KİMSESİZLER MATEMİ.

By matmazelhayalleri

13.3M 880K 3.1M

Safir Mila Safkan, şu an olduğu yaşından çok daha ufakken, hayatının taşlarını yerinden oynatan bir olay yaşa... More

KİMSESİZLER MATEMİ.
1. Bölüm: "Hüzünlü Bir Matem."
2. Bölüm: "Bir Avuç Şekerleme."
3. Bölüm: "Kasırga."
4. Bölüm: "Çığlık."
5. Bölüm: "Çirkin Kalpler."
6. Bölüm: "Bir Küçük Hediye."
7. Bölüm: "Dilek."
8.Bölüm: "Kimsesizlik."
9. Bölüm: "Not."
10. Bölüm: "Işıklar Sönerse Diye Korkmak."
11. Bölüm: "Söz."
12. Bölüm: "Sadece Hazer."
13. Bölüm: "Senorita Ve Süper Kahraman."
14. Bölüm: "Müziğin Sesi."
15. Bölüm: "Balo."
16. Bölüm: "Mesafe."
17. Bölüm: "Gelmek..."
18. Bölüm: "Dudaktan Kalbe."
19. Bölüm: "Gece Yarısı Güneşi Ve Üstüne Kar Düşmüş Dağ."
21. Bölüm: "Acıyı Resmetmek."
22. Bölüm: "Gemideki Kaptan ve Güvertedeki Kız."
23. Bölüm: "Kara Ay Güneşe Kavuşursa..."
24. Bölüm: "Mutluluk Balonu."
25. Bölüm: "İlham Perisi."
26. Bölüm: "Evin İçine Düşen Bomba."
27. Bölüm: "Yerle Bir."
28. Bölüm: "Hayal Kırıklığı."
29. Bölüm: "Reddediliş."
30. Bölüm: "Ay Güneşe Tutuldu."
31. Bölüm: "Müzikal."
32. Bölüm: "Bir Şehir Bin Gülüş."
Gazel & Behram.
33. Bölüm: "Işıklar Söndü."
34. Bölüm: "Fırtınada Çiçek Dikmek."
35. Bölüm: "Elmas Kalpler."
36. Bölüm: "Güzel Çiçekler ve Zehirli Bitkiler."
37. Bölüm: "Ölümcül Gerçekler ve Parçalanmış Kalpler."
38. Bölüm: "Perişanlıklar ve Bedeller."
39. Bölüm: "Artık Üzemezler Bebeğimi."
40. Bölüm: "Ateşin Etrafında Uçuşan Kelebek."
41. Bölüm: "Kana Karışan Aşklar."
42. Bölüm: "Kalpteki Avare Kelebekler."
43. Bölüm: "Geçmişin Davası."
44. Bölüm: "Kaderdeki Aşklar ve Lunaparktaki Işıklar."
45. Bölüm: "Mutluluk Ya Çok Yakınında Ya Çok Uzağında."
46. Bölüm: "Kırmızı Kurdele."
47. Bölüm: "Sevgi Ölmez Sen ve Ben Katil Olmak İstemezsek."
SEZON FİNALİ: KUZEY IŞIKLARI.
49. Bölüm: "Kuzey Işıkları."
50. Bölüm: "Yirmi Gün."
51. Bölüm: "Eve Dönüş."
52. Bölüm: "Umut Etmek Veya Mağlup Etmek."
53. Bölüm: "Aile."
54. Bölüm: "Oyun."
55. Bölüm: "Yıkımın Ardındaki Gürültü."
56. Bölüm: "Sevginin Kıymeti."
57. Bölüm: "Beyaz Pointler."
RAFLARINIZDA BİZİM İÇİN YER AÇAR MISINIZ?
58. Bölüm: "Kışın Güneşi, Baharın Çiçeği."
59. Bölüm: "Bahar Çiçeği Büyüyor."
KİMSESİZLER MATEMİ KİTAP KAPAĞIMIZ.
60. Bölüm: "Melek Kanatları."
61. Bölüm: "İlk Kalp Atışları."
62. Bölüm: "Islak Kirpiklerin."
63. Bölüm: "Rüya."
64. Bölüm: "An."
FİNAL.

20. Bölüm: "Kırgınlıklar ve Telafiler."

222K 14.6K 57.1K
By matmazelhayalleri

Multimedya:

Indila, S.OS

Merhaba parlayanlarım! Nasılsınız? Hayat nasıl gidiyor. Ben boyun ağrılarımdan kafayı yiyeceğim galiba :'( Bu bölümü yazarken de baya zorlandım ama şükürler olsun yayımlayabiliyorum. Lütfen paragraf arası yorumlarınızı ihmal etmeyin, inanın okuması benim için çok keyif verici.♥️

Son zamanlarda bu kızın görüntüsünü Safir'e benzetiyor gibiyim :') Sizlerinde aklında bir fikir oluşması için bıraktım. Bunun dışında istediğiniz her yüzü Safir olarak hayal edebilirsiniz.

Hikâyeye giren herkesin yıldızı bırakmasını istiyorum.✨

20. Bölüm: "KIRGINLIKLAR VE TELAFİLER."

Ateşi, kadehte şarap gibi içendir gerçekten yanan.

Ruhum, beklemek bizim cezamız. Küçükken babamdan şekerler bekledik, az büyüyünce soğuk duvarlarda babamı bekledik, az daha büyüdüğümüzde umudu bekledik, sonra az daha büyüdük ve kendimizi kurtarmayı bekledik. Beklemek, bizim cezamız ve biz yirmi bir yıldır bu cezayla yaşıyoruz. Ruhum, seni benden ayırmıyorum, çünkü ben zaten senim. Biz seninle en olmazları bekledik, gece olsun da yıldızları izleyelim diye bekledik, biz seninle... beklemek kadar ağır bir yükün altında ezildik ama ölmedik.

Ruhum... Biz seninle kalbimiz ağrıdığında, geçmesini bekledik.

Ki, bu hiç geçmedi.

Kış mevsimi öyle çetin ve soğuktu ki, arabanın içinde olmama rağmen dışarıda sürüklenen rüzgârı izlerken ürperiyordum. Kısa zaman önce mezarlıktan ayrılmış, şimdi arabanın içinde seyahat ediyorduk. Yine ön koltukta oturuyordum ve cama dönük vaziyetteydim; Hazer arkamda kalıyordu. Onu arkamda bırakmak... Hayır, onunla yan yana olmak daha güzeldi. Düşüncem yanaklarımı pembeleştirdi ve o sırada elimin üstüne düşen su damlası beni irkiltti. Saçlarımdan sular akıyordu ve ıslak kıyafetlerim içinde titriyor olduğumu ne yazık ki saklayamıyordum. Karanlıktan korkum Hazer'i merhamete getiriyor olsa gerek ki benim girdiğim her yerde ışıkları açıyordu ve arabanın tavan lambasını da açmıştı. Islak kıyafetlerimle onun koltuğunu meşgul etmek istemezdim ama Hazer bunu dert etmiş görünmüyordu.

Araba caddeden döndü ve az sonra tanıdık sokağa girerek yavaşladı. Hazer beni evime götürmemiş, kendi evine getirmişti. Arabaya bindiğimizden beri konuşmamıştık ve bir zamana kadar beni evime götüreceğini sanıyordum. Fakat sokaklar tanıdık gelmeye ve onun evini işaret etmeye başlayınca beni evime götürmediğini anlamıştım. Gariptir ki buna rağmen ağzımı açmamış, neden böyle yaptığını sormamıştım. Evine gitmeyi kabul mü etmiş oluyordum? Evet, sahiden öyleydi ama şimdi çekingenlik duymaya başlamıştım bile. Benim evim soğuktu, yalnızlıkla sarılıydı, karanlıktı... Bu yüzden içinde çok mutlu olamıyordum ama Hazer'in evinde ışıklar yanıyor, yıldızlar görünüyordu. Bu yüzden onu bir gece daha rahatsız etmekten utanç duysam da kendim bir hoşnutsuzluk hissetmiyordum.

Arabanın içini dolduran iki farklı kalp atışı vardı ve bu radyoda çalan şarkıdan daha dinlenilesi bir sesti.

Araba tamamen durduğunda parmaklarımı birbirine geçirdim ve bakışlarımı evinin geniş kapısında gezdirdim. Etrafı geniş duvarlarla çerçevelendiği için evin tamamını göremiyordum ama o evin güvenli olduğunu biliyordum. Ona bakmaya çekindim ama Hazer arabadan inmediği için onunla beraber arabada kalmaya devam ettim.

Gece Yarısı Güneşi, bu dağın üzerindeki tüm karı eritiyorsun.

Cümlesi bir kez daha zihnimde kendini tekrarladı ve yüzüme adeta ateş bastı. Dağın üzerindeki karı erittiğimi söylüyordu ama ben daha kendimi bile ısıtamamıştım ki. "Beni neden evime götürmedin?" Diye sorarak sessizliği ilk bölen ben oldum ve heyecanla bir cevap vermesini bekledim.

Hazer benim yaptığım gibi kucağına koyduğu parmaklarıyla oynarken, "Götüremedim ki," dedi ve bunu takiben burnundan derin bir nefes verdi. "Yanıma baktığımda seni görmeyi istedim, bu yüzden arabayı hiç evine süremedim. İstersen bana kızabilirsin, kız yani bence..."

Acaba böyle bir durumda kızmak mı gerekirdi? İyi de hiç kızasım yoktu ki. Kelimeleri karıştırmaktan korktuğum için biraz sustum ve sonrasında, "Ben insanlara hiç kızamam," dedim ve kendimde devam etme gücü bularak konuştum. "Hele sana hiç kızamam."

"Yaa..."

Bakışları bana döndüğünde, benim de gözlerimin ona dönmesini istediğini hissettim. Ürküyor da olsam başımı omzumun üzerinden çevirdim ve amber renkli gözleriyle kesiştim. Sanki ruhumu kaybetsem ilk o bulurmuş gibi... Kendimi kaybetsem onun yanında ararmışım gibi... "Gri ne güzel renkmiş," dedi gözlerime uzun uzun bakarken. "Safir, gri çok güzel renkmiş."

Bir an onunda aynı şeyi seviyor olduğumuz gerçeği heyecanımı tetikledi ve dudaklarımdan, "Ben çok severim," kelimeleri döküldü. "Sen de sever misin?"

"Şu saatten sonra bir sevesim geldi, daha da gitmez..."

Bir an çocuk gibi ellerimi çırpacak oldum ama kendimi durdurmayı başararak ellerimi birbirine sıkıca kenetledim. Griyi seviyordu, tıpkı benim gibi. Hazer bu gereksiz heyecanımı fark etmiş olmalı ki, dudağının kenarını ısırıp gülüşünü kaldırdı. "Ayrıca sen gri takım elbise giyiyorsun ya," dedim, kelimeleri düşünmeden söyleyerek. "O zaman dönüp dönüp sana bakasım geliyor."

Hazer'in gözbebekleri büyüdü ve dudakları aralık kaldı. Bu sefer yaptığım pervasızlığa şaşıramadım, sadece kendime kızdım. Cidden, bazen ağzımı tutmasını hiç bilemiyordum. Kanın yanaklarıma hücum etmesiyle beraber önüme dönerken, "Safir," dedi Hazer, boğuk ses tınısıyla.

"Ef... efendim?"

"Şimdi ben bu takım elbiseyi nasıl çıkaracağım?"

Evet, üzerindeki koyu gri bir takımdı ve ona yakışmıştı. Artık ona yakıştırdığımı kendisi de biliyordu ve bahsettiği şey... Böyle diyorsa hep ona bakmamı mı istiyordu? Elimi ona çaktırmadan kalbime götürdüm ve üstüne bastırdım. "Üstünle yatamazsın ya," dedim, aklıma ilk gelen bu olduğu için.

"Doğru, genelde çıplak yata..." Hazer ani şekilde öksürdü ve benim gözlerim büyüyüp kalırken, acele içinde devam etti. "Yani tişörtsüz, üstsüz yatarım demek istedim. Yoksa öyle yatmam, şimdi böyle anlatamadım da kendimi..."

Elini gerginlikle ensesine kaldırdığında kirpiklerimi kırpıştırarak her ikimize de bir süre izin verdim. Ben sessiz kalınca Hazer'de sustu ve yüzünü önüne çevirdi. Nereden arabadan inmediğimizi bilmiyordum ama yetişeceğim bir yer olmadığı için sorun etmiyordum. Yetişemediğim tek şey kalp atışlarımdı.

"Safir, utandırdım mı seni?"

"Sorun benim," dedim ve utandığımı yalanlamadan devam ettim. "Birçok şeyden çekinip utanıyorum."

Hazer yüzünü tekrardan bana çevirdi, arabanın camına bakıyordum ve onun da yüzünün yansıması cama düşmüştü. Bakışlarının kısıldığını, kaşlarının çatıldığını yansımasından bile ayırt edebiliyordum. "Sen nasıl sorun olabilirsin ki?" Dedi, buna inanamıyormuş gibi. "Sen gelip yanıma otursan ben rahat otur diye ayağa kalkarım, senin sorunun, rahatsızlığın olmayayım diye."

"Ayağa kalkma," dedim ve bakışlarımı onunla birleştirdim. Onun tasvir ettiği gibi, onun kelimeleriyle konuştum. "Yanıma otur."

"Yanından kalkarsam ne olayım..."

Parmaklarımı sıcak yanaklarımda gezdirdim. "Deme öyle, heyecanlanırım."

"Ne hallere düşürdün beni Safir..."

Bu cümlesini anlamayarak ufak bir, "Hı?" Sesi çıkardım.

"Hiç," dedi Hazer, anlamlara gebe bir sesle. "Hiç."

Önüne dönerek arabanın kapısı açtığında bende onu takiben kapıyı açtım ve arabadan indim. Ayaklarım yere güçlü şekilde bastığında fırtınalı hava soğuğu peşine alarak bu tarafa doğru esti ve saçlarımı birbirine karıştırdı. Onları başımın arkasına doğru atmakla uğraşırken bir yandan da kapıyı kapattım. Bu sokak oldukça ıssız ve sessizdi. Tam arabanın etrafını dolanacak oldum ki aklıma saksı geldi ve farkında olmaksızın konuştum. "Çiçekleri unuttum!"

Hazer'in homurdandığını duydum. "Unutsun, almasın diye o kadar da lafa tutmuştum..."

Kapıyı açıp eğildim ve saksıyı torpidodan alarak doğruldum. Saksıyı unutmamı neden istemişti bilmiyordum ama sorgulamayacaktım. Saksıyı sağlam tutarak kapıyı örttüm ve Hazer'in peşine düşerek arabanın etrafını dolandım. Akşamın geç saatleriydi ve gözüm ister istemez etrafta Kerem'i arıyordu. Hazer kumaş pantolonunun cebinden anahtarını çıkarıp demir kapıyı açtığında, ilk benim geçmem için izin verdi. Kapıdan içeriye girdiğimizde ayakkabılarım ıslak toprakta itici sesler bıraktı. Yağmur durmuş olsa da yer yüzündeki etkisi geçmiş değildi. Eve doğru yürürken gözüm sürekli olduğu gibi yine atölyeye kaydı ve adımlarım bilinçsiz olarak duraksadı. Hazer bana doğru yürürken sorma cesareti gösterebildim. "Orada ne var?"

Hazer'in bakışları çok ilginç bir şekilde önce salıncağa kaydı ama kastettiğimin salıncak olmadığını anladığında atölyeye döndü. Kaşlarımı hafifçe çattım, salıncakta ne olabilirdi ki orayı sorduğumu sanmıştı? Ben bu ayrıntıda takılı kalırken, "Atölyemi mi merak ediyorsun?" Diye sordu, sesi buna kızmış gibi değildi. O zaten bana kızamazdı ki... "Senin kendini bulduğun yer sahne, benimki de atölyem işte."

Daha da meraklandığımı hissettim ve reddedilme korkuma rağmen hevesle sordum. "Görebilir miyim? Bak, ben sahnedeyken sen beni görüyor, hatta izliyorsun, ben de senin sahneni görmek istiyorum."

Hazer başını usulca salladı. Gözlerinin etrafı surlarla kaplıydı ama kim surları dışarıdan izlediğimi söyleyebilirdi ki? "Gösteririm ama beğenmezsen söyle tamam mı?"

"Ne var ki?"

"Gel, gidelim."

Bir an eli kalktı, beni elimden tutup götürecek oldu ama sonra aramızda olan bir şey buna mani olduğunda özür dileyen bakışlarla elini bana uzatamadan geriye çekti.

Zaten peşinden gitmem için elimi tutmasına gerek yoktu.

Kalbim vardı.

Ellerimde saksıyla beraber onu takip ettim ve beyaz badanalı atölyenin önüne geldiğimizde kapıyı açmasını bekledim. Ev kapısından ziyade oda kapısı gibiydi ama kilitlemişti. Ellerim titrediği için zavallı saksıyı düşürmekten korktum. Çok heyecanlanmıştım, bu eve geldiğim ilk günden beri bu atölyenin içini merak etmiştim ve şimdi öğrenebilecektim. Acaba resim mi çiziyordu, veyahut enstrümanları mı vardı? Üzerine titrediği, özendiği her neyse onunla bütünleşmiş olmalıydı. Nefesimi tuttum ve kapı açıldığında karanlığa alışmayı bekledim. Hazer içeriye girerken, ben de arkasından adımladım ve karanlıkta etrafı seçmeye çalıştım.

"Işığı açar mısın?"

Hazer karanlıkta kayboldu. "Açarım."

Birkaç saniye sonra etraf aydınlandığında gözlerimi kırpıştırdım ve bakışlarımı olduğum yerde gezdirdim. Geniş, büyük bir odayı andırıyordu ve duvarları beyaz olan bir atölyeydi. Tavanda çok sade, minimal bir avize vardı ve loş ışık yeteri şekilde etrafı aydınlatmıştı. Ne göreceğimi, kendimi neye hazırladığımı bilmiyordum ama gördüğüm şey aklımın ucundan bile geçmiyordu. Her yerde büyüklü küçüklü heykeller, irili ufaklı yontma bıçakları vardı. Her şey düzen ve uyum içindeydi, etrafta tek bir dağınıklık yoktu. Sızı kalbime ince ince yayıldığında onu durduracak veyahut yüzüme yansımasına mani olacak hiçbir şey yapamadım.

Hazer heykeller yapıyordu,
Tıpkı babacığım gibi.

Titreyen parmaklarımı dudaklarıma yasladım ve hayranlıkla, sayıları yirmiden fazla olan heykellere baktım. Babamda Hazer gibi büyüklü küçüklü, elindeki az imkânlarla heykeller yapar, yapmaya çalışırdı. Elleri bu yüzden hep incinir, soyulurdu. Heykel babam için tutkuydu, Hazer içinde mi böyleydi? Ne tepki vereceğimi, karşımdaki manzarayı nasıl karşılayacağımı bilemeyerek birkaç kez yutkundum. Çok etkilenmiştim, hem babamın o seneler içindeki çabasını hatırlamış, hem de Hazer'in yeteneği karşısında şaşkınlığa düşmüştüm.

"Mila, beğenmedin mi?" Hazer'in tedirgin sesini duyduğumda gözlerimi ısıran göz yaşlarımı parmak uçlarımla temizledim ve onun bakışlarından kaçmaya çalıştım. "Ben... ilk kez sana gösteriyorum tüm bunları."

Ona sırt çevirerek birçok heykelin bulunduğu tezgâha doğru ilerledim. Duygularım ruhumu sarsıyor, ruhum da bedenimi yoruyordu. Bunları ilk gören ben miydim? Neden başkalarına göstermemişti, çünkü bu yeteneği paylaşması gerekirdi, kendine haksızlık ediyordu. Önümde birçok kesici alet vardı ve tezgâh doğal olarak hafifçe tozluydu. Heykellerden birini gözüme kestirdiğimde, "Dokunabilir miyim?" Diye sordum, çekingen bir şekilde.

"Dokun, uğur getirirsin."

Saksıyı tezgâha bıraktım. Hevesle uzandım ve önümdeki küçük, üç boyutlu insan heykeline dokundum. Bu bir adam heykeliydi, henüz tamamlanmadığı için yüzünü tasvir edemiyordum ama üzerinde çok vakit harcandığı belliydi. Ürününü bilemiyordum, zaten neyden yapıldığını da anlamıyordum ama küçük, en fazla otuz santimlik heykel olduğunu anlayabiliyordum. Üzerinde Hazer'in emeği, ince parmaklarıyla olan dokunuşları vardı. Kırmaktan korkarak heykelin üzerini okşarken, "Daha iyisini yapmaya çalışıyorum," dedi, adım sesleri bana yaklaşmakta olan adam. "Ben güzel sanatlara gitmeyi çok istedim ama gidemedim... Babam göndermedi, gidemezsin dedi. Ben de onu dinlersem beni affeder diye gitmedim, ekonomi okudum. Aslında bu yüzden çok iyi şeyler yapamıyorum ama yapmaktan da vazgeçemiyorum."

Neden konuşurken sesi içten ve bu kadar masumdu ki... Masumiyetin bir erkekte bulunduğuna inanmazdım, en azından büyük kısmında... Ama Hazer ne dese o kadar içten diyordu ki, ben bir Safir'den daha fazlası olup, hep ona bakmak isteyen, hep onu dinlemek isteyen bir Safir oluyordum. Güzel sanatlar... O da benim istediğim şeyi istemişti ama yapamamıştı. Bu kalbimi kırdı. Dayanamadım. "Hazer, biliyor musun bunların hepsi çok güzel." Onun yüreğine ulaşabilirim belki de kıkırdadım. "Senin elin değmiş zaten, ben aksini düşünemem ki."

Utanarak söylediğim son cümleyle beraber Hazer'in yanımda yer alması eş zamanlı olarak gerçekleşti. İnsan kalbinin kapısı çaldığında bakmadan edemiyordu, ben de bu yüzden dönüp ona baktım. Ben onun çenesine kadar geliyordum, bu yüzden gözleri hep yukarıda kalıyordu ama yukarıda olmasına rağmen soğuk değil, sıcaktı o gözlerin içi. Adem elması aşağıya ve yukarıya doğru kavislenirken, çilli suratımı kirpiklerini bile kırpmadan izledi. "Aslında benim elimin değdiği şeyler pek de güzel olmaz... Bu yüzden bazen sana giden elimi durduruyorum, hadi canım diyorum kendi kendime. Onun zarif yüzünde senin ellerinin ne işi var?"

Kendimi, onun gözlerinde aradım; çünkü başka yerde kaybetmiş olamazdım. Benin kalbim parçalarına bölünüp kaybolsa, ona kalbimi senin yanında mı düşürdüm, diye sorardım. Hazer itirafından dolayı çekimserlik duyarak bakışlarını kaçırırken, "Benim yüzümü zarif mi buluyorsun?" Diye bir soru sordum kendime mani olamayarak. "Affedersin, lüzumsuz sorular sormama mani olamıyorum."

Hazer kafasını uysalca salladı ama hâlâ bana değil, omzumun üzerinden arkama bakıyordu. Saçları önüne düşmüştü, yüzü benim gibi nemliydi ve fersiz ışık ne yaparsa yapsın o çillerini görmeme mani olamıyordu. "Yüzün hakkında konuşmamalıyım," dedi Hazer, ardından dudağını ısırdı. "Ağzımdan bir şey kaçırıp seni utandırırım."

Kalbim yumruk gibi kasılıp gevşedi ve ellerim tezgâhın kenarına yaslandı. O ağır hava, damarımdan akan kanı gümüş gibi eritiyordu. "Sana bir şey itiraf edeyim mi?"

Hazer'in gözleri hızla bana döndü. "Ne? Ne diyeceksin?"

Tepkisinin hızı ve heyecanı karşısında bocaladığımda Hazer ensesini kaşıyarak tekrardan bakışlarını kaçırdı. "İtiraf deyince... Tamam, hadi söyle, ne diyeceksin?"

Tezgâha yaslanmak beni ayakta tutmaya yeter mi bilemedim, bu yüzden parmaklarımla onun ceketinin uçlarına tutundum ve Hazer'in boğazından bir garip ses çıkardığını duydum. Neden bilmiyorum ama parmaklarımı ceketinin uçlarına koyup ceketinin düğmesiyle uğraşmak hoşuma gidiyordu. Onun yanında duran kemikli ellerine bakarken, "Ben de Güzel Sanatlar okumak istiyorum," dedim ince bir sesle. Onunla konuşurken özgür olmanın verdiği mutluluk sanıcısıyla devam ettim konuşmama. "İstersen sen de tekrar okuyabilirsin, özel yetenek sınavına girerek. Eğer tekrar okumayı düşünmezsen de üzülme, ben senin yerine de okurum. Yaptığım her şeyi senin için iki kere yaparım."

Zarif eli hafifçe yumruk oldu ve sonra çözüldü. Kulağıma yakınlardan bir yerden ses geliyordu ve bu şarkıyı Hazer açmıştı; kalbinin içinden. Dudaklarının aralandığını, alnına çarpan ılık nefesle anladım. "O zaman benim için avuç içine de bir öpücük kondurur musun? Ben kondurmuşum gibi."

Yapabilir miydim? Ruhumla biz neler neler yapmıştık, bunu da yapardık. Elimden birini kaldırdım ve dudaklarımı sol avcumun içine bastırdım. Duygularım tarafından öldürülürken, göz teması kurdum ve elimi dudağımın üzerinden ayırarak onun yüzüne uzattım. İçine bir öpücük kondurduğum avuç içimi onun yanağına yumuşakça dokundurduğumda, Hazer'in göz kapakları aşağıya düştü. Dudakları belli belirsiz seğirdi ve bu an, bizim konuşmamıza gerek kalmadan, sadece duygularımızla var oldu.

Elim yanağına o kadar az dokunuyordu ki, neredeyse temas yoktu.

Birkaç saniye sonra elimi çektim ve utancımı tek başıma yaşamak için ondan uzaklaştım. Hazer buna saygı duydu, ona arkamı dönüp atölyenin diğer tezgâhına ilerlerken peşimden gelmedi. Yaptığı sayısız çalışmayı izleyerek parmaklarımla onlara dokundum. Hepsinde emeği vardı, canlı canlı emeğine dokunuyordum sanki. Buradaki her heykele garip bir sıcaklık duyuyordum, hepsinde biraz da babamı görüyordum. Babamın imkânı azdı, yapmak istediği hiçbir şeyi yapamamıştı ama Hazer'in imkânı vardı ve bir sürü şey yapmıştı. Kim bilir hepsi onun için ne kadar kıymetliydi. Dudağımın kenarında bir gülümseme yara gibi büyüdü ve bakışlarım tezgâhta, üstü örtülü olan heykele düştü. Heykel olduğunu anlamıştım ama üzerine kırmızı bir kumaş örtülmüştü. Altındakinin nasıl bir heykel olduğunu görmek hareketlendim ve uzanıp örtüyü indirecektim ki, "Dokunma," dediğini duydum Hazer'in, ani şekilde. "O... henüz tamamlanmadı."

Elimi utanarak geriye kaçırdım. Sormadan örtüyü kaldırmak istemem benim kabahatimdi, sonuçta örtüyle kapattıysa üzerine titrediği bir heykeldi ve görmemi istemiyor olabilirdi. "Afedersin," dedim pişmanlıkla. "Ben bir açabilirim sandım..."

Hazer mesafeyi ağır adımlarla kapattı. "Bittiğinde ilk, hatta bir tek sana göstereceğim."

Heyecanla ona doğru dönüp kalçamı tezgâha yasladım. Bu beni aptal bir şekilde mutlu etmiş, sevindirmişti. Gülüşümü saklamak için yüzümü önüme eğdim. "Peki biraz tüyo verir misin?"

"Anlayan anladı."

"Hım," diyerek tekrardan ona arkamı döndüm ve gizlenmiş duran heykele baktım. "Ne zaman biter?"

"Aceleye gelmesini istemiyorum," diye fısıldadığında, nefesi alçalıp başımın üzerine düştü. Bir adım kadar arkamdaydı, aramızda hatrı sayılır bir mesafe vardı ama sıcaklığını sanki sırtımda taşıyordum. Biraz uzansa çenesini başımın üzerine koyabilirdi, tabi koymasındı ama mesafeyi böyle tasvir edebilirdim. "Üzerinde çok çalışmam lazım, dudaklarındaki ince çizgileri yapmak bile uzun vaktimi alacak sanırım."

Çok titiz davrandığını kelimeleriyle belli ediyordu. Ben de dans ederken titiz ama sabırsızdım, Hazer daha sabırlı görünüyordu. Bu heykeli görmek için uzun bir süre bekleyecek gibiydim ama ben şimdiden merak etmiştim. Acaba ucundan kaldırıp azıcık baksa mıydım? Alt dudağımı ısırdım ve parmaklarımı tezgâhta kıpırdatarak çarşafın uçlarına yaklaştırdım. Aynı esnada, "Şşt," dedi Hazer, uyarır gibi. Elimi hızla geriye çekerken bir elimi de gülmemek için ağzıma kapattım. "Alfayım ben, lafımı dinle."

Dudağımı ısırıp gözlerimi yumdum ve utancımı yalnız başıma yaşamak için ondan uzaklaştım. "Hazer, pervasızlıklarımı yüzüme vurma lütfen."

Titrek bir sesle yaptığım itiraz sonrasında Hazer derin bir nefes aldı ama ağzını açıp bir şey demedi. Bu sessizlik bana etrafı izlemek için fırsat vermişti. Gördüğüm kadarıyla annesinin ve kardeşi Mustafa'nın heykelini yapmıştı. Hazer özgüvenli birisiydi, bunu daha önce anlamıştım ama heykel konusunda kendisine çok güvenmiyor gibiydi. Övünmüyor, hatta çekimserlik duyuyordu. Ben dans konusunda iltifat kabul eder, bu yeteneğimle övünürdüm ama Hazer bunu yapmıyordu. Oysa ki çok başarılıydı, övünse ne diyebilirdim ki?

Uzun süredir etrafı izlediğimi fark ettiğimde kendime gelmeye çalışarak bakışlarımı omzumun üzerinden arkaya çevirdim. Hazer tezgâha yaslanmış, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuştu. Onu bu gece yeterince meşgul etmiş, yormuştum. Şirketten gelmişti, uzun saatler çalışmıştı, dinlenmek hakkıydı. Bencilliğimi fark etmek yüzüme tokat yemişim gibi hissettirdi ve ayaklarım atölyenin kapısına doğru ilerledi. "Hadi, çıkalım. Ben etrafa bakacağım diye ayakta bekliyorsun o kadar vakittir..."

"Ben zaten atölyede kalacağım."

Ah, ben bu ayrıntıyı unutmuştum. Ben ne zaman onun evinde kalsam Hazer geçer atölyede kalırdı ve bu gece de anladığım kadarıyla böyle yapacaktı. Bakışlarım tek kişilikli, geniş, deri koltuğa kaydı. Koltuk oturmak için ideal olsa da yatmak için çok rahatsız ediciydi. Onunla tüm geceyi aynı evde geçirebilir miydim? Düşündüm de... Yapabilirdim. Hazer kendi odasında yatardı, ben de misafir odasında veya salondaki koltukta. Bunu düşündüm ve bu ihtimal kalbimde korku yaratmadı. Bilmiyorum, sanırım Hazer'den başka bir erkekle aynı evde asla yalnız kalmayacaktım. Hazer yüzümdeki soru işaretlerini görmüş olmalı ki, "Hayır hayır," dedi aceleci şekilde. "Benim için burada kalmak dert değil, zaten ben bu gece biraz iş üzerinde çalışacağım."

Çenesiyle örtünün altındaki heykeli işaret ettiğinde başımı salladım ve omuzlarımı düşürdüm. Madem heykeli üzerinde çalışacaktı, o zaman bir şey diyemezdim. Ama uyumak istediğinde eve gelebileceğini söylemem gerekiyordu. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemeyerek tedirginlikle parmaklarımla oynadım. Gözleri hücum ediyordu ama haksızlık değil miydi silah tutmayı bile bilmeyen birisinin topraklarına saldırması? Yaralansam elimi yarama bile götüremezdim ki ben, korkardım. Titreyen kirpiklerine, beklentiyle büyümüş gözlerine bakarken, "Heykelini çalıştıktan sonra uyumak istediğinde... eve gelebilirsin." Bu kelimeleri kurmak benim için zor olduğundan, bir sonraki cümleyi kurmadan önce duraksadım. "Şimdi çok saçma aslında. Kendi evine girmen için benim sana izin vermem... Böyle birisi olduğum için kusura bakma."

Hazer'in koyu kaşları çatıldı ve kolları göğsünün üzerinden çözüldü. Vakur adımlarla yanıma kadar geldiğinde kapının kulpunu daha sıkı tutarak karşımda belirmesini çaresizce izledim. Yüzüm çenesinin altında kaldığında bakışlarımı yakalamak için yüzünü eğdi ve gözlerimizi birleştirdi. Ben yarama elimi götüremem belki ama o götürüyor, bir bez bastırıyor, yaranın sızısı azalıyor ama içime onun bakışlarının sızısı düşüyordu. Hazer güçlü şekilde yutkundu. "Sen o dört duvar arasında dur, yüzün yıldızlara baksın, güvende olduğunu hisset, ben olduğum yerden kafamı kaldırıp hep senin camına bakayım... Zaten bir keresinde olduğun cama bakacağım diye boynumu ağrıttım."

Vücudumda bir sıcaklık geziniyor, avuç içlerime nem basıyordu. Dudaklarımda karıncalanma hissediyordum, göz kapaklarım aşağıya düşmek üzereydi ve kapıya yaslanarak ayakta kalabiliyordum. Hazer'in bakışları kısık ve öyle keskindi ki, dilimi damağımı kurutmuştu. "Boynun için çok üzüldüm," dedim, içimdeki mesafenin adı merhamet olurken.

"Senin üst dudağınla burnun arasındaki mesafe," dedi ansızın, beni şaşırtmayı başararak. Nefesimi tuttum ve kulaklarıma kadar kızarırken, Hazer'in bakışlarının bahsettiği o noktada olduğunu hissettim. Bacaklarım titriyordu. "Oraya sus çizgisi derlermiş ama benim için orası imtihan çizgisi oldu Safir."

Göz kapaklarım, duygularımın ağırlığıyla beraber tamamen aşağıya çekildi ve dudaklarım kupkuru oldu. Tanrım, sen ateşi günahkârlar yansın diye var etmemiş miydin? Öyleyse ben neden yanıyorum? Ne... neden ki?"

"Çünkü bakışlarımı oradan aşağıya indirmemeye çalışıyorum."

Bir an sonra buna daha fazla dayanamadım, yoksa bayılacaktım. Kafamı iki yana salladım ve gözlerimi açmaya cesaret edemeden kapıya döndüm. Telaşla kapıyı açıp dışarıya fırladığımda Hazer'in dudaklarının arasından bir inilti çıktığını duydum. Ona hiç bakmadan eve kadar koştum ve kapısına geldiğimde soluk soluğa durdum. Ellerim kapının üzerine titreyerek yerleşti ve vücudumun bir kısmı ayakta kalabilmek için kapıya yaslandı.

Kendimi yerin dibine de soksam kalbim hep burada sanki...

Omuzlarım sarsıldı ve ürkek gözlerim kapı deliğine kaydı. Bir çocukluk etmiş, kaçıp buraya gelmiştim ama sokak kapısını açamazdım ki. Ah, tekrardan onun yanına mı gidecektim şimdi? Yaptığım beni ne kadar da komik bir duruma getirmişti böyle! Gözlerimi yumup tekrardan atölyeye gitmek için kendimi hazırlarken, toprağı zedeleyen adım seslerini duydum ve onun buraya geldiğini anlayarak gözlerimi açtım. Az önce dedikleri beni öyle heyecanlandırmıştı ki, saçmalamış ve kaçmıştım. Ama şimdi... Nasıl yüzüne bakacaktım?

Hazer mesafeyi eriterek yanımda, belli bir mesafe uzaklığımda durarak anahtarını çıkardı. Yüzüne bakamıyordum, kendisi de bana bakamıyordu; baktığında hep hissederdim zaten. Anahtarını çevirip kapıyı açtığında, onunla yüz yüze gelmekten ürkerek hızla açılan kapıdan içeriye girdim. Portmantonun oraya kadar yürüdüm, eğildim ve telaşla ayakkabılarımı çıkardım. Hazer'in sessizce uzaklaşmasını bekledim ama kapının eşiğinde tereddütle dikilmeye devam etti. Ayakkabılarımla beraber doğruldum ve kapakları açıp onları portmantoya koydum. Şimdi o gitmeden arkamı dönüp gitmek uygun olmazdı. Yapabileceğim başka bir şey olmadığı için başımı yavaşça yukarıya kaldırdım ve bakışlarımız birleştiğinde duygularım tarafından bir intihara sürükleniyormuş hissine kapıldım. Onun gözlerine girip oradan sağ çıkmak ne mümkündü ki... Hazer'in bakışları kabahatli bir çocuğun bakışlarından farksızdı. "İleriye gittiysem kusura bakma," dedi, kelimeleri kurarken verdiği çabayı görebiliyordum. "Ya da kusura bakabilirsin, istersen bak ama... Yüzüme de bak, çevirme yüzünü."

Kapının kenarına tutundum ve yüzümün bir kısmını vücudumla beraber kapının arkasına sakladım. Ona kızamıyordum, bazen cümleleri veya bakışlarının derinliğiyle ürküyordum ama bakma diyesim, konuşma diyesim gelmiyordu. Tedirginlikle ısırdığı dudaklarını gördüğümde, "Sen kadınlara hep böyle mi diyorsun?" Dedim ve aynı anda Hazer'in gözlerinin büyüdüğünü gördüm. "Ben..."

Hazer dehşete düşmüş bir vaziyette dudaklarını araladı ama diyecek bir şey bulamamış olmalı ki dudakları kapandı. Bir an doğrudan ağzına bakıyor olduğumu fark ederek hızla gözlerimi yere çevirdim. Hazer'in şaşkınlığı soluklarından bile belli oluyordu adeta. Yanlış bir cümle kurmuş, onu dumura uğramıştım. Bilmiyordum, erkekler kadınlarla ne konuşur, onlara ne söyler tam olarak kestiremiyordum. Hazer bana böyle cümleler kurduğunda bu soru beliriyordu, çünkü aramızdaki yakınlığın ne olduğunu anlayamıyordum. Düştüğüm durumun mahcubiyetle, "Anlamaya çalışıyorum," diyerek kendimi açıklamaya çalıştım. "Lütfen beni kınama, ne konuşmam, ne demem gerektiğini bilemiyorum, ben bir şeyleri yanlış anlamaktan korkuyo..."

"Ben kadınlara böyle şeyler demem." Hazer az önce sorduğum soruya cevap verdiğinde dudaklarımı birbirine bastırarak sustum ve kasılan omuzlarımı serbest bıraktım. Elini kapıya yasladı ve vücuduyla içeriye yüklendi, vücudu gömleğinden taşacak gibi duruyordu. "Ben elimi bir başka kadının yüzüne götürmek istemiyorum Safir."

Hızlıca başımı salladım, bana bir şeyler açıkladığında kafamdaki soruların üzerindeki buharı silmiş gibi hissediyordum. Heyecandan ağzımı açıp diyecek bir şey bulamadığımda, "Ayrıca hiçbir şeyi yanlış anlamıyorsun," dedi fısıltıyla. Gece yarısıydı, güneş yoktu ama ateş sanki avuçlarımdaydı. Hazer uzunca yutkundu. "İkimiz de aynı şarkıyı duyuyorsak aynı frekansta buluşuyoruz demektir."

Öyleydi değil mi, bu şarkı bizim için çalıyordu ve her ikimizde duyuyorsak aynı şeyi anlıyor olmalıydık. Kafamı uysalca sallayarak hâlâ nemli olan saçlarımı kulağımın arkasına ittirdim. Aynı esnada, "Keşke bunu ben yapabilsem," dediğini duydum Hazer'in. Sesi o kadar içten ve istekliydi ki...

"Belki bir gün yaparsın," derken buldum kendimi ve o an Hazer'in de benim için bir imtihan olduğunu anladım.

Çünkü o her nasıl saçıma dokunmak istediyse ben de saçıma dokunmasını istedim.

Parmağının arasına bir tutam saçımı doladığında...

Dilimi ısırdım ve kalp atışlarımın çıkardığı sesten korkarak kapıyı hafifçe ileriye ittim. Hazer bununla beraber irkildi ve gitmesi gerektiğini düşünerek kapının eşiğinden uzaklaştı. Bu gece daha fazla konuşmak istemiyordum, çünkü ne dediğimi bilememek bir hastalık olmuştu ve bu hastalık yüzünden sık sık mahcup olmaktan yorulmuştum. Hazer tamamen geriye çekilerek ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirdi ve kapıyı örtmemi bekledi. Onun bir eli vardı, elinin içinde bezi, sürekli kanayan yerlerime bastırıyordu ama o el kalbime o kadar yakın duruyordu ki, onu alacak diye korkuyordum. Bakışlarımız renksiz gecenin içinde son kez, bir veda hissiyle buluştuğunda, "Yatmadan önce ıslak kıyafetlerini çıkar," dedi ama sesi normal sakinliğinden bir tık sertti. "Senin daha önce kaldığın  misafir odasında bir gecelik takımı olacak... Ben belki arada gelip kalırsın diye almıştım."

Bu cümle beni gerçek anlamda şaşırtmış, Hazer'in de ensesini kaşımasına sebep olmuştu. Bunu derken kararsızdı ve kanın yanaklarıma doğru çıkmasına vesile olmuştu. "Gracias," dedim ve elimi kulağımın ardından çektim. "Çok incesin."

"Yok ya, aslında ben kazmanın tekiy..." Hazer duraksadı, gözlerini yumup dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı ve ardından sıkıntıyla açıklamaya çalıştı. "Yani çok ince değilim demek istedim."

"Sen benim kavalyem değil misin? Kavalyeler hep ince düşünceli olur."

Hazer serseri bir şekilde sırıttı. "Ve alfalar."

Ellerimi yüzüme kapatıp bir itiraz nidası çıkardığımda, Hazer sanırım bu halime gülmemek için genzini temizledi ve derin bir iç çekişin ardından adım sesleri duyuldu. Sanırım gidiyordu, zaten gitmeliydi. Işıklar sönecek olsa da gitmeliydi, çünkü kalbim yaşlı bir insanın kalbi gibi çok yorulmuştu bu gece. Ruhum hep ihtiyardı ama bu gece biraz çocuktu sanki. Hazer'in tamamen uzaklaştığını anladığımda ellerimi yüzümden indirdim ve gözlerimin önünde hâlâ o sersem sırıtması dururken, atölyeye doğru ilerleyen heybetli vücuduna baktım.

Ruhum, sen geçip geceleri yıldızları izlerken ben senin gölgen olurdum. Şimdi neden her ikimizin gölgesi oymuş gibi geliyor bana?

O atölyenin kapısından girmeden önce, "Hazer," diye seslendim ve bana dönmesini bekledim. Hazer omzunun üzerinden bana döndüğünde, ne kadar utacağımı bilsem de yapmadan duramadım. Avucumun içine bir öpücük kondurdum ve dudaklarımı ileriye uzatarak avucumdaki öpücüğü ona üfledim. İyi geceler öpücüğüydü.

Hazer elini yüzüne götürüp, gerçekten ona bir öpücük vermişim gibi şaşkına döndüğünde hızla kapıdan içeriye girdim ve kapıyı örterek yaslandım. Evin içerisinde henüz ışığı yakmadığım için karanlık vardı ama diğer duygularımın yanında bu his ilk defa sönük kalmıştı. Avuçlarımı yanaklarıma yaslayarak kendimi azarladım ama şu vardı ki, yaptığım şeyden pişman değildim.

Bir süre sonra atölye kapısının örtüldüğünü duyduğumda onun daha yeni içeriye girdiğini anladım. Kapının önünden çekildim ve holü yürürken ilk kez ellerimdeki boşluğu sorguladım. Saksımı... Hazer'in atölyesinde unutmuştum! Kendime kızdım ama sabah alabileceğim için rahatladım. Salona girdiğimde direk abajuru yakıp etrafı aydınlattım ve abajurun yaydığı enfes ışığa iç çekerek baktım. Çok parlak bir ışık değildi, zayıftı ama huzurluydu.

Üst katın merdivenlerine baktım. Misafir odasına çıkıp aldığı geceliğe bakacaktım. Bana nasıl bir şey almış olabilirdi ki?

Heyecanıma inanamayarak merdivenlere yöneldim ve basamakları tırmandım. Üst kata çıktığımda elim direk ışıkları aradı ve bir saniye sonra koridor aydınlandı. Misafir odasına kadar yürüyüp kapıyı açtım ve odanın da ışığını açarak ilerledim. Her şey bıraktığım, bu odada kaldığım son gün ki gibiydi. Yatağa, koltuğa baktım ama bahsettiği pijamaları göremedim. Bana bu hediyeyi alması mahcup ediciydi, para harcaması hoş değildi ama... Gardroba yürüdüm ve kapaklarını açtığımda içinde bulunan tek askıya baktım. Bembeyaz saten bir gecelik takımıydı.

Uzanarak askıyı çıkardım ve önüme dönerek elimdeki gecelik takımına baktım. Kumaşı ipek ya da satendi, doğrusu tam ayırt edememiştim. Bir üst ve alttan oluşuyordu. Uzun kollu, V yakalı ve baştan aşağıya düğmeli bir üstü vardı. Düğmeleri inciydi, önünde bir cep vardı. Askıya özenle yerleştirilmiş alt pijamaya baktım, aynı şekilde satendi ama cepleri yoktu. Kumaşı çok kaliteliydi, bunu hafifçe dokunduğumda anlamıştım. Pijamayla beraber yatağa oturdum ve onu yatağa bırakarak bir erkekten aldığım ilk hediyeyi izledim. Beni heyecanlandıran bir erkekten aldığım ilk hediye.

Alt dudağımı ısırarak kumaşa dokunmaya devam ederken bakışlarım pijaman etiketine kaydı. Aman Tanrım! V&S. Ellerimi yüzüme kapatıp sırtımı yatağa bıraktım ve dertli bir iç çektim. Bazı AVM'lere girdiğimde bu mağazayı görüyordum ama önünden bile geçemiyordum ki. Yüzümü yastığa bastırarak yanağımı yastığa yerleştirdim. Pahalı, kaliteli bir üründü. Böyle şeyler hiç giymemiştim, imkânlarım el vermemişti ama tabi Hazer'in maddi imkânları geniş olduğu için para harcamasını anlayabiliyordum. Dudağımı ısırdım, giyemedim. Hafifçe doğrulup montumu çıkardım ve nemli saçlarımı sırtıma atarak kendimi tekrardan yatağa bıraktım. Kıyafetlerim nemliydi ama beni hasta edecek kadar değil. Gözlerimi yumdum ve pijama takımının pahalı parfüm kokusu burnuma yükselirken, tüm vücudumu uyku için serbest bıraktım.

Sen bu dünyaya parça parça mı geldin ki, hiç tamamlanamıyorsun kalbim?

Vücudum yumuşak yüzeyde rahatça uzanıyordu ama karnımda bir ağırlık hissederek derin uykumdan sıyrılmıştım. Kendime olan biteni açıklamak için birkaç saniye verdim ve endişe midemde bir düğüm oluştururken, yüzümü huysuzca buruşturdum. Kirpiklerimi kırpıştırdım ve bir benzeri ağırlığın da yüzüme yerleştiğini hissettiğimde göz kapaklarımı büyük bir korkuyla açtım.

Gün ışığı gözlerimi kamaşırdı ve bakış açıma Mustafa'nın gülen gözleri girdi.

Dudaklarım şaşkınlık belirtisi olarak aralandı ve durumu kendime açıklamak için zamanım bile olmadan Mustafa'nın küçük elleri gözlerime kapandı. O gözlerimi kapatınca karanlıkta kaldım ama bir çocuk beni korkutamayacağı için kendimi rahat bıraktım. Tamam, hâlâ yataktaydım ve Mustafa üzerime çıkmış, elleriyle yüzümü kapatmıştı. Endişe edecek hiçbir şey yoktu, sadece benimle oyun oynuyordu. Bahar Hanımla gelmiş olmalıydı, sanırım odaları gezip beni görmüş ve tanıdığı için oynamak istemişti. Normalde birinin kaldığım odaya girmesi çok kötü bir fikirdi ama Mustafa elbette girebilirdi, o çocuktu. Oyuncu tavrına karşılık vermek için elimle onun beline cimcik attım ve kıkırdadığında konuştum. "Sen benim parmaklarımı gördün mü? Bak, tıpkı seninkiler gibi tombul."

Mustafa parmaklarını yavaşça göz kapaklarımdan çektiğinde azalan baskıyla beraber gözlerimi açtım ve daha ürkek duran suratına baktım. Geniş göz kapakları, kısık gözleri, çekik göz biçimi ve tombul yanaklarıyla oldukça sevimli görünüyordu. Sırtımı doğrulttum ve onu düşmemesi için belinden tuttum. Sıkı tutmadım, çünkü gitmek istediği zaman gidebileceğini bilmeydi. Çekingen bir şekilde kollarımın arasında dururken, "Abim çok güzel dedi," diyerek elini nazikçe yüzüme koydu. "Öyleymiş."

Abisi... Hazer mi çok güzel demişti? Ne için? Buna kafa yormamaya çalışarak yanağımı onun gibi çekingen bir tavırla eline doğru yasladım. Pamuk gibi, yumuşacıktı. "Gözlerinin şekli çok hoşuma gitti," diyerek ona iltifat ettiğimde utandı ve elinin biriyle yüzünü sakladı. "Abin gibi, çok güzel bir yüzün var."

"Demek abisinin yüzünü güzel buluyorsun?"

Bu tanıdık sesi duymamla beraber kilitlenip kaldım ve refleksle gözlerimi kapıya çevirdim. Önce boynuma, sonrasında kulaklarımın arkasına bunaltıcı bir sıcak bastı. Bahar Hanım kapı ağzında dikiliyor, bizi izliyordu. Cümlemi duyduğunu zaten belli etmişti ama gözleri o kadar imalı bakıyordu ki, ellerimi suratıma kapatmamak için direndim. Elbette çirkin bir şey dememiştim ama oğlunun yüzünden bahsederken annesine yakalanmak...

Bahar Hanım konuşamayacağımı fark etmiş olmalı ki, parmağını dudağının üzerine bastırarak göz kırptı. "Hazer'e söylemem, aramızda."

Utancıma rağmen hissettirdiği sıcaklığa kapılarak, "Gracias," dediğimde kaşları bir an çatıldı. Kendimi düzeltmeme fırsat vermeden, "Anlamadım ama umarım kötü bir şey dememişsindir," diyerek kıkırdadı.

"Tabii ki kötü bir şey demedim," diyerek acele ile karşılık verdiğimde, "Kız şeker gibisin," dedi ve kapıdan içeriye girerek bize yaklaştı. "Bizim oğlanın sıcağında erimezsin inşallah."

Bir kez daha kıkırdadığında yüzümü önüme eğerek imasını anlamamış gibi yaptım. Yatağa kadar yaklaşıp Mustafa'yı kucağımdan nazikçe kaldırırken, "Bak ya, şimdiden çapkın oldun," diyerek tatlı bir şekilde onu azarladı. "Az abin gibi olsana, şu yaşına geldi bir kez çapkınlığını görmedim."

Kafamı kaldırıp Bahar Hanım'ın suratına ilgiyle baktım. Hazer çapkın değil miydi? Erkekler nasıl çapkınlık yapar hiç bilmezdim ama Hazer bence de yapmasındı. Ne gereği vardı canım.

Bahar Hanım ilgili, meraklı bakışlarımı fark ederek bana göz kırptığında Hazer'in bu huyunu annesinden aldığını düşündüm. Mustafa annesinin kollarında sakince bana bakarken olduğum durumun idrakına vararak yatakta toplandım. Tanrı biliyor ya pijamaları giymediğim için şükrediyordum. Eğer giyseydim, Bahar Hanım'ın karşısına o vaziyette çıksaydım pek hoş olmazdı. Yataktan aceleyle kalkıp üzerime çekidüzen verirken, "Tüh tüh rahatsız ettik seni de," diyerek yakındı ve odadan çıkmak üzere hareketlendi. "Kusurumuza bakma."

"No hay problema," diyerek problem olmadığını belirttim ama Bahar Hanım Mustafa'yı kucağından indirerek çoktan odanın çıkışına ilerlemişti. Kıkırdayarak Mustafa'ya mırıldandı. "Bu kız abine de böyle konuşuyorsa Hazer kendini yiyordur değil mi anneciğim?" *Sorun yok*

Odadan çıktılar ve konuşarak merdivenleri indiler. Bahar Hanım çok tatlı, nazik bir hanımdı. Ayrıca oldukça genç görünüyordu, bilmesem açıkçası Hazer'in annesi olduğuna inanmazdım. Sanırım genç yaşında doğumunu yapmıştı. Aceleyle gecelikleri kaldırdım ve dolabın içine özenle yerleştirdim. Benimdi, istediğim zaman giyebilirdim değil mi?

Yatağın çarşaflarını düzeltip odamdan çıktığımda direkmen banyoya girdim. Elimi yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçaladım ve saçlarımın yarısını başımın tepesinde bağlayıp kalanını sırtıma serptim. Tamamen açık bırakmamıştım ama öndeki saçları bağlamıştım. Temiz havluyla yüzümü kurulayıp banyodan ayrıldım ve üşümüş ayaklarla alt kata indim. Ayakkabılarım eskiydi, dün ki yağmurda çoraplarım bu yüzden ıslanmıştı ve şu an nemliydi. Aşağıya indiğimde gözüm etrafta Hazer'i aradı; yoktu. Omuzlarım düştü ve son basamaktanda indiğimde mutfak tezgâhı görüş alanıma girdi. Bahar Hanım geniş bir kahvaltı hazırlamıştı. Karnım guruldadı ve elimi açlıkla karnıma götürdüm.

"Safir'ciğim Hazer atölyede uyuya kalmış sanırım, uyandırır mısın?"

Hızlıca kafamı salladım. "Tabi tabi..."

Fazla hevesli olan cevabımdan utandığım için Bahar Hanım'ın yüzüne bakmadan hızla yürüyüp kapıdan çıktım. Temiz ve aynı zamanda serin olan hava yüzüme çarptığında hafifçe titredim ve o sırada Kerem'in türkü söyleyerek arabayı sildiğini gördüm. "Emine Emine dolan gel Emine..."

Söylediği türküye hafifçe kaşlarımı çatarak ona selam vermek için yanına ilerledim. "Buenos dias." *Günaydın*

Kerem irkildi ve elindeki hortumu yere bırakırken parlak gözleriyle bana baktı. Sonra abartılı bir şekilde konuştu. "Aman Allah'ım saat üç yönünden bir yıldız Kerem'e doğru yürüyor."

Kıkırdadım ve elimi dudaklarımın üzerine bastırarak gülüşümü kısa tutmaya çalıştım. Tebessümlerim ruhumun karnını ağrıtıyordu. "Ah, teşekkür ederim."

Önünde bir balerinin yaptığı gibi, dizlerimi kırarak reverans yaptığımda Kerem'de bunun altında kalmadı ve elini bana doğru uzattı. Duraksadım. "Ne yapıyorsun?"

"Size çiçek veriyormuş gibi yapıyorum."

Kıkırdamaya devam ederken uzandım ve elindeki hayali çiçeği aldım. O kadar sevimli bir fikirdi ki bu, asla saçma olduğunu düşünememiştim. Gerçekten bir çiçek tutuyormuş gibi davranarak elimi burnuma yaklaştırdım ve hayali çiçeği kokladım. "Enfes kokuyor."

Kerem gururla omuzlarını dikti. "Size bahçedeki en taze ve güzel çiçeği getirdim, tabii ki güzel kokacak Safir Hanım."

Bir kez daha gülümsedim ve kolay gelsin dileklerimi ileterek yanından ayrıldım. Ben uzaklaşınca hortumu almış, tekrardan arabayı yıkamaya başlamıştı. Üzerinde kollarını kıvırdığı gömleğiyle paçalarını sıyırdığı pantolonu vardı. Türküsünü duyuyordum, aynı türküyü söylemeye devam ediyor ve ara ara ah Leyla diye bir anda yükseliyordu. Seninle üç çocuğumuz olacaktı diyerek buna devam ediyordu. Atölyenin kapısına gelene kadar bu sevimliliğini izledim ama kendimi kapının önünde bulduğumda etrafımda sisli bir kalkan oluşmuş gibi hissettim. Her şey silikleşmiş, o kalkanın arkasında kalmıştı. Burada ben ve Hazer vardık.

Kapıyı tıklattım ve açılmasını bekledim. İçeriden ses gelmiyordu ve kapıda açılmamıştı. Birkaç kez daha kapıyı tıklattım ama açılmadığında yapacak başka şey bulamayarak kapının kulpuna asıldım ve açılan aralıktan içeriye sızdım. İçerisi dünün loş aydınlığından ziyade günün aydınlığıyla çevrilmişti ve her şey net olarak görülebiliyordu. Gözlerim aramaya zahmet etmeden onu buldu ve bakışlarım doğrudan koyu saçlı başına düştü. Bir taburenin üzerinde, tezgâhın önünde oturuyor, doğrusu uyuyordu. Üzerinden ceketini çıkarmış, koyu renkli gömleğiyle kalmıştı. Kollarını tezgâha yerleştirmiş, başını da kollarının üzerine yaslamıştı. Yüzünü değil, sadece kafasını görüyordum. Tezgâh dağınıktı, gece baya çalışmış olmalıydı ama uyuya kalmasına rağmen örtüyü heykelin üzerine örtmüştü. Ona doğru usulca yaklaştım ve taburenin etrafından dolanarak karşısına geçtim. Dizlerimi kırarak eğildim ve huzursuz görünen çehresine baktım. Dudakları tek bir çizgi halini almış, göz kenarları kırışmıştı ama bunun dışında huzursuz olduğunu gösteren hiçbir şey yoktu.

"Hazer?"

Adını yumuşak bir şekilde seslenip tepki vermesini bekledim ama yüzündeki tek kas bile kıpırdamadı. Kendisine doğru eğilmiş olsam da yüzlerimiz arasında hatrı sayılır bir mesafe vardı. Bakışlarım yüzünün yukarısına çıktı ve alnının üzerine dökülen saçlarına takıldı. Asi tutamlar karman çormandı, onu çok nadir zamanlarda böyle düzensiz görürdüm. Terdibe, muntazamlığa çok önem verirdi. Ona tam bu anda özgürce bakabildiğimi fark ettim. O beni görmüyorken onu izlemek daha kolaydı. Fakat uyandırmam gerekiyordu, çünkü çok rahatsız şekilde yatıyordu ve sırtı ağrıyacak olmalıydı. Yüzümü yüzüne doğru az daha alçaltıp, "Han," dedim, adı dudaklarıma küçük vedalar bırakarak çıktı. "Uyan lütfen, uyuya kalmışsın burada."

Bir an kirpiklerinin titrediğini hissettim ama bu uyandığını gösteren bir hareket olmayabilirdi de. Çok iştahlı bir uykuda gibiydi, içim el vermiyordu uyandırmaya. Gözüm bir kez daha saçına takıldı ve az miktardaki tozları gördüm. Uyuyor olmasından yararlanarak tombul parmaklarımla kısa saçlarına uzandım ve üzerindeki tozu nazikçe silkeledim. Aynı zamanda dudaklarımı aralayarak tozların üzerine üfledim ve dağıldıklarını gördüğümde aptalca bir sevinç duydum. "Temizledim saçlarını."

Gözlerim saçlarından sıyrıldı ve kemikli yüzüne indi. Fakat... Hazer uyanmıştı. Amber renkli, erimiş bakır görünüme sahip olan gözler doğrudan yüzüme hücum etmişti. Buna tamamen hazırlıksız yakalandım ve yüzümü yüzünden uzaklaştırdım. Dudakları, yanağı eline yaslı olduğu için ileriye doğru çıkık duruyordu ve bu onun ciddiyetini kırmıştı. Ellerimi arkama saklarken, "Buenos dias senor," dedim ve az önce ki an hiç yaşanmamış gibi yapmaya çalıştım. "Bahar Hanım gelmiş, seni uyandırmamı istedi... Burada uyuya kalmışsın."

Hazer uyandığını yeni fark ediyormuş gibi bir an kaşlarını çattı ve başını kaldırarak etrafa kısaca göz attı. Bir şeylerin idrakına yeni varıyordu. Tekrar önüne dönerken yüzünü buruşturdu ve bir elini beline götürdü. Düşündüğüm gibi, iki büklüm yatmak vücudunu ağrıtmış olmalıydı. Onun için yabancı bir endişe duyarak tedirgince dudağımı ısırdım. Hazer kaçamak bir şekilde bana baktı. "Bana bir şey mi yapıyordun sen?"

Hızla bakışlarımı kaçırdım ve utansam da bunu inkâr ettim. "Yoo, ne yapabilirim ki? Hem... zaten benim elim dolu, bir şey yapamam."

Hazer elini saçlarına atıp arsız tutamları düzeltmeye gayret ederken bir an elime baktı. "Ben niye göremiyorum?"

"Çiçek var," dedim ve Keremle başlattığım bu oyunu onunla sürdürdüm. "Görmüyor musun?"

Elimi, çiçeği görmesi için ona uzatırken bu yaptığımı saçma bulmamasını diledim. Evet, belki saçmaydı ama ne bileyim... Onunla uğraşmak hoşuma gidiyordu. Hazer yavaşça ayağa kalktı ve önüme geçerek beni kendisi ile tezgâh arasında sıkıştırmış oldu. Çenesindeki kirli sakalları elinin tersiyle kaşırken elimdeki hayali çiçeğe baktı. "Hımm, bu çiçeğin şimdi dikeni de vardır o zaman?"

Oyunuma katılması beni aptal bir mutluluğa boğdu ve hiç tatmadığım bir his karnımda büyüdü. Ruhum cebinde şekerler bulmuş, mutlu olmuş gibi... Şekerler çocukların sus payı olduğu gibi onların sevinçleriydi de. Nabzım daha kuvvetle çarparken, "Var tabi," dedim ve hemen sonra oyunuma devam ederek yüzümü buruşturdum. "Ah! Dikenlerden birisi elime battı."

Hazer genzini sertçe temizledi, sanırım gülmemek için verdiği çabaydı. Kirpiklerimin altından onun gözlerine köprü kurdum. Onunlayken zamanın ölçüsü saat değil, onun gözlerine asılı kaldığım o andı. Zamanın işleyişi onun yanındayken değişiyordu. Kalp atışlarım zamanın kendisinden bile hızlıydı. "Diken battıysa acımıştır," dedi ve ilgiyle tombul elime baktı. "Bu gibi durumların tedavisi öpücükmüş, öpersen geçer derler."

"E... evet, öyle diyorlar," dedim ve boğazım kupkuru kesildiğinde yutkundum. "Geçer mi acaba?"

Hazer'in gözlerinde derin yamaçlı bir uçurum açıldı ve bakışlarıyla beni o uçuruma çağırdı. "Bir denesek mi? Bence bir deneyelim..."

Tam ağzımı açıp bir cevap verecektim ki, gürültülü bir ses duyduk ve ikimizde birbirimizden hızla uzaklaşıp bakışlarımızı sesin geldiği yöne çevirdik. Görebildiğim kadarıyla Kerem elindeki hortumu atölyenin camına tutmuş, yoğun miktardaki suyla atölyenin camını yıkıyordu. Hazer ağzının içinde sertçe homurdanırken Kerem bize el salladı ve sesini duyurabilmek için bağırdı. "Sabah şerifleriniz hayır ola Hazer Bey."

"Sabahına da şerifine de..."

Hazer homurdanarak uzaklaştı ve koltuğun üzerindeki ceketini aldı. Kerem'e tebessüm ederek kendime çeki düzen verdim ve nezaketimden ödün vermeden Hazer'in peşine düştüm. Onun arkasından atölyeden çıktığımda Hazer asabi adımlarla eve doğru ilerledi. Omuzları gergindi, elinin biriyle ensesini, omuzlarını sıvazlıyordu. Vücudunun ağrıdığı çok belliydi. Hazer kapıdan girmeden önce durdu ve Kerem'e dönerek ona tip tip baktı. Elini kaldırdı, boğazına götürdü ve sanki boğazını kesiyormuş gibi parmaklarını kıpırdattı.

Kerem korkudan hortumu unuttu ve Hazer'in arkasından bakarken farkında olmadan hortumu suratına tutarak kendini ıslatmaya başladı.

O baştan aşağıya ıslanırken kabalık yapmamak için güldüğümü çaktırmadım ve Hazer'in arkasından içeriye girdim. Fakat ben eve girene kadar Hazer çoktan üst kata çıkmıştı, sanırım duş alacak, üstünü değiştirecekti. Kaybolduğu merdivenlere bakıp iç çektikten sonra çekingen bir tavırla mutfak tezgâhına ilerledim. Bahar Hanım çaydanlıkta kaynayan demliği ocaktan indirmiş, tezgâha taşıyordu. Beni gördüğünde, "Uyandırmışsın oğlanı," dedi ve gülümsedi. "Sen geç otur, kahvaltıya başla, onu bekleme."

Tezgâhın kenarlarını sıkarken rahatsızca kıpırdandım. Benim gece burada kalmamla alakalı hiçbir soru sormamıştı, hatta bunu iyi karşılaşmıştı. Kendimi açıklama ihtiyacı hissederek, "Lütfen beni yanlış anlamayın," dedim ve kabahat dolu bir kelime etmemek için cümlemi toparladım. "Hazer bana yardımcı oldu, o yüzden geceyi burada geçirdim. Oğlunuzun evi, geldiğinizde benden rahatsız olma hakkına sahipsiniz, eğer öyleyse dikkat edeceğim."

"Safirciğim böyle şeyler düşünme," dedi ve dağınık saçlarını omuzlarına atarken Mustafa'ya göz attı. "Hazer koskocaman adam, doğrusunu yanlışını bilir, evine kimi getirip getirmediğine karışacak değilim. Ayrıca çok zarifsin, bayılırım böyle insanlara."

Kendimi açıklamak beni rahatlamıştı. Bahar Hanım'ın benden bir memnuniyetsizliğinin olmaması çekingen bakışlarımı azaltmıştı. Burnum sızladı, annem zerafetimi hep aldatıcı, gereksiz bulurdu ama Bahar Hanım bunu sevmişti. Daha bir şey diyemedim, sessiz kaldım. O sırada bacağıma bir şeyin dokunduğunu hissederek irkildim ve bunun Mustafa olduğunu, göz göze geldiğimizde fark ettim. Beni çekiştirmeye çalışıyordu. Gücüne karşı koymadım, çekiştirdiği yere ilerlerken, "Ne kadar da güçlüsün," dedim, onunla doğru iletişimi kurmaya çalıştım. "Oyun mu oynamak istiyorsun? Aslında Leo burada olsaydı seninle oynardı."

İkisini bir ara düşününce... Sıcacık bir kalpten ibaret oldum.

Mustafa beni dışarıya yönlendirdiğinde bir an tereddüt ettim ama bahçeye çıkmamızın bir zararı olacağını düşünmeyerek onunla dışarıya çıktım. Kapıyı arkamızdan açık bıraktım ve onun parmakları tereddütle elime yerleşip beni çekmeye devam etti. Salıncağın oraya gittiğini fark ederken, "Hava çok soğuk," diyerek üzerindeki kazağa baktım. "Keşke montunu alsaydım."

Mustafa dediklerimi duymadan elimi bıraktı ve salıncağa koştu. Bahçede Kerem'i aradım ama bulamadım. Mustafa ellerini ahşap salıncağa dayayarak çıkmaya çalıştığında endişeyle dizlerimi kırarak yanında eğildim. "Benden isteyebilirsin, seni çıkarırım."

"Abim görmeden," dedi ve hızlı hızlı salıncağa çıkmaya çalıştı. Onu belinden kaldırarak nazikçe salıncağa yerleştirdim ve önünde durdum. Mustafa ayaklarıyla beni itmeye çalıştı. "Sallanacağım."

Ayağa kalktım ve sokak kapısına kısa bir bakış attım. Bahar Hanım çıktığımızı görmüş müydü? Mustafa'yı sallamama ne tepki verirdi. Sonuçta yeni tanıştığımız birisiydi, bana emanet etmekte şüpheleri olabilirdi. Mustafa'nın ısrarına dayanamayarak salıncağı altından hafifçe ittirdim. Bu yetişkin salıncağıydı, küçük çocuklar için güvenli değildi ama dikkatli olacaktım. Sallanan, boşlukta savrulan bacaklarına bakarken, "Lütfen öyle yapma," dedim, korkuyla. "Düşersin, çok üzülürüm."

Küçük ellerini salıncağın zincirlerine yerleştirerek gülücükler saçmaya başladığında bu mutluluğunu yarıda kesemeyeceğim için onu sallamaya devam ettim. Sallanmayı seviyor olmalıydı ve sanırım bu yüzden abartılı tepkiler veriyordu. "Daha hızlı it."

Uçmak istiyordu ama düşmesinden korktuğum için sadece alçaklarda uçurabilirdim onu. Bu yüzden yavaşça sallamaya devam ederek, "Birazcık sallan hemen eve girelim," dedim ve beni anlamasını ümit ettim. Onunla doğru iletişim kurmaya çalışırken bocalıyordum. "Üşüyeceksin."

"Uuuu." Ağzının içinde gerçekten uçuyormuş gibi sesler çıkardığında bir an bu sevimliliğine aldanıp onun yüzüne baktım. Önden sallamıştım, düşerse hemen tutayım diye. Küçük dişleri görünüyor, içerisine mutluluğun gizlediği kahkahalar atıyordu. Onu hayranlıkla izlerken toprağın sertçe ezildiğini duydum ve refleksle yukarıya kaldırdım. Önce Hazer'in bacakları, gövdesi, sonrasında yüzü bakış açıma girdi ve ben kalbimi onun varlığına alıştırmadan Hazer mesafeyi kapatarak Mustafa ile arama girdi. Mustafayı salıncaktan sertçe kaldırırken benim yapabildiğim tek şey doğrulmak olmuştu. "Ne yapıyorsunuz siz?"

Geriye doğru sersemce adımlar atarken ne olduğunu kavramaya çalışıyor, boğazımda büyümeye başlayan endişe düğümüne sebep arıyordum. "Ben..." diyebildim ve iri iri açılmış gözlerimle Hazer'in kucağında tepinen Mustafa'ya baktım. "Çok sallanmak istedi, kıramadım. Hem ağlıyor, bıraksana sallayalım."

"Hayır, sallamayalım." Sesi tok, keskindi ve bir eliyle Mustafa'nın başını omzuna yaslamaya çalışıyor, küçük yumruklarını yatıştırıyordu. Bana hiç bakmadan sadece onu zaptetmekle ilgileniyordu. "Sen de sallamamalıydın."

Ah.

Boğazımdaki düğüm sivrildi, keskinleşti, batmaya başladı ve dudaklarım hafifçe titredi. Kafamı hızlıca sallayarak biraz daha geriledim. Öyle ya, izin almadan sallamam hataydı. Tabi ki bana sallama deme hakkına sahipti. Ne sanmıştım ki, her şeyin ayaklarımı yerden keserek ilerlemeye devam edeceğini mi? "Affedersin," dedim ve ama affedilmeyi dileyecek ne yapmıştım ki? "Bir daha olmaz."

"Sen de binme," dedi ve Mustafa'nın küçük yumruklarını ellerinin içine aldı. Ona bakmıyor olsam da sesine yaydığı gerginliğin tadına varıyordum. "Sallanmayın..." küçücük bir an kirpiklerimin arasından ona bakındım ve doğrudan salıncağı izlediğini gördüm. "Düşersiniz."

Ben yerden kalkamıyorum ki bir daha düşeyim...

Ellerimi sıktım ve bir kez daha başımı sallayarak ona sırtımı döndüm. Eğer montum yanımda olsa eve girmeden direk çıkar giderdim ama montum içeride kalmıştı. Hazer'in Mustafa'yı zaptetmek için bir şeyler söylediğini duyarken titreyen dudaklarımın üzerine sertçe vurdum. Neden üzüntü içerisine girmiştim. Sanki balı tatmış, yemiştim ama boğazımda bıraktığı acıyı yeni fark ediyordum. Gücenmiş miydim? Bu da neydi böyle? Bir an beni dışlamış gibi hissetmiştim.

Ama zaten ben onun ne kadar içindeydim ki?

Kapıdan içeriye girdim ve Bahar Hanım'a görünmemeye çalışarak üst kata çıktım. Direk odaya girerek montumu aldım ve hiç oyalanmadan aşağıya indim. Salona vardığımda Bahar Hanım'ın sırtı salona dönük vaziyette tezgâhta uğraştığını gördüm. Vedalaşmadan ayrılmamın kabalığını unutmasını dileyerek sessizce kapıdan dışarıya çıktım ve kafamı hiç kaldırmadan atölyeye ilerledim. Saksı hâlâ oradaydı, almam lazımdı. İçeriye girip saksıyı aldığım gibi dışarıya çıktım ve kafamı kaldırmadan bahçe kapısına doğru ilerledim.

"Safir!"

Hazer Han'ın sesini duydum ve bir an duracak oldum ama daha hızlı yürümeye başladım. Aramıza mesafe açsam beni durdurmasına mani olabilirdim. Adım seslerini duydum, peşime takılmıştı. Bahçeden çıktım ve montumu giymeye çalışırken, "Gelme," diyerek karşı koydum ona. Sesim hafifçe titremiş olmasına rağmen kararlıydı. "Yolu biliyorum."

Mustafa'nın bağırtısını duydum, Hazer bunun karşılığında onu tekrardan yatıştırmaya çalıştı. Bu fırsattan yararlandım ve omuzlarımı dik tutmaya çalışarak kaldırımda yürümeye başladım. Hazer sesini yükselterek bana seslendi. "Kaçıyorsan kovalarım..."

Kaçıyor muydum? İnkar edemezdim ama bu öyle kaçmak değildi, gitmekti.

Köşeyi dönerek onun bakış açısından çıkarken en son durması için Mustafa'yı yatıştırmaya devam ettiğini duydum. Onun beni göremeyeceği yerde durdum ve elimi kalbime bastırdım. Bazı kalpler hassastır ve üzerine bir yaprak düşse titrer, acırdı. Benim kalbime yaprak değil, sanki dal düşmüştü. Dal düştüğünde bile böyle olduysa ağacın kendisi düşse kim bilir nasıl incinirdi bu kalp...

Yürümeye devam ettim ve sokağın karşısında geçerek bayır aşağı indim. Saksıyı avuçlarımda sıkıca tutuyor, rüzgârdan korumaya çalışıyordum. Çiçekler hassastı, incinmelerini istemezdim. Bir elimle montumun şapkasını başıma örttüm ve etrafıma bakarak ilerledim. Şimdi nereye gidecektim? Bir parka gidip oturmalı, kurs saatini beklemeliydim. Kendimi bir anda bin saat yaşamış gibi yorgun hissederek çiçeklere baktım. "Duygularımın bu kadar hassas olması benim suçum mu?"

Çiçeğin narin, incecik yapraklarına dokundum ve yokuş aşağı yürümeye devam ettim. Buralarda bir park vardı, oraya inebilirdim. Açtım, simitle doymaktan başka çarem kalmamıştı. Birkaç dakika içinde parka indim ve yol üzerindeki pastaneden aldığım sıcak simidi yemeye başladım. Çok şükür yağmur önce incelmiş, sonra tamamen kesilmişti. Bank ıslaktı, bu yüzden pastane poşetini kalçamın altına sermiştim. Ben hayat şartlarım hep zordu. Doğduğumdan bu yana... Hep buna alıştığım için daha güzel bir hayatın tadını almamıştım ama şimdi olduğum yerde mideme lokma bile sokamıyor olmama sebep olan bunlar değildi. Hafif bir incinmişlikti.

Bir süre orada oturdum, etrafta gezen kedi köpeklerle oynadım. Yalnızlık insanlara değil ama belli ki bana mahsusmuş. Çünkü eninde sonunda kendimi yalnız buluyordum. En çok anlatmayı istediğim anda kafamı çeviriyor ama kimseyi göremiyordum. Ellerim üşüdüğünde tek şansım kendi nefesimdi. Şarkıları hep yalnız dinlerdim, yalnız dans ederdim, kulaklığımı kimseyle paylaşmazdım, sahnemi de... Çünkü ne kimse benimle şarkı söylemek istiyordu ne de dans etmek.

Uzun bir süre orada oturdum, sadece bir noktaya odaklandım ve kollarımı kendime sararak kulaklığımı taktım. Kulaklığı ucuz bir şeyler satan yerden ucuz bir fiyata almıştım, o yüzden sesi kısık geliyordu ama şarkıyı duyabiliyordum. Kalkar dans ederdim ama ilk kez garip bir his vücudumu yönetiyordu. Bu hisse meydan okudum, ben hep dans ederdim. Bu yüzden kalktım ve kimsenin olmamasından yararlanarak ayağa kalktım. Şarkıyı dinleyerek dans ettim, kendi etrafımda dönüp durdum. Ruhum, ateşin üzerinden yükselen duman gibi kıvrılıyordu ve nasıl ateş karanlıkta yakılırsa, ben de karanlıkta doğuyordum.

Öğleden sonra, kurs binasına geçmeden önce evime geçtim ve saksıyı bırakıp üzerimi değiştirdim. Hâlâ perdelerim, ışığım ve suyum yoktu. Üzerime gri bir kazakla dar paça inen pantolonumu giydim. Zaten birkaç çeşit kıyafetimden biriydi bunlar. Saçlarımı biraz kurutmaya çalıştım, sonra aynı şekilde, yarısını bağladım ve aynı montumla evden çıktım. Gazel mesaj artmıştı, ona yanıt yazdım. Kurs binasına gitmek için metro durağına inmeliydim. Öyle yaptım ve metro yolculuğumdan sonra kurs binasına geçtiğimde, merdivenleri titreyen bacaklarla çıktım. Bugün cumaydı, Hazer her cuma dersimize biraz geç geliyordu. Bu yüzden gelmediğini düşünüyordum. Koridora çıktım ve salonun kapısına kadar yürüyüp kısa bir süre orada bekledim. Onu görünce ben bir kalp ve ruhtan değil, heyecanla titreyen bir kalpten ve sevinçli bir ruhtan bir araya geliyordum.

Kapıyı heyecanla açtım ve bakışlarımı önce sahneye çevirdim; beni bazen sahnede beklerdi. Göremediğimde içeriye doğru yürüdüm ve Meliha Hanım bakış açıma girdiğinde kapıyı arkamdan örttüm. "Merhaba."

"Merhaba Safirciğim, biz de seni bekliyorduk."

Biz?

Hazer gelmiş miydi?

Heyecanla bakışlarımı koltuklara çevirdim ama beklediğimin aksine Hazer'i değil, birbirinden farklı sayısız insanı görerek kaskatı kesildim. Hepsi izleyici koltuklarına yerleşmiş, ilgiyle bana bakıyordu. Kalabalığın tek odak noktası olmak beni büyük ölçüde rahatsız ettiğinde bakışlarımı tekrardan Meliha Hanım'a çevirdim. "Ben yanlış bir saatte mi geldim? Aslında saatim doğru ama..."

"Hayır canım." Bakışlarıyla beni yanına çağırdığında yapacak başka şeyim olmadığı için gergin şekilde onun önüne kadar yürüdüm. Sırtım gerginlikten dimdik olmuştu. Meliha Hanım ürkek bakışlarıma karşılık verirken, "Bu bir prova," dedi. "Biliyorsun, müzikalde yüzlerce insanın önünde dans edeceksin ve eğer yanlış düşünüyorsam bağışla ama senin insanlardan pek hoşlanmadığını fark ettim. İnsan içinde geriliyorsun, kendini geriye çekiyorsun, bu yüzden müzikal öncesi prova yapalım istedim. İnsanların seni izlemelerine hazırlıklı olmalısın, insanlar seni izlerken ne kadar iyi dans edebildiğini görmek istedim."

O kadar uzun cümleler kurmuş, kendini anlatmaya çalışmıştı ki anlamamış olmam mümkün değildi. Evet, insanların ilgisi üzerimde olduğunda çok uzaklara kaçmayı istiyordum ama dans konusunda bu böyle değildi. İnsanların beni hayranlıkla izlemesini, dansıma alkış tutmasını severdim. Tabii çok dikkatli bakmadıkları ve sadece dansımı izledikleri sürece... Kalabalığa ürkek bir bakış attıktan sonra sakince kafamı salladım. "Tabi ama bu insanlar kim? Dans hakkında bir bilgileri var mı ki iyi dans edip etmediğime karar verecekler?"

Elini yumuşakça omzuma yerleştiğinde gerildim ama bunu belli etmemeye çalıştım. "Tabi, bunu sorgulamakta haklısın ama ben onların yorumları merak ettiğim için seni izlemelerini istemiyorum ki. Senin kalabalığa karşıda aynı güzellikte dans edip etmeyeceğini merak ediyorum."

Evet, çok makuldu. O da benim farklı, içine kapanık bir insan olduğumu fark ettiği için haklı olarak bunu test ediyordu. Başımı salladım. "Müsaadenizle üzerimi değiştireyim. Bu arada..." bakışlarımı kaçırma gafletine düştüm. "Hazer, yine geç mi gelecek?"

Şüpheci bakışlarının adeta yanağımı delip zihnimle buluştuğunu hissettim. "Hazer Bey demen daha doğru olmaz mı tatlım?"

Bey.

Biz Hazerle birbirimize o kadar uzakta değildik ki...

Kendisine bakmadan kısık bir sesle cevap verdim. "Nasıl hitap edeceğimi kendim bilirim, teşekkür ederim."

Nezaketimden ödün vermeden yanından ayrıldım ve sahne arkasına geçerek üzerimdeki kıyafetleri çıkardım. Gelmeden önce pantolonumun altına tayt ve kazağımın altına tişört giyinmiştim. Bu yüzden hazır sayılırdım. Pointlerimi giyerken Hazer Han'ı aklımdan çıkaramadım. Ben hayatımda ilk kez bir adamı aklımdan çıkaramadım. Onun aldığı pointleri okşadım. Saçlarımı bana kolaylık sağlamaları için tepemde sıkı bir topuz yaptım ve hakkıyla dans edebilmeyi ümit ederek sahne arkasından çıktım.

Kalabalığa karşı selam vererek tam sahnenin ortasına yerleştim ve derin bir nefesi ciğerlerime çektim. Bale dansı en çok zerafet ve naifliğe önem verirdi, çünkü doğrudan göze hitap eden eşsiz bir sanattı. Sırtımı omuzlarımla beraber dikleştirdim ve gözlerimi yumarak müziğin tınısına kulak verdim. Bu sevdiğim bale müziklerinden birisiydi. Önce parmak uçlarımda yükseldim ve tanıdık sızı tabanlarıma yerleşirken, kollarımı yavaşça kaldırdım. Parmaklarım açılmış, süzülüyordu. Bir kuğu gibi kafamı yukarıya kaldırarak boynumu diktim ve başımı sol tarafa çevirerek parmak uçlarımda yürüdüm. İnce ve narin görünüyor olmalıydım, bunu defalarca yapmıştım.

Daha önce provalarımızda defalarca yaptığım kareografiyi eksiksizce, öğrendiğim gibi yaptım ve dans bitimine kadar durmadım. Yanlış yapmamaya, müziği yakalamaya ve müziğin ilerisine geçmemeye çalışmıştım. Zaman benim için zaman ve mekânsızdı. Her an her yerde yapabilirdim. Salondan çıt çıkmamıştı, ara ara gözlerimi açtığımda insanların pür dikkatle beni izlediğini görmüştüm. Ben kendim olma fırsatını dans ederek bulmuştum, Tanrı herkesin ruhunu bir ihtiyacın açlığıyla doğuruyordu ve bedenlerimiz ruhlarımızın o açlığını doyurmak için çabalıyordu.

Müzikle beraber dansımı bitirdiğimde tabanlarıma bastım ve kapanışı bir selamlama hareketiyle yaptığımda gözlerimi açtım. İnsanlar bununla beraber ellerini kaldırıp bana alkış tutmaya başladığında elimi kalbimin üzerine götürdüm. Gülümse baba.

"Müzikali yapıyorsunuz benim mi haberim yok?"

Kilitlenip kaldım ve elimin altındaki kalbimin durduğunu hissettim. Bu erkeksi ses Hazer'a aitti. Ürperti omurgalarımdan aşağıya indi ve kirpiklerim ince ince titredi. Sesi... kapının önünden geliyordu, sanırım gözlerimin kapalı olduğu esnada gelmişti. Etrafı kaplayıp silikleştiren varlığıyla beraber ne yapacağımı bilemeyerek mağrur bir şekilde Meliha Hanım'a baktım, bu onun açıklama yapması gereken bir konuydu.

"Safir'in kalabalığa karşı dans etmesini istedim," diyerek olduğumuz durumu açıkladı Meliha Hanım, Hazer Han'a doğru yürürken. "Sen neden gerildin?"

Seyirci koltuğundaki insanların bir bir kalktığını, birbiriyle konuşup övgü dolu bakışlarla bana döndüğünü gördüm. Övgüyü kabul ederdim. Birçoğu yanımdan geçerken çok güzel dans ettiğimi söyledi, ben de onların inceliklerine teşekkür ettim. Onlar çıkarken Hazer ve Melih Han biraz uzak kısımda kısık sesle konuşuyorlardı. Salon tamamen boşaldığında sahneden indim ve izleyici koltuklarına yöneldim. Koltuktaki havluyu alıp yüzüme bastırırken, "Bunu benimle paylaşmalıydın," dediğini duydum Hazer'in, taviz vermeyen bir sesle. "Safir, doğrudan benim konum."

Meliha Hanım duraksamış olmalı ki birkaç saniye cevap vermedi. Hazer'den yana hiç bakamıyor, onlara ilgisiz görünmeye çalışıyordum. Az sonra adım sesleri duyuldu ve ardından, "Bu hiç etik değil," dedi Meliha Hanım, benim de duyabileceğim kadar yüksek bir sesle. "Bunu hiç hoş karşılamıyorum."

Meliha Hanım uzaklaştığında göğsümün ortasına bir ağrı çöktü ve sakinleşmiş, üzgün gözlerim Hazer'e çevrildi. İlerimde, uzağımda duruyordu ama benim kadar sakin değil, aksine hiddetli bakıyordu. Hiddeti beni bir parça üzdü ve kalbimden bir parça daha acırken, Hazer dudaklarını kıpırdattı. Dışarıya gel.

Kaşlarıyla kapının dışını gösterdiğinde bu beklentiyle beraber şaşırdım ve Meliha Hanım'a baktım. Az ileride, bilgisayardan bir şeylere bakıyordu. Dışarı derken koridoru mu kastediyordu? Neden koridora çıkacaktık ki? Hem biz biraz küsmüştük, küs insanlar öyle hemen konuşmazdı. Havluyu yüzümden aşağıya indirirken Hazer'in bakışları bir an ıslak boynuma kaydı ama hemen kaçırarak kapıya doğru yürüdü. O kadar fazla heyecanlanmıştım ki, karnıma ağrı girmişti. Ürkerek omuzlarımı silktim, gelmeyeceğimi anlasın istedim ama yaptığı tek şey gözleriyle bir kez daha kapıyı işaret etmek oldu.

"Ama Hazer," diyerek fısıltıyla itiraz etmeye çalıştığımda açtığı kapıdan dışarıya çıktı ve beni peşinden gitme mahkumiyetine düşürdü.

Kapıyı, arkasından gelmem için açık bıraktı.

Meliha Hanım'ın arkası hâlâ bana dönükken havluyu elimden bıraktım ve parmak uçlarımda kapıya doğru koşturdum. Ona fark ettirmeden kapıdan çıktığımda Hazer'i duvara yaslanmış halde buldum ve bana döndüğünde, kapının ağzında durmaya son vererek yanına kadar ilerledim. Tam önünde durduğumda başım çenesinin altında kaldı ve bakışlarım gri gömleğine düştü. Gri? Evet, baştan aşağıya gri giyinmişti. Bir an içimi tarifsiz sıcaklık kapladı ve elim ayağım titredi. Yine muntazam, ulaşılmaz görünüyordu. Takım elbisesi üzerine dikilmiş gibiydi. Onun sertçe inip yükselen göğsüne bakarken, "Si?" Dedim sorarcasına. "Beni neden çağırdığını izah eder misin? Terim soğumadan dans etmeye geri dönmek isti..."

"Saatlerdir çok huzursuzum," dedi Hazer, cümlemi bitirmeme müsaade etmeden. Sırtını duvardan ayırdı ve böylelikle bana daha çok yaklaşmış oldu. Yüzünü başıma doğru eğdi ama onun en yakın olduğu yer, kalbimdi. "Sen bana sırtını dönüp gittiğinden beri..."

Bende onun gözlerini görmek gibi bir huy vardı. Kirpiklerimin altından gözlerimi gözlerine isabetledim ve yas içindeki bakışlarına neyin yası bu, demek istedim. Kimin öldü. Senin kimin var mıydı? Benim hiç olmadı. Bunun yerine kurumuş dudaklarımı ıslattım ve kalplerimiz bir ritimde atarken, "Sana sırtımı dönebildim," dedim ve üzgün bir sesle devam ettim. "Ben sırtımı, beni arkamdan vurmayacak olanlara dönerim."

Hazer nefesini tuttu ve kirpiklerini sayısız kere kırpıştırdı. Sonra elinin birini kaldırdı, yavaşça arkama götürdü ve işaret parmağını yumuşakça sırtıma bastırdı. Dokunuşu sadece bir temastan ibaret olmasına rağmen sanki içeriye girmiş ve kalbime batmıştı. İkimizde nefessizce birbirimize bakarken, işaret parmağıyla orayı işaretledi. Hazer sakın bana gülümseme, çünkü kalbime geliyor. "Sen şimdi bana... Böyle dersen ben sana sırtından da sarılmak isterim."

Nefesimi tuttum ve parmağının tişörtüme yaydığı sıcaklık iliklerime işlerken elimi heyecanla ağzımın üzerine kapadım. Gözlerim kocaman olmuştu. Hazer özür dileyen bakışlarıyla tereddüt içinde yüzüme bakarken, "Sarılmak, kollarının olduğu bir eylem değil mi?" Diye sordum ve elimi ağzımdan çekerek kızaran yüzümü önüme eğdim. "Eğer kollarını çok sıkmayacaksan, bu eylemi gerçekleştirebilir..."

"Hazer? Safir?"

Dudaklarımı birbirine bastırarak sustuğumda Hazer derin bir nefes alarak dişlerinin arasından soludu. Meliha Hanım bizi çağırıyordu, yokluğumuz onu rahatsız etmiş olmalıydı. Artık içeriye dönmeliydik. Hazer parmağını sırtımdan kaldırdığında aceleyle geriledim ve ona kaçamak bir bakışla veda ederek sırtımı dönüp içeriye doğru koşmaya başladım. Hazer arkamdan beni izlerken, duygularımdaki incinmişlik azaldı ve dudaklarımın kenarından bir gülümseme geçti.

Ruhum, biz seninle hiç gelmeyecek olanı bile bekledik. Ona sarılmayı mı bekleyemeyeceğiz...

Bugün montumun cebinde şu notu bulmuştum.

Kendine bir şemsiye al, yoksa sana bere alırım.

Bu notu, kurs binasından çıkıp yine sahafa giderken cebimde bulmuş ve kendime ucuz bir şemsiye alarak yoluma öyle devam etmiştim. Hazer'in bu notları cebime ne ara sıkıştırdığını bilmiyordum ama alelacele yazılmış el yazısının ona ait olduğunu biliyordum. Onun bana bere almasına gerek yoktu, ben böyle hediyelerin mahcubiyeti altında kalırdım. Hazer'de bunu bildiğinden olsa gerek, hediyeleri karşısında çok mahcup olduğumu bildiği için bana şemsiyeyi bu şekilde aldırmıştı. Bu çok ince bir düşünceydi ve sahafta çalıştığım süre boyunca bu notu açıp açıp okumuş, rafların ardına saklanarak kıkırdamıştım.

Sahaftan mesai bitimiyle beraber, az önce ayrılmıştım ve yanımda Gazelle beraber evime yürüyordum. Saat sekizi geçmişti, aralık ayında olduğumuz için gökyüzü adeta gece görünümündeydi ve gümüş rengindeki ay ışığı solukça parlıyordu. Önüne bulutlar oturmuştu, bir kısım yıldızlar hiç parlamıyordu ve rüzgâr göz yaşartacak kadar yoğundu. Gazel yanımda, telefonla mesajlaşıyor ve bir yandan da benimle konuşuyordu. Ellerimi ceplerime saklamış, avuç içimde Hazer'in notunu saklıyor ve parmak uçlarımda bir alçalıp bir yükselerek yürüyordum. Hazerle kurs binasında, aramızda geçen o konuşmadan sonra hiç konuşmamıştık ve ben garip bir şekilde telefonumun titremesini bekliyordum.

"Ben dün bahsettiğim mahalleye gittim."

Adımlarım üzerinde durdum ve şaşkın bir yüz ifadesiyle Gazel'e döndüm. Kurduğu cümleye öyle hazırlıksız yakalanmıştım ki, ne diyeceğimi bilememiştim. O benim aksime ileriye bakıyor, kirpiklerini bile kırpmıyordu. Neyden bahsettiğini anlamıştım. Ailesini bulmak için gitmek istediği mahalleye gitmişti ama neden bu kadar üzgündü? Sokağın ortasında durarak ona doğru döndüm ve nazikçe dirseğinden tuttum. "Bana söyleseydin seninle gelirdim?"

Gazel'in gözleri bana doğru döndü ve gözlerinin içindeki üzüntü kılıç olup beni kesti. Mavi gözleri ıslanmış ve dudaklarının kenarlarına buruk bir kıvrım yerleşmişti. Çok mutsuz görünüyordu. "Sen bütün gün çok fazla yoruluyorsun, oradan oraya koşuşturuyorsun, seni işinden edemedim." Burnunu çekti ve ağlamamak için derin derin nefesler aldı. "Mahalleye gittim, mahallenin eski sakinlerini buldum, uzun süredir orada yaşayan insanları... Annemin ve babamın ismini bilmedikleri için zor oldu ama bir kadını buldum, bana yıllar önce ki olaydan bahsetti. Tam yılını hatırlamıyordu ama dediğine göre yirmi yıldan fazla olmuş. O zaman hamile bir kadın varmış ama... eşinden sürekli eziyet görürmüş. Ben onun annem olduğunu düşündüm, zaten annem ve babam mutlu olsalar ben yetimhanede olmazdım değil mi? Zaten kadın... doğumda ölmüş."

Bakışlarımı kaçırdım, ona bakarak ağlamak istemedim ama... kendimi berbat hissetmiştim. Gazel'e olan bana oluyordu sanki, onu o kadar çok seviyordum ki... Şimdi karşımda bu kadar üzgün durması beni parçalıyordu. Duydukları elbette ağırdı, hele anne ve babasını bulmak için bu kadar ümitliyken. Hıçkırığının sesini duyduğumda, "Grito," diyerek kafamı iki yana salladım. "Ağlama diyorum ama ağlamadan da olmuyor, biliyorum. Gazel bak... onlar ailen olmayabilir, ailen olduğunu gösteren hiçbir kanıt yok ki." *Ağlama*

"Öyle ama..." elinin içiyle ıslak gözlerini sildi ve göz yaşları yanaklarından aşağıya akarken küçük küçük hıçkırdı. "Annemin beni doğururken ölmüş olduğunu düşünüyorum da... Mahvoluyorum! Üstelik babamın beni hiç istemeyişi..."

"Bunlar sadece varsayım," diyerek ellerimi omun omuzlarına yerleştirdim ve yüz yüze gelebilmemiz için dizlerimi kırarak hafifçe eğildim. "Hem gerçek bile olsa sen yine bir şeyleri kaybetmiş olmayacaksın ki. Üzgünüm ama biz hep kimsesiz değil miydik Gazel? Tamam, geçmiş bazen çok acı verici olabiliyor ama geçmiş için üzülmektense gelecek için çabalamayı öğretmedik mi birbirimize? Geçmiş acı verici ama bizden güçlü değil. Ağlama, ben sana yetmek için her şeyi yaparım."

Göz yaşları içinde gülümsedi, bakışlarındaki tebessümü gördüm. Ellerini yüzüne kapattı ve iç geçirerek ağlamaya devam ettiğinde kollarımı ona doladım. Çenemi omzuna yaslayarak saçlarını sevgiyle okşadım. Ben belki yorgun, yaşlanmış bir ağaçtım ama o bana ne zaman yaslansa onun dayanağı olur, yıkılmazdım. "Bazen o kadar ağır geliyor ki... Yetimhanede büyümüş olmak, insanlara bunu söylemek, onların bakışlarının aniden değişmesini izlemek... Yetim ne ya? Yetim! Nefret ediyorum bu kelimeden."

Ama öyleyiz.

Bunu ona söylemedim. İnsan, olup da sevmediği her şeyden nefret ederdi. Yetimdik, yetim kelimesinden nefret ediyorduk. "İyi olmak insanlardan alınmış bir organ gibi Gazel. Sanki hepimiz bir gece uyuyorduk ve birileri gelip iyilik hissini bizden aldılar. O yüzden artık insanların bizi ötekileştiren o bakışlarını umursamayı bıraktım. Sen de bırak."

"Ben senin kadar güçlü olamıyorum Safir."

"Zaman beni güçlü birisi yaptı."

Gazel'de kollarını bana doladığında kendimi daha iyi hissederek hafifçe tebessüm ettim. Ona da daha iyi hissettirebilmiş olmayı umuyordum. Bunu da yapamıyorsam ben zaten niye vardım ki? Gazel benden uzaklaşırken kollarımı ondan çözdüm ve o sırada onun omzunun üzerinden süratle gelen arabayı gördüm. Farlarının ışığı gözümü almıştı. Gazel de arabanın gürültüsünü duyarak omzunun üzerinden arkasına döndü ve araba yaklaştıkça o arabanın tanıdık birisine ait olduğunu anlayarak kaskatı kesildim.

Galip'ti.

Onunla en son yetimhanede, Hazer'in de benimle olduğu bir anda karşılaşmıştık ve o ezici bakışlarını atmaktan başka bir şey yapmamıştı. Şimdi benim oturduğum evin sokağında ne işi vardı? Gazel mi söylemişti? Onunla karşı karşıya gelmek beni kırmasına müsaade etmek demekti. Bu yüzden hemen evime gitmek istiyordum. Galip'in arabası önümüzde sert bir frenle durduğunda bakışlarımı korkuyla Gazel'e çevirdim ve onun öfkeyle Galip'e baktığını gördüm. Burada olması onu sinirlendirmiş gibiydi.

"Gazel, ben gideyim, sen de üşüdün zaten Galip seni eve götür..."

Gazel endişeli yüzünü bana çevirirken yüzündeki yaşları da silmeye devam ediyordu. "Burada olduğumu nasıl bildi anlamadım Safir. Merak etme, ben onunla beraber gideceğim hemen şimdi."

Kafamı hızlıca salladım. Araba kapısının açılma sesini duymuştum ama korktuğum için ondan tarafa bakamıyordum. "Tamam, lütfen kendine çok dikkat et."

Gazel tedirgin bir şekilde gülümsediğinde ona arkamı döndüm ve uzaklaşmaya başlayacak oldum ki, "Safir," dediğini duydum Galip'in. Sesi tok, soğuktu. "Bana bir merhaba demeyecek misin?"

Hayır, demeyecektim. Ona karşı nazik olamıyordum, çünkü beni defalarca aşağılamıştı ve ben bir kez daha bunun olmasına izin verirsem kendimi aşağılamış olurdum. Omuzlarımı dikleştirdim ve yere daha sağlam basarak evime doğru yürümeye devam ettim. O sırada Gazel'in Galip'e arabaya binip gitmeyi istediğini söylediğini duyuyordum. O da Galip'in gürültü çıkarmasından endişe duyuyor olmalıydı. "Dursana Gazel," dedi, alaycı bir sesle. "Sen hep demez miydin Safir'e iyi davran, ben de iyi davranıyor, selam veriyorum işte."

"Lütfen arabaya binelim ve buradan gidelim," dedi Gazel, onu ikna etmeye çalışarak. "Safir çok yorgun, seninle daha sonra selamlaşır."

"Ben sana onunla görüşmemeni daha kaç kere söyleyeceğim?" Galip sessiz sokakta haykırdığında, ayaklarım durdu ve Gazel'in hissettiği ürperiyi ben de hissettim. Gazel'e bağırmasından nefret ediyordum, ki ben çok az şeyden nefret ederdim. "Gazel, şu kız sana ne katabilir Allah aşkına?" Doğru, sevgiden başka bir şey katamam. "Ben seni yukarıya çekmeye çalıştıkça sen kendini aşağıya itiyorsun? Sen benim sevgilimsin, karım olacaksın, vizyonsuz insanlarla görüşmeni istemiyorum! Anlatamadım gitti sana bunu! Ha, tabi Safir sınıf atlamış da olabilir, bilemem. Yanında fiyakalı bir adamla..."

Bir gürültü oluştu.

Gürültü o kadar ani ve yüksek sesli olmuştu ki bir anda kendimi yerimden sıçrayıp arkama dönerken buldum. Gazel ve Galip'te şaşkınca kafalarını çevirmiş, gürültünün sebebine bakıyorlardı. Kirpiklerimi kırpıştırdım ve ne olduğunu anlamaya çabasıyla gözlerimi araştırır şekilde olay yerinde gezdirdim. Galip'in hayret nidasını duydum ve hemen ardın kendisi önümden çekildiğinde, bana açılan boşluktan ne olduğuna baktım. Aman Tanrım! Galip'in arabasına arkadan başka birisi çarpmıştı ve... çarpan araba Hazer'e aitti.

Elim çığlığımı tutmak için ağzıma kapandı ve endişe, bir tohum gibi içimde filizlendi. Hızını mı alamamıştı? Nasıl oldu da çarpmıştı? Galip arabasının düşen plakasını yerden kaldırıp kabaca şeyler söylerken, Gazel'de şaşkınlıktan tepki veremiyordu. Galip'in arabasından çok Hazer için endişe duydum ve titreyen bacaklarla arabaya doğru koşmaya başladım. Hızlı vurduysa ona bir şey olmuş mudur? Başını çarpmış, kanatmış olabilirdi. Ben arabaya koşarken, sürücü koltuğunun kapısı açıldı ve Hazer adımını dışarıya atarak doğruldu. Yavaşladım ve ardından tamamen duraksayarak elimi kalbime götürdüm. Sağdı, iyi görünüyordu. Gözlerim başına kaydı, darbe almış gibi görünmüyordu. Bunun verdiği rahatlamayla beraber tüm kaslarım serbest kaldı ve kalbim gevşedi. Hazer'in gözleri doğrudan benimle buluştuğunda, "Ne yaptın sen?" Diyen Galip'in sesi aramıza girdi. Hazer'in bakışları benden çekildi ve Galip'e yöneldi. "Arabama çarptın!"

Hazer dilini dişlerinin arasında döndürerek burnundan sert bir nefes aldı. Yüzü çarpıcı derecede gergindi. "Dua et ki çarptığım tek şey araban oldu." Dudağını büktü. "Yani, şimdilik."

Galip elindeki plakayla beraber doğruldu ve burnundan soluyarak Hazer'e döndü. Neredeyse ağzından ateşler çıkacaktı, gözleri öfkeyle yanıyor ve tek gözü seğiriyordu. Gazel şaşkınlığı bir kenara bırakarak tereddütle Galip'in yanına ilerledi ve onun kolundan tuttu. "Galip, yanlışlıkla olmuş olmalı. Lütfen uzatmayalım, zaten senin için bu ufak pürüzler parayla halledilebilir şeyler. Hadi, gidelim."

Hazer bakışlarıyla öyle meydan okuyordu ki sanki Galip ağzını açmaya çekiniyor ama bir yandan da konuşmak istiyordu. Sinirli bir gülüş yüzünden geçti ve sonrasında Gazel'in elini iterek plakayla beraber sürücü koltuğuna geçti. Gazelle bir an bakıştık, onun için endişeleniyordum. Benim endişemi bakışlarıyla yatıştırdıktan sonra Galip'in arkasından arabaya bindi ve birkaç saniye sonra araba tozu dumana katarak uzaklaşmaya başladı. Gözden kaybolana kadar arabaya baktım ve gerisindeki acı egzoz kokusunu nefeslenmekten başka şey yapamadım. Araba tamamen gözden kaybolduğunda solmuş bir yüzle Hazer'e döndüm ve mesafemizi kapatmak için yanına yürüdüm. O da bana yürüyordu. Ortada buluştuğumuzda elimi başına götürmek, yarası var mı diye bakmak istedim. Bunun yerine endişeli bir sesle sordum: "İyi misin?"

Hazer dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı ve perişanlığımı izlerken, "Kabalığıma şahit olmanı istemezdim," dedi, samimi görünüyordu. "Ama o bundan anlıyor."

"Başını çarptın diye ne kadar endişe ettim biliyor musun..."

Hazer'in gözlerindeki öfke ehlileşti ve yerini ellerimi terleten bir sıcaklığa bıraktı. Nefesleri bir an kayboldu, yüzümde hissedemeyince eksikleştim. Zorlukla yutkunurken, "Deli miyim neyim?" Diye mırıldandı. Elini enesine götürdü. "Sen endişelendim deyince bir an mutlu oldum."

Onun için endişelenmem hoşuna gitmişti, anlamıştım. Garip ya, ben de duygularımı nasıl bu kadar kolay dile getirdiğimi de anlamıyordum. Yüzümü aşağıya eğdim. "Ben de deliyim galiba, sen mutlu oldum deyince ben de mutlu oldum sanki."

Hazer bir an dudaklarını araladı ama sanki diyecek bir şey bulamamış gibi aralanan dudaklarını birbirine bastırarak sustu. Bir parça kızarmıştım. Parmak uçlarımda yükselerek saçlarımla oynamaya başlarken, "Şemsiye almışsın," diye mırıldandı Hazer, bakışları elime düşerken. "İyi bir taktik uygulamışım galiba."

Bir tutam saçımı parmağımın etrafına kıvırarak döndürürken, "Hıhı," dedim ve ekledim. "Aldım. Şemsiyen olmadığı zamanlarda benim şemsiyemin altına girebilirsin."

"O zaman ben şemsiyemi hiç getirmem ki..."

Alt dudağımı ısırarak gün boyu üzerinde taşımış olmasına rağmen kırışık görünmeyen gömleğine baktım. "Olur."

"Olsun."

Ne demem gerektiğini bilemediğimden bir dakika sustum. Burada ne yaptığını sormak istiyordum ama neden burada olduğundan çok burada olduğuyla ilgileniyordum. Parmak uçlarımda bir inip bir yükselirken, "Safir," dedi Hazer, sesi tereddütlüydü. Parmakları hâlâ ensesinde, saçlarını karıştırıyordu. "Sabah olanlar için... Hâlâ bozuk muyuz, yani..."

"Hayır," dedim ve fısıltıyla devam ettim. "Duygularımın hassasiyetiyle ilgilenmek zorunda değilsin."

Hazer'in burnundan verdiği sert nefes alnıma çarptığında, bakışlarımı onunla buluşturdum ve az önce sakin olan gözlerinden şimdi üzeri dumanlı gemilerin geçtiğini gördüm. Bana doğru bir adım attığında refleksle ben de geriledim ve kaldırdıma çıkarak onunla neredeyse aynı boyda oluverdim. Ondan kaçma girişimimi bir dudak bükmeyle karşılarken, "İlgileniyorum," dedi ve sanki iyice anlamam için, her harfin altını, sesiyle çizerek devam etti. "Hatta bir tek ben ilgilenmek istiyorum."

Bir tek o... Sadece Hazer. Yutkundum ve parmağımın etrafındaki saçı serbest bıraktım. "Sadece sen... Sadece Hazer."

Dudağının kenarı kıvrıldı. "Sadece Mila."

Heyecanla sordum. "Sadece... ben mi?"

"Sadece sen."

Biri için sadece olabilmek... Eğer hislerimiz elle tutulabilir olsaydı tam şu anda hissettiğim şeyler avucuma sığmaz, taşardı. Bir kalp ne kadar atabilirse o kadar attı kalbim ve aralandı Hazer'in dudakları. "Mila?"

"Si?"

"Saçların kıvır kıvır olmuş."

Onun bu cümlesiyle beraber bakışlarımı omuzlarıma çevirdim ve saçlarımı önüme alarak ne durumda olduklarına baktım. Evet, yağmurla beraber ıslanan saçlarım kabarmış, kıvrılmışlardı. "Yağmur saçlarımı ıslattı, o yüzden böyle olmuş."

Hazer garip bir bakışla, kirpiklerini bile kırpmadan saçlarıma bakarken hafifçe utandım. "Aslında ben sana bir bere alacaktım," dedi ve tereddütle durup vereceğim tepkiyi bekledi. Hazer'in kimi zaman cesareti de vardı kimi zaman tereddütleri. Benimse hep tereddütlerim... "Ama sen çok mahcup oluyorsun diye alamadım, mahcubiyetinin altında ezilmeni istemiyorum. Şimdi saçların da ıslanmış, alsamıydım ki acaba..."

Nefesini yüzümde öyle bir süzülüyordu ki, sanki camı açmıştım ve rüzgâr yüzüme çarpıyordu. Hiçbir rüzgâr onun fırtınasına kavuşamazdı. "Evet, hediyeler beni mahcup ediyor."

"Pijamayı da giymemişsin zaten," diye homurdandığında dudağımın kenarını ısırıp sordum. "Giymediğimi nereden anladın?"

"Koklad..." Hazer kelimesini tamamlamadan ani bir öksürükle sustu ve genzini temizleyip kendini toparladığında konuşmasına devam etti. "Yani yeni alınmış ürün kokuyordu oradan anladım."

Hızlı hızlı başımı salladım, bunun hakkında bir şey sormak istemiyordum. Hazer'de daha fazla bir şey demeden sustuğunda ayaklarımın ucuna bakarak dalgalanan saçlarımı düzeltmeye çalıştım. Daha ne diyebilirdim bilmiyordum, neden burada olduğunu bile sormamıştım. Saçlarımı tutup tek omzumda topladım ve rüzgârın fısıltısına karışan nefes seslerini dinledim. Eğer Hazer burada olmasa evime giderdim ama Hazer buradaydı ve ben çekip gitmek istemiyordum. Burada durup ayaklarımı izleyebilir, arada bir kirpiklerimin altından onu süzebilir, göz göze geldiğimizde hafifçe kızaran yanaklarına bakabilirdim.

"Safir?"

"Hazer?"

"Ben," dedi ve tekrardan sustu. Ay ışığına minnet duyarak onun kemikli çehresine baktım ve sayısız çilini izlerken, devam etmesini sabırsızlıkla bekledim. Kaşlarını olumsuz bir duygusunu yatıştırmak ister gibi çatmıştı ve dudağını acımasızca ısırıyordu. Ağzıma cam, kalbime can kırıkları batıyordu ama Hazer bana baktığında, hiçbir keskin acı içime giremiyordu. Orada durup her şeye meydan okuyordu sanki. Hazer benim kalbim yumruk gibi ama senin elini gördüğünde çözülüyor. Burnundan derin bir nefes vererek kısık ama keskin sesiyle devam etti. "Buraya, sana bir şey sormaya gelmiştim. Seni çiftliğime götürmek istiyorum..." bu sefer ne rüzgâr saçlarımı dağıttı, ne de kazayla oldu. Hazer uzandı, tereddütle ama isteyerek bir tutam saçımı nazikçe kulağımın arkasına yerleştirirken yüzüme doğru fısıldadı. "Sadece Mila'yı. Haftasonunu orada geçirelim, acaba benimle gelir misin? Hem benim atlarım var, onları çok sever..."

Boğazımda düğümler birikmişken, ağzım kupkuru olmuş ve ayağımı bastığım zemin, çürük bir tahta gibi ayaklarımın altında titremişti. O tüm bunları söyleyerek iffetle koruduğum kalbimi adeta yumruğunun içine almaya teşebbüs ederken, ansızın aramızı bir telefon sesi doldurdu. İkimizde eş zamanlı olarak irkildiğimizde Hazer elini yavaşça kulağımın arkasından çekti ve susarak telefonla konuşmama izin verdi. "Lo siento," dedim telefonum çalarak konuşmasını kestiği için. *Üzgünüm*

Telefonumu pantolonumun arka cebinden çıkardım ve ekrandaki kayıtlı numaraya şaşkınca baktıktan bir an sonra yanıtlayarak telefonu kulağıma götürdüm. Hazer tüm bu süre içinde ateş misali sıcak gözlerini kısmış beni izlerken, "Alo, Safir?" Diyen sese kulak verdim. Kalbim duyacaklarımın belirsizliğine tepki göstererek sıkıştı. "Ben Eyüp Çocuk Yuvasından arıyorum, Müdire Hanım.... Kusura bakma Safir, seni bu saatte rahatsız ediyorum ama acil bir durum vardı." Bir anlık sessizlik peyda olduğunda, kalbime hüzün oturdu. "Senin kardeşine düşkünlüğünü bildiğimden haber vermek istedim... Bir aile, Leo'yu evlat edinmek istiyor."

BÖLÜM SONU.

Bitmeyen bölüm diye bir şey olsa sıkılmadan okur muydunuz?

Keşke olsa ama kim yazacakskskd.

Bölümü nasıl buldunuz? Hazer ve Safir'in naifliğine zarar getirmek istemiyorum ama bazen onların kavga etmesini de istiyorudkekdkd. Bu bölüm biraz bozuştular ama kıyamadım, düzelttim :'( Umarım keyif alarak okuduğunuz bir bölüm olmuştur. OY ve YORUMLANIZI bırakmayı unutmayın canımın içleri. Motive pls motive.

Bölümü bir emoji ile anlatır mısınız?

Bana ulaşmak için:

Instagram: emineasr
Twıtter: emineasr

EMİNE TAVUZ

ÇOKSEVGİ.🖤

Continue Reading

You'll Also Like

628K 42.4K 43
Çilek Alança Yıldırım mı yoksa Çilek Alança Saruhan mı demeliyiz? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek, ailesinin gerçek olmadığını ve küçük...
1M 40.2K 48
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...
769K 44.6K 34
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
1.4M 46.9K 22
"Zorla evlendik farkındasın değil mi?" dedim dehşetle. Umursamadı ve gözlerimin en derine bakıp, belimde olan eli belimi okşamaya başladı. "Evet kar...