİNAL.

23. Bölüm: "Kara Ay Güneşe Kavuşursa..."

185K 16.5K 51.8K
By matmazelhayalleri

Multimedya:

Emircan İğrek, Aç Bağrını.

Merhaba parlayanlarım!

Bu bölüm benim için çok özel, hem bu bölümle 1 M okunmaya ulaşacağız. Okuyan hepinizin gözlerinden öpüyorum<3 Bu yüzden oy ve yorumlarda uçmanızı bekliyorum. Paragraf arası yorumlarınızı bırakmayı unutmayın, özellikle son sahnelere... Hepinizi öpüyorum. Keyifli okumalar.

Bölüme başlamadan önce herkesin yıldızları bırakmasını istiyorum. ✨

23. Bölüm: "KARA AY GÜNEŞE KAVUŞURSA..."

2009,

Ölümümü anladığım gün.

Ölüm saatini veremem ama nasıl öldüğümü anlatabilirim.

Baştan söyleyeyim, bu canınızı yakabilir.

Ama zaten bizler... canımızın yanmasına alışığız değil mi?

Babası kendisine dünyanın en güzel çiçeği gibi davranır ve Safir Mila bazen babası onu güneşe çıkarttığında, tıpkı bir çiçek gibi beslendiğini hissederdi. Güneşe çıktığında gözlerini kapatırdı, gülümserdi, teninden ılık terler akana kadar güneşin altında dururdu ama o zamanlar o çok sevdiği güneş olup, bir adamın hayatına gece yarısı güneşi gibi doğacağını bilemezdi.

Güneşi seviyordu, yıldızları, ışıkları da... Fakat bu, karanlıkta yaşamasına engel olamamıştı.

Mila, yaşadığı son günlerde o kadar huzursuzdu ki, daha o yaşta bile acının ruhunu tıkadığını hissedebiliyordu. Bir nefes alıyordu ama sanki ikincisini almaya gücü yetmiyordu. Büyüdükçe aynaya bakıyor, aynaya baktıkça kendini tanıyamıyordu. Babasına benzemek istiyordu ama her geçen gün biraz daha annesine benziyordu. Saçları çok uzamıştı, çilleri; güneşe çok çıktığından olsa gerek çoğalmıştı. Rengi soluktu, aynanın karşısına geçtiğinde aynadaki aksine annesi gibi değil, babası gibi bakmak istiyordu ama bakışları bile annesine benziyordu. Boyu uzamış olmasına rağmen zayıf kalmıştı; çünkü iştahı olmuyordu. Ne zaman kalbinin üstüne yatsa nefesi kesiliyor, tırnakları avuçlarıyla birleşiyordu. Yumruklarını sıkmayı öğrenmişti. Canı acıdığında çığlık atarak ağlamak yerine yumruklarını sıkıp dudaklarını ısırmayı öğrenmişti. Tanrı onu bulutlara oturtsa, dünyayı görebilirdi ama izlemeye dayanamazdı; çünkü yeryüzünde çok fazla kötülük vardı.

Artık iyi ve kötü insanları ayırt edecek kadar büyümüştü.

Mesela... Hüseyin Amca kötü birisiydi.

Çünkü... onu yapmak istemediği şeylere zorluyordu ve Mila artık bunun yanlış olduğunun farkındaydı. Eskiden onu öperdi, ona sarılırdı; çünkü onu severse babasını kendisine getireceğine inanırdı ama babasının asla gelmeyeceğini artık biliyordu. Öyleyse istemediği halde Hüseyin Amcaya sarılmak zorunda değildi, zira bunu hiç istemiyordu. Ona küstü, babasıyla ilgili yalan söylediğini öğrendiği zamandan beri ondan uzak durmak istiyordu ama Hüseyin Amcası onu sürekli rahatsız ediyordu. Ona şekerler getiriyor, onu öpmek istiyor, sarılmak istiyor, bazen saçlarını okşuyordu ve tüm bunlar kendisini rahatsız ediyordu. Hüseyin Amca ona ne zaman yaklaşsa ağlamak istiyor, saçlarını ne zaman okşasa bağırarak kaçmak istiyordu. Üstelik bunları yaptığı zamanlarda hep yalnız oluyorlardı ve Mila insanlara onu şikâyet edemiyordu. Bir şeylerin yanlış olduğunu seziyor, hissediyordu ama yanlış olanın tam olarak ne olduğunu anlamıyordu. Sadece... Hüseyin Amcayı görmek, onunla konuşmak istemiyordu. Yanaklarını öpüyordu ama Safir bunu hiç istemiyordu! Hem... Öğretmeni hiç kimsenin izinsizce onlara dokunamayacağından bahsetmişti, o zaman Hüseyin Amca neden ona dokunuyordu?

Yalnız olmaktan çok korkuyordu.

Çünkü her an gelip kendisine istemediği şeyler yapabilirdi.

"Tanrım... annemin iğnelerine bile razıyım, n'olur Hüseyin Amca yanıma gelmesin..."

O gelince ruhu sıkılıyordu, boğazına bir el saplanıp o yanından gidene kadar orada kalıyordu. Şekerleri artık sevmiyordu, yemek istemiyordu. Yanağımı öpersen sana bir şeker veririm diyordu ve Mila artık onun şekerlerini istemiyordu. Üstelik iyilik karşılıksız olmalıymış, öğretmeni böyle demişti. Şeker verecekse niye ondan karşılık istiyordu ki? O büyüdüğünde her iyiliği karşılıksız yapacaktı, Tanrı şahidiydi.

"Mila, Hüseyin Amca senin nerede olduğunu soruyordu. Acaba yine nasıl bir yaramazlık yaptın..."

Bir ürperti bedeni boyunca aktı ve başı korkuyla omzunun üzerinden arkasına döndü. Oda arkadaşlarından Melisa, odanın kapısı önünde durmuş, kendisine bakıyordu. Hüseyin Amcanın kendisini aradığını söylemişti ama onunla katiyen karşılaşmak istemiyordu. Arkadaşlarının hiçbiri onu sevmiyordu, oysa ki yaramaz bile değildi ki. Bazen kendini sevdirmek için oyuncaklarını oda arkadaşlarına veriyor, oyuncağımı sana verdim, arkadaş olabilir miyiz, diye sorarak gülümsüyordu ama kimse ona dönüp arkadaş olalım, demiyordu. O arkadaşlarına gülümsüyordu ama arkadaşları ona gülümsemiyordu, işte o zaman birisi ayaklarından tutup onu karanlığa biraz daha fazla çekiyormuş gibi hissediyordu.

Kafasını iki yana sallayarak oturduğu yatağının içerisine biraz daha yerleşti ve gözlerini büyüterek endişeyle sordu. "Neredeydi? Kızgın mıydı?"

Arkadaşı kapıyı örtüp yatağına doğru yürürken, "Yemekhanedeydi ama seni bulamadığı için bize sordu," diye açıkladı. "Gazel Hüseyin'in sana kızmasını istemediği için nerede olduğunu bilmediğini söyledi. Oysa ki yalandı, odada olduğunu biliyordu."

Gazel buradaki tek ve yakın arkadaşıydı. Birbirlerini koruyorlardı ve bunun sevgiyi göstermenin bir başka yolu olduğunu öğrenmişlerdi. Gazel'i savunma iç güdüsüyle, "Beni korumak istemiştir," dedi, sesi hüzünlüydü. "Yoksa o yalan söylemez ki."

"Hüseyin Amca anlamış gibiydi, çünkü Gazel'i yanımızdan alıp gitti."

Mila bazen korkunç şeyler duyuyordu, geceleri ruhuna fısıldanan ümitsiz şarkılar işitiyordu ve o şarkıları ne zaman duysa, korkusunu yenmek için o şarkıların ritmine kapılıp dans ediyordu. Canını acıtan ne varsa, yenmeyi öğrenmişti. Bazen korkunç şeyler duyduğunda tıpkı böyle hissediyordu ama neden bu kadar korktuğunu anlamıyordu. Hüseyin Amca Çisem'i nereye götürmüş olabilirdi, ona da zorla sarılmak ister miydi? Safir arkadaşı için duyduğu endişeye kapıldı ve ayaklarını aşağıya indirerek yataktan kalktı. Yatağının ucundaki terlikleri giyerek odanın çıkışına ilerlemeye başladığında Melisa ona ne olduğunu sordu ama nezaketsizlik olduğunu bilse de Mila bu sefer ona cevap vermedi.

Koridora çıktı, alt kata indi ve etrafına bakınarak yürümeye başladı. Hüseyin Amca onu hep en alt kattaki koridora indirirdi, Gazel'i de mi oraya götürmüştü? Ellerini kendine sardı ve en alt kata indiğinde bacakları duyduğu korkuya tepki vererek titremeye başladı. Burada kimse yoktu, zaten herkes yemekhanedeydi. Safir Mila kalbi küt küt atarken koridorun karanlık ucuna doğru ilerledi ve o an karanlığın içinde birisi iri, birisi küçük olan iki siluet gördü. Hüseyin Amca dizlerinin üzerine eğilmiş, Gazel'e bir çikolata veriyor ve onun saçlarını gülümseyerek okşuyordu. Gazel çikolata bulduğu için mutlu görünüyordu ama bir karanlık duygu sanki kapı aralığından sızıyormuş gibi çoktan Mila'nın içerisine sızmıştı.

Hüseyin amca kendisini şekerle kandırırken Gazel'i çikolatalarla mı kandırıyordu?

Mila ad veremediği duygularla bocalıyor, bu görüntünün kendisini neden huzursuz ettiğini açıklayamıyor, yalnızca Çisem'i buradan alıp gitmek istiyordu. O an sanki Çisem onun hissettiklerini duymuş gibi çikolatası için Hüseyin Amcaya teşekkür etti ve arkasını dönüp mutlu bir şekilde diğer merdivenlere koşmaya başladı. Tamam, Hüseyin Amca ona sarılmamış, onu öpmek istememişti; eğer bunu yapsaydı bu sefer ona bağıracak, arkadaşını koruyacaktı ama gerek kalmamıştı. Gazel'in gözden kaybolduğunu gördüğünde elini kalbinin üzerine bastırdı ve fark edilmemek için Tanrı'ya yalvararak parmak uçlarında yavaşça arkasını döndü. Gitmek, kaçmak istiyordu ama canavara bu kadar yakınken kaçamıyordu.

"Mila, orada ne yapıyorsun?"

Onu görmüştü, Mila bunu fark ettiği an ürperdi ve kalp atışlarının avuç içine daha sert çarptığını hissetti. Duymamış gibi yapmayı istedi, böylelikle koşar ve merdivenlere ulaşarak yukarıya çıkardı. İleriye doğru bir adım attığında, Hüseyin'in karanlık gölgesi önünde belirdi ve o an onun kendisine tahmin edilenden daha yakın olduğunu fark etti. "Ben de seni arıyordum. Bekle tatlım, gitme."

Mila onu duymuyordu, korkularını duyuyordu. Bütün hücreleri ayağa kalkmış, ona gitmesi gerektiğini buyuruyordu. Kafasını isterik şekilde iki yana sallamaya devam ederken sesini soluğunu çıkaramadan daha hızlı yürümeye başladı ama Hüseyin Amcası çoktan ona yetişmişti. Bacakları telaş içinde koşturma çabası içindeyken, Hüseyin eğildi ve kız çocuğunu kollarının iki yanından tutarak kendine doğru çevirdi. Safir Mila beklenmedik bu temasla beraber kendini kaybetti ve ufak bir çığlık atarken onunla göz göze geldi. Adamın bakışları ruhunun bir rengi gibi katran karasıydı ve Mila o gözleri gördüğünde, öldüğü yeri görmüş gibi olmuştu. Karanlık bakışları bütün vücudunda bereketli bir korkunun hasat vermesini sağlarken, onun avuçlarındaki çirkinliklerin de bedenine bulaştığını hissediyordu. Tanrım, sen beni cennetle yıka; cehennemi anca bu söndürür.

Mila Hüseyin'in kollarında sarsılırken, adam onun çığlık atmasından endişe duyarak kafasını çevirdi ve koridoru kontrol ederek tekrardan kıza döndü. Elinden birini kaldırıp onun ağzına kapatırken, "Sakın," dedi uyarıcı bir ses tonuyla. "Sakın bağırma, sus!"

Sus!

Kız çocuğu, ağzının üzerindeki iri elin varlığına tahammül edemeyerek titremeye başladığında, göz yaşlarının gözlerini ısırdığını hissetti. Hüseyin Amca elini ağzına örtmüş, ona susmasını emrediyordu ve Mila bu nezaketsiz, kaba tavır karşısında hıçkırıklara boğulmamak için direniyordu. Eli kocamandı, neredeyse ağzıyla beraber yüzünün yarısını da kaplamıştı ve Safir kaçıp gitmek istese de koluna baskı uygulayan el yüzünden gidemiyordu. Ona sus, diyordu ama Tanrı mutlaka ki konuşmasını istiyor olmalıydı ki, ona bu ağzı vermişti. Babası görüyorsa ne çok üzülüyordu.

Hayır baba, ağlamıyorum... Sadece gözüme toz kaçtı.

Gerçekten...

"Bı... bırak." Mila'nın  sesi, ağlamamak için verdiği savaşın sebebiyle titriyordu ve kendisini boğulurken konuşuyormuş gibi hissediyordu. Korkuyordu, gözlerini bile kırpamıyordu. "Gideceğim!"

Karşısındaki adam gülümsedi ama bu Mila'nın korkunç duygularını bastırmak yerine onları şiddetlendirmişti. Bazı gülümsemeler güneş kadar sıcakken bazıları karanlığın içinde beliriyor gibi tekinsiz, ürkütücüydü. Gülümsüyordu, cesedinin başında eğlenir gibi. Safir küçük vücuduyla gerilemek için çırpırken, "Tabi gideceksin," dedi adam, onu yatıştırmak istediği belliydi ama kız, bir buzu avuçlasa anca bu kadar soğukluk hissedebilirdi. "Ama öncesinde amcana bir öpücük ver. İzin ver amcan sana sarılsın, seni sev..."

"Olmaz, olmaz, olmaz..." Safir şu an olduğundan daha fazla korkmaya başladı ve kalbi kuş gibi telaşla çırpınırken aynı kelimeyi defalarca kez tekrarladı. "... istemiyorum! Hüseyin Amca neden böyle yapıyor..."

Adam, kendisi için bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ederek huzursuzlandı ve gülümsemesi ortalıkta kanıt bırakmadan olay yerinden ayrılan bir katil gibi dudaklarının kenarından ayrıldı. "Mila, benden korkuyor musun? Bak, elimi çekeyim ve konuşup barışalım olur mu? Hüseyin Amcan seni kucağına alsın, öps..."

"Hayııır!"

Eli ağzında olmasına rağmen kızın dudaklarından dökülen bu bağrış tüm koridorda çınladı ve adamın gözlerinde hadsiz bir öfke filizlendi. Yakalanma korkusuyla elini kızın ağzına daha sert bastırarak, "Sus!" Diye kısık bir hiddetle konuştu. "Büyüdükçe ne kadar kaba bir kız olup çıktın böyle! Sus diyorum sana, su..."

"Ne oluyor orada!"

Koridorda her ikisine de ait olmayan bir ses yankılandığında, adamın gözlerindeki öfke yerini soğukkanlı bir şaşkınlık ve tedirginliğe bırakmıştı ve Safir Mila gözlerindeki karanlığa sızın ümit ışığını hissetmişti. Eli hâlâ ağzını örterken, adamın omzunun üzerinden arkaya baktı ve Müdire Hanım'ın koridorun ucunda durup, şok bir ifadeyle kendilerine baktığını gördü. Safir ıslanan kirpiklerini birkaç kez kırpıştırarak müdireden yardım istemek için konuşmayı denediğinde, "Bir şey olmuyordu," dedi Hüseyin ve akabinde elini yavaşça kızın ağzından çekerek dizlerinin üzerinden doğruldu. "Mila'ya yukarıya çıkmasını söylüyordum."

Mila ağzındaki elin kaybolmasıyla beraber nihayet nefes almayı başardı ve eliyle gözlerini ovalarken, hıçkırarak Hüseyin'e baktı. Yalan söylüyordu ama kendisi Müdire Hanıma gerçeği söyleyerek onun buradan gönderilmesini isteyecekti. Çenesi yüzünün altında titrerken serbest kalmasıyla beraber vücudunu geriye çekti ve endişeyle Müdire Hanım'a doğru koşarak Hüseyin'den uzaklaştı. Birkaç adımda Müdire Hanım'a ulaşarak onun arkasına saklandığında, "Derhal buradan kaybol," dediğini duydu kadının. Sesi sert, baskındı. "Hüseyin, derhal buradan defol."

Yüzünü Müdire Hanım'ın sırtına gömdü ve omuzları küçük küçük sarsılırken, tekinsiz adım seslerini duydu. Bekçi Hüseyin, "Hay hay," diyerek uzaklaştı ve saniyeler sonra adım sesleriyle beraber gözden kayboldu.

"Safir..."

"Müdire an... anne."

Müdire Hanım kendisine dönerek yüzlerini hizalamak için dizlerinin üzerine eğildi ve onu kollarından tuttu. Mila bununla beraber elini gözünden çekmek zorunda kaldı ve göz yaşlarının ardından Müdire Hanım'ın yüzünü seçmeye çalıştı. Kadın şaşkın ve korkmuş görünüyor, buna rağmen soğukkanlılığını elden bırakmamaya çalışıyordu. Mila kalp kırıklığını birine anlatmazsa ölecekmiş gibi hissettiğinden, bir saniye bile beklemeden, "Yalan söyledi," diye konuştu, sesindeki keder bilinen an acılı şarkının kendisiydi sanki. "Müdire Anne... o çok kötü birisi! Beni tuttu, elini ağzıma kapattı, onu öpmemi istedi, bana sus sus, deyip durdu. Aslında böyle şeyleri hep yapıyordu ama artık yapmasını istemiyorum. N'olur Müdire anne gönder onu buradan, bir daha beni öpmesin, dokunma..."

"Sus!" Kadının ağzından çıkan tek kelime Safir'in kulaklarında adeta zonkladı ve bakışları çektiği acıdan karardı. Sus! Müdire Hanım'da ona susmasını emrediyordu. Kadın onu kollarından tutmuş, fısıltıyla ekliyordu. "Bu gördüklerim burada kalacak, kimseye hiçbir şey demeyeceksin."

"Ama Müdire anne..." Safir artık onu karanlığa birinin çekmesine gerek kalmadığını hissetti; çünkü artık karanlıktaydı. "Başkalarına da yaparsa, başkalarına zorla dokunmaya çalışıyorsa... herkes bilmeli bu..."

"Mila, eğer bunu bir kişiden bile duyarsam sana babanın mezar yerini asla söylemem."

Mila durdu, sustu. Herkesin istediği gibi sustu. Babasının mezarı... Babası eğer görüyorsa, duyuyorsa bu gece bir kez daha ölmüş olmalıydı. Tanrı ona iyi bakıyor mudur? Kendisi için üzüldüğü kadar babası içinde üzülüyordu ama o daha küçücüktü ve elinden hiçbir şey gelmiyordu. Omuzları, taşıdığı yükün ağırlığıyla beraber çöktü ve elini kaldırıp bir anlık üzüntüsüyle Müdire Hanım'ın suratına çarptı. Kadın aldığı darbeyle beraber bocalarken Safir Mila arkasını döndü ve hıçkırarak karanlığın içine doğru koştu. Onu kimse anlamıyor, kimse ona yardım etmiyordy. Sadece sus diyor, bağırıyorlardı. Mila artık buradan kaçmak, gitmek, Gazel'i de beraberinde götürmek istiyordu. Aslında bunları Gazel'e anlatmak istiyordu ama ya Müdire Hanım babasının mezarını ona asla göstermezse... Kalbi, bu düşünceyle beraber acıdı ve karanlığın ucuna doğru süratle koşarken, kimsenin bu savaşta ona siper olmayacağını düşünerek göz yaşları dökmeye devam etti.

Yara bandını yaranın üzerine koymak kolaydır, zor olan yara bandını yaranın üzerinden çekmektir.

Ben küçücük biz kızken saklanmak isterdim, kaçmak; gitmek isterdim. Ben küçücük bir kızken kahraman arardım, duvarların arkasına saklanır o kahramanı beklerdim ama o duvarların arkasından insanlara bakarken birinin düştüğünü görür; gider ona yardım ederdim. Böylece duvarların arkasından çıkmış olurdum, beni görürlerdi, beni incitirlerdi ama beni asla sevmezlerdi.

Korkunç bir hatıranın rüyalarımı bölmesiyle beraber yattığım yataktan soluk soluğa uyanmış, son birkaç dakikadır tavana bakıyordum. Parmaklarım, altımdaki çarşafı hırpalarcasına kavramış, bedenimin bir kısmı hareket edemeyecek kadar kasılmıştı. Algılarım biraz açıldığında üzerimdeki saten geceliğin sırtıma yapıştığını hissetmiş, boynumdan aşağıya akan ter damlalarını fark etmiştim. Uyanalı zaman geçmiş olmasına rağmen soluklarım düzene girmemişti ve çığlık atarak uyandığım için genzim sızlıyordu. Odanın içerisi karanlıktı, gün daha ağarmamıştı ve ıslak gözlerim henüz yeni yeni karanlığa alışıyordu.

Işık...

Yatarken ışıkları açık bırakmıştım.

Titreyen alt dudağımı ağzımın içine alıp ısırdım ve karanlığa daha fazla tahammül edemeyerek üzerimdeki yorganı kaldırarak doğruldum. Bu evin içinde güvendeydim, çünkü bu ev Hazer'indi ama yine de karanlıkta çok korkuyordum. Üstelik yalnızdım, Hazer yoktu, hâlâ dönmemişti. Ayaklarım çıplak zemine bastığında parmaklarım acele içinde baş ucumdaki abajura uzandı. Karanlık beni biraz uğraştırsa da abajuru yaktım ve etrafı gece mavisi bir ışık kapladığında, titreyen elimi alnıma dayayarak ağlamamaya çalıştım. Evet, şimdi daha iyiydim ama hatırladıklarımı nasıl unutacağımı bilmiyordum.

O kadını hiç affetmeyecektim.

Yaşadıklarıma sessiz kalıp göz yumduğu için onu asla affetmeyecektim.

Her ikisinin de yüzünü gözümün önünden silmek için gözlerimi sıkıca yumdum ama maalesef fayda etme. Aksine, gözlerimi yumduğum için karanlıktı ve onlar karanlığın hizmetkârı olduğu için gördüğüm ilk şeyler onlar olmuştu. Parmaklarımla şakağımdan akan teri silerken gözümün önüne daha güzel bir şey getirmeye çalıştım ve az sonra gözlerimin önünde bir yüzün parçaları birleşmeye başladı. O yüz tamamlandı ve o yüze ait amber renkli gözler sanki beynimin içinden beni izlemeye başladı. Hazer'in yüzü gözlerimin önünde, eşsiz bir tablo gibi asılı kaldı.

Hazer... Gideli tam iki gün olmuştu. Gittiği o günden beri onun evinde, misafir odasında kalıyor ve sürekli ondan bir arama bekliyordum. Aslında gittiği ilk günün gecesinde beni aramıştı ama o aramaya yetişemediğim için açamamıştım. O günden sonra beni bir daha aramamıştı, onu arayıp aramamayı çok düşünmüştüm ama meşgul etmekten korktuğum için bir türlü aramaya cesaret edememiştim.

Fakat canıma tak etmişti.

Tam şu dakika onu arayacaktım.

Yatağın ucundan fırlayarak kalktım ve bir an üzerimdeki, Hazer'in bana aldığı geceliğe baktıktan sonra yastığın altına bıraktığım telefonumu aldım. Bu oda, hatırladığım anıdan sonra beni boğmaya başlamıştı; dışarıya çıkmak istiyordum. Elimdeki telefonla ve çıplak ayaklarımla odadan çıktım ve koridorda bir an durarak etrafıma bakındım. Saçlarım yanaklarımdan aşağıya, sırtıma dökülmüştü ve yanağımda kurumuş göz yaşlarım vardı. Elimin tersiyle kirpiklerimdeki ıslaklığı silerken iç çekişlerle beraber koridorun diğer ucuna ilerledim ve Hazer'in odasının kapısı önünde durdum.

Yatağında yatsam ne olurdu ki sanki...

"Arasam seni açar mısın acaba..."

Elimle kapı kulpunu indirerek kapıyı açtım ve içeriye sızdığımda, ay ışığının odayı doldurduğunu gördüm. Kapıyı arkamdan kapatıp sırtımı yasladım ve bir süre etrafa baktım. Her şeyi seçemiyordum ama büyük, yuvarlak, siyah örtülü yatağını seçebilmiştim. Yatağında yatmak istiyordum, belki daha iyi hissederdim ama önce bunu Hazer'e sormam lazımdı. Benim için bir ilkti, birinin sesini duymayı istemek.

Telefon ekranını aydınlattım ve rehbere girerek Hazer'i aradım. Aslında çok garip ama farkında olmadan onun numarasını ezberlemiştim, Gazel'in numarasını bile ezberlememiştim oysa ki. Yanaklarım hafifçe kızardı ve parmağım adına temas etti. Onu arayarak telefonu kulağıma yasladım ve ıslak, heyecanlı gözlerle onun yatağına bakarken, cevap vermesini bekledim. Orada saatin kaç olduğunu bilmiyordum, belki uygunsuz bir saatte aramış olabilirdim ama şu an onunla konuşmak benim için gerçekten bir ihtiyaçtı. N'olur aç! Yüz kızartıcı bir istekti ama yemin ederim şu an Tanrı'dan başka hiçbir şey istemiyordum. N'olursun aç...

"Ah, Mila..."

Açtı.

Sesini duymak vücudumu uyuşturdu ve Ah Mila cümlesi kulaklarımda uğuldayarak kalbimde büyüdü. Ses tonu boğuk, sıcak, etkileyiciydi. Kafamı çevirip yanıma baktım, adımı öyle bir söylemişti ki; sanki kilometrelerce uzakta değil de yanımdaydı. Yanım... Dudaklarım kıvrılmaya başlamışken, parmağımı dişlerimin arasına alarak ısırdım ve bir süre hızlı nefes alışlarını dinledim. Sırtımı kapıdan ayırarak onun yatağına ilerlerken, "Merhaba," diye fısıldadım tek solukta. "Hazer... Hazer, Hazer, Hazer... İsmini söylemek şu an çok hoşuma gitti. Biraz daha söyleyebilir miyim?"

Hazer'in soluğu kesilmişti, sadece yutkunuşunun can alıcı sesini duyuyordum. "Siktir, şu an yanında olmak vardı..." küfrü her ikimizi de kızartmış olmalı ki, bir süre sessiz kaldı. Hissedebiliyordum, farklı yerlerde olmamıza rağmen aynı şarkıyı duyuyorduk. "İstediğin kadar söyleyebilirsin Mila. Sesin yumuşacık, beni mest ediyor."

O soluk alamıyordu, bense soluk soluğaydım. Sanki iki günlük çektiğim susuzluktan sonra yudum yudum içmeye başlamıştım suyu. "Hazer... telefonu açmanı o kadar çok istedim ki... Açmasaydın çok üzülürdüm biliyor musun?"

Kendimi, örtüsünü bozmamaya çalışarak yatağının ucuna bıraktım ve parmaklarımı onun yattığı siyah, saten çarşafın üzerinde dolaştırmaya başladığımda, Hazer'in sert şekilde yutkunduğunu duydum. Onu hazırlıksız yakalamış, heyecanlandırmış gibiydim. Onunla karşılıklı olarak heyecanlanmak beni mutlu ettiği kadar da utandırdı. Elimi götürüp terlediğim için geceliğimin düğmesinden birini açarken, "Seni üzenin var ya ben..." diyen sesini duydum. "Belası olurum belası..."

Bana siper oluyor, yine ve yeniden... Yanaklarım bir hayli kızardı ve parmaklarım saten çarşafını okşarken, dudaklarım birkaç şey demenin arayışına düştü. Vücudumda tatlı bir ağrı vardı ve kalbim kasılıp gevşiyordu. Sesini her duyduğumda gözümü kapatmamak için zor duruyordum. Ateşinin sıcağı ta oradan bile avuçlarımı sanki yakıyordu. "Hazer, sen benim için bir şeyleri göze almaktan bahsettiğinde, benim önümde siper oluyormuşsun gibi hissediyorum," dedim, sesim oldukça boğuk, yumuşaktı. "Ama ben hiçbir kurşun sana gelsin istemem ki..."

Kimse bana bu kadar uzakta olup bu kadar yakında olmamıştı. Sanki hemen buradaydı, nefesi yumuşakça alnımdan süzülüyor, amber gözlerindeki yasla beni izliyordu. Elini uzatmak, saçıma dokunmak istiyor ama yapamadığı için sadece gülümsüyor, ben de onunla beraber gülümsüyorum ve bu an sanki eşsiz bir ana dönüşüyor... Hazer burada olmasa bile burada, çünkü kalbini avuçlarıma bırakıp gitti. "Beni niye bu kadar beklettin Mila?" İç çekişini duydum. "Ara diye ne kadar bekledim biliyor musun?"

Böyle olduğunu düşünmemiştim, yani aramamı beklediğini. Kirpiklerimi kırpıştırırken parmak uçlarımla buz gibi çarşafını okşamaya devam ettim. "Sen oraya iş için gittin, meşgul etmekten çekindim," dedim dürüstçe ve gözlerimi çevirip ay ışığına baktım. "Sen neden beni aramadın ki?"

"Totem yaptım," dedi ansızın ve benim buna şaşkın bir tepki vermeme müsaade etmeden konuşmasına devam etti. "Eğer beni arayan ilk Safir olursa o da bana karşı doludur diye totem yaptım. Ben sana çok doluyum, yani baya..."

"Yaa, Hazer..." Ah, böyle şeyler mi düşünüyordu? Beni düşünüyordu, benimle ilgili şeyleri... Kafasının içindeydim. Ay ışığı gözlerimi kamaştırırken, ruhumda bereketli bir sevinç hissettim.

"Mila?"

"Si?"

"Orada daha gece... Bu saatte neden uyumuyorsun?

Orada saat kaçtı ki, telefon çalar çalmaz açmıştı? Muhtemelen gündüzdü ve buranın gece olduğunu bildiği için uyumuyor olmam kendisini meraklandırmıştı. Birkaç tutam saçımı kulağımın arkasına iterken, "Uyuyordum aslında," diyerek nazikçe anlattım. "Sonra kâbus gördüm, doğrusu kâbusumda yaşadığım bir hatırayı anımsadım... Odanın ışığını açmıştım ama uyandığımda etraf çok karanlıktı, pek utanç verici ama daha da korktum..."

"Siktir." Hazer'in ağzından fısıldayarak, ikinci kez çıkan bu terbiyesiz kelime bir an ikimizin de nefesini tutmasını sağladı ve kaşlarım hafifçe çatılırken, "Afedersin," diyerek aceleyle düzeltti Hazer. Ardından temkinli şekilde mırıldandı. "Korktuğunu duyunca elimde olmayan bir tepki verdim. Elimde değil, çünkü yanında değilim..."

Gemideki kaptanım... Çehresi, sert yüz hatlarının aksine nazik bir düşüşle gözlerimin önüne düştü ve şimdi baktığım ayı gölgede bıraktı. Yutkundum. "Hazer?"

"Balerin'im?"

"Misafir odasında korktuğum için odana geldim, senin için mahsuru var mı?"

Bir takım sesler geldi, hışırtılar ve bunun akabinde Hazer'in boğuk sesi. "Şu an tam olarak neredesin?"

Alt dudağımı ısırdım. "Yatağında..."

"Bak sen," dedikten sonra sertçe yutkunduğunu duydum. "Evimdesin, üstelik odamda; yatağımdasın... Üzerinde ne var?"

Gözlerimi kırpıştırdım. "Efendim?"

Hazer genzini temizledi, o an yüz ifadesini gerçekten görmeyi diledim ama sesiyle yetinmem gerektiğini pekâlâ farkındaydım. "Yani... acaba geceliklerini mi giydin?"

Üzerimdeki beyaz, saten kıyafetlere bakarken sanki beni görebilecekmiş gibi kafamı salladım. "Giyindim, tekrardan teşekkür ederim. Yumuşacıklar."

Hazer'in derinden iç çekişi benim de iç çekmemi sağladı ve bununla beraber bir süre sessizlik yaşandı. İstediği gibi evindeydim ama odasına girip yatağına yerleşmeyi planlamamıştım. Bu etik miydi? Veyahut hoş bir davranış mıydı? Nezaketsizlik ettiğimi düşünmüyordum, üstelik Hazer bundan memnuniyetsizlik duymuyordu. Sessizlik, Han bölene dek devam etti. "Mila, neyi anımsadın? Ağlamamış olmanı ümit ediyorum ama hem kâbus görüp hem karanlıkta kalmanın seni ağlatabileceğini de biliyorum. O ışık nasıl kapandı ki acaba, evin tüm ışıklarını açabilirsin, biliyorsun değil mi? Hiçbir güç seni karanlıkta bırakamaz..."

Elimin içinde onun çarşafını sımsıkıya kavrarken, "Odandan ay ışığı çok güzel görünüyor," diye fısıldadım, ince bir sesle. "Çok güzel şeylere sahipsin Hazer."

"Henüz, istediğim şeye değil."

Kısa bir sessizlik aramızda uzarken, saçımı parmağımın etrafına dolayarak oynamaya başladım. "Umarım... İstediğin her neyse ona da sahip olabilirsin."

"Olmalıyım. Çünkü hayatı hep arayış içinde, manasız yaşamaktan çok usandım..."

Onun sırtında ne vardı bilmiyordum ama hafif bir şeyler olmadığını anlıyordum. Onun için üzüldüm, hatta çok. Keşke Hazer'in bana iyilik yapabildiği kadar ben de ona yapabilsem ama yapamıyordum. Kasvetli geceye uzun uzun bakarken ne diyeceğimi bilemeyerek sustum ve bu sessizliği Hazer doldurdu. "Mila, hâlâ korkmuş hissediyor musun?"

Yalan söylemenin lüzumsuzluğunu fark ederek, "Biraz," diye itiraf ettim ve yatağın ucundan kalkarak gördüğüm komodine yürüdüm. Komodin üzerindeki abajuru yakarken, "Fakat sesini duyduktan sonra daha iyi hissettiğimi, yanaklarım kızararak itiraf etmek istiyorum," diye devam ettim konuşmama, utanç içinde.

Birkaç saniyelik süregelen sessizlikten sonra, "Mila," diye fısıldadı Hazer, yemin ederim ki ses tonu gülümsediğini ele veriyordu. Bu cümlem beni utandırdığı kadar onu gülümsetmişti. "Ne iyi gelirdi sana?"

"Şu an bu sorunun sadece bir cevabı var."

"Peki ne o cevap?"

"Sen."

Cüretkâr davrandığımın farkındaydım ama iki gündür onu görmemiş olmak, beni biraz daha pervasız yapmıştı. Soluğumu tuttum. Hazer'in de afalladığını hissediyordum. Aramızda bazen tek bir kelimeden veyahut cümleden köprü oluşuyordu ve biz o cümlelerden kurduğumuz köprülerle birbirimize yürüyebiliyorduk. Avucumu açıp içine baksam kalbini görürüm sandım, o kadar çok benimsedim işte onu. Saçlarımı parmaklarımın etrafına dolamaya devam ederken, "Kapat telefonu," dediğini duydum Hazer'in ve devamında hiçbir şey söylemeden telefonu ansızın kapattı.

Kaba adam!

Bir süre telefonu kulağımda tuttum ama gerçekten telefonu kapattığını fark ettiğimde elimi kulağımdan indirerek ekrana baktım. Aramayı sonlandırmıştı, hem de cevap bile vermemi beklemeden. Üzüldüğümü hissettim ve telefonu komodine bırakarak yatağın kenarına yerleştim. Acil bir işi çıkmış olabilirdi, anlayışlı yaklaşmam gerekiyordu ama keşke vedalaşma fırsatı yakalasaydık. Sırtımı yatak başlığına yasladım ve bacaklarımı kendime çekerek yatağına baktım. Büyüktü ve çarşaflarda belki hâlâ Hazer'in izi vardı. Parmaklarım soğuk çarşafa bir kez daha uzandığında gözlerimi yumdum ve uyumayı bekledim.

Kısa bir zaman geçmişti ki, kısık sesler duydum ve gözlerimi endişeyle açarken o seslerin yaklaştığını fark ettim. Ben henüz buna bir anlam veremeden sesler çoğaldı ve bunun akabinde odanın kapısına vuruldu. Doğruldum. "Kerem, sen misin?"

"Evet evet." Kerem'in sesi uykulu ve şikayetçiydi. "Benim!"

Kaşlarımı çattım, bu saatte ne işi vardı ve bu odada olduğumu nereden biliyordu? Bu detay beni utandırırken, "Kapıyı açar mısınız?" Diye ricada bulundu Kerem. "Size vermem gereken bir şey var."

Tamam, gecenin bu saatinde kapıya gelmesi beni düşündürmüştü ama Kerem'e güveniyordum. Yataktan doğruldum ve çıplak adımlarla odanın kapısına ilerledim. Bu esnada bakışlarım, ışığın izin verdiği ölçüde onun odasında geziniyordu. Üstüme çeki düzen vererek kapıyı açtığımda koridorun aydınlık olduğunu gördüm ve Keremle yüz yüze geldiğimde, elinde bir laptop tuttuğunu gördüm. "Kusura kalmayın, rahatsız ettim," derken oldukça mahcup görünüyordu Kerem. Üzerinde takım elbisesi vardı ama uykudan uyanmış görünüyordu. Elindeki laptobu bana uzattı. "Kapağını açmanız yeterli."

"Afedersin Keremciğim, neyden bahsediyorsun?"

Kerem uykusuz ve yorgun görünse de sinsi sinsi gülmeyi ihmal etmedi. "İlahi Safir Hanım, anlamamış gibi yapıyorsunuz bir de... Tamam tamam, ben buraya gelmedim, size buna getirmedim. Hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapacağım ki utanmayın..."

Laptobu elime tutuşturdu ve benim karşılık vermeme müsaade etmeden uzaklaşmaya başladı. Koridorun ucuna doğru yürürken omuzları sarsılarak gülüyor, seninle böyle olabilirdik Leyla gibisinden bir şeyler mırıldanıyordu. Tüm bu olan bitene anlam veremeyerek içeriye girdim ve kapıyı kapatarak laptopla beraber yatağa ilerledim. Yatağa çıkarak laptobu yatağın köşesine bıraktım ve yanağımı kaşırken ne yapmam gerektiğini düşündüm. Kapağını açmamın yeterli olacağını söylemişti madem açacaktım. Uzanıp laptobun kapağını kaldırdım ve karanlık ekranına bakıp bir şeyler olmasını bekledim. Olmadı, bunun için çekingen şekilde uzanıp tuşlardan birine bastım ve elimi çekerken bilgisayar ekranının aydınladığını fark ettim. Gözlerimi tuşlardan ekrana kaldırmamla beraberse donup kaldım ve elimi şaşkınlıkla açılan ağzıma örttüm.

Yüreğim beton olsa Hazer şimdi bu bakışlarla o yüreği deler geçerdi.

Bilgisayar ekranındaydı, görüntüsü hareketliydi ve gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. İnanılmazdı ama şu an onu, kilometrelerce ötede olmasına rağmen yanımdaymış gibi görüyordum. Bunu kendime açıklamak için birkaç kez yutkundum ve elimi uzatıp ekrandaki yüzüne parmak uçlarımla dokundum. Hazer benim kadar şaşkın şekilde bakıyor, büyük ihtimalle o da beni görüyordu. Görüntü çok pürüzsüz değildi ama onu seçebileceğim kadar netti. Bunu nasıl yaptığını bilmiyorum ama onu görmeyi istediğimi söyledikten birkaç dakika sonra işte burada, karşımdaydı ve bana bakıyordu. Dudaklarım iki yana doğru kıvrılırken, "Hazer," dedim ve aptalca bir şey yaparak ekrana elimi salladım. "Beni görüyor musun? Ben seni görüyorum. Hatta bir saniye... Şey, çıplaksın."

Hazer'in omuzlarının çıplak olduğunu fark ettiğim an bakışlarımı daha aşağıya indirmeden tekrardan yüzüne çıkarttım ve onunda afalladığını gördüm. Ensesini kaşıyarak, "Affedersin," dedi ve bir anda görüntüsü ekrandan kayboldu. Çok hızlı şekilde kalkmıştı ve şimdi kamera açısında bir yatak vardı. Dağınık, büyük yatak görüyordum. Sanırım bir otel odasındaydı. Parmağımı ısırarak yatakta kaykıldım ve sırtımı yatak başlığına yaslayarak laptobu dizlerime yerleştirdim. Sanırım yataktan kalktığı için üstü çıplaktı, daha önce üstsüz yattığını söylemişti zaten. Elimi, düzeltmek için saçlarıma götürürken, Hazer tekrardan kadraja girdi ve bir koltuğa oturarak bilgisayara yaklaştı. Gözlerimi kocaman açarak onunla göz göze gelmeyi bekledim ve Han, saçlarını düzelterek bakışlarını bana kaldırdığında gözlerimiz birleşti. Tanrım! Bir şey olmuş, hem de bana... Onu görünce anladım. Bir duygu onun yokluğunda büyümüş, kocaman olmuştu. Parmağım dudağımdan düştüğünde, Hazer tıpkı benim gibi elini kaldırarak parmaklarını açıp kapattı. "Merhaba."

"Ha... Halo." *Merhaba*

Boğazım kurumuştu, hem de onu görür görmez. Odası aydınlıktı, sanırım orada sabahtı ve Hazer güne benimle uyanmıştı. Gözlerimi irice açarak ekrana biraz daha yaklaşırken, "Bunu nasıl yapabildin?" Diye sordum ilgi ve heyecanla. "Seni görüyorum Hazer."

Hazer güler gibi bir ses çıkardı. "Şu an akıllı telefona bakıp bir şeyler anlamaya çalışan yaşlı teyzeler gibisin Safir."

Ah, olabilirdi. Muhtemelen heyecanlandığım için saçmalıyordum. Yüzümü ekrandan uzaklaştırırken, "Laptop kullanmasını pek bilmiyorum," dedim ve hafifçe tebessüm ettim. "O yüzden şimdi bir an karşımda olmana anlam veremedim, mazur gör lütfen."

"Nezaketinden hiçbir şey kaybetmemişsin," diyerek ekrana uzandı ve yüzümün herhangi bir yerine dokundu ama bunun nereme denk geldiğini anlamamıştım. Yüzümün her yerine dokunmuş gibi hissederek heyecanla bakışlarımı kaçırdığımda, "Bir uygulama," diye devam etti Hazer, eli az sonra ekranın üzerinden indi. "Onun sayesinde şu an görüntülü konuşabiliyoruz."

Bir anlık gafletle ellerimi kaldırarak çırptım. "Harika bir uygulamaymış."

Hazer onun için heyecanlandığımı görmüş olmalı ki dudaklarını kıvırdı ve bakışlarını tüm yüzümde dolaştırmaya başladı. Hâlâ onunla yüz yüze olduğumuza inanıyor değildim ama işte her zaman ki, hatta daha yoğun bakışlarla beni izliyordu. Heyecanımı belki biraz içimde tutmalıydım, çünkü utanıyordum. Saçlarımın uçlarını parmağımın arasına dolarken ben de onu izledim. Sakalsızdı, yüzünde tek tüy yoktu ama göz altları hafifçe morarmış görünüyordu; uykusuz mu kalmıştı? Üzerine siyah bir tişört geçirmişti ve kollarını masaya dayamış, yakından beni izliyordu. Yüzü, üzerinde emek verilmiş bir ustalık işçisi gibi muazzam görünüyordu. Güzelliği aşikardı, utansam da bunu inkâr etmedim ve saçlarımla oynarken, "Abajur ışığına biraz daha yaklaşsana," dediğini duydum. "Işık yüzüne vursun, seni daha iyi görebileyim."

"Hemen yaklaşıyorum," dedim ve ellerimle bilgisayarı tutarken hızlıca konuştum. "Sen sakın kapatma, hemen yaklaşıyorum."

Arzu ettiği gibi yatakta biraz kaydım ve abajur ışığının yüzüme daha net yansımasını sağladım. Hazer gözlerini bile kırpmıyordu. "Neler yapıyorsun?" Diye sordu, eli ekranın kenarında yavaşça dolaşıyordu.

"Dans ediyorum," dedim ve esneyerek devam ettim. "Meliha Hanımla daha erken saatte, öğleden önce buluşup saatlerce çalışıyoruz. Sonra dans kursundan çıkıp sahafa geçiyorum, işimi yapıyorum, mesai bitince çıkıp eve geliyorum... Kerem her gün bana yemek getiriyor, üstelik lezzetli ev yemekleri. Sanırım bunu ona sen söyledin, çok teşekkür ederim. Sonra yemeğimi yedikten sonra sıcak çikolata içip senin fotoğrafına bakıyorum..."

"Fotoğrafım?" Hazer, sakince beni dinlerken ağzımdan kaçan son kelimelerle beraber duraksadı. Cümlemi tamamlayamadan susmak zorunda kaldım ve dudaklarımı ısırarak bakışlarımı uzaklaştırdım. Yakalanmıştım. "Benim fotoğrafıma mı bakıyorsun sen?"

Bozuntuya vermemeye çalışarak, "Evdeki fotoğraflarından biri işte," dediğimde, "Hayır," dedi Hazer, sesi keyifliydi. "Evin hiçbir yerinde fotoğrafım yok."

"Tamam."

"Ne tamam?"

Ellerimi yanaklarıma yerleştirerek, "Tamam," diye tekrarladım utangaç şekilde. "Kapatabilir miyiz?"

Kapattı, beni kırmadı. Bu mesele hakkında daha hiçbir şey söylemeyerek incelik ettiğinde, "Gracias," dedim ve bakışlarımı ekrana çevirdim. Yanımda olmadığı için sıcaklığını hissedemiyordum fakat onun ruhuna gözlerinden bakarken Hazer'i hiç de uzağımda hissetmiyordum. Saçlarımın tümünü sol omzuma doğru çekerken, "Sen neler yapıyorsun?" Diye sordum, meraklı halde.

Dağınık, yataktan kalktığını belli eden saçlarını başının üzerine doğru iterken, "Çalışıyorum," dedi düz bir sesle. "Sabahları erken kalkıp yatırım yaptığımız şirkete geçiyorum, gece yarısına kadar yapabildiğim ne varsa yapıp otele geçiyorum ve bir şeyler yiyip uyuyorum. Ertesi günde aynı şeyleri yapıyorum, ondan sonra ki günde... Arada bir ortaklık yemeklerimiz oluyor, orada da sıkılıyorum..."

Gerçekten yorgun görünüyordu, bunun için üzülmüştüm. "Han, rica ederim gece yarılarına kadar çalışma, çok yorulursun."

Ensesini ovaladı. "İyiyim ben Sindrella, asıl sen kendini yorma."

Başımı salladım, o isterse kendimi daha az yorardım. Kirpiklerini kırpışını, bakışlarını yavaşça kısmasını izledim. "Hazer, çok özür dilerim."

Afalladığını anladım, çünkü kaşları bir anda çatılmıştı. "Ne için?"

"Gitmeden önce, sen karşımda durup bana sarılmak istediğinde... Sana sarılacak kadar cesur olamadığım için..."

O havalimanında ona sarılmamak... Sarılmak varken sarılmamak... Sarılmayı istemek ama sarılmamak... Ona sarılsam ellerimi nereye koyardım, başımı nereye yaslardım, onu hissettiğimde bayılmadan nasıl durabilirdim? Omuzlarım üzüntüyle düşerken Hazer'in derin bir iç çekerek ekrana yaklaştığını hissettim. Gözlerini gözlerime dikti ve o an pürüzlü görüntüye rağmen bakışları zihnimi yaktı. Eli yüzü cenneti görmüş gibi, Tanrı'nın çok yakınından, tertemiz... Varlığı, ruhumda mutluluğun hasadını veriyordu. Ekrandaki görüntünün netliği kaybolurken, "Beni bekle, güzelim," dedi ve baş parmağını kaldırıp dudağına yasladı. Baş parmağına bir öpücük kondurduktan sonra dudağından çekti ve tereddütle uzatarak ekrandan, yüzümdeki bir noktaya belli belirsiz dokundu. Gözlerim, beni öpmüş olduğunun düşüncesiyle kapanırken, "Dudağındandı," diye devam etti ve gözlerimle beraber Hazer'in de görüntüsünün netliği yavaşça kayboldu.

4 Gün Sonra.

Ay karardı diye güneş çıkmayacak değil ya...

Son günlerde kendimi belirsizliğe giden bir trenin içinde son sürat seyahat ediyormuş gibi hissediyordum. Tren ilerliyor, nerede ineceğini bilen insanlar vakitleri geldiğinde trenden iniyor ama ben nereye gittiğimi bilmeden ilerlemeye devam ediyordum. Hangi durakta ineceğimi nasıl bilebilirdim? Ya da o durakta beni neyin beklediğini... Ben, bu tren nereye gider onu bile bilmiyordum ama durakların birinde beni bekleyen birisi vardı değil mi?

Günler birbirinin aynısı şeklinde, oldukça yavaş geçiyor; ben, bahçedeki meyvesinin hasat vermesini bekleyen bir çiftçi gibi gelecek günleri sabırsızca bekliyordum. İçimde bir çukur açılmış, geçmekte olan günlerle beraber çukurun içini tanımakta gecikmiş olduğum bahtsız bir his doldurmaya başlamıştı. Acı veyahut benzeri hislerle akası olmayan, zamanla ilişkili bir histi. Zamanın, istediğimin aksine bu kadar yavaş akması beni incitmekle beraber duygularımı da büyütüyordu. Bakışlarım hep uzaklardaydı ama ne kadar uzağa baksam görebilirdim onu?

Sahaftan az önce ayrılmış, adı sevinç veya mutluluk olmayan hislerle beraber kaldırımda yürüyor, bir yandan da bugün olanları düşünüyordum. Öğleden önce yetimhaneye gitmiş, Leo konusunda Müdireyle konuşmuştum. Kendisi bana o aile hakkında bir şeylerden bahsetmiş, evlat edinmek için tüm koşullara sahip olduklarını eklemişti. Leo'nun bir aileye evlatlık olarak verilmesini istemiyordum, bu konuda kimseye güvenemezdim. Leo'ya kendim bakmayı istediğini Müdire Hanım'a söylemiştim ama kendisi bunun için yeterli imkânlara sahip olmadığımdan bahsetmişti. Ablası olarak ilk seçenek bendim ama Leo'yu evlatlık isteyen ailenin benden daha iyi şartlara sahip olduğu aşikârdı. Yine de Leo'yu almak için her şeyi yapabileceğimi tekrarladığımda Müdire Hanım bana bir dilekçe yazdırmıştı. Resmî olarak kardeşimi almak için ilk adımı atmıştım ama onu getireceğim evin ihtiyaçlarını karşılamam gerekiyordu. Bunun için yetimhaneden, Leo'yu da ziyaret ederek ayrılmış, paramın bir kısmıyla kendi evime birkaç şey almıştım. Üstelik eve gittiğimde elektrik ve suyumun açıldığını fark etmiş, elektrikli sobayla ısınabileceğim için mutlu olmuştum. Leo'yu alacak, elimden geldiğince tüm ihtiyaçlarını karşılayacaktım.

Yolun karşı tarafına geçmek için kaldırımda durdum ve ışıkları kontrol ederken ellerimi üzerimdeki montun ceplerine yerleştim. Tam da o esnada cebimdeki telefon titredi ve bunun bir mesaj olduğunu anlayarak hızla telefonu cebimden çıkardım. Hazer miydi? O olmalıydı, çünkü geçen dört günde bana müsait olduğu zamanlarda mesaj atmıştı ve şimdi de... Fakat hayır, mesaj Gazel'dendi. Dudaklarım aşağıya doğru bükülürken tuşa basarak onun mesajını açtım.

Gönderen: Takım Yıldızım.

Safir, beni almaya gelebiliiir misin? Ben kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Taksimde, Alaska adında bir klupteyim.

|20.13|

Mesajı defalarca kez baştan okuyarak kafamı iki yana salladım. Tanrı aşkına klüpte ne işi vardı? Başına bir şey mi gelmişti, kendini neden iyi hissetmiyordu? O tarz kalabalık mekânlara, sarhoş olup kendilerini kaybetmiş insanların arasına girmeyi asla istemezdim ama Gazel bana ihtiyacı olduğunu söylüyorsa gitmemek gibi bir ihtimal olamazdı. Alaska klüp mü? Orayı nasıl bulabilirdim ki? Gazel'den tarifi istesem de doğru bir tarif yazacak kendinde olduğunu düşünmüyordum. Doğrusu bu mesajı yazabildiğine de şaşırıyordum, çünkü Gazel'i bir kez sarhoş görmüştüm ve nasıl olduğunu biliyordum. Onun için duyduğum endişeyle beraber en iyisinin bir taksiye binmek olduğunu düşündüm ve kafamı kaldırıp sokağı gözetlerken, tanıdık bir arabanın yaklaştığını gördüm. Yavaşlayarak önüme doğru gelirken, bunun Kerem olduğunu anlayarak rahatladım. Çoğu akşam gelip beni sahaftan alıyordu ve bunun Hazer'in talimatı olduğunu hissedebiliyordum. Araba önümde durduğunda Kerem'in inip kapıyı açmasını istemediğim için hızlıca arka kapıya yöneldim ve kapıyı açıp içeriye girdim. Keremle dikiz aynasından göz göze geldiğimizde, "Merhaba Safir Hanım," dedi her zamanki saygılı tavrıyla. "Biraz geciktim bu akşam, ne yapayım Leyla kur yaparken vakit nasıl geçmiş anlamadım..."

Beni alması zorunlu olduğu bir şey bile değilken böyle kabahatli görünmesi mahcup olmama sebep oldu. "Problem değil," dedim yumuşak bir sesle. "Ben... aslında beni bir yere götürmesi isteyecektim senden. Taksim'de Alaska adında bir klüp varmış, beni oraya götürebilir misin?"

Kerem, direksiyonu çalıştırırken kaşlarını hafifçe çattı, anlam verememiş olmalıydı. "Tabi götürürüm, biriyle falan mı buluşacaksınız?"

Koltuğa iyice yerleşerek yanağımı serin cama yasladım. "Gazel'i alacağım."

Kerem daha fazlasını sormadan arabayı çalıştırdı ve ışıkların yanmasıyla beraber kaldırım kenarından uzaklaştı. Keremle aramızdaki mesafeli ilişki artık daha rahat ve sevimliydi. Ellerimi gerginlikle dizlerimin arasına koyarken bakışlarım bilinçsizce koltuğun diğer tarafına kaydı. Orada genelde Hazer otururdu, aramızda hep mesafe olurdu, o mesafeden elini aramızdaki boşluğa uzatırdı ve o zaman aslında elini bana uzatmak istediğini anlardım.

Bana dokunmayı istediğini.

Yolculuğumuz çok uzun sürmedi, Kerem kısa sürede geleceğimiz caddeye vararak arabayı durdurdu. Yıldızlardaki hayran bakışlarımı çekeek Kerem'e teşekkür ettiğimde, "Sizi yalnız bırakamam Safir Hanım," diyerek kendisi de inmek için arabanın kapısını açtı. "Hazer Bey ara ara bu mekana gelir, sahibiyle az çok tanışıklığı da var; güvenilir bir yer ama ne olur ne olmaz şimdi..."

Sadece başımı salladım, Gazel için duyduğum endişe bir şeyleri düşünmeme müsaade etmiyordu. Arabadan inerek kapıyı arkamdan kapattım ve bakışlarım etrafıma çevrildiğinde, tesadüf eseri tanıdık biriyle kesişti. Olduğum yerden şaşkınca, az ilerimde, taksiden inen Behram'a bakakaldığımda, onunda benden farksız bir şaşkınlık yaşadığını gördüm. Taksinin kapısını kapatarak buraya doğru yürümeye başladığında, "Aa Behramcığım da burada," dediğini duydum Kerem'in.

Behram mesafesiyi kapayarak yanımıza vardığında, "Merhaba," dedim, başka ne diyeceğimi bilemeyerek. Behram'da bizim kadar şaşkın, gergin görünüyordu. İkimize de başıyla selam vererek, "Selamun aleykum," dedi ve bakışlarını mekâna çevirerek insanlara baktı.

"Ben Gazel'i almaya geldim," dedim ve bakışlarımı onun gibi mekâna çevirdim. "Burada olduğunu söyledi de..."

"Ben de," deri Behram. Sanırım sesini ilk kez bu kadar gergin ve mutsuz duyuyordum. "Beni aradı, gelip almamı söyledi, geri çeviremedim..." bakışları mekânın çevresindeki, bir kısmı sarhoş olan insanlarda gezindi. Bazı insanların yakınlıkları beni kızarttığı gibi onu da rahatsız etmiş olmalı ki yüzünü buruşturarak bizden tarafa döndü. Gerçekten... çok huzursuz görünüyordu. "Madem seni de aradı, bana ihtiyaç yok, gideyim."

Ah Gazel, ah! Behram'ı neden aramıştı, onu arayıp böyle bir mekâna çağıracak kadar kendini kaybetmiş miydi? Ona hak veriyordum, bu ortamda bulunmaktan yana çok huzursuz ve isteksizdi. Mahcup olduğumu hissederek, "Kusura bakma lütfen," dedim nezaketle. "Sanırım kendini kaybetti, o yüzden seni aradı. Ben ona yardımcı olurum, sen elbette gidebilirsin. Lütfen onu mazur gö..."

"Behraaaaam!"

Cümlem bitmek üzereydi ki, tanıdık ses görüntüsüyle beraber kadrajımıza girdi ve ikimizin de bakışları mekândan tarafa döndü. Gazel, genç bir adamın omzunun altında durmuş, Behram'a el sallıyor, abartılı bir şekilde gülüyordu. Dudaklarım hayretle aralandı ve Behram'ın donup kaldığını hissettim. Tanrım! Bu kız kendine yapabileceği en büyük kötülükleri yapıyordu. Başımı çevirip Behram'a baktım ve onun yüzünde kontrolsüz bir kızgınlığın belirdiğini gördüm. Bakışları Gazel'in yüzünde birkaç saniye kadar durarak yanında uzanan çocuğa çevrildi ve o an yüzünden geçen tiksinti dolu ifade, işlerin artık çıkmaza doğru yol aldığını bana gösterdi. Taş kesilmiş gibi duran vücudumu zorla kıpırdatarak ileriye doğru bir adım atacak oldum ki, Gazel yanındaki çocuğu itti ve buraya doğru koşmaya başladı. Hiçbirimize fırsat tanımadan soluğu yanımızda aldı ve bir anda parmak uçlarında yükselerek kollarını Behram'ın boynuna doladı. "Gelmişsin..."

Yok artık! Cidden yapmış, şuursuzca Behram'a sarılmıştı. Dudaklarım aralıklı kalırken bakışlarım kocaman oldu ve Behram'ın kaskatı kesilen suratı vücudumdan bir ürpertinin geçmesini sağladı. Kendisi de bu duruma hazırlıksız yakalanmış, donup kalmıştı. Elleri havaya kalkmış, gözleri benim gibi kocaman açılmıştı. Gazel sarhoştu, asla davranmayacağı şekilde davranıyordu ve ne konuştuğunun farkında değildi. "Behram, ben çok özür dilerim, tüm... yaptıklarım için."

Elimi ağzımın üzerine kapatarak başımı iki yana salladığımda, az önceki çocuğun Gazel'e doğru yürümeye başladığını fark ettim ama Kerem birkaç hızlı harekette çocuğu savuşturdu ve onu uzaklaştırmaya başladı. Bu durumu toparlamalı, Behram'ı Gazel'in şuursuzluğundan korumalıydım. İleriye doğru bir adım atarken, "Yalan söylememeliydim," dedi Gazel ve o an neyden bahsettiğini anlayarak endişeye kapıldım. Sesi şimdi hüzünlüydü. "Ama seni görünce... seni kendimden uzaklaştırma fikrinden hiç hoşlanmadım. Gerçeği söylersem benden hiç hoşlanmaz..."

"Gazel." Behram'ın sesi kaskatıydı ve elleri boşlukta bocalıyor, ne yapacağını bilemeyerek tereddüte düşüyordu. Bakışları Gazel'in omzunun üzerinden ileriye bakıyor, ondan uzaklaşmaya çalışıyordu. "Seninle bazı şeylerden konuşmuştuk, bazı kurallardan... Bana sarılman kural dışı anlıyor musun? Şimdi uzakla..."

"Niye ki?" Gazel'in sesi gerçekten, hislerinin aynası gibi yorgun ve fersizdi. "Hoşuna gitmiyor mu?"

Behram çok sıkıntılı görünüyordu, ondan uzaklaşmak için geriliyor ama Gazel o esnada kendisine daha sıkı sarılıyordu. Müdahale etmem gerekiyordu, bunun için yanlarına yaklaşarak ellerimi Gazel'in omzuna koyduğumda, "Burada olduğuna inanamıyorum," dediğini duydum Behram'ın, Gazel'e bakmıyor olsa da söylediklerinin muhattabı oydu. "Bu insanların arasında, böyle bir ortamda..." dudaklarını ısırarak sustu ve Gazel'e dokunmamaya çalışarak gerilerken, yüzündeki hemen hemen her kasın titrediğini gördüm. Behram'a yardımcı olarak Gazel'i omuzlarından kendime doğru çektim ve sarılmaları sonlandığında, Gazel'in ayakta zor durduğunu gördüm. Onunla beraber düşmemek için sırtımı kapıya dayadım ve onun vücudunu kendime yaslayarak kulağına fısıldadım. "Lütfen daha fazla bir şey deme."

Gazel birkaç şey mırıldanarak başını omzuma bıraktı ve sessizce ağlamaya başladı. Elimle saçlarını okşarken çekingen şekilde Behram'a baktım ve onun Keremle beraber uzaklaşan çocuğu izlediğini gördüm. Kendisini ilk defa bu kadar gergin, sıkıntılı gördüğüm için nasıl iletişim kuracağımı bilemiyordum. Bir şeyleri sindirememiş gibiydi, çenesi titriyordu ve elleri stresle birbirine dolaşmıştı. Bakışlarını bizden tarafa çevirdiğinde mahcubiyetle gülümseyerek, "Bunların senin hayatın için fazla olduğunu tahmin edebiliyorum," dedim yumuşak bir sesle. "Yine de lütfen davranışları yüzünden ona kızma."

Behram yüzüne fazla bakmadı, zaten hiçbir zaman uzun süreli göz teması kurmazdı. Sizi gördüğünde veya dinlediğini belirtmek için bakar, sonra önüne dönerdi. Yine aynı şeyi yaparak kafasını önüne eğerken, "Hem de çok fazla," dedi yüzünü buruşturarak. Olduğu ortamdan son derece memnuniyetsizdi ve sanki kaçıp gitmek istiyordu. Gazel'in omuzlarına, sarsılan bedenine birkaç saniye bakarak mırıldandı. "Bana ilk kez bir kadın sarıldı."

Bakışlarımı utançla kaçırarak Gazel'in saçlarını okşarken, Behram'da utanmış olmalı ki kızardı ve burnundan içeriye derin nefesler aldı. "Safir sen iyi bir kızsın, onu... böyle ortamlardan uzak tutsana."

O an Kerem'in bu mekânla ilgili söylediklerini anımsayarak, "Sen de iyi bir arkadaşsın," dedim. "Ama Hazer'i böyle mekânlardan uzak tutabiliyor musun?"

Sorum Behram'ı bozguna uğratmış olmalı ki, cevap vermeden önce bir müddet sessiz kaldı. "Haklısın."

"Behram," dedim aynı yumuşak ses tonumla. "Ben Gazel'i ilk kez böyle görüyorum. O mantıklı, aklıyla hareket eden birisidir ama son zamanlarda kafası çok karışık. Ben... doğru yolu bulması için ona yardımcı olacağım."

Kerem'in yanımıza geri döndüğünü hissederken, Behram değişmeyen yüz ifadesiyle omzumdan ileriye bakmaya devam etti. Çenesi hâlâ titriyordu, bunun yanında gözleri oldukça kederli bakıyordu ve onu böyle bir duruma soktuğumuz için kötü hissetmeme mani olamıyordum. Gazel'in saçlarını okşarken, "Ben de mantığımla, inandıklarımla hareket ederim," dedi Behram, eli ensesini sıvazladı. "Böyle de devam edecek. O da tüm bu davranışlarına çeki düzen vermeli, yoksa oluru yok..."

Başıyla bizi selamlayarak yanımızdan yürüyüp geçtiğinde, omzumun üzerinden dönüp onu izledim. Omuzları çökmüştü, etraftaki sarhoş, pervasız insanlara dönüp bakmadan sokağın ucuna doğru hareket ediyordu. Sadece bir an durdu, başını hafifçe sağına çevirdi ve az önce Gazel'in mekândan beraber çıktığı çocuğa uzun uzun baktı.

Sonra yoluna kaldığı yerden devam etti.

"Ben bir yalancıyım," diye bağırdı Gazel, onun arkasından. Behram'ın onu duyup duymadığını bilmiyordum ama Gazel'in sesi pişmanlık, üzüntü doluydu. Gözlerimi yumarak çenemi başına yasladığımda, "Ben bir yalancıyım," diyerek daha yüksek sesle tekrarladı. "Affedilmez bir şey yaptım!"

Başını göğsüme biraz daha yasladığımda sesi boğuklaştı, azaldı, kayboldu. Geriye göz yaşlarının yüküyle hıçkırıklarının sesi kaldı. Kollarımın arasında hıçkırarak ağlamaya başladığında, onu teselli edecek kelimelerin arayışına düştüm. Üzerinden alkolün, terin kokusunu alıyordum. Beceriksizce yanağından akan göz yaşlarını silerken, "Behram, n'olur," dedi, sanırım onun kendisini duyduğunu sanıyordu ama o çoktan gözden kaybolmuştu. "O eve gitmek istemiyorum, n'olur..."

O ev? Galip'in yanına dönmek istemiyor muydu? O zaman dönmezdi, kimse onu zorlayamazdı. Beraber kalırdık, Hazer evine onu da davet etmeme bir şey demezdi ki. Tam Gazel'e bir şeyler diyecek oldum ki bir telefon sesi duyarak irkildim. Telefon Gazel'e aitti ama onun bu telefonu yanıtlayacağı yoktu. Elimi üzerindeki deri ceketin cebine uzattım ve telefonunu bulduğumda çıkarıp ekranına baktım. Arayan Galip'ti.

Gazelle olduğumu bilmek onu sinirlendirecekti ama bu umurumda değildi. Telefonu yanıtlayarak kulağıma yasladığım anda, "Gazel," diye bağıran sesini duydum. "Neredesin sen Allah'ın belası!"

Her zaman bu kadar kaba olmak zorunda mıydı? Onun yokluğunda endişelenmiş olsa bile neden böyle cümleler kurmak zorundaydı. Gazel'in saçlarını okşamaya devam ederken, "Benim," dedim güçlü bir sesle. Galip sustu. "Gazel yanımda, bu geceyi beraber geçireceğiz Galip."

Huzursuzca geçen birkaç saniyenin ardından, "Yok ya," diyen sesini duydum. "Buna kim karar verdi?"

"Gazel karar verdi, sana da o karara saygı duymak düşer. Tabi sen de saygı duygusu olduğunu düşünmüyorum ama..."

"Safir, farkında mısın, Gazel'in hayatında olduğun müddetçe bizim huzurlu bir ilişkimiz olmayacak. Neden onun hayatından def olup mutlu bir ilişki yaşamamıza izin vermiyorsun!"

Hayır, olan durumu bu şekilde açıklayamazdı. Ben onların ilişkisine zarar vermiyordum, kabalığıyla bu ilişkiye zarar veren Gazel'di. "Biliyor musun?" Dedim kaşlarımı çatarak. "Hazer'de yaptığı şeyler yüzünden Gazel'e karşı ön yargılı ama onun hakkında bana kötü şeyler söyleyip, onu hayatımdan çıkarmamı diretmiyor. Suçu bana atma, bu ilişki biterse sebebi sen olacak..."

"Ya," dediğini duydum Galip'in, sesinde bir inanamazlık vardı. "Demek o adamla bir ilişkin var Safir? Doğrusu seviyeli ilişkilerin adamına benziyordu, alt tabakadan bir kızla birlikte olması onun kalitesini gözümde epey küçül..."

Daha fazla dinlemeyecektim, çünkü daha da edepsizleşmişti. Kaba olmasını es geçerek telefonu suratına kapattım. Onunla konuşmak anlaşmak demek değildi. Beni anlamıyordu, daha fazla kendimi anlatmayacaktım. Ayrıca neden Hazerle onun davranışlarını kıyasladığımı bilmiyordum ama onlar kıyaslanamazdı bile.

Ayrıca bizim bir ilişkimiz yoktu ki...

Kafamı iki yana sallayarak düşüncelerimi savuşturdum ve başımı eğerek Gazel'in yüzünü görmeye çalıştım. Fakat yüzünü göğsüme kapattığı için onu göremiyordum. "Gazel, seni arabaya bindirmeme yardımcı olur musun?"

Gazel'den hiçbir ses soluk çıkmadığında, "Getir götür Kerem burada," diyerek bize doğru yaklaştı Kerem. "Hemen yardım edeyim."

Minnettar dolu bakışlarla kendisine baktım ve Gazel'in dirseğinden tuttuğunda, uzanıp kapıyı açtım. Onu arka koltuğa yerleştirdikten sonra ben de yanına oturdum ve Kerem kısa süre içinde şoför koltuğuna yerleşerek arabayı çalıştırdı. Gazel'in vücudu sarsılıyordu, bu yüzden başını nazikçe omzuma yerleştirdim ve üşümesin diye Kerem'den ısıtıcıyı açmasını rica ettim. Gazel oldukça dağınık görünüyordu, onu bu halde kendimden başka ellere emanet edemezdim.

Çenemi başının üstüne yaslayarak onun saçlarını kaldığım yerden okşamaya devam ederken, cebimde bir titreyiş hissettim ve bunun mesaj olduğunu anladım. Heyecan duygusu son evresindeki kanser gibi bütün vücuduma aniden yayıldı ve parmaklarım titreyerek cebime ulaştı. Yarım yamalak bir gülümseyiş dudaklarımda çiçek açmıştı. Heyecanla ekrana baktım.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Gazel'i evde misafir edebilirsin. Hem yalnız kalıp korkmamış olursun. İyi geceler, tatlı rüyalar.

Not: Avucunun içindekine iyi bak.

|21.02|

Bunu nasıl bilmişti? Gazelle görüştüğümü Kerem mi kendisine iletmişti? Ne ara, nasıl? Yaptığım birçok şeyi kendisine bildiriyor muydu? Hazer'in ilgisine sahip olmak çok hoştu ama keşke bunu benden izin alarak yapsaydı. Gözlerimi kaldırarak dikiz aynasından Keremle göz göze geldiğimizde, yutkundu ve ne olduğunu anlamış gibi kendini savunmaya geçti. "Ben sadece emir kuluyum."

"Bu hiç uygun bir hareket değil."

Bakışlarını kaçırdığını gördüğümde onu mahcup etmek istemeyerek önüme döndüm ve parmaklarımı, mâni olamadığım bir hevesle beraber tuşlarda gezdirmeye başladım.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Kaba davranışınız için size biraz kızdım beyefendi ama yine de avucumun içindekine iyi bakacağım. Ayrıca kaba bir davranışı nezaketle taçlandırdığın için teşekkür ederim :)

İyi geceler, no me hagas esperar demasiado. *Beni çok bekletme*

|21.06|

Mesajı gönderir göndermez telefonu kucağıma bıraktım. Elimi yumruk yaparak parmaklarımın üzerine bir öpücük kondurdum ve avucumu kalbime yaslayarak bir anlık huzurla gözlerimi yumdum. Hazer süregelen tüm hüzün ve acılarımın aksine, sevinç ve mutluluk vericiydi.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Dört gün kaldı. Daha fazla bekletmeyeceğim.

Not: Türkçe söylemeye utandığın cümleleri İspanyolca söylüyor olduğun gözümden kaçmıyor.

|21.08|

Ah, öyle yaptığımı anlamıştı. Bazı şeyleri demek istiyor, utandığım için İspanyolca diyordum. Benim için o denmiş oluyordu ama sanırım Hazer bundan şikâyetçiydi. Ayrıca... dört gün diyordu, dört gün daha beklemem gerektiğinden bahsediyordu. Off, zaten altı gün olmuştu, artık gelseydi ya... Saçlarımı kulağımın arkasına iterek ona cevap yazdım.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

🦋

Bak, bu kalbim. Uçuyor şu an.

|21.09|

Beni epey utandıracak bir mesaj atmıştım, bu yüzden utandığım içim gelecek cevaba bakamadım ve telefonu, ekranını karartarak kucağıma koydum. Yok, atacağı mesaja bakamazdım. Çenemi Gazel'in saçlarına yasladım ve onun sızlanmasını dinlerken yolun akıp gitmesini izledim. Hazer dört gün sonra gelecekti, dört kocaman gün... Çok uzundu, çok... Günler, babamı beklerken de böyle uzun gelirdi bana.

Kerem süratli ama dikkatli şekilde arabayı kullanarak eve yaklaşırken, sayısız ve sonsuz uzaklıkta görünen yıldızları izliyordum. O esnada arabanın durduğunu hissettim, kırmızı ışık yanmıştı. Saçlarımın uçlarıyla oynayıp dalgın dalgın camdan dışarıyı seyrederken arabanın hareket etmesini bekliyordum ama o sırada gözüm bir şeye çarptı. O an sonsuz uzaklıktaki yıldızların benim için karardığını, ışığın dünyadan çekildiğini, her yerin ıpıssız ve zifiri olduğunu hissettim. Kalbimi, bir aslanın elinde, çiğ çiğ yerken görmüş gibiydim. Onlarda kalbimi yemiş, çiğnemiş, tükürüp atmışlardı. Bir an bu karanlığa aldanıp nefessiz kaldığımda, parmaklarım titreyerek cama yapıştı. Buradaydı, caddenin diğer tarafında Müdire Hanım'ı görüyordum.

Geçen dört yılın ardından.

"Ara... arabayı durdurur musun?" Cümle dudaklarımın arasından çıkıp kulağıma ulaştığında, Kerem'in bana döndüğünü hayal meyal görmüştüm. Vücudum kontrolünü tamamen kaybetmişti. Bakışlarım donuklaşırken arabanın zaten duruyor olduğunu fark ettim ve bir an bile beklemeden kapıyı açıp kendimi dışarıya attım. Ayaklarım yerle kavuşurken rüzgârın tokat gibi suratıma bindiğini hissettim. Titriyor, ne yaptığımı çok da bilemiyordum. Bakışlarım onun yüzüne, gülüşüne, gözlerine odaklanmıştı. Bu sanrı değildi, gerçekten karşımda duruyor ve gülümseyerek telefonuyla konuşuyordu. Gülümsüyordu! İnanabiliyor musunuz, gerçekten gülümsüyor! Ben, öldürdükleri çocukluğumun ağırlığını kollarımda tutarak acılarla kıvranırken o gerçekten gülümseyebiliyor.

Kerem'in arabadan çıktığını, endişeyle arkamdan bağırdığını uğultulu şekilde fark ettim ama kendimi durduramadım. Trafiği kontrol dahi etmeden, yumruklarımı sıkarak yolun karşısına geçmeye başladığımda, dizlerimin dayaksızca sallandığını hissettim. Etrafın yoğun gürültüsü ve şehrin ışıkları bir sis perdesinin ardında kalmış gibiydi. Onu gördüğüme hâlâ inanamıyordum, bir daha hiç görmem sanmıştım ama yoğun bir trafik akışında, kaldırımda görmüştüm. İşte buradaydı, ben futürsuzca ona yürürken gülümsüyor, üzerindeki kabana sarılıyordu.

Bir araba aramızdaki yoldan süratle akıp gitti ve mesafemiz kapanırken, dağınık saçlarımdan birkaç tutam suratıma doğru uçuştu. Gözlerimin aralığından, göz yaşları ve öfkeyle onu izlerken, Müdire Hanım atkısını omzuna doğru attı ve başını çevirdiğinde benimle göz göze geldi. O an, küçük bir kızın hayaleti aramızda yürüdü ve onun yakasına yapıştı. Anılar, köhne yerlerden bir bir çıkarken, Müdire Hanım bakışlarını yavaşça çekti ve o an beni tanımadığını anladım. Doğru, çok kişiyi öldürdüğün için hatırlamıyorsun arkanda kaç ceset bıraktığını. Hatırlanmamak, onda biraz bile vicdan lekesi bırakmamış olmak beni daha beter yaptığında, Müdire Hanım'ın yüzünün aldığı şekli gördüm ve bir an sonra bakışlarının şokla bana çevrildiğini.

Hatırladı.

Ama... kaç kişi böyle hatırlanmayı ister ki...

Beni tanıdı, bunu hazmetmeye fırsatı bile olmadan öksürmeye, kafasını iki yana sallamaya başladı. Şaşkınlığı kendisini mağdur ediyordu ama ben durmadan, hâlâ kendisine doğru yürüyordum. Yüzündeki kırışıklıklar artmıştı, saçları artık omzunun hizasındaydı ve onu gördüğüm son andan daha yaşlı görünüyordu. Sadece ona doğru yürüyor, yanına vardığımda ne yapacağını hesap edemiyordum. Gözleri kocaman açılmış, dehşet hali yüzünün her tarafını işgal etmişti. Arabaların arkamdan ve önümden vızır vızır akıp geçtiğini hissederken, Müdire Hanım'ın gerilemeye başladığını gördüm.

Demiştim size, aslında her katil daha çok korkar cesedinden.

Ona varmama bir adım kalmıştı ki, çok yakınımızda bir korna sesi duyuldu ve bununla beraber Müdire Hanım'ın kafası yana çevrildi. Titreyerek, tırnaklarımın avuçlarımı kestiğini hissederek onun baktığı yere döndüm ve yaşlı bir adamın araba camından sarkarak Müdireye el salladığını gördüm. Onu yanına çağırıyordu. Gitmesine izin veremezdim, karşısına geçip nasıl gülümseyebiliyorsun, demek istiyordum. Yalvarışlarım tırmalamıyor mu hiç kulaklarını...

Bakışlarım göz yaşlarımla dolup taşarken bir kez daha ondan tarafa çevrildi ve onun hâlâ kafasını iki yana sallıyor olduğunu gördüm. Ben artık zarar veremeyeceği kadar büyümüştüm ama vücudumda, sayısız yara bandıyla birlikte. Elimi yüzüme götürüp saçlarımı hırsla çekerken, "Gerçek değilsin," dediğini duydum, ardından gözlerini kırpıştırarak yüzünü ovaladığını gördüm. "Hayaletsin sen, vicdan azabısın..."

Benim gerçeğim, dememe müsaade etmeden, az önce kendisini arabasına çağıran adama doğru koşmaya başladığında onun peşine düşmek, bağırmak istedim ama kıpırdayamamıştım. Titreyerek, sayıklayarak arabaya doğru ulaşmaya çalışırken önümden geçmek zorunda kaldı ve o an daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım. Beni yalanlamasına, acılarımı ve kahrolmuş ruhumu görmezden gelmesine tahammül edemeyerek ayağımı ileriye doğru uzattım. Hızlıca koştuğu için bunu göremedi ve ayağıma takılarak, dizlerinin üzerinde yere düştüğünde, dudaklarının arasından acı dolu bir inilti arşa çıktı. İşte, yerdeydi ve korkunç iniltiler çıkarıyor, dizlerinin üzerinde sürünerek uzaklaşmaya çalışıyordu. Yaptığım kötülük müydü? Adı öyle olsa bile bu beni kötü birisi yapmazdı. Ben onlara rağmen iyiliğimi kaybetmemiştim ki kötü olayım.

"Ne oluyor burada?"

Az önce arabada olan adamın inmiş, buraya gelmiş olduğunu gördüm ama onun müdahale edecek olması beni durdurmadı. Bir çırpıda Müdire Hanım'ın önüne geçtim ve dizlerimin üzerine inerek onunla yüz yüze gelmeyi amaçladım. Yüzü eğik olduğu için ilk an beni fark edemedi ama bakışlarını kaldırdığında benimle göz göze geldi. İşte bu gözlerin sahibiydi beni kollarımdan tutan, sarsan, bağıran, iten, sus diyen. İşte bu kadındı ruhumu temizce ortadan kaldırmayı başaran. Bu kadındı, diğerler gibi. O, Hüseyin, annem... Hatta belki, intiharıyla beni sevgisizliğe terk eden babam...

Bakışları, beni bu kadar yakından görmenin şoku ve dehşetiyle beraber kocaman açıldı. Şehrin sesini duymuyordum, kulağımda sadece onun bağırtıları vardı. Kerem miydi ismimi seslenen? Sanırım oydu, sesleniyor, bana ulaşmaya çalışıyordu. Birkaç dakika içinde olanlara inanamıyor, hâlâ onu görmenin inanılmaz olduğunu düşünüyor fakat gerçekliğini sorgulamadan kabul ediyordum. Çünkü kalbim acıyordu, bir sanrı olsaydı acısı bu kadar sahici olmazdı. "Sa... Safir, gerçekten sensin," diyerek eliyle yüzündeki saçları geriye çekerken sayıklayarak konuşmaya devam etti. "Bana çelme taktığına inanamıyorum, sen..."

Aniden, tıpkı onun ve tümünün bana yaptığı şeyi yaparak elimi kaldırarak ağzının üzerine örttüm. "Sus," dedim yüzüne doğru, elimin içi ağzının üzerini tamamen kapatırken. Masallar yerine bağırtılarıyla uyuttuğu bu kızdan şimdi korkuyordu ve bu gözlerinden apaçık okunuyordu. Ben de böyle korkuyordum ve sen karşılığında yalnızca beni daha ne kadar kırabileceğini düşünüyordun. "Sus! Böyle diyordun sen... Neden öyle bakıyorsun? Çok korkunç değil mi, sırf senden güçlü olduğu için birinin sesi susturabilmesi, bunu yaparken elini ağzına kapatması..." birinin beni dirseğimden tuttuğunu hissettiğimde çığlık atarak kaçmak istedim ve o an bu dokunuşun beni böylesine korkutmasına sebep olan insanlardan birinin karşımda olduğuyla yüzleştim. Göz yaşlarım akarken bas bas bağırdım. "Şimdi sus ama ben istediğimde konuşacaksın tamam mı? O gün geldiğinde her şeye şahitlik edeceksin, ikinizi de hapse tıktıracağım. Diyeceksin, ben gördüm, ben şahidim, bu kıza sayısız kötülük ettik diyeceksin! Şimdi sus... zamanı geldiğinde ben istediğimde konuşacaksın! Her şeyi bir bir anlatacaksın. Cezasız kalmayacaksınız, ben utanmayacağım, siz utanacaksı..."

Konuşmaya devam ediyordum ki, birinin beni kuvvetle çektiğini hissettim ve bir an sonra kendimi kaldırımın diğer ucunda, kalçamın üzerinde buldum. Yabancı adam beni itmiş, Müdire Hanım'ı kaldırmaya çalışırken, sarsılarak ağlıyor ve yok olup gitmek istiyordum. Kulaklarım çınlıyor, kalbim dört nala koşuyordu. Adamın düşmancıl bakışları bana döndüğünde, ondan veya bana bir daha dokunacak olmasından ürkerek geriledim. O esnada, "Ne yapıyorsun sen?" Diyen hiddetli sesi duydum. Kerem bakış açıma girdi ve az önce beni iten adama doğru yürümeye başladı. "Yaşına başına bakmam alırım ayağımın altına, çek o bakışlarını vallaha kan çıkar burada..."

Yüzümü önüme çevirerek titreyen vücudumu kaldırmaya çalışırken, adamın konuşmamak için kendini sıktığını görmüştüm. Müdire Hanım'a dönerek onu kaldırmaya çalıştığında, Kerem'de yanıma yürüdü ve tek dizinin üzerine eğilirken, "Safir Hanım," dedi, sesine derin bir endişe vakıftı. "İyi misiniz? Ben nasıl oldu da yetişemedim ya Allah cezamı versin! Durun, izin verin yardım edeyim."

O adamın dokunuşundan nefret etmiştim, tiksinmiştim. Birinin bana dokunmasını hiç istemiyordum ama Kerem'in yardımını kabul edebilirdim. Başımı salladım ve Kerem yavaşça dirseğimden tutup kalkmama yardımcı olduğunda, göz yaşları içinde dönüp o kadına baktım. Yanındaki adamla beraber arabaya yaklaşmıştı ve tam binmek üzereydi ki, hissetmiş gibi omzunun üzerinden bana döndü. Göz göze geldik, her ikimiz de ağlıyorduk ama onun göz yaşlarını, söneceğini bilse cehennem bile istemezdi. Tiksintiyle yüzümü buruşturarak önüme döndüm ve kollarımı kendime sararak arabaya doğru yürümeye başladım.

Arabaya yerleştiğimde o arabanın çoktan çalışıp gözden kaybolduğunu gördüm. Zaten onunla aynı ortamda daha fazla bulunmak istemiyordum. Kollarımı kendime sararak bacaklarımı yukarıya çıkarttım ve Kerem'de şoför koltuğuna yerleştiğinde dönüp Gazel'e baktım. Her şeyden habersizce uyuyordu. Bazen ona anlatmak istiyordum, bak, bende ne kadar yara varsa hepsinin bir sahibi var demek istiyordum. Gazel, n'olur uyan, ben uyuyamıyorum.

"Safir Hanım, iyi misiniz?"

İrkilerek elimle yanağımdan akan göz yaşlarını sildim. "Çin de saat kaçtır sence Kerem?"

Bu sorum Kerem'in duraksamasını sağladı. Hazerle biraz önce mesajlaşmıştık ama görüntülü arama yapmak için uygun bir saatte mi bilemiyordum. Dudağımda, göz yaşlarımın tuzlu tadını alırken, "Gece, iki üç gibidir sanırım Safir Hanım."

Çok geçti, aramak, konuşmak için gerçekten geç bir saatti. Oysa ki görüntülü konuşmak, yüzünü görmek, iyi hissetmek istemiştim. Fakat yapacak bir şey yoktu, onu bu saatte rahatsız etmeyecektim. Üzüntüyle başımı sallayarak ellerimi saçlarımın arasına gömdüm ve yıldızları görmek için gözlerimi camdan dışarıya çevirdim. Aydınlığı görürsem aydınlığa kavuşurum sandım ama yaşananları zihnimden silmek ne mümkündü ki...

Kerem ne kadar kötü hissettiğimi anlamış olmalı ki bir daha bana ne olduğunu sormadı, oldukça anlayışlı davrandı. Zaten sorsa da konuşarak zerre gücüm yoktu; sadece çığlık atmamak için susuyordum. Daha gece onu kâbusumda görmüştüm, bugünse gerçekten. Kâbusum ne kadar korkutucuysa onu görmekte o kadar, hatta daha korkutucuydu. Yanına nasıl gitmiştim bilmiyordum, sadece onunla yüzleşmek, onun vicdan azabı olmak istemiştim. Ona söylediklerimde ciddiydim, gün gelecek cezalarını çekmelerini sağlayacaktım. Gözlerini gördüğümde bana bağrışlarını, öfkesini, hakaretlerini, bana sus derken nasıl sustuğunu hatırlamıştım. On bir yaşındaydım ve onlar hiçbir şeyden korkmadığı kadar benden korkmuşlardı.

Eve ne ara geldiğimizi anlamadım, çünkü düşüncelerimle çatışma halindeydim. Araba durduğunda etrafıma baktım ve Hazer'in evine geldiğimizi gördüm. Kerem indi ve vakit kaybetmeden bahçenin kapısını açtı. Donmuş gibiydim, hareketsizce olup biteni izliyordum. Kerem geriye dönüp arka kapıyı açtı ve benim Gazel'e yardım edemeyecek kadar kötü olduğumu gördüğünde izin ister gibi bana baktı. Sessizce başımı salladım ve o Gazel'i doğrultup arabadan inmesine yardımcı olurken, ben de kendi tarafımdaki kapıyı açtım. Kerem Gazelle beraber bahçe kapısından içeriye girerken araba kapısını kapatarak yürümeye çalıştım. Sokağın karşısına, eve doğru yürümeye başladığımda göz yaşlarım hâlâ yanaklarımdan akıyordu. Tabi gün doğacaktı, güneş görünecekti ama benim için hiç aydınlık olmayacak gibiydi.

Sokağın karşısına, eve doğru bir adım daha atıyordum ki, tekerleklerin yere sürtündüğünü belli eden o sesi duydum ve başımı çevirip sokağa baktım. Bir arabanın, şiddetli bir süratle üzerime doğru ilerlediğini gördüm ve dudaklarım şokla aralanırken, beynimden gelecek bir komut bekledim. Arabayla aramızda bir adım kadar mesafe kaldığında kalp atışlarımı kulaklarımda hissettim ve kendimi son anda kaldırıma atarak dolanan ayaklarımla beraber dizlerimin üzerine yapıştım. Araba, arkasında bir egzoz birikintisi bırakarak karanlığa doğru süratle ilerlerken, arabanın bir plakası olmadığını güç bela fark ettim. Ellerimdeki sızıyı hissederken araba gözden kayboldu ve gerisinde korku dolu bir kalbin atışlarını bıraktı.

Bir dakika kadar orada durarak soluklandıktan sonra doğruldum ve ellerimi silkeleyerek bahçe kapısından içeriye girdim. Ara sokakta neden bu kadar hızlı gittiğini anlamamıştım ama bir an gerçekten arabanın bana çarpacağı korkusuna kapılmıştım. Kalbim gürültüyle atarken bahçe boyu yürüdüm ve açık olan sokak kapısından içeriye girdim. Kerem, Gazel'in koltuğa yatmasına yardımcı oluyordu.

"Safir Hanım, bir ihtiyacınız var mı?"

Bir ihtiyacım... Sanırım vardı. Salonun içine doğru yürürken, "Teşekkür ederim," dedim sessizce. "Sadece... uyumak istiyorum."

Kerem Gazel'in üzerine, onun montunu örterken mırıldandı. "Biraz daha bekleyin derim ben."

"Efendim?"

"Hiç."

Kerem doğrulurken boğazımdaki kuruluğu hissettim ve birkaç yudum su içmek için mutfağa doğru ilerledim. O sırada gözüm tezgâhın üzerindeki saksılara çarptı. Üç tane küçük saksı yan yana duruyordu ve içlerindekiler kaktüstü. Su içmeyi unutup saksılara doğru yürürken, "Kerem," diye seslendim salona doğru. "Bu kaktüsler nereden çıktı, ilk defa görüyorum."

"Aaa." Kerem'in yanıma yürüdüğünü hissettim. "Onlar benimdi. Ben birkaç gecedir burada olduğum için onları da yanıma getirmiştim."

Ellerimi tezgâha dayayarak küçük, tatlı kaktüsler izledim. "Çok sevimliler Kerem."

"Hazer Bey hiç öyle düşünmüyordu, sadece elime batırmak için kullanıyordu bu kaktüsleri..."

O sırada, "Hazer Bey," diyerek Kerem'i tekrarladı Fıstık, kafesinin içinden. "Hazer yok, yok ki Hazer..."

Son cümleyi, Fıstık'ın yanında ben kurmuştum, anlaşılan o ki unutmamıştı. Ona huysuz bir bakış atarak tekrardan kaktüslere döndüğümde, Kerem'in saksıları almaya çalıştığını gördüm. Tereddüt içinde dudaklarımı araladım. "Kerem, acaba kaktüslerden birini ben alabilir miyim?" Duraksayarak muziplik yaptım. "Hem ben de senin intikamını alıp Hazer'in eline biraz kaktüs batırırım."

Kerem'in bakışlarının sinsilikle parladığını gördüm. "Olur," dedi ve tezgâhın üzerindeki saksıyı bana doğru itti. "Ama bak batıracaksınız tamam mı? Sizin olsun bu, iyi de bakın ona ama lütfen Hazer'e batırmayı unutmayın."

"Tamam." Uzanıp hevesle tezgâhın üzerindeki saksıyı kucakladım. "Çok çok teşekkür ederim, beni geri çevirmediğin için."

"Hazer Bey'in eline batıracağınızı söyleyerek aklımı çeldiniz..." bana sırıtarak saksılarını kucakladı ve sırtını çevirerek mutfaktan ayrıldı. Hazerle aralarında garip bir iletişim, sürtüşme vardı ama birbirlerini sevdiklerini düşünmüyor değildim.

Kerem, herhangi bir ihtiyacımda kendisini çağırabileceğimi söyleyerek evden ayrıldığında bir süre mutfakta bekledim ve sonra kucağımdaki saksıyla beraber salona geçtim. Gazel sızmıştı, derin bir uykudaydı. Saksıyı ortadaki sehpanın üzerine bırakarak yukarıya çıktım ve misafir odasındaki battaniyeyi alarak indim. Battaniyeyi Gazel'in bütün vücuduna örterek koltuğun önünde dizlerimin üzerine çöktüm ve bir süre yüzünü izledim. Karanlıkta kalamadığım gibi onu da karanlıkta bırakamazdım, bu yüzden abajuru açmıştım. Saçlarını yüzünden çekerek okşarken, "Kararlarını doğru da yanlış da bulsam hep seninle olacağım," diye fısıldadım ve uzanıp alnından öptüm. "Çünkü sen benim takım yıldızımsın."

Onun yanından ayrılıp saksımı kucakladım ve yukarıya çıkarak koridorda bir süre durdum. En son Hazerle görüntülü konuştuğumda onun odasında kalmıştım ve bugün de orada kalmayı istiyordum. Saksımla beraber onun odasına yürüdüm ve kapıyı açıp içeriye girdiğimde doğrudan ışığı yaktım. Bu odayı hiç aydınlıkken görmemiştim ve nasıl olduğunu merak ediyordum. Olduğum yerde durarak aydınlanan odaya baktım. Gerçekten büyük, sade ama şık bir odaydı. O kadar düzenliydi ki, açıkçası yatağa oturmaya bile çekiniyordum. Her şey siyah ve beyazdan ibaretti, fanatik olduğunu daha fazla belli edemezdi sanırım. Duvarları beyaza boyalıydı, geniş, görkemli bir kıyafet dolabı vardı ve tam yatağın karşısına konumlandırılmıştı. Yerde beyaz, yün bir halı duruyordu. Yatağın bir tarafında ayaklı bir avize, diğer tarafında konsol duruyordu. Oda tertemizdi ama Hazer'in evini kimin temizlediğini gerçekten bilmiyordum. Odası kendisi kokuyordu; yoğun ve erkeksi. Bir boydan aynası vardı, kenarları siyah işlemeliydi ve aynalı masasının üzerinde çeşit çeşit aksesurları duruyordu. Çamaşırlarının ve kemerlerinin o dolabın altındaki raflarda olduğunu, yanlışlıkla açtığımda fark etmiştim. İç çamaşırlarını... Ah, utanç vericiydi!

Odanın muntazamlığını hayranlıkla süzerek komidine yürüdüm ve saksımı komidine bıraktıktan sonra odadan çıktım. Bir duş almak, tüm yorgunluğumu atmak istiyordum. Hâlâ kendime gelmiş değildim, göz yaşlarımın izleri yanaklarımı germişti. Kaldığım misafir odasına geçtim ve yanıma temiz havlu alarak banyonun yolunu tuttum. Güven sıkıntım yoktu, artık kendimi bu eve yabancı hissetmiyordum.

Hazer bunu bilse mutlu olurdu.

Garipti ama birbirimizi mutlu edebiliyorduk.

Bir erkeğin beni mutlu edebileceğini hiç düşünmemiştim.

Banyoya iç çamaşırlarımla girdim, mahrem yerlerime bakamaz, utanırdım. Hem yaralarımda varken... O yaralar, hepsini ben kendim açmıştım. Sadece... Duşun altına girdim ve sıcak su başımdan aşağıya akarken, ısrarcı göz yaşlarını koy vererek ağlamaya başladım. Onunla göz göze gelmek, yaralarımı açıp izlemek gibiydi. Çok kötüydüm, iyi hissetmiyordum. Onların bana yaptıklarını zaten unutamamışken daha da sert şekilde yüzleşmek, avuçlarımın üstüne düşmek gibiydi. Hayatla savaşmak her zaman zor olmuştu ve ben her defasında kendime yıkılamazsın, demiştim. Düştüğün yerden kalkmasını öğrenmelisin, kendi yaralarını sarmayı öğrenmelisin.

Çünkü ben bir kahraman aramıyordum, kendi hayatımın kahramanı olmak istiyordum.

Hazer'in güzel kokulu şampuanıyla başımı yıkadım, sonra sabunlarıyla vücudumu. Temizlendiğimi hissetmek istiyordum ve neyse ki duştan çıkıp havluya sarındığımda temizlendiğimi hissetmiştim. Banyodan ayrılarak kaldığım misafir odasına geçtim ve hiç vakit kaybetmeden kurulanarak üzerimi giydim. Ev sıcaktı, bu yüzden askılı bir badi ile tayt giymiştim. Saçlarımı bir el havlusuyla kuruladıktan sonra özenle taradım. Saçlarımı çok severdim, imkanım yetseydi güzel bakım kremleri kullanırdım ama hayatımda lükse yer yoktu maalesef. Saçlarımı taramayı bitirdiğimde kollarımı ovuşturarak koridora çıktım ve Hazer'in odasına yöneldim. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde içimi tarifsiz bir sıcaklık kaplamıştı ama bunu açıklayamıyordum. Ampulu söndürüp abajuru açtım ve çarşafın üzerine çıkarak bir süre yatağa baktım. Acaba yatağın sağ tarafında mı yatıyordu sol tarafında mı? Belki tam ortasında yatıyordur. Vücudumu aşağıya kaydırarak kendimi yatağın ortasına konumlandırdım ve bacaklarımı kendime doğru çekerek der top oldum. Islak bakışlarımı zifiri gökyüzünde parlayan en büyük şeye, gümüş rengindeki aya çevirdim ve gözlerimi usulca yumdum.

Aslında kalkıp dans etmek istiyordum ama... Hazer yokken müziğin sesini duyamıyordum.

Gözlerimi yumdum ve bakışlarımın önüne o kadının sıfatını değil de Hazer'in çehresini getirerek tatlı bir uykuya daldım. Ben uyurken göz yaşlarım hâlâ gözlerimin kenarlarından akıyordu ama nasıl olduysa uykumun bir anından sonra rüya görmeye başladım. Hımm, rüyamda kapı açılıyor, içeriye birisi giriyordu ama garip olan, ışığın tıpkı uyumadan önce olduğu gibi yandığıydı. Böyle geniş omuzlu, heybetli birisiydi rüyamdaki kişi. Hatta siyahlar içinde, öyle ki bir an abajurun ışığını bile kesiyor. Sonra bir an kayboluyor, kısık kısık sesler geldikten sonra ellerim arayış içinde ileriye uzanıyor. Kim olduğunu merak ediyordum, çünkü bunun kâbusumlarımda gördüğüm canavarla bir alakası yoktu. Güzel bir rüyaydı, hatta gerçeğe çok yakındı. O siluet, kaybolduktan bir an sonra yine gözlerimin önünde belirdi ve dudaklarımdan bir gülümseme geçti. Artık bana daha yakındı. Kimdi bu kimdi... Yoksa Hazer miydi? Rüyama mı girmişti? Yatağın hafifçe çöktüğünü hissederken soğuk bir nefes alnıma çarptı. Rüyada olduğum halde duyguları böyle hissetmeme şaşırarak gözlerimi kırpıştırdım ve Hazer'in kızarmış, üşümüş yüzünü gördüm. Karlar ülkesinden mi çıkıp gelmişti rüyama? Yüzü benim yüzüme hizalanmıştı ve bakışları, cenneti görmüş gibiydi. Gülümsemeye devam ettim. "Hazer çık rüyamdan... Çok utanıyorum."

Görüntü pusluydu, zaten rüyalarda böyle olurdu. Gülümsüyordum, çünkü yüzüne hasret hissediyordum ve onu görmekten sevinç duyuyordum. Hoş bir ses geldi, sanırım Hazer rüyama gülüyordu. "Hımm," dedi usulca, sesi düşlerimin içinden tenime düşmüştü sanki. "Ne yapıyoruz ki utanıyorsun..."

Kıkırdayarak, biraz da kızararak yastığıma sarıldım ve gözlerimi tamamen kapattım. "Rüyamdan çık, bir uçağa atla ve lütfen yanıma gel. Uç uç uç... Kalbimin sana uçtuğu gibi..."

"Yanındayım," diye bir fısıltı duydum ve hemen ardından, soğuk nefesin beni üşüttüğünü hissettim. "Ay ışığında mest edici görünüyorsun."

"Çok üşümüşsün," dedim rüyamdaki Hazer'e ve uzanıp üzerindeki ceketle onu örtmeye çalıştım. "Nefesin bile üşümüş Han... Ellerin nerede, ısıtmanı yardımcı olayım..."

Rüyam çok güzeldi, gözlerimi açıp uyanmaktan korkuyordum. Bu yüzden gözlerimi kapalı tuttum ve uzanıp onun ellerini arayışa çıktım. Biz onunla el ele bile tutuşmamıştık, sadece parmaklarımız birbirine temas etmişti ama bu rüyaydı ve burada özgürdüm. Onun elini ararken üşümüş parmaklarına denk geldim ve onlara dokunarak, "Buradalar," diye fısıldadım, mest olmuş halde. "Kar mı yağıyor yoksa?"

Sesi kesik kesikti, heyecanlanmış mıydı? "Lapa lapa hem de."

Gülümsedim, karı çok severdim. Eğer yağıyorsa uyandığımda çıkıp karda yürüyebilirdim. Yanağımı Hazer'in kokusunu aldığım yastığa biraz daha bastırırken, "Yatağımdasın," dediğini işittim, sesi şarkının sonuna gelmiş gibi, kısıktı. "Evime gelip seni yatağımda bulmak... Mila, Mila, Mila... İsmini defalarca kez söyleyebilir miyim?"

"Por favor." *Lütfen*

Üşümüş, soğuk nefesi artık kulağımdaydı. Fısıldıyordu: "Mila, Mila, Mila, Mila..."

Düşün içindeki gerçek gibiydi. Elle tutuluyordu, gözle görülüyordu ama rüyaydı değil mi? Mila Mila Mila. Hazer Hazer Hazer. O ve onunla ilgili her husus öyle ince bir sevinçle ruhumun ayaklarını yerden kesiyordu ki, artık buna şaşıramıyordum bile. Sesi boğuklaştı, uzaklaştı, yok oldu. Gözlerimi kırpıştırarak açmaya çalıştığımda sisli bir perdenin ardından onu gördüm ve o an bir şeyleri gerçekten idrak etmeye başladım. Rüya bu kadar gerçekçi olamaz, Hazer bir düşten daha fazlası. Gerçek.

Onun üzerindeki kabanı çıkarıp yatağın ucuna bıraktığını, sonrasında odanın çıkışına ilerlediğini gördüm. Bir saniye, bir saniye... Tanrım, o gerçekten buradaydı! Düş değildi, sanrı değildi, eve dönmüştü. Uykumun etkisi azalırken gözlerim tamamen açıldı ve sırtım ellerimin desteğiyle beraber yataktan doğruldu. Hâlâ nemli olan saçlarım doğrulmamla beraber yüzüme dökülürken, Hazer'in kapıyı aralık bırakarak koridora çıktığını gördüm; gözden kaybolmuştu.

Gelmişti! Hazer evine dönmüştü. Dört gün sonra demişti ama bu gece gelmişti. Nasıl olmuştu, bir anda nasıl yanımda bitivermişti? Titriyordum, gerçek olduğu fikrini hiç düşünmemiştim. Vücudum bu sevinci kaldıramıyor, sanki kemiklerim keskin bir cam gibi vücuduma batıyordu. Mutluluğun bu kadar güzel olmakla beraber acı verici bir his olduğunu unutmuş olmalıydım.

Yataktan kalktım ve çıplak ayaklarım zemine bastığında vücudumu bir ürperti okşadı. Hararet ve heyecanla odanın çıkışına ilerleyip kapıdan çıktığımda bakışlarımı koridorda dolaştırdım ve onun aşağıya inen merdivenlere yöneldiğini gördüm. Nereye gidiyordu? Eşyalarını çıkartmaya mı? Çünkü valizini görmemiştim. İniyordu, oradaydı, vücuduyla karanlık koridorda göz dolduruyordu. Kışın acı çekmiştim ama yazın gelmesiyle beraber tüm çiçeklerim açmıştı sanki. Ruhumun keskin derinliklerindeki çukurlarına bir kova sarkıtılmış, içi mutlulukla doldurulmuştu ve şimdi Hazer o kovayı yukarıya çıkarıyordu. Dipteki o mutluluk hissini bana tekrardan hatırlatıyordu.

Karanlığın içinde ona doğru süzülürken, Hazer hissetmiş gibi merdivenin ikinci basamağında durdu ve omzunun üzerinden bana döndü. Yüzünü seçmek zamanımı almış olsa da gözlerindeki parıltılar daha ilk andan beni bulutlara çıkarmıştı. Buradan güneş daha yakın ve yakıcıydı. Kalbimi ateşe atsalar, Hazer gider, sanki ellerinin yanması pahasına kalbimi o ateşin içinden alıp bana getirirdi. Bana hissettiği muhtemel olan şefkatin beni sarhoş ettiğini hissettim ama sarhoş olmak kadar büyük bir günah bile onunla tertemiz görünüyordu. Nefesini tutmuş, beklentiyle bana bakıyordu. Heyecanla hareket edemediğim birkaç saniyeden sonra, "Geldin," diye fısıldadım, sesimi sakin tutmaya çalışarak. "Hoş geldin."

"Ho... hoş buldum." Sesi, kemiklerime kadar batıp adeta benimle bütünleşti. Ben titreyerek ona doğru bir adım daha attığımda, Hazer'in omuzları çok ağır bir yük taşıyormuş gibi aşağıya doğru çöktü. "Rüya olmadığımı fark etmişsin."

Hafifçe kızararak dudağımı ısırdığımda, Hazer'in bakışları gözlerimden aşağıya inerek yüzümün aşağısında birkaç saniye oyalandı. Eli yüzü karşımdaydı, altı koca günün ardından. Yüzüne, kaşına, kirpiğine daha yakından bakmak isteyerek soluk soluğa konuştum. "Daha hâlâ burada olduğuna inanamıyorum."

Hazer'in göğüs kafesi sertçe inip kalktı. "Gelip neden daha yakından bakmıyorsun ki..."

Sise o kadar alışkındım ki, güneşin doğumunu görmek gözlerimi yakıyordu. Ağrıyan dizlerimle bir adım daha attım. "Lütfen, yapacağım şey için beni mazur gör..."

Hazer zorlukla yutkundu ve bir basamak yukarıya çıkarak yönünü tamamen bana döndü. "Lütfen yap şunu!"

Bacaklarım, her ne kadar heyecandan titrese de zor olanı yaptım ve birkaç küçük adım attım. Hazer'de benimle beraber bir basamak daha yükseldiğinde, yüzü biraz daha aydınlıkta kaldı ve saçlarına, kirpiklerine düşmüş kar taneleri göründü. Soğuk, üşümüş nefesi iki dudağının arasından döküldüğünde, vücudum benden bağımsızca hızlandı ve kan akışım kulaklarımda uğuldadı. Oradan bile, sanki bir mucizeyi gerçekleştiricesine eliyle kalbime dokunduğunda, küçük adımlarım büyüdü ve bir an sonra olduğum yerden kuvvetle ona doğru koşmaya başladım.

Aramızdaki mesafe kapanırken gördüğüm son şey onun sıcacık amber gözleri oldu ve bedenim bir saniye sonra hesapsız, kitapsızca omun heybetli bedenine çarptı. Hazer'in göğsünden derin bir çekiş koptu ve kolları hep bu anı bekler gibi vakit kaybetmeden belimin iki yanından uzanarak vücudumu kucakladı. Tanrım, koştum ve ona sarıldım. Vücutlarımız temas etti, birleşti. Göğüslerimizin hiddetli çarpışmasıyla beraber ayaklarım yerden kesildi ve kollarım Hazer'in kollarının altından sırtına uzanarak onu merhametle kucakladı. Vücudunun ısısı ona çarptığım ilk an beni iliklerime dek uyuştururken, üzerindeki kış ve soğuğun kokusu, boynundan yükselen odunsu kokuyla birleşerek burnumdan içeriye sızdı. İkimizin de dudaklarından sızlanış dolu bir inilti çıkarken, Hazerle sarılıyor olduğumuz gerçeği zihnime sanki bir jiletle derin kesikler açtı. Başım omzuna düşerken saçlarım da omuzundan aşağıya aktı ve Han'ın çenesi sol omzuma yerleşirken, üzerimdeki kumaşı avucunun içine alarak beni kaburgalarımdan kalbine doğru sertçe yapıştırdı. Vücutlarımız, hiçbir boşluk kalmayacak şekilde birbirini tamamladı ve dünya etrafımda dönerken kalbim sol göğsüne doğru hiddetle vurmaya başladı. Kulaklarım zonkladı, kalbim uğuldadı, her şey silikleşti, yok oldu, Hazer'in sıcacık kollarında tüm yüklerimden arındım. Tam şu anda bile kemiklerimi bedenimden sökebilirler ama beni onun kollarından sökemezler. "Mila, Mila, Mila," diye fısıldadı Hazer, yumruğunun içine aldığı badimle beraber beni bedenine olabildiğince bastırırken. İkimiz de titriyor, birbirimize daha fazla sarılmaya çalışıyorduk. Elimin altındaki her kas seğiriyordu. "Benim Gece Yarısı Güneş'im, Mila..."

BÖLÜM SONU.

😿

Bence sarılmak o giderken değil, geldiğinde olmalıydı ve öyle de oldu. Bu bölüm çok içime sindi, dilerim sizler de tebessümle okumuşsunuzdur. Lütfen oylarınızı ve yorumlarınızı ihmal etmeyin. Geçen bölüm 4 bin oy istemiştim, yapmışsınız; bana aşık mısınız ne... Kakdkskd. Şaka şakkakdkd

Bu arada Alaska detayını bence ÇÜRÜK VİŞNE okuyan okurlarım anlamıştır. Ee Hazerle Safiri Alaska'ya götürüp sahibiyle tanıştıralım mı?

Bölünü bir emoji ile anlatır mısınız?

Bana ulaşmak için:

Instagram: emineasr
Twıtter: emineasr

SİZİ ÇOK SEVİYORUM.

EMİNE TAVUZ.

Continue Reading

You'll Also Like

102K 5.3K 70
4 arkadaşın numara komşuları üzerine iddiaya girmeleriyle başlar her şey... Argo, küfür vs. içerir!!!
2.5M 79.7K 59
İtalyan bir mafya... Başka açıklamaya gerek var mı? Ters köşelere doyamayacağınız. Her an şaşırarak sürükleneceğiniz bir kitap hayal edin.. Sonra oku...
257K 16.5K 22
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
169K 14.5K 13
Dilhun kitabında geçen Karan ve Mavi'nin hikayesidir. Bu kitabı anlamak için diğerini okumanıza gerek yoktur. Kırdığın kalbin vebaliyle yaşar, Seni...