KİMSESİZLER MATEMİ.

By matmazelhayalleri

13.3M 879K 3.1M

Safir Mila Safkan, şu an olduğu yaşından çok daha ufakken, hayatının taşlarını yerinden oynatan bir olay yaşa... More

KİMSESİZLER MATEMİ.
1. Bölüm: "Hüzünlü Bir Matem."
2. Bölüm: "Bir Avuç Şekerleme."
3. Bölüm: "Kasırga."
4. Bölüm: "Çığlık."
5. Bölüm: "Çirkin Kalpler."
6. Bölüm: "Bir Küçük Hediye."
7. Bölüm: "Dilek."
8.Bölüm: "Kimsesizlik."
9. Bölüm: "Not."
10. Bölüm: "Işıklar Sönerse Diye Korkmak."
11. Bölüm: "Söz."
12. Bölüm: "Sadece Hazer."
13. Bölüm: "Senorita Ve Süper Kahraman."
14. Bölüm: "Müziğin Sesi."
15. Bölüm: "Balo."
16. Bölüm: "Mesafe."
17. Bölüm: "Gelmek..."
18. Bölüm: "Dudaktan Kalbe."
20. Bölüm: "Kırgınlıklar ve Telafiler."
21. Bölüm: "Acıyı Resmetmek."
22. Bölüm: "Gemideki Kaptan ve Güvertedeki Kız."
23. Bölüm: "Kara Ay Güneşe Kavuşursa..."
24. Bölüm: "Mutluluk Balonu."
25. Bölüm: "İlham Perisi."
26. Bölüm: "Evin İçine Düşen Bomba."
27. Bölüm: "Yerle Bir."
28. Bölüm: "Hayal Kırıklığı."
29. Bölüm: "Reddediliş."
30. Bölüm: "Ay Güneşe Tutuldu."
31. Bölüm: "Müzikal."
32. Bölüm: "Bir Şehir Bin Gülüş."
Gazel & Behram.
33. Bölüm: "Işıklar Söndü."
34. Bölüm: "Fırtınada Çiçek Dikmek."
35. Bölüm: "Elmas Kalpler."
36. Bölüm: "Güzel Çiçekler ve Zehirli Bitkiler."
37. Bölüm: "Ölümcül Gerçekler ve Parçalanmış Kalpler."
38. Bölüm: "Perişanlıklar ve Bedeller."
39. Bölüm: "Artık Üzemezler Bebeğimi."
40. Bölüm: "Ateşin Etrafında Uçuşan Kelebek."
41. Bölüm: "Kana Karışan Aşklar."
42. Bölüm: "Kalpteki Avare Kelebekler."
43. Bölüm: "Geçmişin Davası."
44. Bölüm: "Kaderdeki Aşklar ve Lunaparktaki Işıklar."
45. Bölüm: "Mutluluk Ya Çok Yakınında Ya Çok Uzağında."
46. Bölüm: "Kırmızı Kurdele."
47. Bölüm: "Sevgi Ölmez Sen ve Ben Katil Olmak İstemezsek."
SEZON FİNALİ: KUZEY IŞIKLARI.
49. Bölüm: "Kuzey Işıkları."
50. Bölüm: "Yirmi Gün."
51. Bölüm: "Eve Dönüş."
52. Bölüm: "Umut Etmek Veya Mağlup Etmek."
53. Bölüm: "Aile."
54. Bölüm: "Oyun."
55. Bölüm: "Yıkımın Ardındaki Gürültü."
56. Bölüm: "Sevginin Kıymeti."
57. Bölüm: "Beyaz Pointler."
RAFLARINIZDA BİZİM İÇİN YER AÇAR MISINIZ?
58. Bölüm: "Kışın Güneşi, Baharın Çiçeği."
59. Bölüm: "Bahar Çiçeği Büyüyor."
KİMSESİZLER MATEMİ KİTAP KAPAĞIMIZ.
60. Bölüm: "Melek Kanatları."
61. Bölüm: "İlk Kalp Atışları."
62. Bölüm: "Islak Kirpiklerin."
63. Bölüm: "Rüya."
64. Bölüm: "An."
FİNAL.

19. Bölüm: "Gece Yarısı Güneşi Ve Üstüne Kar Düşmüş Dağ."

219K 15.6K 59.3K
By matmazelhayalleri

Multimedya:

Rixton, Me And My Broken Heart.

Merhaba parlayanlarım<3

Nasılsınız, dilerim her biriniz iyisinizdir. Biz sizi özledik, umarım özlenmişizdir^_^ Çok güzel bir bölüm oldu, lütfen paragraf arası yorumlarınızı ihmal etmeden keyifle okuyun.♥️

Hazer için kullandığımız adam bu, görüyorsunuz ki beğenmemek elde değil.. Tabi sizin hayal gücünüzü bu adamla sınırlamıyorum, Hazer için istediğiniz kişiyi düşünmekte özgürsünüz.

Hikâyeye giren herkesin yıldızları bırakmasını istiyorum. ✨

19. Bölüm: "GECE YARISI GÜNEŞİ VE ÜSTÜNE KAR DÜŞMÜŞ DAĞ."

Ben su alan bir kayıkta sana gelsem, sen karada bana el sallasan...

Ölüm soğuktu, bunu babama sarılırken anladım. O gece bacağına sarılıp uyurken üzerime kar düşmüş gibi hissettiğimi şimdi bile hatırlıyordum. Hava soğuyor sanıyordum ama ölüm soğuğuymuş, anlamıyordum. Üşüdükçe babama sarılıyor, babama sarıldıkça üşüyordum. Kendini o ipe asmadan önce üşümemem için sobayı yakmıştı ama ölümün bütün evi buz keseceğini düşünememişti.

Baba sen o sobayı yaktığında ne beklemiştin?

O sobanın yanına geçip, senin ipten sarkan bedenini izlememi mi?

İtiraf edemiyor olsam da sen içimi buz kesmiştin ve ben işime düşen karları hâlâ eritememiştim babacığım.

Leo'nun yanına ne zaman gelsem annemi, babamı, eskiyi düşünürdüm. Geçmiş, annemin benzin atıp babamın çakmakla tutuşturduğu bir yangındı ve ben orada yanandım. Bu yüzden geçmişe dönüp nasıl yandığımla yüzleşmek istemezdim ama Leo bana hep aynı şeyleri hatırlatıyordu. Babam intihar etmişti ve içten içe sebebini hep annem görmüştüm. Annemin olduğu kişiye dayanamamış ve benden vazgeçmişti. Annemden geçemeyip benden geçmişti... Sanırım...

Leo, annemin babama olan ihanetinin bir göstergesiydi ama ona baktığımda bu gerçeği düşünmekten bile utanıyordum. O tüm bu çirkinliklerin gerisindeydi, masum ve küçüktü. Babasının kim olduğunu bilmiyordum ama o benim kardeşimdi ve ayağına taş değse, içim acırdı. Şimdi karşımda, ona aldığım çikolatayı kemiriyor, yetimhanenin renkli salıncağında sallanıyordu. Artık büyüdüğünü iddia etmiş, ben kocaman adamım, sallanabiliyorum demişti. O hep kocaman bir adam olmak isterdi.

Tıpkı onu gibi.

Hazer'in.

"Safir, ben kocaman adam olamamışım... Sallayamıyorum kendimi, beni sallar mısın?"

Onun tatlı sesini duyduğumda gözlerimi telefonumdan çekerek ona baktım ve salıncakta gayretle kendini ileriye ittiğini gördüm. Günün erken saatleriydi, kalkar kalmaz hazırlanıp buraya gelmiş, Leo ile vakit geçirmeye başlamıştım. Yüzüne bakınca onu ne kadar özlediğimi tekrar fark ederek banktan kalktım ve salıncağın yanına ilerledim. "Tabi sallarım ama bana neden hâlâ ısrarla Safir diyorsun? Yoksa... Beni ablan olarak görmediğin için mi abla demiyorsun?"

Dizlerimin üstünde salıncağın önünde eğildiğimde Leo'nun bakışları benimle buluştu ve kafasını kuvvetle iki yana salladı. Sarı, dümdüz saçları dalgalanmıştı. Ayakları salıncaktan sarkıyor, yere bile basamıyordu. Üstünde kazakla mont ve siyah pantolonu vardı. Sorumla beraber bir an duraksadı ve sonra küçük omuzları düştü. "Benim burada hiç arkadaşım yok, sana Safir dediğimde sanki arkadaşımmışsın gibi hissediyorum. O yüzden öyle diyorum Safir... Kızma bana, lütfen."

Ona bakıp da kendimi görmemek ne mümkündü...

Benim gibi ürkek, çekingendi. Kalabalıktan korkar, arkadaşlık kuramazdı. Altı yaşındaki bir çocuk için ne kadar da derin düşünüyordu Tanrı aşkına? Salıncağın önünde kederle onu izlerken uzanıp montumun cebinden selpak çıkardım ve çikolata bulaşan ellerini silmeye başladım. "Ben zaten senin arkadaşınım ama aynı zamanda ablanım da. Tamam, ister Safir de ister abla de, hiç kızmam."

Şefkatim karşısında hem utandı hem de mutlu olup heyecanla şakıdı. "Şey, başka çikolata var mı?"

Parmaklarını silip onu temizledikten sonra doğruldum ve kirlenen selpağı atmak için çöp kutusuna yöneldim. "Var ama peş peşe yeme, bunu da akşam yemeğinden sonra yersin olur mu?"

O kadar uslu bir çocuktu ki, bazen hayret ediyordum. İkimizde fırtınanın uğramadığı deniz gibiydik; sessiz, sakin, dingin. Tekrar onun yanına yürürken, "Olur," dedi ve ellerini salıncağın demirlerine yerleştirerek kendini ileriye itti. "Off! Olmuyor Safir, sallanamıyorum."

Parkta kimse yoktu, ben izin alarak onu aşağıya indirmiştim. Arkasına geçtim ve eğilerek onu yavaşça sallamaya başladım. "Biraz daha büyüdüğünde tek başına sallanacaksındır."

"Büyük adam olduğumda mı?"

Ah, büyük adam olmayı ne sanıyordu acaba? Şefkatle dudağımın kenarını kıvırdım ve salıncak ileriye giderken, "Şey," dedim tereddütle. "Seni büyük bir adamla tanıştırmamı ister misin?"

"Yaa?" Dedi hayret ve heyecan içinde. Kafasını arkasına çevirerek bana baktığında, ileriye ittiğim salıncakta tekrardan geriye gelmişti. "Sen büyük adamları tanıyor musun?"

Gözlerimin önünde Hazer'in görüntüsü oluştu ve ruhumdaki canavarı korkutmaya sanki onun gölgesi bile yetti. "Dağ gibi," dedim ve Leo'nun dudağındaki tebessüme dalgınca baktım. "Büyük mü büyük adam. Çok korkusuz görünüyor, hep senin o sevdiğin takım elbiselerden giyiyor ama... büyük olmasına rağmen hiç korkutmuyor."

Leo hayranlıkla beni dinliyordu. "Ne zaman tanıştıracaksın bizi Safir?"

"Aslında onu bir kere gördün tatlım."

Evet, bir kere karşılaşmışlardı. Alt dudağımı ısırdım ve başımı kuvvetle iki yana salladım. Onları tanıştırma fikri aklıma neden gelmişti? Leo büyük adamları sevdiği için mi? Şimdi Leo'ya bunun olmayacağını söylesem incinirdi ama Hazer'e kardeşimle tanış nasıl diyebilirdim ki? Salıncağı ileriye doğru iterken, "Bir gün tanışırsınız," dedim ve kısık sesle devam ettim. "Ama Hazer belki bunu çok saçma bulur, sonuçta neden kardeşimi tanımak istesin ki?"

"Daha hızlı salla Safir, lütfen."

Bazı harfleri söyleyememesine gülümseyerek onu biraz daha hızlı salladım ama düşmesinden endişe duyduğum için dikkatli oldum. Kollarını iki yana açmış, bir kuş gibi davranıyordu. "Şapşal," dedim ona ve o an bu kelimenin ağzıma nereden yapıştığını hatırlayarak yutkundum.

Hazer için ben de mi böyle sevimli görünüyorum ki bana şapşal diyordu?

Kan yanaklarıma hücum ettiğinde Leo'yu kontrol ederek elimdeki telefona baktım ve hevesle mesajlara girdim. Hazerle en son dün konuşmuştuk, o, beni iki gözümden öpüp evimden ayrıldığında... Bir an göz kapaklarım üstünde parmağının yakıcı baskısını hissederek yanında durduğum direğe tutundum ve sık nefesler aldım. Neredeydi? Yurt dışına çıkacağını söylemişti, uçup gitmiş miydi? Ne zaman dönecekti?

Çabuk dönse ya...

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Günaydın senor.

|10.44|

Mesajı gönderir göndermez telefonu elimle beraber kalbime yasladım ve yanağımda soğuk demiri hissederek gözlerimi yumdum. Yurt dışındaysa mesajım hemen gider miydi? Bana cevap verecek miydi? Meşgul olabilirdi, veya uyuyor... Birkaç dakika heyecan içinde bekledim ama telefon titremedi.

Mesaj atmadı.

Gözlerimi açtım ve dudaklarım aşağıya doğru bükülürken bildirim ekranına baktım. Mesajı atalı dört dakika olmuştu ama cevap vermemişti, normalde hemen verirdi oysa ki. Benden daha mühim işleri vardı demek. Tabi olabilirdi ama bu kalbimin burkulmayacağı anlamına gelmiyordu.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Madem cevap vermeyecektin neden bana mesaj at, dedin ki?

|10.50|

Soğuyan ellerimi nefesimle ısıttım ve düşen omuzlarımı dikleştirdim. Neden ikinci mesajı atmıştım ki? Meşgul olabilirdi, ona hesap mı soruyordum? Bu pek hoş değildi. Mesajı geri alamaz mıydım? Yanaklarımı şişirerek sıkıntıyla sırtımı duvara dayadım ve göğsümün üzerine dayadım. İçim buz kesmişti ama çözülüyordu sanki.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Yüz ifaden çok komik.

|10.52|

Hı? Yüz ifadem mi? Yüz ifademi nereden bilebilirdi ki? Tahmin mi ediyordu? Ne yazacağımı bilemeyerek ekrana baktım ve Leo'nun sesini duyduğumda irkildim. Salıncaktan inmiş, montumun uçlarını çekiştiriyordu. Hafifçe eğilip onunla yüz yüze geldiğimizde, "Çok üşüdüm, içeriye girebilir miyim?" Diye sordu, bir çocuk telaşesinde. "Ama öbür çikolatayı da ver öyle gireyim."

Çekingen ama istekli şekilde uzanıp kızarmış yanaklarına birer tane öpücük kondurdum ve uzanıp montumun cebinden çikolatayı çıkardım. Leo çikolatayı elimden kapıp sevgiyle yanaklarımı öptü. "Bir daha gel Safir, annemin kokusunu getir."

Onun sapsarı, güzel saçlarını okşayarak acıyla gözlerimi yumdum ve bana tereddütlü sarılışına karşılık verdim. O masumdu, ya acıları tarafından büyüdüğünde de böyle kalacak mıydı? Tanrım, o hep beyaz bir sayfa olarak kalsın, beni zaten yeterince karaladılar. "Geleceğim," diye söz verdim ona. "Belki de büyük adamla..."

Kıkırdadı ve benden ayrıldı. "Bir daha ki sefere üç çikolata isterim."

"Kaç tane istersen alırım sana."

Arkasını döndü ve koşarak yetimhanenin kapısından içeriye girdi. Onu mutlu etmiştim. Tanrım, birisini, kendi kardeşimi mutlu etmiştim. Ben kendi içimde büyük bir yaraydım ama bazen birilerinin ağır yarasına bez bastırmayı da seviyordum. Sevgiyi seviyordum ben, sevgiyi paylaşmayı. Güzel olan her şey güzel olanı bulurdu ve ben onu asla bırakmayacaktım.

Arkamı dönüp dış kapıya yöneldim ve ellerimi cebime sokup telefonumu cebimden alırken başımı da önüme eğdim. Siyah, demir kapıdan çıkıp elimdeki telefona baktım ve telaşlı parmaklarımın mesajlara girmesine mani olamadım. Hay aksi, ona kızıp şimdi ben mesajına geç cevap veriyordum.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Afedersin, geç dönüyorum.

Gittin mi?

|11.00|

Aptaldım, bunu sormamalıydım. Neden sormuştum ki? Çünkü gidip gitmediğini bilmeyi istemiştim. Kaldırım boyunca yürürken nefesimi tutup mesajını bekledim.

Gönderen: Sadece Hazer.

Gidiyorum, uçaktayım şu an.

|11.02|

Gidiyordu. Daha yeni gidiyorsa Tanrı bilir ne zaman gelirdi? İç çektim ve ne yazacağımı bilemeyerek parmaklarımı mesajında gezdirdim.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Ne zaman döneceksin?

|11.03|

Tamam, burada olmadığı için kızarmamam gerekirdi ama boynuma kadar ısınmıştım. Bu mesajımı okuyunca ne düşüncekti?

Ben seni düşünüyorum Hazer, senin de beni düşündüğün oluyor mu?

Gönderen: Sadece Hazer :)

Şapşal, kafanı kaldır da yukarıya bak.

Ayaklarımın burnuna bir ayakkabı değdiğinde irkildim ve kafamı hızla yukarıya kaldırdığımda, Hazer'i hiç beklemediğim kadar yakınımda bularak gözlerimi kocaman açtım. Karşımdaydı, doğrudan göz gözeydik ve beni büyük anlamda şaşırtmıştı. Sarsılarak geriye doğru bir adım attım ve sırtım duvarla bütünleştiğinde, "Buradasın," diye fısıldadım, ne dediğimi bilemeyerek. "Gitmemişsin..."

Elim, sanki burada olduğunu kendime kanıtlamak için ona doğru uzandığında, Hazer'in bakışları elime düştü ve o an parmaklarım ikimiz arasında asılı kaldı.

"Buradayım," dedi Hazer, benimki kadar kısık ve kaybolmuş bir sesle. "Ama sen bence bir dokunup kontrol et. Yani burada olup olmadığımı..."

Soğuğu hissetmiyordum, tamamen sıcaktım. Onunla, hiç mi hiç beklemediğim anda karşılaşmak ne dediğimi bilmememe sebep olmuştu. Hazer yukarıdan aşağıya, nefesini tutup bana bakarken, gözlerim bütün çehresini gezdi. Kalın kaşlarının altından gözlerini, gözlerinin altından çilli yanaklarını, sakalsız çenesini... Dudağımın kıvrıldığını fark ederken yanaklarımın kızaracağını bilerek uzandım ve ceketinin ucundan tutarak fısıldadım: "Buradasın."

Hazer hızlıca kafasını salladı ve gözlerini indirerek ceketinin ucuna baktı. Tombul parmaklarım ceketini ürkekçe kavramıştı ve o baktığında sanki çekecek gibi olmuştum. Hazer bunu anlamış gibi bana bir adım daha atarak o ceketi daha sıkı tutmamı sağladı ve kafasını sol tarafına eğerek benim yaptığım gibi yüzümü izledi. Traş losyonunun yanında daha öncede duyumsadığım kendine has kokusunu aldım ve sırtımı tamamen duvarla bütünleştirdim. "Kendimi burada buldum," diye konuştu ve elinden birini sık sık yaptığı gibi ensesine götürdü. "Ben de anlamadım nasıl olduğunu."

Elim hâlâ ceketini tutuyordu. Ürkekçe ama isteyerek.

Aramızda mesafe yok değildi, vardı ama ben yine nefes alamıyordum. Şaşkınlığım yerini büyük kalp çarpıntılarına bıraktığında, verecek bir cevap arayışına çıktım ve aklıma gelen ilk soruyu sordum. "Beni kandırdın, uçaktayım dedin!"

Hazer duraksadı. Eli ensesinde kalırken, "Uçakta telefon kullanılmaz, buradan anlayacağını düşünmüştüm," diye açıkladı hızlı bir şekilde. "Kandırmadım! Vallahi bak."

Ah, bu bilgiyi bildiğimi bile hatırlamıyordum. Kızardım, kendimi cahil hissederek mırıldandım. "Ben hiç uçağa binmedim, tabi bu uçakta telefon kullanılmadığını bilmememin bir sebebi olamaz ama..."

Hazer kaşlarını kaldırarak cümlemin arasına girdi. "Binmek ister misin?"

"Efendim?"

"Uçağa?" Dedi sorarcasına. Nefesi yüzüme doğru alçalıyordu. "Binmek ister misin?"

"Çok," dedim içimden geldiği gibi. Başımı yanıma doğru eğdim ve kızaran yanaklarımı gizlemesi için saçlarımı önüme aldım. "Çok isterim ama binemedim işte. Benim şehirleri, ülkeleri gezmek gibi hayallerim var ama gerçekleştiremiyorum. En çok da Kuzey Işıklarını..."

"Belki gerçekleşir," dedi Hazer ve tekrardan ceketini kavrayan parmaklarıma baktı. Dudağının kenarı kıvrıldığında, ileride bir gün bu anı en çok tebessümüyle hatırlayacağımı anladım. Seslice yutkundu. "Belki birinin hayali de senin hayallerini gerçekleştirmek olur."

"O birisinin hiç kendi hayali yok mu ki?"

"Artık var."

Bir rüzgâr uçuştu ve saçlarım dağılarak aramıza katıldı. Bir an saçlarım yüzünden onu göremediğimde, ellerimi çekmek için saçlarıma götürdüm ve Hazer'de benimle aynı şeyi yapıp saçlarıma uzandığında parmaklarımız birbiriyle çarpıştı ve gözlerimiz kucaklaştı. O anda kaldık. Nefesimizi tuttuk. Üşümüş parmak uçlarımız sanki ısınmak için birbirine dokunurken, her ikimizin de göz bebekleri hafifçe büyümüştü. Ne ben ne de o saçlarımı çekemedi, saç tutamlarım gözlerimizin önünde uçuşurken yalnızca birbirimize baktık.

Kalbim, kuş musun sen? Niye uçup gidesin var?

"Affedersin," dedi Hazer ve elini yavaşça çekerek yüzümden uzaklaştırdı. "Kazayla oldu."

Saçlarımı titreyen parmaklarımla kulağımın arkasına doğru ittirdim. "Tabi kaza, olabilir yani."

Hazer hızlıca başını salladı ve saçlarıma bakarak burnundan içeriye derin nefesler aldı. Bakışlarımı kaçırdım, böyle kazalar kalp kazasıydı sanki, altında kalıyordum. Parmaklarımı saçlarımda oyalarken, iyi bir dikim ürünü olan takımına bakarak onu inceledim. Lacivert renkli takımını yine aynı renk kravatıyla birleştirmişti. İpek mendili ceketinin ön cebindeydi. "Burada olduğumu nereden biliyordun?" Diye sordum, sessizlik bana bayılacakmışım gibi hissettirirken. "Üstelik senin işte olman gerekmiyor muydu?"

Kafası başımın üzerinde kalıyordu ve böylelikle verdiği her nefesi saç diplerimde hissediyordum. Başımın üzerinde derin bir nefes alırken, elinin birini açıp kapadı ve sanki kendini bir şey için zorluyormuş gibi gerginleşti. "Sabah evine geldim, sen tam çıkıyordun. Ben de kendimi senin arkandan gelirken buldum, buraya gelince de kardeşinin yanından ayrılmanı bekledim. Ayrıca evet, öğleden sonra şirkete geçeceğim senorita."

Elim hâlâ ceketini tutuyordu...

Kafamı salladım, parmaklarım ceketinin uçlarını avucumun içine doğru hapsederken, boğazımdaki düğümleri çözmek için üst üste yutkundum. "Sana günaydın mesajı attım," dedim ve parmaklarımı az yukarıya çıkararak ceketindeki düğmeyi tuttum. "Sıra sende. Yarın sabahta sen atacaksın değil mi?"

Hazer'in göğsü yükseldi ve ceketinin altındaki omuzları dikleşti. Bazen ağzımdan çıkanlara inanamıyor ama demekten de vazgeçemiyordum. Aramızdaki o hava o kadar sıcaktı ki, sanki aldığım her nefeste içime ateşi çekiyordum. Başım dönüyor, karnım ağrıyordu. Hazer benden farksız olmalı ki, kısık bir sesle kesik kesik konuştu. "Atarım, atmazsam ne olayım yani... Öyle atarım. Akşamları da atarım, iyi geceler yazarım, tabi istersen..."

"Olur," derken, kalbimin adeta boğazıma fırladığını hissediyordum. "Ben zaten akşamları seni düşünüyorum..."

Aman Tanrım! Bunu söylemiş miydim? Şimdi dudaklarım böyle mi demişti? Gözlerim onun ütülü gömleğine bakarken kocaman oldu ve ateş güçlü şekilde yanaklarıma hücum etti. Bunu söylemeyi planlamamıştım, sadece düşünmüştüm ve... Dudaklarım çaresizce, duruma uygun düşen birkaç kelimeyi söylemek için aralandığında, "Yaa," dedi Hazer Han. Sesindeki bir şey kaburgalarımın kalbime doğru batmasını sağladı. "Çok ilginç, çünkü ben de seni düşünüyorum. Bir anda oluveriyor, anlamıyorum. Allah Allah, neden acaba?"

"Yaa," dedim incecik bir sesle.

Sanki o önümde açılan uçurumdu ama ben düşmekten korkuyordum.

"İşte o zaman elim telefona gidiyor," dedi Hazer, boğuk sesiyle. Bir an durdu, sustu. Parmaklarım ceketine daha sıkı tutundu. "Hatta toplantıda olmuştu geçen, bir anda aklıma sen geldin nereden çıkıp geldiysen. Seni şey yapınca işte konuşulanları da hep kaçırmışım, çalışanlarım fark etmesin diye üste çıkmak zorunda kaldım ve hepsini azarladım."

Kalbim, tüm yasalardan baskın çıkıp göğsümün orta yerine yumruklarını indirirken, dudaklarım titrek bir gülümsemeyle kıvrıldı. Toplantısında beni mi düşünmüştü? Elimin biri kızarıklığı saklamak için yanağımda oyalanırken, "Çalışanlarını azarlaman hiç hoş değil," dedim güçlükle.

"Evet, daha hoş olan şeyler var."

Nefesimi tuttum.

Gözlerimi kaçırdım. "Bence de daha hoş şeyler var."

Cesaret edip gözlerine baktım ve ufuk çizgisindeki güneşin içimdeki karları erittiğini hissettim. Kirpikleri hafifçe kıpırdandı ve boğazını temizledi. "Bir daha öyle toplantılarda falan aklıma gelme."

Hemen indirdim bakışlarımı, utandım. Ceketindeki düğmeyi çevirirken, "Peki," dedim, sanki bu benim elimdeki bir şeymiş gibi. "Ama aklına gelmemem için beni düşünmemen gerek."

"İşte," dedi Hazer Han, derin bir iç çekiş sonrasında. "Onu yapabilsem..."

Biraz daha konuşursak sanki bacaklarım üzerinde duramayacak, düşecektim. Ben böyle cümleler kurmazdım ama onun yanında kalbimin ağzı açılıyordu. Diyecek bir şey bulamadım, yine pervasızlaşmak istemiyordum. Kafamı salladım ve artık ceketini bırakmam gerektiğini hatırlayarak parmaklarımı uzaklaştırdım. Hay aksi, ceketini kırıştırmıştım. Kabahatime üzülerek, "Özür dilerim," dedim. "Kırıştırmışım."

Hızlıca cevap verdi. "Hiç, hiç problem değil!"

Bana kızmaması o kadar hoşuma gidiyordu ki, onun yanında konuşabiliyordum. Hazer bana özgürlüğü veriyordu, yıllarca yapmak istediğim şeyi yaptırıyordu. Beni konuşturuyordu, ne bakışlarıyla ne de sözleriyle beni susturmuyordu.

Merhamet kalbimde kök salıyordu.

Hazer mesafeyi açarak ayakkabılarının üstünde gerilediğinde kendime çeki düzen vermeye çalıştım. Bir an nerede olduğumu, ne yapacağımı bile unutmuştum sanki. Çevreme baktım ve sokaktan birkaç insanın geçtiğini gördüm. Arabası yoktu, Kerem neredeydi? Sanırım beni yürüyerek takip etmişti. Takip edilmek... Çok korkunçtu ama Hazer'e karşı hiçbir güvensizliğim yoktu.

Hazer uzaklaştığında saçlarımı düzelterek kaldırımdan indim ve ona bakmadan, yürümeye başlayan adımlarını takip ettim. Ben Leo'nun yanından sonra annemin yanına gideceğimi düşünmüştüm ama şimdi Hazer'i takip ediyordum. Şirkete sanırım dans provası yaptıktan sonra gidecekti ama o zamana kadar ne yapacaktık? Tık? Neden beraber hareket edeceğimizi düşünüyordum ki? Ellerimi montumun cebine soktum ve parmak uçlarımda tekrardan kaldırıma çıkarak, dans eder gibi yürümeye başladım. Sokakta pek fazla insan olmadığı için bunu yaparken rahattım. "Hazer?"

"Efendim güzelim?"

Güzelin?

O bir mucit diye düşünmüştüm. Kalbimin yerini biliyor. O bir mucit ve bu kalbi nasıl hızlandıracağını biliyor.

Vücudum bir an, gerçekleşmesini ümit edip hiç gerçekleşmeyen o hayallerimi taşıyormuş gibi ağırlaştı. Ben büyüdüğümde kalbimi bir canavarın ellerinde bulmuştum ama Hazer, o canavarı gölgesiyle ürkütüp korkularımı ufaltıyordu. Ürküp kaçabilirdim ama bana bu kelimeyi kurduğunda sadece elimi göğsüme bastırıp gözlerimi kapatmıştım.

Hazer benim kaldırım kenarında durduğumu fark etmeden elleri cebinde bir şekilde sokağın sonuna doğru yürümeye devam etti. Çok manasızdı ama ayaklarımı kıpırdatıp öylece arkasından gidemiyordum. Ne olmuştu böyle? Neyden etkilenmiştim? Hazer biraz sonra sokağın sonunda, muhtemelen adım seslerimi duymadığından olsa gerek duraksadı ve omzunun üzerinden bana döndü. Duraksadı, kaşları çatıldı ve ardından ani şekilde yanakları kızardı. Sanki ne dediğini yeni fark etmiş gibiydi. Aynı anda bakışlarımızı kaçırdık ve yüzlerimizi başka yönlere çevirdik.

Montumun üzerinden elimi kalbime bastırmaya devam ettim ve tekrardan onun peşine düştüm. Ne diyeceğimi unutmuştum, çünkü beni afallatmıştı. Hazer, sanki ona yetişmem için daha yavaş adımlarla yürümeye başladığında aramızdaki mesafe azaldı. Az sonra tekrardan ona yakın bir mesafede yürümeye başladığımda, terleyen avuçlarımı üstüme doğru sürmeye çalışıyordum. Bu şarkıyı dinlemeyi seviyordum ama ya bu şarkıyı söylemeyi ne zaman öğrenecektim?

"Ne diyecektin?" Diye sordu Hazer, birkaç dakika sonrasında. Köşeden dönüp başka bir sokağa girmiştik. "Hazer dedin ya az önce?"

Sırtına baktım, üstünde yalnızca ceketi vardı ve üşümüyor olması imkansızdı. Neden kabanını giymemişti? "Yurt dışına neden gitmediğini soracaktım," dedim, kendime mani olamadan.

"Gideceğim," diye yanıtladı ve içime çarpan dalganın sertliğine hayret ederek omuzlarımı düşürdüm. "Yalnızca biraz erteledim."

Gidecek, kaçışı yok.

Kafamı salladım, bunun hakkında diyecek başka bir şeyim yoktu. Dudaklarımı ıslatıp, "Peki şimdi nereye gidiyoruz?" Diye sordum.

Kumaş pantolonunun cebine koyduğu elini çıkardı ve ensesine atarak hep yaptığı şeyi yaptı. "Nereye gittiğimizi bilmiyorum," dedi alçak bir sesle. Birkaç saniyelik bekleyiş oldu. "Kahvaltı yaptın mı sen?"

"Sim..."

"Buraya gelirken yolda alıp yediğin simiti kastetmiyorum," dedi, homurtuyla karışık bir sesle. "Zaten yarısını yolda gelirken gördüğün kediye köpeğe dağıttın."

Ah, doğru, beni takip ettiğine göre yaptığım her şeyi de izlemişti. Acaba komik veya aptal bir hareket yapmış mıydım? Parmak uçlarımda yükselirken, "Açlardı," dedim hayvanları kastederek. "Ben de simidimi paylaştım."

"İyilik meleği misin sen?"

"Kanatlarım yok ki benim," diyerek kendi etrafımda döndüğümde, Hazer'in dudağının kenarı kıvrıldı ve sessizce mırıldandı. "Şapşal."

Tabanlarıma basarak ağrıyan parmaklarımı dinlendirirken, "Ayrıca melek olmam gerekmez," dedim ve ensesini kaşıyan parmaklarına baktım. "Kediyi köpeği doyurmak için insan olmam yeterli."

"Evet," dedi ve arkamızdaki araba sesini duyarak başını omzunun üzerinden bana çevirdi. Kaşlarını çattı. "Kenara geçsene."

Araba tekerleklerinin gürültülü sesini duyarak omzumun üzerinden arkama dönecek oldum ama Hazer elini sertçe uzatıp beni montumdan çektiğinde sarsılarak kaldırıma doğru savruldum. Hayret dolu bir inilti dudaklarımda ufalanırken, ellerim düşme endişesiyle beraber onun ceketinin yakalarına yapıştı ve araba müthiş bir hızda sokağın sonuna doğru giderek köşeyi döndü. Gözden kaybolduğunda dehşetin izlerini bedenimde taşıyarak Hazer'in ceketini avuçladım.

"Ara sokakta gittiği hıza bak!" Hazer dişlerinin arasından soluduğunda kendime gelmeye çalıştım ve birbirimizin ceketlerinden tuttuğumuzu fark ettim. Ellerimi hızla ceketinden koparıp geriye sıçradım. "Korna bile çalmıyor!"

Bacaklarım adrenalinle titrerken kaşlarımı çatıp sokağın sonuna bakmaya devam ettim. Çok hızlıydı, olmaması gereken kadar. Sıkışan kalbim yatışmaya başladığında, "Plakasını aldım," diye homurdandı Hazer, ters ters. Bana döndüğünü hissettiğimde kirpiklerimin ardından ona baktım ve bakışlarımız buluştu. O perdelerin ardında ama perdeler çoktan yanmaya başladı. "Ben bir anda çektim seni ama... İyisin ya?"

"Si." Buz kesen parmaklarımla saçlarımı kulaklarımın arkasına doğru ittirdim ve ardından kollarımı kendime sararak kaldırıma çıktım.

"Dikkat et olur mu? Böyle ayı çok."

"Ayı mı?" Dedim tekrar onun peşine düştüğümde.

"Evet, ayı. Bunlar korkusuz korkaklar. Sokak aralarında artistlik yapmaya bayılırlar ama bir köşeye çeksen elini eteğini öperler. İpsiz sapsız, adam görünümlü hıyarlar..."

"Belki bir kadındı," dedim ve ellerimi kaldırarak nefesimle ısıtmaya çalıştım. Hazer bir an ellerime baktı ve sonrasında omzunu silkti. "Erkek olduğunu düşünerek konuşuyorum."

"Anlıyorum."

"Anlıyorsun."

"Ne kadar anlıyorsun?"

Hazer duraksadı. "Ee, bunu nasıl tekrarlayabilirim ki?"

Parmaklarımı dudaklarımın üzerine bastırarak kıkırtımın önüne geçtim, alay edip nezaketsiz olmak istemezdim. Hazer kaşlarını kendi kendine çatıp sokağın köşesinden döndüğünde hiçbir şey demeden yürümeye devam ettim. Kaldırımda dans ettim, yükseldim, döndüm, saçlarım suratıma çarptığında gülümsedim, dansım bittiğinde Hazer'in önünde bir balerinin yaptığı gibi reverans için eğildim. O an dünyanın hiçbir yeri Hazer'in gözleri kadar sıcak olamazdı sanki.

Elini yakasına götürdü, kravatını gevşetti.

Caddeye çıktığımızda artık dans ederek değil, normal yürüyordum ve atkıma sarınmış, ısınmaya çalışıyordum. Doğrusu bu, Hazer'in atkısıydı. Cadde daha kalabalık, kafeler doluydu. Nereye olduğunu bilmeden onunla yürüyor, annemin yanına gideceğim demiyordum. Hazer buradaydı, yanıma gelmişti, şimdi beni peşinde sürüklüyordu ve ben bunların tümüne engel olmuyordum.

Hatta dönüp dönüp ona bakıyor,
Dalgalanan saçlarını izliyor,
Bazen... Bazen elimi uzatıp saçlarını düzeltecek gibi oluyordum.

Işıkların önünde, yeşil ışığın yanması için durduğumuzda, Hazer'in bana baktığını hissettim ama kızarık yanaklarımı göstermemek için suratımı ona çevirmedim. Nefesinin soğuk havanın içinde süzüldüğünü görüyor, göz ucuyla o nefesi takip ediyordum. "Bana bakmadığın zamanlarda sana bakmak daha kolay," dedi ansızın, yalnızca benim duyabileceğim bir sesle.

Dünyanın neresindeyim bilmem ama sanki ayaklarım yerde değil.

Heyecandan cevap veremeyerek alt dudağımı ısırdığımda Hazer sertçe soluklandı ve bir şeyler daha mırıldanarak tekrardan önüne döndü. Kaçıp gitmeliydim, ondan uzak düşünce kalp atışlarım normale girerdi ama gitmiyordum. Israrla burada, onunlaydım.

Evet Hazer, bana bakmadığın zamanlarda sana bakmak daha kolay.

Işığın yanmasıyla beraber karşıya geçtiğimizde ellerimi tekrardan cebime koyarak sahil kenarında yürümeye başladım. Hazer seri ama beni arkasında bırakmayan adımlarla ilerliyordu. Denizin üstünde yükselen martıyı görüp oraya doğru koştum ve ellerimle martıyı taklit ederek parmaklarımı havaya kaldırdım. Elimi martının yörüngesinde, martı gibi hareket ettirerek boşlukta süzdürürken, Hazer'in mesafeyi açtığını gördüm. Dönüp baktığımda, bir taksiyi durdurmakta olduğunu görerek elimi indirdim ve parmaklarıma bir öpücük kondurarak martıya gönderdim.

"Öpücüğü martıya atıyor ya..."

Hazer'e yaklaşırken söylendiğini duydum ve omuzlarımı silkerek açtığı taksi kapısından içeriye yerleştim. Hazer şoför koltuğunun yanındaki koltuğa yerleşip kapıyı örttüğünde, ben de kendi tarafımdaki kapıyı örterek ellerimi dizlerime koydum. Vücudum sıcağa girdiğinde rahatlamış, kaslarım çözülmüştü. Ellerimi dizlerime doğru sürtüp ısırtırken, "Aslında ben annemin yanına gidecektim," dedim, Hazer daha ağzını açmadan. "İstersen beyefendi önce seni istediğin yere götürsün, sonra ben de annemin yanına giderim."

Cümlemi kurduktan hemen sonra kaşlarımı çattım ve yanımdaki nakit parayı düşündüm. Taksiye verip harcamak istemezdim ama bir kere binmiştim. Taksi şoförü hem Hazer'e hem de dikiz aynasından bana baktığında, "Beraber gidebiliriz," dedi Hazer, beklemediğim şekilde. "Zaten oradan sonra kursa geçeceksin, beraber geçeriz."

Annemin yanına Hazerle gitmek... Buna hazır değildim. Tamam, elbet içeriye girip annemi görecek değildi ama benimle birlikte o hastaneye gelmesi beni rahatsız ediyordu. Neden bunu istiyordu, lüzumu yoktu. Benim annem onun annesi gibi değildi. Üzüntüyle omuzlarımı düşürdüm. "Gelmesen daha iyi."

Taksi hareketlenip sokağın sonuna ilerlerken, Hazer dikiz aynasından, gözlerini bir an kırpmadan bana bakıyordu. "Seni bekleyeceğim Safir, kapının önünde beklerim."

Hastanenin kapısı önünde...

Daha fazla itiraz etmedim, zaten er yada geç öğrenecekti. Ne bekliyordu ne düşünüyordu bilmiyordum ama Ruh ve Sinir Hastanesine gitmeyi beklemediği kesindi. Taksi şoförünün benden bir adres istediğinden emin olarak, "Bakırköy," dedim ve başımı daha da önüme eğdim. Anne, sen benim başımı hep önüme eğdirdin. "Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi."

Arabanın tekerlekleri yere daha fevri sürtünürken, Hazer'in sertçe bana döndüğünü fark ettim ama ona bakamadım. Annemin orada olduğunu söylemek kolay değildi, artık Hazer'de annemin ne olduğunu biliyordu. Psikolojisinin bozuk olması utanılacak şey değildi ama annemin fahişe olmasından utanıyordum. Çünkü bunu isteyerek olmuştu. Bedeninin yanında ruhuyla.

Beni emzirirken bile.

Uzunca bir sessizlik oldu, ne ben ne de Hazer konuşmadı. Taksi normal seyrinde ilerleyerek Bakırköy'e yaklaşırken camdan dışarıyı izliyor, tedirginlikle ellerimi sıkıyordum. Annem nasıldı? Oraya gitmek annemin beni parçalara ayırması demekti ve ben buna izin veriyordum. Araba kırmızı ışıkta durduğunda kafamı yukarıya kaldırdım ve o an genç taksi şoförünün dikiz aynasından bana baktığını gördüm. İrkildim, adam gülümserken savunma iç güdüsüyle beraber ellerimi kendime sardım ve bakışlarımı çekecek oldum ki, Hazer'in uzanarak dikiz aynasını sertçe çevirdiğini gördüm.

Şimdi, onun gözlerini görüyordum.

"Yola bak," dedi Hazer, donuk bir sesle. Gözleri dikiz aynasından benimle kesişmişti ama bunu taksi şoförüne dediğini anlamıştım. Adam ağzını açıp bir şey demedi, yola döndü ve ben rahatlayarak ellerimi indirdim. Hazer bakabilirdi, Hazer'in gözleri gözlerime değebilirdi. O zaman ellerimi kendime sarıp ondan korunmak istemiyordum.

Kesişen bakışmamız uzarken Hazer parmaklarını bir daha kaldırdı ve tereddütle uzatarak aynadaki aksimden, göz kapaklarıma dokundurdu. Yansımamın üzerinden, gözlerimin kenarlarını okşadığında, bir an parmaklarının gerçekten gözlerime değdiğini hisseder gibi oldum.

Benim kalbim et ve kemikten,
Ama kırıldı.
Benim kalbim et ve kemikten,
Ama senin ellerin, sanki sarmaşıktan.
Çünkü dokunuşun, bahar bahçe.

"Yapma," dedim dudaklarımı kıpırdatarak, sanki çaresizce.

"Yaparım," dedi Hazer ve dikiz aynasının üzerinden gözlerime dokunmaya devam etti.

Dayanamadım, kaçtım, bakışlarımla beraber. Onunla göz göze gelemeyeceğimiz şekilde oturarak bakışlarımı camın arkasına diktim. Beni o kadar sık nefessiz bırakıyordu ki, bana bir şey yaptığını hissediyordum. Bana bir şey yapıyordu ve ben bu yüzden nefessiz kalıyordum.

Bana ne yapıyordu?

Arabanın içerisinde ısınmaktan memnuniyet duyarken, taksinin hastanenin olduğu sokağa girdiğini görerek kasıldım. Annemle görüşmeye hazır mıydım? Ellerim, ısınmış olmama rağmen bu düşünceyle beraber buz kesti ve kalbim ince ince sızladı.

O beni kapısından kovuyordu, ben eteklerine yapışıyordum.

Taksi tamamen durduğunda elimi cebime attım ve en azından taksi ücretini beraber ödeyebileceğimizi düşünerek para çıkarmaya çalıştım. Birkaç kağıt parayı çıkarırken Hazer'in de cüzdanını çıkardığını gördüm. Gözlerim taksimetreye dokundu, ücret bir hayli fazlaydı. Kâğıt paralarımın tümünü vermem gerekecekti. Omuzlarımı düşürerek uzanacak oldum ama Hazer yüklü bir parayı sertçe torpidoya bırakarak adama tip tip baktığında sadece gözlerimi kırpıştırabildim.

"Bir dahakine sadece yola bak."

Ağzımı açamadım, öyle gergin görünüyordu ki, yanlış bir şey söyleme endişesi duydum. Hazer davranarak kapıyı açtığında daha fazla durmadan onu takip ettim ve kendimi dışarıya attım. Taksi, biz iner inmez bir saniye bile beklemeden tozu dumana katarak uzaklaştı. Ellerimi ceplerime koyarak bir müddet taksinin arkasından baktım, Hazer bana doğru yaklaşmıştı. Aramıza belli bir mesafe koyarak bana baktığında, kaçınılmaz olanı gerçekleştirerek gözlerimi onunla buluşturdum. Bakışları yüreğime merdiven dayamıştı. "Ben burada beklerim seni," dediğinde, sesinin tınısındaki bir şey beni derinden etkiledi. "Sigara falan içerim, zaten bugün hiç içmedim."

Beklemek için mi gelmişti benimle buraya?

Kim kapısında bekleyeceği yere gelirdi ki?

Neden gelirdi?

Hastanenin geniş bahçesine baktım ve havanın soğukluğunu iliklerimde hissederken başımı iki yana salladım. "İçeriye gir, burası çok soğuk."

"Ama sen... istemiyorsun gelmemi?"

İstemiyor değil, sadece utanıyordum. Annemin bile isteye olduğu kişidem, olduğu kişinin bizi sürüklediği kıyametten, para için her şeyi yapabilecek olmasından... Çok utanıyordum. Hazer'in istenmediğini düşünmesi kalbimi burktu. "Quiero," dedim ve sonra özür dileyen bakışlarla ekledim. "İstiyorum. Gelir misin lütfen?" *İstiyorum*

Hazer başını yavaşça salladı. "Zaten sigara paketimi evde unutmuştum."

"İyi olmuş, içmemiş olursun."

Hazer'in bakışları bir an garipleşti, ona hak verdim. Çünkü eğer bakabilsem ben de kendime garip garip bakardım. Hiç kimsenin yanında konuşmayan ben onun yanımda lüzumsuz olan tüm her şeyi söylüyordum. Kızararak tepki verdikten sonra hızlıca önüme döndüm ve hastanenin bahçesi boyunca yürümeye başladım. Sigara içmesini istemezdim, o kendine kötülüğü hak etmiyordu.

Bahçeyi yürüyüp binanın içerisine girdiğimde, Hazer birkaç adım arkamdan beni takip ediyordu. Önce doktorun yanına çıkmalı, sonrasında anneme uğramalıydım. O katları çıkarken gerginlikten parmaklarımı sıkıyor, sık nefesler alıyordum. Doktor odasının olduğu kata çıktığımda nefeslerimi düzene koyup, Hazer'den beni burada beklemesini istedim ve o duvara yaslanıp hastaneyi incelerken doktor odasına girdim. Doktorla birkaç dakika konuşup, dikkatli davranmam koşuluyla beraber odadan çıktığımda Hazer'i bıraktığım yerde buldum. Tekrardan peşime düştü ve benimle üst kata çıktı. Vücudumdan soğuk terler akıtmaya başlamıştım, kendimi çok sıkıyordum. Annemin kapısı önüne geldiğimde içeriye girmeden önce omzumun üzerinden ona döndüm. Durmamla beraber kendisi de durmuş, sanki konuşmamı bekliyordu. Beyaz hastane duvarları arasında koyu renkli takımıyla dikkat çekiyordu. "Sen burada bekle, kısa sürede döneceğim."

Aramızda, hemşirenin zaptetmekte zorlandığı bir hasta geçti ve bakışlarımız o hastanın arkasında sürüklendi. Boğazıma güçlü bir yumru otururken, elim sertçe kapının kulpuna asıldı. Buraya gelmek beni kahrediyordu. Hızlı hızlı nefesler alırken, "Acele etme," dedi Hazer, düz bir sesle. "Bekliyor olacağım."

"Beni almadan... Gitme tamam mı?"

Bunu neden demiştim bilmiyorum ama bu kapıdan çıktığımda annem yine beni parçalamış olacaktı ve ben bu kez yalnız olmak istememiştim.

Anne, beni bir kez sağ bırak.

Önüme döndüm ve dudaklarımda dualar mırıldanarak kapıyı açtım. Kapıyı açtığımda doğrudan annemin yüzünü görerek duraksadım ve artık omuzlarımı dik tutamadım. Annem, yatağının ucunda pembe bir gecelikle oturuyordu ve o da beni görmeye hazırlıksız yakalanmıştı. Bakışları yüzümde durduktan birkaç saniye sonra omzumun üzerine tırmandı ve o dakika, Hazerle göz göze geldiklerini anladım.

Sırıttı.

İçeriye nasıl girdiğimi bilemeden kapıyı örttüm ve aralarına set çekerek içeriye yürüdüm. Annemin dudaklarında çirkin bir gülümseme vardı ve baştan aşağıya beni süzüyordu. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemeyerek yatağın karşısındaki koltuğa yöneldim ve rahatsız biçimde oturarak ellerimi dizlerime koydum. Nasıl olduğunu görüp gidecektim, durmayacaktım. Bu sefer beni incitmesine göz yummayacaktım. Kalbim eğilmiş olsa da sırtımı, omurgalarımı dik tutarak bakışlarımı korkusuzca ona diktim. "Hola." *Merhaba*

"Hola pequena puto." *Merhaba küçük fahişe*

Bu kadar çabuk öldürmek zorunda mısın?

En azından kalbimi ölüme hazırlasan?

Bir an koltuktan kalkıp odadan fırlayıp gideceğimi sandım ama yüzümü acıyla kırıştırıp yanağımın içini ısırdım. "Şimdi sana bana n'olur böyle deme demeyeceğim anne. Çünkü ben bir aptalım, zaten kırılacağımı bilerek buraya geliyorum. Eline bıçağı verip beni bıçakladığın için şikâyetçi olmayacağım."

Kahkaha attı. Elinde bir yelpaze vardı ve kış mevsiminde olmamıza rağmen onu yüzüne doğru sallıyordu. Hep zengin, varlıklı bir kadın olmanın hayalini kurduğu için zenginmiş gibi davranıyordu. Süslenmiş, saçlarını taramış, ruj sürmüştü. Kahkahası azalırken, "Senin şair ruhun olduğunu hep biliyordum," dediğinde aksanının abartılığına iç geçirdim. "Böyle süslü cümleler falan kurardın hep, çocukken bile."

"Sen, çocukken beni dinler miydin ki?"

Annem duraksadı ve abartlı şekilde kıkırdadı. "Doğru, dinlemezdim."

Yanağımın içini sertçe ısırdım ve titreyen çenemi yatıştırmak için elimi yanağımda gezdirmeye başladım. Ağlamayacağım, tamam. "Nasılsın?" Diye sordum, sırf o sevmiyor diye Türkçe konuşarak. Tanrım! Annem beni kötü düşünmeye itiyordu. "Doktorun, beni görmeyi istediğini söyledi."

"Rüyamda seni gördüm," dedi ani şekilde. Gülüşü yüzünden temizlemişti ama gözleri oldukça sevinçli bakıyordu. "Çok zengin oluyordun, güzel bir evde yaşadığını, mutlu olduğunu gördüm... Çok paran vardı, bu yüzden görmek istedim seni. Gerçekten paran olup olmadığını görmek için çağırdım seni."

Yok, bu gerçekten şaka olmalıydı. Kahkaha atmamı, gülmemi mi bekliyordu? Bu kadar da değil. Hayır ya... bu kadar da olamaz! Dişlerimi sıktım. "Benimle dalga mı geçiyorsun?"

"Hayır." Ciddiyetle kafasını iki yana sallarken, oda kapısının açıldığını duyarak irkildim. Refleksle o tarafa döndüğümde Semra hemşirenin içeriye girdiğini gördüm. Kapıyı ardından açık bırakıp birkaç ilaçla buraya yürürken, benim gözlerim duvara yaslanmış olan Hazer'e kilitlenmişti. Kaşları çatıktı, elleri ceplerindeydi ve olduğu yerden konuştuğumuz her şeyi duyabilirdi. Bu yüzden hızla anneme dönüp, konuşmaması için yalvaran gözlerle ona baktım ama bunu fark etmedi.

Hangi çığlığımı duydun ki bunu duyasın?

Açım diye eteklerine yapışırdım, sen topuklu ayakkabılarında parmaklarımın üstüne basıp geçerdin.

"Rüyam doğru çıktı demek ki," dedi annem, yalvaran gözlerimi hiçe sayarak. Oldukça neşeli, mutluydu. Bakışları kapının dışına çevrildiğinde, dudaklarındaki o gülümsemesi sanki şeytana hizmet etti. "Baksana, kapmışsın zengin birini."

Lütfen duymamış olsun, lütfen!

Parmağımı kaldırıp dudağıma bastırdım ve nefret ettiğim o kelimeyi söylemek zorunda kaldım. "Sus!"

Annem gülüp ona ilacını veren Semra hemşireye döndüğünde, kapıyı örtmek için kalkmak istedim ama annem sanki bunun önüne geçmek istiyordu. İlacını içtikten sonra, "Yalan mı?" Dedi, şimdi kızmış görünüyordu. "Mila, ben tanırım böyle adamları! Az mı vakit geçirdim böyleleriyle... Bu da onlardan, zengin!" Abartılı bir kahkaha savurduğunda, göğsümün orta yerinde çırpınan duygularımdan göz yaşları döküldü. Kilitlendim, kapıyı örtmek için bile kalkamadım. "İnkâr etsende sende benim huylarım var. Yıllarca ağzına alamadın ama sana söyledim, senden iyi bir fahişe olur. Bak olmuşsun, parayı bulduğuna göre beni artık buradan çıkar kızım, lütfen."

Karşımda ağlamaya başladığında elimi yakama götürdüm ve montumun yakasını açıp nefesler almaya çalıştım. Başım kuvvetle dönüyor, midem bulanıyordu. Beni sayısız yerimden vurmuştu ve kan her yerimden akıyordu. Yerin dibine girmek, ufalmak, küçülmek istedim. Annem karşımda para için ağlarken, Hazer tüm bunların hepsine şahit olurken, o pis kelime kafamın içine çarpıp dururken... "Ben senin hiçbir huyunu taşımıyorum," dedim ve koltuktan fırlayarak ona doğru yürüdüm. Semra Hemşire anneme birkaç şey söylerken, onun burnunun dibine girerek acılar içinde fısıldadım. "Ben paranın köpeği değilim!"

Göz yaşları yanaklarından düşüp dudaklarındaki kırmızı ruju silerek aşağıya indiğinde annem ellerini pençe gibi yakama götürdü ve beni sarsttı. Anne, bu benim ilk depremim değil. İlk kez de enkaz olmuyorum. "Bu masumiyet sana hiçbir şey kazandırmayacak," dedi annem bağırmaya devam ederek. Masumiyetin bana kazandırmayacağı tek şey sensin anne. "Benim gibi olman gerekiyor, bir sürü kişi olması da gerekmiyor. Zengin bir kişi yeter, onu memnun..."

"Aaa." Semra Hemşire annemin taşkınlığına dayanamayarak söylendi ve onun kırışmış ellerini yakamdan çekmeye çalıştı. "Sen iyice delirdin kadın, neler diyorsun kıza!"

Annem beni bırakıp Semra Hemşire ile boğuşmaya başladığında yakamı ellerinden kurtardım ve sarsak adımlarımla geriledim. Annem hemşiresini itiyor, bir yandan saçını çekiyor, ağlıyordu. Onun gibi olmamı nasıl isterdi? Kendisi olmak kendisine ne kazandırmıştı ki, bana onun gibi olmamı söylüyordu? Ben ne bedenimi ne de ruhumu pazarlığa çıkarmazdım. Bedenimi alıp yere atmıştı ve geçip üstüne basarak kemiklerimi kırıyordu. Anne, o kırıklarım daha kaynamadı bile.

"Sen bir hataydın," dedi, annem bas bas bağırarak. Niye bu kadar çok bağırıyorsun, yüreğimde duysun diye mi? Semra Hemşirenin kollarında çırpınırken ölümcül bir kinle gözlerimin içine baktı. "Seni doğurmasaydım şimdi hayatımı yaşıyor olacaktım. Ayak bağı oldun bana, dilerim senin bebeğinde senin ayak bağın olur!"

Zaten hiç duan olamadım, hep bedduan oldum.

Vücudumu taşımakta zorluk çekerek önüme döndüğümde, "Hatasın," diye bağırmaya devam etti. Sesinde, nefretinin yankısı vardı. Söyleyecek şeyleri olan benken bağıran oydu. Anne, elini ağzımdan çek artık! Elinizi ağzımdan çekin! Beni neyin bitireceğini bilerek devam etti. "Öyle olmasa baban intihar etmezdi!"

Beni sağ bırakmamıştı, bunu hiç yapmazdı. Hatta bazen başımda durup ölmemi beklediğini bile düşünürdüm. Anne, ben bir su bitkisi olsam, sen toprağıma tükürürdün.

Kapıyı sessizce örtüp çıktığımda çenem o kadar titriyordu ki, elimle çenemin altını tutmak zorunda kalmıştım. Gözlerim dolu dolu, çaresizce etrafıma bakarken onun gözleriyle rastlaştı ve yüzüme şamar yemişim gibi irkildim. Bunun olacağından korktuğum için onun gelmesini istememiştim ve korktuklarım başıma gelmişti. Her şeyi duymuştu. Utançtan boynumu büküp bakışlarımı, onun gözlerinden kaçırdım ve bir şey diyemeden ilerlemeye başladım.

"Safir..."

Durmadım, kaçmaya devam ettim. Saçlarımı yüzüme örterek telaşlı halde koridorun ucuna doğru hızlı hızlı yürümeye başladığımda, Hazer'de sert adımlarla ardıma düştü. Neredeyse koşarak kaçacak, kendimi onun bulamayacağı bir yere kapatacaktım. Atkım boynumun iki yanından aşağıya doğru sarkıp, fevri adımlarımla beraber savruluyordu. Bırakıp gitmesini, hatta bir süre yüzüme bakmamasını istiyordum. Annemin beni ve onu yakıştırdığı şey...

"Buraya gel!"

Hazer, sesinden daha nazik bir şekilde beni dirseğimden yakalayıp kendisine doğru döndürdüğünde, hıza uyum sağlayamayarak dengemi kaybettim ve ellerimi omzuna yaslayarak durdum. Han, beni arkamızda duran duvara dayayıp bir elini sertçe başımın yanından duvara yasladığında, gözlerimi kocaman açarak ana uyum sağlamaya çalıştım. Vücudu, bana temas etmeden beni kendisi ve duvar arasına kafeslemişti. Bu ilk kez olmuyordu ama onu ilk kez böyle... sert görüyordum.

"Nereye gidiyorsun?" Dedi, yüzü yüzüme doğru alçalırken. Fısıltısı, bakışlarından daha yumuşak ve nazikti. "Peşinden koşuyorum ya, neden beklemiyorsun beni?"

Sorusu o kadar içtendi ki, bir an ne diyeceğimi bilemedim. Göz yaşlarım hemen gözlerimin önündeydi, dökülüp yüzümü ıslatmalarından korkuyordum. Elimi gösterip bak demek istiyordum. Bak, bu seferde buramı kesti. Bak, orası da kanıyor. Hatta şurası da... Şurası da... Başımı eğip boynunun altında kaldım, yüzüne bakmadan konuşmak daha kolaydı. "Yüzüne bakamıyorum çünkü," dediğimde, tırnaklarım avuçlarıma batmıştı. "Duymuş olmaman gerekiyordu, duymuş olmaman gerekiyordu... Çok utanıyorum!"

Sesim o kadar kısıktı ki, yakınımda olmasa beni duyamazdı. Hazer'in göğsü sertçe yükseldi ve ardından, "Mila," dedi, sesinde bir çeşit inleyiş vardı. "Sen niye utanıyorsun ki? Ben bir ayıbını göremiyorum."

"Benim annemi gördükten sonra kendi annene şükrediyorsundur," dedim boğazım düğüm düğüm olurken. "O kadar çirkin şeyler söyledi ki, bir de bunları senin dinlediğini bilince çok utandım."

"O çirkin şeyler diyor olabilir ama sen hâlâ, çok... çok..." başımın yanında soluk soluğa kalarak sustuğunda, gözlerimi yumarak duygularımın beni ele geçirmesine müsaade ettim. Az önce hüzünden ağlayacaktım ama şimdi onun kokusundan bayılacaktım. Çaresizce inlemek, su içmek istiyordum. Dilimin ucuyla kuruyan dudaklarımı ıslatırken, "İzin ver," dedi Hazer ve tereddütle uzanıp montumun yakasını kenara çekti. Ne yaptığını anlamaya çalışırken ürkerek itiraz etmek istedim ama Hazer buna fırsat vermedi. "Boynunu çizmiş..."

"Ah, öyle mi?"

Hazer daha ileriye gidemedi, bir an elini uzatıp boynumdaki çiziğe bakacak gibi oldu ama bunu yapamayarak elini geriye çekip yanına indirdi. Çenem titremeye devam ederken parmaklarımı kaldırıp boynumda arayışa çıktım ve aniden acıyı hissettiğimde, inledim. Doğru yere dokunmuş, çiziği bulmuştum. Ben inler inlemez Hazer kaşlarını çattı. "Dur, üfleyeyim."

Sonra yaramın üstüne doğru üfledi.

Parmaklarım yaramın üzerinde dururken, nefesimi tutup ona bakakaldım. Gerçekten, boynumdaki çiziğin üzerine ince ince üflüyordu. İncecik bir çizikti, üflemek fayda etmezdi ama üflüyordu. Annemin tırnaklarıyla açtığı yarayı o nefesiyle kapatıyordu. Sıcak nefesi dudaklarından sıyrılıp alçalıyor, boynumdaki kesiğe çarpıp boynumun etrafında dağılıyordu. Şaşkınlığımdan ağzımı birkaç kez açıp kapadığımda, Hazer kafasını kaldırdı ve aralık dudaklarıyla beraber bana bakakaldı. Yanakları anında kızardı.

Onun utanabilmesini seviyordum.

Başını tamamen doğrultup bir an gözlerini kaçırdı ve etrafta dolaştırarak utancını yaşadı. Hızla montumun yakalarını kapatıp ben de gözlerimi onun gibi kaçırdım. Hazer elini duvardan indirdi ve uzaklaşarak özel alanımın dışına çıktı. Sık, ağır nefesler alıyorduk. Kalbimin atışı kulaklarımda uğuldarken, sırtımdan aşağıya ter akıyordu. Hazer bir dakika kadar sonra, "Şşt," dediğinde, "Hımm," diyerek gözlerimi ürkekçe onunla kavuşturdum. Zamanın yaratıcı olan Tanrı'ya, senin gözlerine bakarken duran zamandan bahsetsem, bana ne der? Boğazım kupkuru olduğunda, Hazer yutkundu ve dudakları tereddütsüzce aralandı. "İstersen ben tüm yaralarının üzerine üflerim, yani istersen... Sakınma benden yaralarını."

Üfler miydi sahiden? O zaman üflesin, hemen şimdi. Dudaklarım istikrarlı bir şekilde titrerken ürkek bakışlarım eşliğinde elimi kaldırdım ve tırnaklarımı çekerek avuç içimi ona gösterdim. "O zaman üfle," dedim ve ıslak gözlerimi kırptım.

Hazer eğildi, avuç içime baktı ve yaralarımın üzerine ince ince üflemeye başladı.

🌠

Ben bu yaraların sahibiyim, ama onları sevmiyorum.

Kış buhran yaşıyor gibi, hava geçitleriyle akıyor ve güneş tam tepedeyken bile yağmur yağıyordu. Yedi renkli gökkuşağı, güneşin altında süzülüyor ve hayran bakışları üstüne topluyordu. Bazı insanlar içinde kışı yaşardı, güneş tam tepelerinde bile olsa içindeki kış bahara dönmez, karlar erimez, buzullar çözülmezdi.

Benim içim kar doluydu,
Bu yüzden bahar bahçe olamıyordum.

Saat dörde geliyordu, bir süre önce dans kursundan çıkmış, şimdi adeta koşarak sahafa ilerliyordum. Geç kalmaktan, azar işitmekten korkuyordum. Patronum tatlı birisiydi ama geç kalmamızdan hoşlanmıyordu. Bugün Hazerle beraber annemin yanından ayrıldıktan sonra dans kursuna geçmiş, saatlerce çalışmıştım. Meliha Hanım bugün benden hatasız bir performans çıkarmamı istemiş, müzikalin yaklaştığını söylemişti. Bana bir sürprizi olduğunu da eklemişti ama bundan bahsetmemişti. Hazer... Dansımın ortasında kendisine telefon gelene kadar oturmuş, gözünü kırpmadan beni izlemişti. Telefonu yanıtladığı anı bir kez daha anımsadım. Oldukça gergin konuşmuş, yanımdan ayrılırken sinirli olduğu gözümden kaçmamıştı. Telefonda ne olduğuysa ne konuşulduysa onu epey germişti.

Derin bir nefes alıp sokağın köşesini dönerken ellerimi ceplerime yerleştirdim ve o esnada, parmaklarımın yabancı bir şeye dokunduğunu hissettim. Anladığım kadarıyla kâğıttı. Paralarım olduğunu düşündüm ama her iki cebimde kâğıt param olmadığına emindim. Kaldırımın üzerinde duraksayarak kâğıdı cebimden çıkardığımda, bunun para değil de katlanmış, hafifçe sararmış kâğıt olduğunu gördüm. Kalbim bir an kasıldı, kağıdı tutan parmaklarım titredi. Dudağımı sertçe ısırarak kağıdın katlarını açtım.

Atkına sıkı sarın.

Bu yazıyı tanıyordum, bu el yazısı Hazer'a aitti. Elimi dudağımın üzerine kapatarak hayretle gözlerimi kırpıştırdım. Bu notu ne ara yazıp montumun arasına koymuştu? Yalnızca bir ara montumu salonda bırakıp sahne arkasına geçtiğimi hatırlıyordum, o esnada mı koymuştu? Siyah, örgü atkıya bakarak kâğıttaki harfleri okşadım. Mürekkebi sarı kâğıda bulaşmıştı, yazının aceleyle yazıldığı çok belliydi. Atkıyı boynuma sıkıca dolayarak bir diğer cebimdeki kâğıdı çıkardım ve katını açarak heyecanlı gözlerle ne yazdığına baktım.

Yemek yemeyi ihmal etme.

Yemek yemeyi unuturdum, bunun farkına mı varmıştı? Bu kâğıt diğer kâğıdın yarısıydı ve yine yazısı dağınık, aceleci bir el yazısıydı. Adını yazmamıştı, sanki bu yazıyı gördüğüm an ona ait olduğunu bileceğimi biliyordu. Elbette tanımıştım, bana daha önce yazdığı diğer iki notu hâlâ saklıyordum. Kâğıtları özenle katladım ve üst üste koyarak düşmemesi için pantolonumun derin cebine koydum. Evet gidince bunları diğer iki kâğıdın yanına koyacaktım. Önümden bir araba geçtiğinde irkildim ve gülümsüyor olduğumu, yürümeyi bıraktığımı fark ederek kendimi toparladım. Sokağın sonuna doğru koşmak için hareketlendiğimdeyse, bakışlarım sahafın kapısına çevrilmiş ve gözlerim tesadüfi olarak tanıdık gözlerle karşılaşmıştı.

Nazım buradaydı.

Ellerim iki yana düştü ve bakışlarım şaşkınlık etkisiyle açıldı. Nazım Bey, vücudunu saran paltosunun içinde, çalıştığım sahafın önündeydi ve ciddi yüz ifadesiyle bana bakıyordu. İlk an bunun tesadüften ibaret olduğunu, beni görmek için gelmiş olamayacağını düşündüm ama doğrudan bana bakıyordu. Kaşlarımı kendime engel olamayarak çattım ve önümdeki arabanın arkasını dolanarak karşıya geçtim. Ben yaklaştıkça yüzündeki ciddiyet sarsıldı ve ifadesi yumuşadı. Hiç konuşmadan içeriye girmeyi isteyerek bakışlarımı çektiğimde, "Bekle," diye buyurdu Nazım, iki iri adımda önüme geçerek. "Senin için geldim, bir merhaba bir demeden içeriye mi gireceksin?"

Evet, kulağa oldukça kaba bir hareket gibi geliyordu ama kendisiyle konuşmak istemediğimi ona söylemiştim. Asıl kaba olam ısrarcı olmasıydı. Titreyen çenemi atkının içine saklarken, ona kısa bir bakış attım. "Kalabalık olarak algılamayın lütfen, merhaba. Neden buradasınız?"

Etrafıma bakarak ondan bir adım kadar geriye gittim. Tamam, insanların olduğu caddede bana bir şey yapacak değildi. Tedirginlik hissine mani olamayarak kendimi savunmaya alırken, "Ortadan siz ve bizi kaldırdık sanıyordum?" Dedi ve yüzünü sol tarafa doğru eğerek ekledi. "Bana Nazım diyebilirsin."

"Ne münasebet?"

Dudakları hafifçe kıvrıldı. "Çok tatlı bir konuşma tarzın var."

Gözlerimi adeta pörtlettim. Bunu duymak hiç hoşuma gitmemişti. Bana iltifat mı etmişti? Nazik bir davranış olsa da kalsındı, istemiyordum. "Nazım Bey, buraya gelip neden bana böyle şeyler diyorsunuz?"

Bu soruma cevap vermek yerine elindeki saksıyı bana doğru uzattı ve bakışlarım bununla beraber saksıdaki çiçeklere çevrildi. "Geçen bana saksıdaki çiçeklerden bahsettin, ben de bu sefer çiçekleri böyle getirdim."

Şaşırdım, gerçekten. Hiçbir erkek bana çiçek vermemişti, hiçbir erkekten çiçek almamıştım. Nazım ikinci kez bana çiçek veriyordu ve ben bunu da almak istemiyordum. Bana neden çiçek veriyordu ki? "Bana neden çiçekler getiriyorsunuz ki? Ben sizi tanımıyorum, çiçeklerinizi de istemiyorum. Daha ne demem gerekiyor?"

"O halde tanışırız," dedi ve saksıyı bana doğru biraz daha itti. "Al Safir, senin bunlar. Ne istiyorsun, çiçeklere yazık mı olsun?"

Omuzlarım düştü. Ben almazsam o çiçeklere bakmayacak mıydı? Uzandım ve tereddütle saksıyı kavradım, bilhassa ona dokunmamaya gayret ediyordum. Bu saksıyı almamın onunla hiçbir ilgisi yoktu, yalnızca çiçeklerin solmaması için alıyordum. "Teşekkür ederim," dedim mesafeli şekilde. "Sırf solmamaları için alıyorum, onlara bakacağım. Rica ediyorum bana bir daha çiçek getirmeyin."

Bir erkeğe yakın olmaya tahammül edemediğim için kaçar gibi ondan uzaklaştığımda Nazım onaylamaz bakışlarla aramıza açtığım mesafeye baktı. Benim soğuk tavrımdan hoşlanmıyordu ama ona asla yakın olamazdım. Bunu neden istediğini bile anlamıyordum ki. Konuşmayı kesmek için önüme döndüğümde, "Erkek arkadaşın var mı?" Diye sordu beni şaşkına çevirerek. Hayretle ona döndüğümde, cüretkâr şekilde bakışlarıma karşılık verdi. "Ona göre sınırlarımı bilmek istiyorum."

"Can sıkıcı olmaya başladınız," dedim, hissettiğim sıkıntı ve huzursuzluğu dilime vurarak. "Haddiniz olmayan sorular sormayın!"

Hiçbir çekinme veya utanma belirtisi göstermeden ellerini kumaş pantolonun ceplerine yerleştirdi. "Safir, erkekler beğendikleri kadının sevgilisi olup olmadığını bilmeyi ister."

Ne? Beğenmek mi? Kaskatı kesildim ve bir an saksıyı elimden düşüreceğim sandım. Bu bildiğim anlama mı geliyordu? Hayır, bir erkekten böyle şeyler duymaya ne alışkın ne de hazırdım. Duymayı istemiyordum, hatta hiç söylememiş var sayacaktım. Erkek ve kadın ilişkilerinden anlamıyordum, anlamakta istemiyordum. Buz gibi olduğumu hissederek telaşla konuştum. "Söylemeyin, bana böyle şeyler söylemeyin! Duygularınızı incitmek istemiyorum ama ben böyle şeylere karşılık veremem. Lütfen, bir daha buraya gelmeyin."

Kendimi, bir an önce sahaftan içeriye girmek için hazırlarken, "Şansımı denemekten vazgeçmeyeceğim," dedi ve paltosunun yakalarını esnesine siper etti. "Hazer'e rağmen!"

Bana gülümsedi ve ardından ellerini paltosunun ceplerine koyarak kaldırımda ilerlemeyi sürdürdü. Bağırmak, bir daha buraya gelmemesini tekrarlamak istedim ama yapamadım. Tamam, bana zorla bir şey yaptırdığı, incittiği yoktu ama varlığı rahatsız ediciydi. Bir erkeğin etrafımda olma düşüncesi ürperticiydi, bu erkek Hazer değilse...

Hazer demişti değil mi

Kendini neden onunla kıyaslamıştı?

Hazerle aynı odaya, eve gözüm kapalı girerdim. Bir başkasıyla asla.

Sahafın kapısını dirseğimle açarak elimdeki saksıyla beraber içeriye girdim. Aşinalık kazandığım o zil sesiyle beraber kapıyı arkamdan örttüğümde, vücudumda soğuktan sıcağa geçişteki uyumu yakalamaya çalışıyordu. Elimdeki saksıyı düşürmemeye gayret ederek endişeyle kasaya döndüm ama patronumu göremedim. Birkaç dakika gecikmiştim, beni azarlayacaktı.

"Şanslısın," dedi tanıdık bir ses. Dönüp baktığımda bunun çalışma arkadaşım Filiz olduğunu gördüm. "Bankaya kadar gitmişti, geç kaldığını bilmeyecek."

Rahatlayarak derin bir nefes verdim ve minnetle ona baktım. "Bu seninde söylemeyeceğin anlamına geliyor sanırım, teşekkür ederim."

"Ay, hiç işim gücüm yokmuş gibi onu mu yetiştireceğim."

Kıkırdadı ve bir müşteriyle ilgilenmek üzere yanımdan ayrıldı. Daha fazla oyalanmadan dolaba doğru yürüdüm ve saksıyla üzerimdeki fazlalıkları çıkarıp dolabın içine koydum. Üstümde siyah, boğazlı bir kazak ile gri bir pantolon vardı. İkisi de eski olmalarına rağmen hâlâ kullanışlıydı. Saçlarımı düzelttim ve düşüncelerimi bir kenara bırakarak kendimi işime vermeye çalıştım.

Kafanızın içi dolu olduğunda, kendinizi hiçbir şeye yeterince veremiyordunuz.

Düşüncelerinize tutsaktınız.

Bir süre yeni gelen kitapları kategorilerine ayırıp ait oldukları raflara yerleştirdim. Raflar hemen tozlanıyordu, bu yüzden önce tozlarını alıyor, sonra yeni kitapları özenle koyuyordum. Yeni kitap ve matbaa kokusu hoşuma gittiği için bir kısmını kokluyordum. Kitapları yerleştirdikten sonra üst kata çıktım ve gözüm bir daha Filiz'e çarptığında tereddütle yanına ilerledim. O lise son sınıf öğrencisiydi, bana yardımcı olabilirdi.

Çekingen bir şekilde aramızdaki mesafeyi kapattığımda beni fark etti ve elindeki kitapları raflara yerleştirdi. Ellerimi arkamda bağlayarak koyduğu kitaplara bakarken, "Rahatsız olmazsan bir şey soracağım," dedim, nazik olmaya çalışarak.

"Safir, sen niye bu kadar incesin?"

"Efendim?"

Gülümsediğinde, dudaklarının kenarlarında iki derin çizgi oluştu. "Çıt kırıldım diyeceğim ama tam öyle de değil. Tarif etmekte zorlanıyorum ama ince bir kızsın."

"Gracias," dedim iltifatıyla kızarırken.

"Ha, bir de yabancı dil konuşuyorsun. Hangisi?"

"İspanyolca."

"Hımm," diyerek eğildi ve kolinin içerisinden birkaç kitap çıkardı. "Bana ne soracaktın?"

Gergince ellerimi ovuştururken, "Yanlış hatırlamıyorsam lise son sınıftaydın," dedim ve doğru kelimeleri bulmak için bir an bekledim. "Üniversiteye geçeceksin, öncesinde ne yapmak gerekiyor? Bildiğim kadarıyla sınava giriliyor, bu sınavlar ne zaman oluyor?"

Sorumu hiç yadırgamadan aynı nezaketle bana cevap verdi. "Haziran ayında oluyor, okulların kapanmasıyla beraber. Sen hangi bölümü istiyorsun."

Heyecan ve coşku ile, "Güzel Sanatlar," dediğimde Filiz duraksayarak kaşlarını kaldırdı. "Güzel sanatlara özel yetenek sınavlarıyla alıyorlar bildiğim kadarıyla."

Sırtımı rafa yaslayarak dalgın bakışlarımı kitaplara diktim. Evet, özel yetenek sınavlarından haberdardım ama nereye, nasıl başvurmam gerektiğini bilmiyordum. Liseyi iyi bir puanla bitirmiş, üniversite sınavına girip İstanbul'da bir üniversite kazanmıştım ama maddi imkan yetersizliğinden dondurmak zorunda kalmıştım.

Filiz'e teşekkür edip yanından ayrıldıktan sonra ellerimi ceplerime koydum ve o an kâğıtlara dokunarak hatırladım; yemek yemeliydim. Aşağıya indim ve patronun hep aradığı mekânı arayarak kendime çorba söyledim. Allahtan fiyatları ucuzdu da beni mağdur etmiyordu. Çorbam geldiğinde üst kata çıkıp bir masaya oturdum ve patronumun yokluğundan faydalanarak çorbamı içip, ekmek dilimlerini yedim.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Yemeğimi yedim, sen de yedin mi?

|17.10|

Mesajı gönderip yerimden kalktım ve tepsiyle beraber aşağıya indim. Mekânı arayıp boşları alması için haber verdikten sonra tekrar üst kata çıktım ve rafların arasında gezinirken, ondan cevap bekledim. Dakikalar sanki daha yavaş geçiyor, bekleyiş eziyete dönüşüyordu. Bakışlarımı ekrandan alamıyor, gözümü kırpmıyordum. Umutsuzluk beni çarpmadan önce telefon elimde titredi ve bildirim ekrana düştü.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Toplantıdaydım ve aptal aptal mesajına ne yazacağımı düşündüm.

|17.20|

Sırtımı raflara dayadım ve telefonu göğsüme bastırarak gözlerimi yumdum. Onunla mesajlaşmak çok heyecan vericiydi. Dudaklarım ben farkında olmadan yukarıya doğru kıvrılmıştı. Hayır, daha fazla bir şey yazamazdım. Madem toplantıdaydı, rahatsız edemezdim. Zaman, ben onu düşünürken bile donmaya başlamıştı ve bunun neyle alakası vardı bilmiyordum. Hazer bak, orada bir yara kapanıyor, sen mi üflüyorsun?

Bir süre daha çalıştım ve çıkış vaktim geldiğimde sahaftan ayrıldım. Akşam ezanı okunuyordu ve ayaklarım beni daha önce gitmediğim bir yere götürüyordu. İnce ince serptiren yağmurun altında atkıma sarınıp elimdeki saksıyı fırtınadan korumaya çalışarak yürüdüm. Bugün baya yorulmuştum ama iyi hissediyordum. Çorba ve ekmek yemek beni dinçleştirmişti. Karnım toktu, üşüyor ve biraz da yalnız hissediyordum. Evime gidip soğuk duvarların içinde, sessizlikte saatlerce boş boş oturmak canımı sıkıyordu. Fakat isyan etmeyecektim. Ben o ev için Tanrı'ya yalvarmıştım, şimdi şükürsüzlük edemezdim.

Kendimi herkesten sakınarak karanlık sokakları yürüdüm ve sokak lambasının altından geçerek bir başka sokağa girdim. Bakışlarım sokağın sonuna, oradaki camiye düştü ve adımlarım tereddütle yavaşladı. Behram'ın burada, camide olduğunu düşünüyordum. Bir kez laf arasında ezan vakitlerinde camide olduğunu söylediği için buraya, onunla görüşmeye gelmiştim. Akşam ezanı biraz önce okunmuştu ve erkekler namazlarını kılmış, dağılıyorlardı. Behram'a sormayı istediğim şeyler vardı. Buraya daha önce Hazerle geldiğim için yolu biliyordum ve şükür ki karıştırmadan bulmuştum. Belki camiye gelmemi, akşam onunla konuşmamı hoş bulmazdı ama benimde boş vaktim bu saatti. Behram'ın bilgisine, dürüstlüğüne, doğruculuğuna ihtiyacım vardı.

Saksı avuçlarımda dururken, yağmur taneleri toprağın içine düşüyor, kırmızı çiçekleri ıslatıyordu. Kaldırımdan inip karşıta geçtim ve camiye yürüdüm. Erkeklerin tamamen çıkıp camiyi boşaltmasını bir köşede bekledikten sonra ürkek adımlarla camiden içeriye girdim. Cami avlularında çok yatmıştım, sokaklardan güvenli olduğunu biliyordum ama karanlıktan korkuyordum. Etrafımı gözetleyerek ilerlerken bakışlarım bir silueti seçti ve yaklaştıkça onun Behram olduğunu anladım. Kafasını telefonuna eğmiş, beni görmeden ilerliyordu. Bir elimi kaldırıp yüzümdeki yağmur suyunu sildikten sonra dudaklarımı tereddütle araladım. "Behram?"

Behram irkildi ve olduğu yerde durarak kafasını kaldırdı. Karanlık yüzünden ilk an beni seçemedi ama sesimi tanımış olmalı ki, sorarcasına konuştu. "Safir?"

"Merhaba."

Telefonu kapatıp cebine koyduktan sonra yüzünde, saklayamadığı bir hayretle bana doğru yürüdü ve özel alanımı rahatsız etmeyecek mesafede durarak yüzüme kısacık baktı. Kaşları çatılmış, yüzünde hayret ifadesi belirmişti. "Hayırdır inşallah?" Dedi ve ilgiyle devam etti. "Seni görmeyi hiç beklemiyordum."

"Hak veriyorum," dedim ve ne diyeceğimi bilemeyerek duraksadım. Behram haklı olarak benim konuşmamı beklediği için sessiz kaldığında, etrafıma baktım ve avlunun yanındaki bankları gördüm. "Biraz oturabilir miyiz?"

"Tabi tabi."

Nezaketle önden geçmem için beni buyur ettiğinde tebessüm ederek ahşap bankların oraya doğru ilerledim. Bir erkekle yalnız kalmak her zaman dehşet verici olmuştu ama Hazer, Kerem ve Behram ben de sağladıkları güvenle onlardan korkmamam gerektiğini öğretmişlerdi. Bankın ucuna yerleşip saksıyı kucağıma özenle koyduğumda, Behram'da bankın diğer ucuna oturdu ve ellerini dizlerine koydu. Tamam, beni kaba değil, aksine nazik karşılamıştı. Ona sorular sorup, cevap arayabilirdim. Sırtımı dikleştirip sorularımı sormak için doğru kelimeler ararken, "İyisin değil mi?" Diye sordu Behram, garip tavırlarım onda endişe duygusu yaratmış olmalıydı. "Eğer konuşmak, bahsetmek istediğin bir şey varsa beni bir... abi yerine koyup anlatabilirsin."

Rahatladım ve kalbime yayılan sıcaklıkla ondan tarafa döndüm. Tebessümle elimdeki saksıya bakıyordu. Öyle huzurlu bir adamdı ki, onun kadar huzurlu olmak için ne yapmam gerektiğini öğrenmek istiyordum. "Teşekkür ederim," dedim büyük bir sevinçle. Sesimdeki abartılı sevinçten utanıp bakışlarımı bir kez daha kaçırdığımda, "Çiçeklerin çok güzel," dedi Behram, içtenlikle. "Onlara iyi bakacağına eminim."

Uzanıp çiçeklerin ıslak yapraklarını okşadım. "Nasıl benden bu kadar emin olabiliyorsun?"

Behram derin bir iç çekti. "Sen oturup bir çiçeğin öylece solmasına izin verecek bir kız değilsin."

Evet, değildim. Peki ya Behram bunu nasıl biliyor, görüyor, hissediyordu? Saksımdaki toprağa düşen yağmur tanelerini izlerken, "Peki senin dinin?" Dedim, sorarcasına. "Çiçekler hakkında ne düşünüyor?"

Yüzüne baktım. Önce duraksadı, ardından kaşlarını hafifçe çattı ama beni yargılayan bir ifade oluşmadı. Sadece meraklanmış görünüyordu. Bir an için benimle göz teması kurdu. "Allah inancın var mı Mila?"

"Si," dediğimde hafifçe tebessüm etti, bu kelime kendisine komik geliyordu sanırım. Kafasını sakince salladı. "Hangi dine mensupsun?"

Başımı önüme eğdim, sebepsizce utanmıştım. Kendimden utanmamalıydım ama cahil hissediyordum ve asıl utandığım buydu. "Bilmiyorum," dedim dürüst davranarak. "Babam Müslüman, annem Hristiyan. Ben her iki dinide öğrenmek, ona göre kendi dinimi seçmek istiyorum."

"Sen kendine çok dürüst davranıyorsun," dedi Behram, sesi yumuşaktı. "Sorguluyorsun, sorgulamaktan korkmuyor, körü körüne inanmıyorsun."

Kızardım, takdir mi ediliyordum? Başımı salladığımda, "Sana bu konuda doğru olduğuna inandığım her şeyi anlatırım," dedi, aynı içtenlikle. "Biliyorsun ben Müslüman'ım. Benim annem Havva'dır, babam Âdem'dir. Kitabım Kuran, dinim İslam. Bu yüzden Hristiyan'lık hakkında Müslüman'lık kadar çok şey bilmiyorum ama bildiklerimi anlatırım."

Beni böyle kabul edip içtenlikle yardım etmesini minnetle karşıladım. "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim beni kırmayıp cevap verdiğin için..."

"Benim dinim birini kırmak hakkında ne der bilmek ister misin?"

"Lütfen?"

"Bir kalbi kırmak kabeyi yıkmak gibidir."

Tebessüm ettim. Kabeyi biliyordum, yanlış hatırlamıyorsam bu sözü de daha önce duymuştum. Tuttuğum nefesi bırakıp saksımdaki çiçeği okşadım ve ne diyeceğimi bilemediğimden sustum. Kendisine karşı dürüst olmuş, dinimi seçemediğimi söylemiştim ve bunu yapmak bile çok zor olmuştu. Sessizliğimi sürdürdüm ve saksıya sarılarak sevgiyle çiçeklerimi hızlanan yağmurdan korudum. Behram bu sükunetime saygı duyarak susarken telefon sesi ortamı doldurdu ve elini cebine atarak telefonu çıkardı. Ekrana bir bakış atıp sırıttıktan sonra telefonu açarak kulağına yasladı. "Söyle kardeşim?"

Duraksadım ve merakla gözlerimi kırpıştırdım. Kardeşim dediğinde aklıma Hazer gelmişti. Acaba onunla konuşuyor olabilir miydi? Ellerim bu düşünceye bile tepki verip titrediğinde, "Ben de avludayım zaten," dedi Behram, karşı tarafı dinledikten sonra. "Geçerken beni de alırsın."

Karşı tarafı bir süre daha dinleyip telefonu kapattığında lüzumsuz bir soru sormamak için dudağımı kemirdim. Başka arkadaşı da olabilirdi, illa ki Hazer olacak değildi ya...

"Hazer'di, geçerken seni de alayım mı diye sordu."

Karnıma bir ağrı saplandı ve bütün vücudumu, ezbere bildiği bir yolmuş gibi gezmeye başladı. Heyecandan soluğumu tuttum. Buraya mı geliyordu? Onu görecektim, en son görüşmemizin üzerinden saatler geçmişti. Telefonum cebimde titredi ve gözlerim kocaman oldu. Mesaj ondan mıydı? Ben daha telefonu çıkarmadan, "Bu arada," dedi Behram, bir şeyi hatırlamış gibi. Cebinden cüzdanını çıkardığını gördüm. "Biliyorsun, geçen Gazel'i ben bıraktım evine. O esnada sanırım çantasından fotoğraf düşmüş bir tane. Onu bıraktığımda uzaktan görmüştüm, fotoğrafki abisi. Sarıldıkları bir fotoğraf, sana versem de görüştüğünüzde kendisine versen..."

O konuşmaya devam ederken, gözlerim bana uzattığı fotoğrafa düştü. Gazel ve Galip'in sarıldığı bir fotoğraftı ve Behram onu... gerçeklerden habersiz cüzdanında saklamıştı. Kaskatı kesildim. Ağzımı açıp tüm doğruları konuşmak istedim ama bunu yapamayacağımı biliyordum. Yerin dibine girmek, utancım içinde boğulmak istiyordum. Gazel öyle bir şey yapmıştı ki, gemi batarken denize atlayıp nasıl kurtaracaktık bilmiyordum. İliklerime kadar buz kesip titreyen ellerle fotoğrafı kavradım. "Ve... veririm."

"Teşekkür ederim."

Konuşmaya mecal bulamadım, yüz bulamadım. Yalanı söyleyen belki ben değildim ama bu yalana ortak olmuştum ve sustukça bu yalanın sahibi olmaya başlıyordum. Utançtan yüzüne bakamadan sessiz kaldım ve çenemi sıkarak saksımdaki çiçeği izledim.

Tanrım, lütfen bu yalan kimsenin ayağına dolanmasın.

Lütfen, Behram incinmesin.

Çünkü duydum, Gazel'in adını anarken sesi titriyordu.

Konuşmadık, sessizliği paylaştık. Bir araba sokağa girip farıyla etrafı aydınlatana kadar hiç kıpırdamadık. Araba yavaşlayarak caminin önünde durduğunda, camlar film kaplama olduğu için içeriyi göremedim, üstelik karanlıktı da. Kendime engel olamayarak heyecanla kalktım ve saksımla beraber arabaya doğru ilerledim. Behram acelem karşısında şaşırmış olmalı ki, arkamdan mırıldandı. "Yolunu mu bekliyordun anlamadım ki..."

Utandığım için cevap vermedim ve avludan çıkıp arabayla olan mesafemi kapattım. Behram'da iri adımları sayesinde bana yetişmiş ve ikimiz de aynı anda, farkında olmaksızın ön koltuğa oturmak için davranmıştık. İkimizde aynı kapıya uzandığımızı fark ederek birbirimize döndüğümüzde, baştan aşağıya kızardım. Behram geri çekilirken gülmemeye çalışıyordu. "Ön koltuğu kaptırdım artık, ha?"

Kendisi arka kapıyı açarak kendini içeriye attığında, onu takiben kapıyı açtım ve gözlerimi sürücü koltuğuna çevirdim. Hazer'in hafifçe büyümüş gözleriyle kucaklaştığımda, güçten kesildim ve ihtiyaçla yutkundum. Hazer beni burada görmeyi hiç beklememişti, bunu yüz ifadesinden anlıyordum. Rüzgârın uçuşturduğu saçlar yüzümü örterken, "Merhaba," dedim ve çekingen ekledim. "Girebilir miyim?"

"Beklediğin kabahat."

Onun sesini biliyor, tanıyordum. Ama artık sesindeki anlamları da tanımaya başlamıştım. Elimdeki saksıya dikkat ederek kendimi içeriye attığımda, Hazer'in bakışları bir an elimdeki saksıya düştü. Kapıyı kapatıp saksıyı kucağıma yerleştirdikten sonra içerinin sıcaklığında bunalmamak için atkıyı boynumdan çözdüm. Yüzümde yağmur damlaları vardı. Hazer pür dikkat bana bakarken, ceketinin cebine uzandığını gördüm. İpek mendilini bana uzattı. "Islanmışsın."

Mendili alıp yüzümdeki yağmur damlalarını silerken, "Yağmurda ıslanmayı severim," dedim, heyecanımı yatıştırmaya çalışarak. Mendili indirip avucuma sakladım.

"O zaman seninle yağmurda yürürüz," diye mırıldandı Hazer, oldukça alçak bir sesle. Neredeyse fısıldamıştı ama duymuştum. Kalbim, bir ağacın gövdesi gibi içimde çatırdadı ve yüksek sesler eşliğinde çırpındı. Hemencecik bakışlarımı çekip önüme döndüm, ağzım kurumuştu.

"Kardeşim, haberin olsun bende arabaya bindim." Behram elini Hazer'in yüzüne doğru salladığında, Hazer suratsız bir şekilde ona doğru döndü. "Görüyorum!"

"Ne bileyim, algıların sadece bir kişiye endeksli görünüyor..."

Hazer dilini dişleri arasına koyup onun elini savurduğunda, Behram sırıtarak arkasına yaslandı ve kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. "Biz de Safirle konuşuyorduk sen gelmeden önce."

Tebessüm etmeye çalıştım ama Hazerle olmanın verdiği gerginlik dolayısıyla yapamadım. Hazer tamamen önüne dönerek elleriyle direksiyonu kavrarken, bana anlık bir bakış attı. Hâlâ burada olmama bir anlam verememiş görünüyordu. "Evet?" Dedi sorarcasına. "Ne konuşuyordunuz?"

"İki lafın belini kırdık," dedi Behram, her nedense hâlâ sırıtıyor, kinayeli konuşuyordu. "Her şeye maydonoz olma."

Hazer direksiyonu kırıp bir başka caddeye girerken, silecekler can havliyle çalıştı ve ön camda biriken suyu temizledi. Kendisine anlattıklarımdan Hazer'e bahsetmeyeceği için rahatladığımda, "İki lafın belini kırmışmışlar," diye homurdandı Hazer, daha çok kendi kendine. Dikiz aynasından Behram'a bakıyordu. "Ne sırıtıyon la?"

Kıkırdadım. "Ankara şivesi yaptın yine?"

Behram'da sesli şekilde güldüğünde Hazer bir bana bir de ona bakarak yanaklarını şişirdi ve ağzında geveleyerek önüne döndü. Anlık gülüşümün şaşkınlığını yaşayarak tekrar sessizliğe gömüldüğümde, "Utanma lan," diyerek Hazer'e takılmaya devam etti Behram. Sürücü koltuğuna uzanarak onun omzuna vurdu. "Hayret bir şeysin kardeşim, ne konuşağız? Sormak istediği sorular vardı."

Hazer bana yandan yandan baktı. "İçeriye alıp konuşsaydın bari, kızı yağmur altında ıslatmışsın."

Behram gözlerini devirerek sırtını tekrardan koltuğa yasladı ama sanki ne dese Hazerle anlaşamayacağını biliyormuş gibi sessiz kaldı. İyi dostlardı ama sürekli birbirlerini uyuz ediyorlardı. Mesela benim Gazelle olan ilişkim böyle değildi. Tabi, onlar erkek olduğu için aynı şeyi bekleyemezdim.

Behram'ı, isteği üzerine caddeye bıraktığımızda, yolculuğa iki kişi olarak devam ettik. Koltukta iki büklüm olarak, ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemeden oturuyordum. Hazer arabayı nereye sürüyordu bilmiyorum ama sürdüğü yerlere gidebileceğimi biliyordum. Mesela neden bu arabanın içindeydim? Ya da neden akşamları onu görünce evime gidip yalnız kalmak zoruma gidiyordu? Neden onunlaydım, neden inip evime gitmiyordum? Tüm bu düşünceler kafamın içinde ağır soru işaretleri bırakırken, yanağımı koltuğun deri yüzeyine yerleştirerek kaçamak şekilde ona baktım. Bir kolunu kırıp dirseğinden cama yaslamış, tek eliyle arabayı kullanıyordu. Günün yorgunluğu yüzüne sinsice yerleşmişti ama bu sinsiliğine rağmen yorgun olduğunu görebiliyordum. Gergindi, o çoğu zaman gergin olurdu. Kirpiklerini sık sık kırpıyor, dudakları arasından uzun nefesler bırakıyordu. Çillerini kısık ışıkta göremiyordum ama gözlerimi kapattığımda, yüzünü gözlerimin önüne getirebiliyordum.

"Ön koltuğa binmen hoşuma gitti," dediğinde, kalbim kelimelerine görünmez bir iple bağlıymış gibi harekete geçti ve hızlandı.

Boğazımda düğümler birikirken, "Behram arkaya binince bana ön kaldı," dedim, ufacık bir yalanla.

Hazer'in dudakları seğirdi ama sanki onun derinlerindeki bir şey dudaklarına meydan okuyarak gülümsemesine mani oldu. "Ya tabi tabi..."

Konuyu değiştirmeliydim, yoksa yalanımla yakalanacaktım. Küçük büyük fark etmez, yalandan hoşlanmazdım ve buna rağmen söylemiştim. Kanın yanaklarıma doğru çıktığını hissederken, "Hımm," diye mırıldandım ve yüreğim pır pır ederken heyecanla sordum. "Bugün beni düşündün mü?"

Bir an Hazer'in nefesi kesilir gibi oldu ve aramızdaki hava vücudumda ağırlaştı. Dudaklarını ıslatırken gözlerini ön camda tutmaya devam etti. "Seni düşünmüş olmamın ne anlama geldiğini anlıyor musun?"

Araba yavaşladığında durduğumuzu anlayarak etrafıma bakındım. Çıkmaz bir sokaktaydık, önümüzde bir duvar vardı ve sanki Hazer buraya bilerek gelmişti. Arkamıza baktım, ıssız ve karanlıktı. Durduğumuz yerde, sokağı aydınlatan bir sokak lambası vardı ve ışığın büyük miktarı arabanın içerisine düşmüştü. Aydınlık gözlerimi kamaştırırken bir kez daha ona döndüm. Ellerini direksiyondan çekerek kucağına koymuş, başını da deri koltuğa yaslamış, pür dikkat bana bakıyordu. Sırtımı arabanın kapısına yaslayıp içimden geldiği gibi konuştum. "Bilmiyorum ama hoşuma gidiyor." Titreyen ellerimi saklama umuduyla saksıyı daha sıkı tuttum. "Çünkü ben de seni düşündüm."

Hazer gözle görülür bir şekilde yutkundu ve gözleri, kalbinin aynası olup benim kalbimin yansımasını taşıdı. O gözlere bakıp kalbini gördüm ve o kalplerimizin aynı ritimde attığını duydum. Tereddüte düşmüş gibi duraksadı. "Hayret bir şey, neden seni düşünüyorum ki..."

Vücudumda bir ağırlık vardı, boğazımda susuzluk, karnımda kramp, kalbimde çarpıntı, ağzımda hislerimin buruk tadı... Titriyordum. "Peki... Bir tek beni mi düşünüyorsun? Yoksa başkalarını da düşünüyor musun?"

Hazer'in gözlerinin içi muzipçe parladı. "Arada işlerimi falan düşünüyorum."

Kan yanaklarıma tokat gibi çarptığında bakışlarımı kaçırdım. Hazer bununla beraber duraksadı. "Yapma... Daha uzun bak bana."

Daha uzun bak diyordu ama daha uzun bakarsam ne hale geleceğimi bilmiyor muydu? Ben, yamacı deniz olan bir evdim, pencereden onu izliyordum ama deniz taşıp sıçradığında korkuyordum. Dursa, onu izlesem, o bana bakmazken... "Demesi kolay," dedim ne dediğimi bilemeden. "Kalbime ne olacak ya sonra?"

Arabanın içini sessizlik kapladı.

Hazer'in nefesleri o kadar ağır ve derindi ki, çıt çıkaramıyordum. "Kimse olmadı değil mi?" Diye sordu ansızın, boğuk bir sesle. Eli havalandı, gözlerim eline düştü ve Hazer'in parmakları boşlukta asılı kaldı. "İlişkiler hakkında hiçbir şey bilmiyorsun."

"Hazer..."

Eli bana doğru yaklaştığında nefesimi tutarak gözlerimi büyükçe açtım. Tereddütlü parmaklar yüzüme çok yakın bir yerde durdu ve işaret parmağı alnımdan başlayarak, hiçbir temasta bulunmadan yüzümün yakınından aşağıya indi. Parmağı yüzümün hizasında, yüzümün çıkıntılarıyla paralel şekilde ilerliyor, sanki bana dokunuyormuş gibi hissettiriyordu. Aynı parmağı çenemin etrafını dolanarak yüzümün diğer tarafından yukarıya çıkarken, gerdanımda nefeslerinin sıcacık esintisini hissediyordum.

"Hazer," dedim, adının her harfi dudağımı karıncalandırdı. "N'apıyorsun?"

"Dokunuyormuş gibi yapıyorum."

Gözlerimi yumdum, çünkü ona bakarken yapamazdım. Sokak lambasının ışığı onun çehresine öpücükler bırakırken, kirpiklerim birbirine sürtündü. Titreyen elimi kaldırdım ve yüzümün berisinde duran eline uzattım. Parmaklarını yakalayarak elini nazikçe çektim ve saçlarıma yaklaştırdım. "Dokunuyormuş gibi yapmana gerek yok. Do... dokunabilirsin."

Parmakları korku ve tereddütle siyah saçlarıma dokundu ve o an, iliklerimdeki her hücreyle beraber,  onunla doldum.

O bir kayığın içinde bana gelmiş, ben karada onu bekliyormuşum, kavuşmuşuz...

"Yumuşak," dedi Hazer, sesi efsunluydu. "Kirleteceğim diye korkuyorum, ellerim çok tozlu..."

"Hiç korkmuyorum," dedim, ondan çok kendime. "Normalde çok korkardım."

"Korkma," dedi Hazer, parmak uçları belli bir ritimde, yumuşak dokunuşlarla saçlarımda gezinirken. "Lütfen korkma."

Dudaklarımı sertçe ısırarak elimi elinden çektim ve utanarak başımı sol tarafıma eğdim. Hayret, korkmuyordum. Eli saçlarımdaydı, kirli olduğunu söylüyordu ama bu saç kirli elleri de tanımıştı; onun eli ne kadar tozlu olsa da kirli değildi. Gözlerim kapalı olduğu için onu göremiyordum ama bakışlarının yüzümü izlediğini hissedebiliyordum. Tüm suratıma ateş basmıştı. Isırdığım dudağımı serbest bıraktığımda, "Bilekliklerin nerede?" Diye sordum merakla. "Bileğinde göremedim."

Hazer'in solukları suratıma çarpıyor, yüreğim ürkek bir serçe gibi kalbimin altına saklanıyordu. Hazer elini hafifçe kaydırdı ve aynı esnada bileğini şakağıma sürttü. "Burada," dedi bileğine bağladığım ipler, şakağıma sürtündüğünde. "Gömleğimin altında kalmış."

"Çıkarmayacaksın değil mi?"

"Çıkaranı si..." Hazer duraksadı, ardından genzini temizledi. "Çıkarmam."

O kadar titrek soluklar aldım ki, Hazer bana acıdığından olmalı elini başımdan yavaşça çekti. Saç tutamlarım kemikli parmaklarının arasından düşüp başıma yaslandığında, teması son buldu ve gerisinde yakıcı emareler bırakarak benden uzaklaştı. Dilim damağım kurumuştu. Sanki damarlarımdan kan değil, lav akıyordu. Dudaklarım aralıklı kaldı ve gözlerim aralandı. Kirpiklerimi kırpıştırarak aydınlığa kavuştuğumda onun amber hareleriyle kesiştim. Bakışları, ruhunun sesi gibi oldukça koyu ve esrarengizdi. Ruhunun ezbere bildiği o şarkıyı, ben sadece dinliyorum. Bana yakın mesafeden ama temassız duruyordu.

"Aslında çok büyük, ürkütücü görünüyorsun ama nedendir bilmem, senden hiç korkmuyorum." Hazer bu dürüstlüğümü beklemiyor olmalı ki, kaşlarını hafifçe çattı ve elinin birini ensesine götürdü. "Leo senin gibi olmak istiyor."

Bu onu daha da şaşırtmış gibiydi. "Beni tanımıyor ki."

"Hayır, yani..." bir an bunu dediğim için utandım, ne gereği vardı ki? Arabanın ön camına bakıp yağmur damlalarının seyrini izledim. "Senin gibi büyük adam olmak istiyor."

"Ben... büyük müyüm?"

"Değil misin?" Dedim, gözüm camdan aşağıya doğru kayan bir yağmur tanesini takip etti. Ellerimi saksının etrafına sararak içimden geçeni dudaklarıma bıraktım. "Dağ gibisin."

"Bu dağın üzerinde çok kar var."

Bakışlarım hızlıca ona döndüğünde, gözlerimiz karanlık bu gecede bir daha kesişti. Çakan şimşeğin aydınlığı arabanın içini kuvvetle doldururken, eş zamanlı olarak yutkunduk. Topak topak, kasvetli bulutlar başımızın üzerinde ağlıyor, gökyüzü hasta bir insan misali öksürüyordu. Ruhum, öğrenmek istediği şarkıyı dinliyor, kalbim nakaratında takılı kalıyordu. Bu şarkıyı söylemeyi öğreneceğim. Çünkü, bu şarkıyı söylerken dans etmek istiyorum.

"Hazer?"

"Si?"

Kırık bir kalple fısıldadım. "Beni babama götürür müsün?"

Hazer hiçbir şey demedi, sadece bir dakika kadar yüzüme baktı ve sonrasında önüne dönerek ellerini direksiyona yerleştirdi. Ben de onunla beraber önüme döndüm ve şakağımı soğuk cama yasladım. Az önce olanlar beni o kadar heyecanlandırmış ve etkilemişti ki, ağlayabilirdim. Üstelik bir de babamın yanına gidecek olmak... Onu çok bekletmiştim, daha fazla bekletemezdim. İlkinde yapamamıştım, bu sefer yapacaktım. O mezarlığa korkusuzca girip onun mezarına sarılacaktım. Bir mezar taşı var mıydı? Yoksa kimse onunla o kadar bile ilgilenmemiş miydi?

Araba çıkmaz sokağı geri çıkarak caddeye indiğinde, ellerimi sıkıyor ve peş peşe yutkunuyordum. Babamı çok özlemiştim, hasret gidermem gerekiyordu. Biliyorum, onu çok üzmüş, kahretmiştim. Eğer ölüler bizi görebiliyorsa, ruhlarımızdan haberdar oluyorsa ne kadar incindiğimi ve kimsesiz olduğumu görmüştür.

Baba, gökteki en büyük yıldız sensin.

Senin ışığını takip ediyorum.

Bakışlarım camdan dışarıyı gözlerken ve araba şehirden uzaklaşıp sık ağaçların, dar yolların olduğu mevkiye inerken, tırnaklarım ellerime daha sert basıyordu. Aramızdaki havanın yoğunluğundan ve gerginliğinden dönüp birbirimize bile bakamıyorduk. Hazer sık sık kıpırdandı, bir şey diyecek oldu ama araba mezarlığa girene kadar sustu. "O saksı ne?" Diye sordu, araba yavaşladığında. Tekerlekler sürtünerek ses çıkardı ve araç istop etti. "Sen... kendine aldın değil mi? Bence öyle olmalı."

Avuç içimde tuttuğum küçük saksıya ve üzerindeki renkli çiçeklere göz ucuyla baktım. "Ben almadım," dedim yeterli bir cevapmış gibi ve ardından sustum.

Hazer'de sustu.

Hiçbir şey demedi.

Sadece bir an elimdeki saksıya baktı ve ifadesiz bir şekilde önüne döndü. Yanağımın içini ısırdım ama diyecek hiçbir şey bulamadım. Nazım'ın aldığını söylemem gerekir miydi? Bunu nasıl açıklardım? Bunu... açıklamam mı gerekirdi ki? Karşılıklı olarak sustuğumuz kısa bir zaman diliminden sonra, "Anlıyorum," dedi Hazer ve direksiyonu serbest bırakarak arabanın kapısına uzandı. Aşağıya inip kapıyı örttükten sonra arabanın etrafını dolandı ve bagajı açtı. Merakla yandaki aynalardan ne yaptığını izledim. Bagajın kapısını az sonra sertçe kapattığında, elinde bir şemsiye olduğunu gördüm. Vakit kaybetmedim, kapıyı açtım ve saksıyı kenara bırakarak arabadan indim.

Tanrım, lütfen bu bacakların üzerinde durabileyim.

Kapıyı örttüğüm gibi bakışlarımı mezarlığın girişine diktim. Karanlık, ıssız, ölümüne suskundu. Ellerimi yumruk yapıp ceplerime soktum ve titreyerek birkaç adım attım. Hazer Han şemsiyeyi açtı ve az sonra yağmur taneleri hissedilemez oldu. Şemsiyesini benimle paylaştığını fark etmiştim. Yağmur taneleri başımın üzerindeki şemsiyeye düşerek sesler çıkarırken, Hazer birazcık önüme geçerek bana yol gösterdi. Aynı şemsiyenin altında onu takip edip mezarlıktan içeriye girdiğimde, elimin birini cebimden çıkardım ve montumun yakasını açtım. Kalbim sıkışıyordu.

"Buradan."

Hazer'in kısık sesini takip ettim ve gittiği yere gittim. Mezarların arasından sakince yürüyor, babamın mezarına ilerliyordu. Hava buz gibiydi ama benim vücudum kontrol edemediğim bir şekilde ısınıyordu. Dizlerim titriyordu, çok net hissediyordum. Gözümün önünden sayısız görüntü akıyor, zihnim babamın gülümsediği bir anı fotoğraf makinesi gibi yakalamaya çalışıyordu. Ama babam o kadar az gülümsemişti ki, o anları aklımda ve gözümün önünde tutamıyordum. Onu öyle çok özlemiştim ki, sadece bir an görebilmek için bana bahşedilen bu hayatımın hepsini verebilirdim.

Babacığım, geldim.

Hazer durduğunda, benim ayaklarımda yürümeyi kesti. Gelmiş miydik? Evet, gelmiştik. Hazer mezarı görmem için önümden çekildi ve uzaklaşarak bana izin verdi. Bakışlarım onun gerisinde açılan boşluğa kaydı ve o an, dünya ikinci kez başıma yıkılmış gibi hissettim. Çığlık atarak elimi ağzıma kapattım ve titreyen dizlerimin üzerinde daha fazla kalamayarak sertçe yere yapıştım. Beyaz mezar taşı... Babamın ismi...

"Adı... Adı yazıyor..."

Adnan Safkan.

Göz yaşları ani şekilde gözlerimden boşaldı ve ellerim kavuşma umuduyla ileriye uzandı. Babamla aramda sadece santimetreler kalmıştı. Buradaydı, mezarı hemen önümdeydi. Ölümü ilk kez bu kadar resmî ve gerçekti. Saçlarım iki yanımdan düşerek suratımı kapattı ve parmaklarım soğuk, ıslak mezar taşına çarptı. Omuzlarım ileriye doğru sarsılıyordu ve gözlerim kocaman açılmış, ismine bakıyordu. Dizlerimin üstünde mezarına doğru sürüklendim ve dizlerimde babamın mezarını hissedene kadar durmadım. Elimin biri çaresizce önümdeki toprağa uzanırken, dudaklarım harfleri bir araya getirmeye çalıştı. "Be... ben geldim babacığım."

Dayanamadım. Başımı eğerek yüzümü mezar taşına yasladım ve dudaklarımı ısırarak ağlamaya başladım. İnanamıyordum, yıllarca beklemiş ve sonunda babamın mezarına kavuşmuştum. Yapabilmiştim, ölümüyle yüzleşmiştim. Toprağı, taşı önümdeydi. Yıllarca onun mezarına kavuşmayı beklemiş, bunun için çabalamıştım ama bunu Hazer yapmıştı. Aman Tanrım, inanılmazdı. Babacığımı buraya gömmüşlerdi. Eti kemiği buradaydı, bedeni burada toprağa karışıyordu.

Ben babamı bulmuştum!

Hıçkırıklarımı tutmayı bıraktım ve dudaklarımdan dökülmeye başladıklarında, iç çeke çeke ağladım. Kollarım sevgi ve özlemle onun mezar taşına dolanırken, dizlerimde toprağını eşeliyordu. Bu an için yıllarca beklemiştim, o kadar çok istemiştim ki, sayısız dua etmiştim. Gözlerimi acıyla yumdum ve titreyen dudaklarımla mezar taşına öpücükler kondurdum. "Seni çok özledim ba... baba. Mi primero amor. Solamente papa." *Benim ilk aşkım, biricik babacığım*

Yıllarca sustuğum için mi şimdi çığlık çığlığa bağırmak istiyordum? O kadar duyguyu aynı anda hissediyordum ki, kendimi bir arada tutmakta zorlanıyordum. Omuzlarımdan aşağısı sarsılıyor, dudaklarımın arasından iç acıtan hıçkırıklar yükseliyordu. Ağlamak, babacığımı üzmek istemezdim ama dayanamıyordum. "Çok beklettim seni," dedim utançla. Ürkek parmaklarım mezar taşını, babamı kucaklar gibi kucakladı. "Gücüm yetmedi baba, affet. Bir sürü mezarlığa baktım, aradım seni... Ama o kadar çok ölü var ki, seni bulamadım o kalabalıkta."

Yanağımı soğuk taşa yaslayarak acıyan ıslak gözlerimi mezarına çevirdim ve toprağına baktım. Yağmur taneleri sepken halinde, kuvvetle toprağa iniyordu ve belki de babamın çürümüş bedenine varıyordu. Onu gördüğüm son an... Onu canlı olarak gördüğüm son an... Gülümsüyordu ama demek ki içi kan ağlıyormuş. Onun toprağını kavradığımda, artık çamur olan toprağın tırnaklarımın arasına girdiğini hissettim. Toprağını avucumda sıktım. "Sen de beni çok bekledin değil mi papa? Ama şimdi mutlusun değil mi? Ben çok mutluyum ama bir yandan ölümünü... ilk kez bu kadar net hissediyorum. Çünkü ben sen öldüğünde bile seni can... canlı sanmıştım, bir türlü inanamıyorum..."

Toprağı avucumdan bıraktım ve dudaklarımı mezar taşındaki ismine yaslayarak öpücük bıraktım. Onun öpücüklere boğduğum zayıf yanakları, kırışmış göz altları hâlâ hatırımdaydı. Yüzü gözümün önündeydi ama her gün daha eksilerek... Toprağını okşayarak, "Kimse bakmamış mezarına," dedim derin bir üzüntüyle. "Artık ben bakacağım, çiçeksiz bırakmayacağım babacığım." Avucumun içine bir öpücük kondurdum ve aynı avucumu mezarına yasladım. "Seni bir sürü öpüyorum, umarım kalbin huzurludur."

Buradan gitmek istemiyordum, tüm geceyi burada geçirebilirdim. Babamla konuşacak çok şeyim vardı. Ona diyecektim ki, eğer acı çektiğimi gördüysen, hissettiysen üzülme baba. Ben çok güçlü bir kız olacağım.

"Çok büyüdüm, artık yirmi yaşındayım baba." Fısıldayarak, sanki sadece ona konuşuyordum. Göz yaşları, yağmurun iri damlalarıyla beraber yüzümden aşağıya akıyordu. "Ama baba, seni hâlâ beş yaşındayken sevdiğim kadar çok seviyorum."

Küçüldüm, sanki tekrardan beş yaşında oldum. Annemden korktuğum için babamın paçasına asılıp işe gitmemesini söylediğim o anların birindeymiş gibi hissettim. Baba paçandan tutsaydım, ölüme gitme deseydim... "Baba, kendini astığın o ipi... Ben istemiştim, ip atlamak için... Sen de çok istediğim için almıştın. Baba, o ipi keşke görmeseydim, al diye ısrar etmeseydim..."

Gözlerimi acıyla yumdum, bunun gerçekliğine dayanamıyordum. Çok küçüktüm, sadece atlamak için istemiştim babamdan. Henüz bir ipin neler yapabileceğini bilmiyordum. "Yetimhanede atlayayım diye ip verirlerdi. Ağlayarak kaçardım, hiç kimse anlamazdı... Dünya üzerindeki tüm ipleri alıp yakasım var babacığım..."

Mezar taşına, isminin üstüne bir öpücük daha kondurdum.

"Başardığım her güzel şeyin ardından elime bir öpücük koyup sana göndereceğim, senin için diyeceğim içimden. Bak baba, ben senin kızınım ve asla pes etmiyorum."

Şimşek çaktı ve mavi bir ışık etrafı aydınlattığında, dudaklarımdan üzüntü dolu bir hıçkırık döküldü. Bıçak kadar keskindi, sanki babamı bir kez daha kaybetmiş gibi, acı acı ağlıyordum. Bir sürü daha şey diyebilirdim ama zaten babamın demek istediğim her şeyi bildiğini hissediyordum. Bu yüzden sustum ve çamurlu ellerimi yanaklarıma götürüp göz yaşlarını kurulamaya çalıştım. Babama dediğim gibi hem dünyanın en mutlu insanı, hem de en üzgün insanıydım. Telaşla uzanıp omun toprağının üzerindeki pisliği temizledim. Artık bakacak, ihmal etmeyecektim burayı. Şimdi yağmur çok yağıyordu, artık Hazer'i daha fazla bekletemezdim. Hazer... Hâlâ buradaydı değil mi?

Dizlerimin üzerinden kalkmadan önce elimin içine bir öpücük kondurdum ve aynı elimi götürüp mezar taşına yasladım. Gözlerimi yumduğumda, yüzümden aşağıya yağmur suyu akıyordu. Baba, kavuştuk. "Te amo papa. Tu eres mi primer amor." *Seni seviyorum baba. Sen benim ilk aşkımsın*

Dizlerimin üzerinden kalkmak için ellerimi yere yasladım ve yerden destek aldım. Fakat hayır, kalkamadım. Bacaklarım tutmuyordu, bedenim yaşadığım duygusal anı kaldıramamıştı sanki. O yüzden pes ettim. Ben hep düştüm, hiçbirinde de ilkinde kalkamadım. Zaten kalkmak, buradan ayrılmakta istemediğim için bir daha denemedim ve mezarının önünde oturdum.

Yıldızlar kadar uzaktasın madem, yıldız gibi kayıp gelsen ya baba...

Birkaç saniye sonra, önüme bir gölge düştüğünde dakikalar sonrasında başımı yukarıya kaldırdım ve ayakta durmuş, şemsiyesinin altından beni izleyen Hazer'i gördüm. Etraftaki ışık zayıf olduğu için yüzündeki ifadenin gerçeğine varamıyordum ama çenesinin titrediğini görüyordum. Dudaklarımı sıkıp hıçkırmamak için direndiğimde bir şimşek mavi ışığıyla etrafı aydınlattı ve Hazer'in amber gözleri, kırık kalbim gibi tuzla buz oldu.

Zerafetle tek dizinin üzerine eğildiğinde, şemsiyesi onunla beraber beni de korumaya başladı. Beni kaldırmamıştı, benim yanıma inmişti. Yüz yüze geldiğimizde ve etrafımı onun sıcaklığı sardığında, kirpiklerimi kırpıştırarak varlığına olan aşinalığımı hissettim. Hazer tek dizinin üzerindeyken elinden birini kaldırdı ve korkuyla yüzüme yaklaştırdı. Yakından gördüğümde çehresinin ve saçlarının ıslandığını fark ettim. Şakağındaki bir damarın hızlı hızlı çarptığı gözümden kaçmadı. Eli yüzümün çevresinde oyalandı ve sonra hiçbir şey yapamadan aşağıya indi. Tereddütlerini, ürkek gözlerim besliyor olmalıydı. "Ağlama," dedi boğuk bir ses tınısıyla. "Sen ağlayınca bir tuhaf oluyorum..."

"Babamla kavuştuğuma inanamıyorum hâlâ..."

Hazer bir an omzumun üzerinden arkaya, mezara bakarak başını salladı. "O da seni özlemiştir bence."

"Teşekkür ederim," dedim ani şekilde. Yağmur taneleri şemsiyenin üzerine pıt pıt düşüyor, rüzgâr hançer kadar keskin şekilde çarpıyordu. Karşısında, ayazda kalmış, titriyordum. Minnetle tekrarladım. "Babamı buldun, beni buraya getirdin. Ne kadar da güçlüsün, gerçekten dağ gibisin..."

Yakıcı bakışları benden bir an bile kopmadan uzandı ve aramızda dalgalanan saçlarımı kenara çekti. Ama elini çekemedi, parmakları saçlarımın arasında kalırken, "Gece Yarısı Güneşi," dedi aniden, daha önce dediği gibi. Parmağını saçımın etrafına doladı ve o şarkı çalmaya başladı. Hazer, ruhumu dansa kaldırıyorsun. Aynı şarkıyı oda duydu ve her ikimiz de dönüp kalbimize baktıktan bir saniye sonra tekrardan ürkekçe birbirimize baktık. Hazer güçlükle nefes alabildi. "Bu dağın üzerindeki tüm karı eritiyorsun."

BÖLÜM SONU.

Ee koçum, sen de bizim kalbimizi eritiyorsun biz bir şey diyor muyuz?

Ee bir de eri istersen Hazer..

Neyse, dalga geçmeyelimaskkskd. Alınır🌚

Bölümü nasıl buldunuz? Umarım sevdiğiniz, stresinizi attığınız bir bölüm olmuştur. Bu bölüme de yüksek oy ve yorum bekliyorum, lütfen beni kırmayın. Bir sonraki bölümle beraber artık olaylara geçiş yapalım, aksiyon olsun dimi azıcıkta?

Bölümü bir emoji ile anlatır mısınız?

Kitapla ve benimle ilgili haberler için:

Instagram: emineasr
Twıtter: emineasr

EMİNE TAVUZ.

ÇOKÇOKSEVGİLERLE.♥️

Continue Reading

You'll Also Like

Eftalya By esmaa

Teen Fiction

366K 17.4K 22
Eftal: Hamileyim Dora. Eftal: Cidden hamileyim.
574K 38.7K 42
Çilek Alança Yıldırım mı yoksa Çilek Alança Saruhan mı demeliyiz? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek, ailesinin gerçek olmadığını ve küçük...
1.5M 24.9K 32
Efsan zorla evlendirilmekten kurtulmak için Mardin'den İstanbul'a kaçar. Ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanacağını nerden bilebilirdi. İstanbul'u...
333K 25K 43
0536****: "Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek Giryemi kildi hûn eksimi füzûn etti felek Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözl...