KİMSESİZLER MATEMİ.

By matmazelhayalleri

13.3M 880K 3.1M

Safir Mila Safkan, şu an olduğu yaşından çok daha ufakken, hayatının taşlarını yerinden oynatan bir olay yaşa... More

KİMSESİZLER MATEMİ.
1. Bölüm: "Hüzünlü Bir Matem."
2. Bölüm: "Bir Avuç Şekerleme."
3. Bölüm: "Kasırga."
4. Bölüm: "Çığlık."
5. Bölüm: "Çirkin Kalpler."
6. Bölüm: "Bir Küçük Hediye."
7. Bölüm: "Dilek."
8.Bölüm: "Kimsesizlik."
9. Bölüm: "Not."
10. Bölüm: "Işıklar Sönerse Diye Korkmak."
11. Bölüm: "Söz."
12. Bölüm: "Sadece Hazer."
13. Bölüm: "Senorita Ve Süper Kahraman."
14. Bölüm: "Müziğin Sesi."
16. Bölüm: "Mesafe."
17. Bölüm: "Gelmek..."
18. Bölüm: "Dudaktan Kalbe."
19. Bölüm: "Gece Yarısı Güneşi Ve Üstüne Kar Düşmüş Dağ."
20. Bölüm: "Kırgınlıklar ve Telafiler."
21. Bölüm: "Acıyı Resmetmek."
22. Bölüm: "Gemideki Kaptan ve Güvertedeki Kız."
23. Bölüm: "Kara Ay Güneşe Kavuşursa..."
24. Bölüm: "Mutluluk Balonu."
25. Bölüm: "İlham Perisi."
26. Bölüm: "Evin İçine Düşen Bomba."
27. Bölüm: "Yerle Bir."
28. Bölüm: "Hayal Kırıklığı."
29. Bölüm: "Reddediliş."
30. Bölüm: "Ay Güneşe Tutuldu."
31. Bölüm: "Müzikal."
32. Bölüm: "Bir Şehir Bin Gülüş."
Gazel & Behram.
33. Bölüm: "Işıklar Söndü."
34. Bölüm: "Fırtınada Çiçek Dikmek."
35. Bölüm: "Elmas Kalpler."
36. Bölüm: "Güzel Çiçekler ve Zehirli Bitkiler."
37. Bölüm: "Ölümcül Gerçekler ve Parçalanmış Kalpler."
38. Bölüm: "Perişanlıklar ve Bedeller."
39. Bölüm: "Artık Üzemezler Bebeğimi."
40. Bölüm: "Ateşin Etrafında Uçuşan Kelebek."
41. Bölüm: "Kana Karışan Aşklar."
42. Bölüm: "Kalpteki Avare Kelebekler."
43. Bölüm: "Geçmişin Davası."
44. Bölüm: "Kaderdeki Aşklar ve Lunaparktaki Işıklar."
45. Bölüm: "Mutluluk Ya Çok Yakınında Ya Çok Uzağında."
46. Bölüm: "Kırmızı Kurdele."
47. Bölüm: "Sevgi Ölmez Sen ve Ben Katil Olmak İstemezsek."
SEZON FİNALİ: KUZEY IŞIKLARI.
49. Bölüm: "Kuzey Işıkları."
50. Bölüm: "Yirmi Gün."
51. Bölüm: "Eve Dönüş."
52. Bölüm: "Umut Etmek Veya Mağlup Etmek."
53. Bölüm: "Aile."
54. Bölüm: "Oyun."
55. Bölüm: "Yıkımın Ardındaki Gürültü."
56. Bölüm: "Sevginin Kıymeti."
57. Bölüm: "Beyaz Pointler."
RAFLARINIZDA BİZİM İÇİN YER AÇAR MISINIZ?
58. Bölüm: "Kışın Güneşi, Baharın Çiçeği."
59. Bölüm: "Bahar Çiçeği Büyüyor."
KİMSESİZLER MATEMİ KİTAP KAPAĞIMIZ.
60. Bölüm: "Melek Kanatları."
61. Bölüm: "İlk Kalp Atışları."
62. Bölüm: "Islak Kirpiklerin."
63. Bölüm: "Rüya."
64. Bölüm: "An."
FİNAL.

15. Bölüm: "Balo."

242K 15.7K 62.5K
By matmazelhayalleri

Multimedya;

Sia, The Greatest

Pinhani, Yıldızlar

*Çizim Gök ve Ay'a aittir*

Merhaba parlayanlarım!

Geldik! Hem çok kısa zamanda hem de inanılmaz uzun bir bölümle beraber. O kadar uzun ki durup durup ne zaman bitecek bu yaaa diyebilirsiniz. Sizden tek ricam bol bol yorum bırakıp paragrafları doldurmanız. Çünkü KM'nin yorumlarını okumak hobim oldu ciddi anlamda :')

Birer yıldız bırakıp burada olduğunuzu bildirin.✨

15. Bölüm: "BALO."

Kendi yaralarının kabukları altında kıvranan bir küçük kızdım ve annem benim yaramı tedavi etmek için uğraşmamıştı bile. Annemin kızı değil, uğraşı bile olamamıştım.

Gerçeği bilmek için bir hakkım olsa, şunu bilmek isterdim.

Annem beni, biraz bile mi sevmiyordu?

Tanrım, biraz bile mi? Annemin beni sevmemesine sebep olan şey, kendini de mi sevmiyor olmasıydı? Anımsayabildiğim bazı şeyler vardı ve annemin cümleleri de bunlardandı. Küçükken, beni uyku tutmayan karanlık gecelerde anneme ışığı açması için adeta yalvarırdım ve o dönüp her defasında benim hak ettiğim bu derdi, ve devam ederdi. Karanlık.

Annem ne olduğunu biliyordu.

Annem ne olamadığını da biliyordu

Mesela anne olamamıştı.

Tan vakti, bir kâbustan sıçrayarak uyandıktan sonra geri uyuyamamıştım. Kâbusumda ne gördüğümü hatırlıyordum. Babamı görmüştüm, onun o ipin üzerindeyken açık duran gözlerinin bana bakıyor olduğunu görmüştüm ve bu çok korkunçtu. Başımı yastığa geri bırakmış, uyumayı denemiş ama yapamayarak yataktan kalkmıştım. Sanırım dört buçuktan beri ayıktım ve saat sekize geliyordu. Bu süre içinde kalkmış, giyinmiş, temizlenmiş, saçlarımı taramış, salona inmiştim. Geceyi, daha önce geçirdiğim misafir odasında geçirmiştim ve yıldızları izleyerek, yatağın içinde kıvranıp durmuştum.

O ışığı üç kere yakıp söndürmüştüm.

Baloya gitmeyi kabul etmiştim.

Belki de beni saat dörtten beri uyutmayan bu endişe verici düşünce olabilirdi. Çünkü kalabalık ortamlardan, davetlerden, gürültülerden hoşlanmazdım ve tüm bunlara rağmen o ışığı tam üç kere yakmıştım. Ürküyor, bu durumu hatırladıkça karnımın endişe içinde kasılmasına mani olamıyordum. Peki ya Hazer neden baloya benimle gitmeyi istemişti? Annesi dediği için mi? Annesi dedi diye niye böyle bir şey yapmış olsun ki?

Tüm bu endişe verici, korkunç düşünceleri bir anlığına unuttuğumdaysa evin içinde dolaşıp durmuş, sonra mutfağa geçmiştim. Hazer mutfağına girmeme ses etmiyordu, bu yüzden mutfağını biraz karıştırmış, bulduğum birkaç malzemeyle krep yapmıştım. Açıkçası krep yapmayı pek bilmezdim, bu yüzden telefonumdan internete girip malzemelere ve yapılışına bakmıştım. Tavayı bulup ocağı yakmayı öğrendiğimde hazırladığım harçla krep yapmaya başlamıştım ve tam o sırada Hazer'in yeşil zeytin sevdiğini hatırlayarak birkaç krepe küçük küçük doğradığım yeşil zeytinleri eklemiştim. Bilmiyorum, belki kötü bir fikirdi, lezzetsizdi ama işte kendime mani olamadan yapmıştım ve yaklaşık on dakikadır krepler tezgâhın üzerinde bekliyordu. Ocağın altını kapatmış, tavayı üstünden almıştım. Zeytinli krepleri bir tabakta, zeytinsiz olanlar bir başka tabaktaydı.

Belki tüm bunlar saçmalıktan ibaretti.

Belki Hazer Han bu krepleri gördüğünde boş boş bakacak, bunu lüzumsuz bulacaktı.

Tezgâhın önünde dikilirken, başımı kaldırıp salonun duvarına çevirdim ve saatin sekizi biraz geçtiğini gördüm. Dört saat su gibi akıp geçmişti. Ellerimdeki mutfak bulaşığını yıkayarak ıslak ellerimi, giydiğim beyaz pantolonuma sildim ve tezgâha baktım. Oldukça dağıtmış, kirletmiştim. Hazer eve girmeden önce burayı toplamalıydım, evini böyle pervasızca dağıtmam utanç verici ve ayıptı. Acele içinde tezgâhtaki eşyalara uzanırken, kapı zili çaldı ve bu donup kalmamı sağladı. Hazer genelde anahtarıyla giriyordu, bu sefer kapıyı mı çalıyordu? Tezgâhın arkasından çıktım ve endişe içinde sokak kapısına yürürken, bir duygunun bu endişeden daha baskın çıkıp elimi ayağımı titretmesi karşısında çaresizce sokak kapısına uzandım. Dün onun için ışık yakmışken, bugün gözlerine bakarken nasıl parlamalarından şikâyetçi olurdum? Sokak kapısını ürkerek açtım ama beklediğimin aksine Hazerle değil, Kerem'in gözleriyle karşılaştım. Onu gördüğümdeyse söylediklerim tamamen bilinçsizce olmuştu. "Sen miydin yaa..."

Kerem dudaklarında görmeye alıştığım tebessümle yüzünü aydınlatırken, "İlahi Safir Hanım," dedi ve neşeyle devam etti. "Başka birini bekliyordunuz herhalde."

Galiba, evet.

Kızardım ve kapıyı biraz daha açarak onu içeriye buyur ettim. Çünkü çekingen biri olmasa da ben davet etmesem asla içeriye girmeyecek gibi görünüyordu. Mesafesini koruyarak içeriye girdiğinde, "Hazer bu saatlerde uyanıyor," dedim sessizce. "Onun gelmiş olabileceğini düşünmüştüm."

"Sabah erkenden koşuya çıktı sahile. Giderken dedi ki, Kerem kafamı dağıtmam lazım. Ben de dedim ki aman Hazer Bey, siz bu aralar zaten pek dağınıksınız." Kerem hızlı hızlı konuşmaya bir an ara verdi. "Şey, işte sonra Hazer Bey klasik olarak beni kovmakla tehdit etti, ben de sustum."

Ölçülü bir şekilde gülümsedim ve Kerem bunu gördüğünde kıkırdayarak bana eşlik etti. Hazer Han'ın arkasından konuşmamız nezaket kurallarına aykırıydı ama Kerem aralarındaki diyalogdan bahsederken çok komik görünmüştü. "Umarım bir gün kovulmazsın," diye bir temennide bulunduğumda, "Yok ya," dedi. "Kovulmam, ayıptır söylemesi Hazer Beyle bir keresinde karşılıklı şekilde içtik. Doğrusu o içti, ben içmiş gibi yaptım. Tabi sabaha kadar içince sarhoş oldu." Kerem peşimden tezgâhın arkasına yürürken, kıkır kıkır gülüyordu. "Dedi ki, seviyorum lan seni Kerem. O yüzden güveniyorum, kıyamaz bana."

Seviyorum lan seni.

Garip bir cümleydi. Kimseye seni seviyorum demediğim için bu kelimelerin dudaklara ne yapabileceğini bilemiyordum. Tezgâhın arkasına geçerken mırıldandım. "Bence kıyar ama sen bilirsin..."

Güldü. "Evet, kıyadabilir."

Açıkçası kıymasını istemezdim. Hazer'i tanıyamadığım için ne yapacağını kestiremezdim, çünkü o görünen kısmıyla bile fazla esrarengizdi. Keremle aynı evin içinde yalnız kalmaktan endişe duymamak beni çok duygulandırdı. Birilerine, beni incitmeyeceğini bilecek kadar güvenmek çok güzel bir duyguymuş. Tekrardan, toplamak için tezgâhın arkasına geçtiğimde, "Aa yemek," dedi Kerem ve ansızın tabağın içindeki kreplere uzandı. "Safir Hanım siz hayatımıza nereden çıkıp geldiniz ya? Vallahi, iyi ki geldiniz."

Kerem'in uzandığı kreplerin, zeytinli krepler olduğunu fark ettiğimde hiç duraksamadan uzandım ve beni de şaşkına çeviren bir hareket yaparak elinin üstüne yavaşça vurdum. Kerem irkilerek gözlerini kocaman açtı ve elini geriye çekti. "Çok... çok özür dilerim Kerem, tamamen refleksle oldu. Affedersin, onlardan değilde şu tabaktakilerden yersen olur mu?"

Çok utanmıştım. Birinin elinden yemek istediği bir şeyi mi alıyordum? Ne için? Hazer Han'a yaptığım için mi? Ne olursa olsun bu çok incitici bir davranıştı. Kerem daha bana karşılık vermeden bu hareketim altında ezildim ve tabağı acele içinde ona doğru uzattım. "Hayır hayır, al ye lütfen. Kusura bakma, boşluğuma geldi bir an. Ben tabağı önünden çekmek istememiştim."

Kerem'in yüzünde, beni ve tavrımı anlamadığını açıkça gösteren bir ifade oluştu ve hemen ardından sevimlice gülümsedi. "Yok, bu başkasının belli ki." Bana işaret parmağını sallayarak güldü. "Ben şu tabaktakileri yiyeyim."

O böyle demiş olsa bile ben zeytinli kreplerden birini diğer tabağa bıraktım ve Kerem'in iştahla yemesini izledim. Dolapta vişne suyu olduğunu hatırladığımda geçip bir bardağa onun için koydum. Bana teşekkür etti. Az önce ki kabahatimi telafi etmek isterdim, önünden tabağı çekmek çok korkunç bir hareketti. O krepleri yerken ben granit tezgâhın üstündeki birkaç fazlalığı aldım ve Kerem'in Fıstıkla beraber Hazer'in dedikodusunu yapmalarına kulak verdim.

Epey komiklerdi.

Bahçeden bir ses geldiğinde Kerem ağzındaki lokmaları acele içinde yuttu ve Fıstıkla dedikodu yapmaya son vererek doğruldu. "Hazer Bey geldi."

Ellerimi deli bir titreme aldı.

Parmaklarımı tezgâha yaslayarak ayakta kalabildim ve bahçedeki sese kulak verdim. Fakat onu anımsatacak hiçbir şey duyamadım. Kerem kalan krepleri hızlı hızlı yerken, kuruyan dudaklarımı ıslatmadan edemedim. Susuzluk hissi başlamıştı. Neden? Ateş yaklaştığı için mi? Birkaç saniyeden sonra kapı çaldı ve yerimden sıçradım. Kerem başını çevirip mırıldandı. "Allah Allah, anahtarı varken neden kapıyı çalıyor ki?"

Neden?

Bilmiyordum ama o kapıyı benim açmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Tezgâhın arkasından çıkarak hole geçtim ve açmak için sokak kapısına doğru yürüdüm. Ellerimin içleri hemencecik terlemişti. Uzanıp saçlarımı düzelttim ve sıcaklık kulaklarımın arkasına doğru yayılırken, kapının yanına vardım. Hava neden bir anda, tenime buz gibi çarpmaya ve beni titretmeye başlamıştı ki? Dudağımı ısırarak kulpa uzandım ve kapıyı açtığımda, onu pervaza yaslanmış halde buldum. İlk yüzünü, sonra gözlerini gördüm ve karnıma sert bir yumruk yemiş gibi hissederek parmaklarımı kıvırdım. Hazer Han omzunu, yaslandığı pervazdan ayırırken, dudaklarının arasından gürültülü bir nefes bıraktı ve kaskatı bir yüzle beraber eşikten içeriye girdi. İkimizde birbirimize temas etmemek için kapının ağzında, birbirimizden kaçışırken, "Merhaba," dedi Hazer ve en uzağımdan ilerleyerek tamamen içeriye girdi. Gözleri kaçamak şekilde yanaklarımdaydı. "Bir şey mi sürdün sen?"

Elim baktığı yere, doğrudan yanağıma giderken, dudaklarımdan, "Hayır," kelimesi çıktı. Yanağım sıcacıktı. "Bir şey sürmedim. Sürmüş gibi mi görünüyorum?"

Bakışları kısık, gözleri sabitti. "Al al olmuşsun." Başını önüne çevirdi, portmantoya ilerlerken alçak bir sesle devam etti. "Kızlar yanaklarına böyle kırmızı görünsün diye bir şeyler sürüyorlar ya, öyle olmuş sanki."

O ayakkabılarını çıkarıp portmantoya koyarken, ben geriye doğru kaçmaya çalıştım. Evet, buna kaçmak diyebilirdim. Ellerimi nereye koyacağımı bilemeden arkamda saklarken, "Allıktan bahsediyorsun," diyerek onu düzelttim. Hazer Han her hareketini yavaştan alarak doğruldu ve ayakkabılarını portmantonun içine yerleştirerek omzunun üzerinden bana döndü. Terli ve ıslak görünüyordu. Susuzluk hissiyle dudaklarımı ıslattım ve bakışlarımı hızla kaçırdım. İçimden terler boşalıyordu sanki. "Fakat hayır, sürmedim. Zaten allığım yok."

"Neden nefes nefesesin Mila?"

Uzanıp üzerimdeki boğazlı kazağın yakasını çekiştirdim. "Sı... sıcak burası. Hem sen de soluk soluğa kalmışsın?"

"Koştum ben... Ondan öyle oldum bir kere..."

Başımı hızlı hızlı salladım. "Susamış olmalısın?"

Göz ucuyla baktığımda dudaklarını ısırıyordu. "Hem de nasıl."

Kalbim kasıldı ve Hazer Han'ın alçak fısıltısı boğazımdaki bir yumrunun büyümesini sağladı. Avuçlarımı sıktım ve her an dibi daha derine inen gözlerine bakarak gerilemeye başladım. Hazer Han kıpırtısızca orada kaldı ve yumruğumun içinde kalbimi taşıyormuş gibi hissederek mutfağa döndüğümde, onun ağzının içinde bir şeyler dediğini duyar gibi oldum.

Ruhumu bir arada tutan şey, bedenimi parçalıyordu.

Titreyen bacaklarla mutfağa geri döndüm ve cam sürahi içindeki suyu bir bardağa aktardım. Hazer yukarıya çıkacak olmalıydı, ondan hızlı davranarak su ile birlikte arkamı döndüm ve onun kulaklığını boynundan çıkararak merdivenlere yürüdüğünü gördüm. Üzerinde bir tişört ile simsiyah, düz bir eşofman vardı ve tişört o kadar ıslanmıştı ki, sanki vücuduyla birleşmiş görünüyordu. Tezgâhın arkasından çıkarken, "Hazer," diye seslendim ona ve adımlarının yavaşlamasını, ardından durmasını izledim. Kafasını omzunun üzerinden bana çevirdi. "Su."

Kaşlarını hafifçe çattı ve elimdeki bardağa baktı. Parmaklarımın nasıl zavallıca titrediğini görüyor muydu? Beni, gözlerimin ardından bile gören birisi bunu mu göremeyecekti? Dudaklarını birbirine bastırdı ve bir adım öne çıkarak bardağı almak için elini uzattı. Bardağı iri, büyük avucunun içine bıraktığımda temastan kaçınmaya dikkat ettim. Hazer yüzünde mimik oynamadan bardağı ağzına dayadı ve suyu tek yudumda kana kana içtikten sonra bardağı indirdi. Suyu o kadar hızlı içmişti ki, birkaç damlası çenesine akmıştı. Bardağı bana uzatırken, "Geçmedi," dedi ve karanlık bakışlarıyla ekledi. "Susuzluğum."

Bardağı elime geri bıraktığında, kelimeleri boğazımın gerisinde keskin bir tat bıraktı ve hissi genzimi gıdıkladı. Arkasını dönüp sertçe merdivenleri tırmanmaya başladığında, kalçamı tezgâha dayayarak bir diğer elimle alnımın akan terini sildim. İçim titremişti. Kerem arkamda güldü. "Alem bu adam ya. Susuzluğun geçmediyse bir bardak daha içersin yani değil mi?"

Neye olduğunu bilmeden kafamı salladım. "Ben de bir bardak su içeyim."

"İçin tabii."

Geçip kendime sürahiden bir bardak su koydum ve kana kana, üç yudumda içtim. Kış gününde soğuk su içme ihtiyacının nereden çıktığını bilmiyordum ama bu suyun beni kesmediğini hissediyordum. Bardağı geri bıraktım ve ağzımdan akan suları sildim. Karanlığın cömert davranmadığını hep bilirdim ama bu sefer beni gafil avlıyordu. Granit tezgâha yürüdüm ve bar koltuğunu çekerek oturdum. Kreplerden azıcık yiyebilir miydim? Off. Neden hep birilerine karşı mahcup yaşıyordum ki?

"Duş alıyor herhalde."

Kerem düşüncesini dile getirdiğinde oturduğum yerde kaskatı kesildim ve huzursuzca kıpırdandım. Bir evde bir erkekle olmak başka bir şey, o evde kıyafetsiz bir erkeğin olması bambaşka bir şeydi. Kendimi gerçekten huzursuz hissetmiştim ama Hazer benim için yeterince şey yapmıştı, duş almasına bu şekilde içsel tepki vermem hiç adil değildi.

Neye güvenerek beni incitmeyeceğini söylüyordum ki kendime?

Kerem biraz daha krep yiyerek Fıstıkla dramatik bir vedalaşma merasimi yaptı ve hemen sonra ortadan kayboldu. Giderken Hazer Bey'in gözleri sizin sayenizde beni görmedi, kaybolayım ortadan demişti. Sanırım Hazer içeriye girdiğinde onu gerçekten görmemiş, ya da görmezden gelmişti.

O gittiğinde kalkarak tezgâhtaki kalabalığı toplamaya başladım ve bunu yaparken sessiz olmaya dikkat ettim. Bir adamın evinde böyle serbest hareket ettiğime hâlâ inanamıyordum. Ortalığı toplayıp tezgâhı sildikten sonra geçip salondaki koltuğa oturdum ve çantamdan çıkardığım merhemi bileğime sürdüm. Artık bileğimde ağrı kalmamıştı, rahatça hareket edebiliyordum. Sahneye geri dönmemin zamanı gelmişti bence.

Sahneye, ışığın altına, tüm dünyayı duymayı bırakıp kendimi dinlediğim yere.

Bu düşünce beni anlıkta olsa mutlu etti ve kendimi, ellerimi çırparken buldum. Dans etmeyi çok seviyordum. Hatta bazı anlar nasıl yerimde durabildiğimi, kalkıp dans etmediğime şaşırıyordum. Tavana bakıp kendimi güzel bir balerin kıyafetinin içinde hayal ederken, Hazer Han merdivenlerin başında göründü ve ıslak saçlarını eliyle tarayarak aşağıya indi. Gözleri etrafta dolandığında aptalca bir şekilde beni mi arıyor, diye düşündüm. Omuzlarımı dikleştirdim. "Sıhhatler olsun."

Gözleri hızla beni buldu ve eli saçlarının arasından kayıp yanına düştü. Ah, sakal traşı olmuştu. Çenesi mermer gibi pürüzsüzdü. "Benim odamda ebeveyn banyosu var," dedi beklemediğim şekilde. Nedense yüzü, parçalanmadan önce bir arada durmakta zorlanan kalbim gibi kasılmıştı. "Ben orada duşumu yaptım, hep orada yaparım. Sen rahatsız olma tamam mı?"

Aman Tanrım! Böyle düşündüğümü nasıl bilebiliyordu!  Ruhumda bir ayna olsa, yansımam gözlerinin içindeki o küçük mahcubiyet olurdu. Bakışlarını kaçırmasının neyi vardı da beni gülümsetmişti? Kafamı salladım. "Hazer?"

Bakışlarını etrafta oyalamaya devam ederken, çenesini biraz daha sıktı. "Hımm?"

"Ben dün... Işığı yaktım, gördün değil mi?"

Gözleri kaçıp durmaktan vazgeçti ve kararlı bir şekilde mıhlandı gözlerimin içine. "Gördüm, yaktın ışığı... benim için."

Kafamı hızlıca salladım. "Senin için."

Hazer yutkunmaktan başka türlüsünü yapmadığında heyecanlı parmaklarımı zaptetmeye çalışarak, "Sen bir şey demeyince ben de görmediğini düşünmüştüm," diyerek açıkladım. "Ama görmüşsün."

Kravatını sıkarak yerine oturturken, "İzleyeceğimi söylemiştim," dedi kalın bir sesle. "Ayrıca seni görüyorum Mila, gösterdiğinden fazlasını bile."

Bu cümle beni korkutmuştu. Birileri bana bakardı, beni görmezdi. Birileri gösterdiklerimi bile görmüyorken o nasıl göstermediklerimi, sakladıklarımı bile görüyordu? Ürkütücüydü. Onun beni görmemesi için kendi içimde, daha ne kadar derine saklanabilirdim? Söyledikleri boşa değildi, ben de ki bir şeyleri görüyor gibiydi sahiden. Bakışlarımı kaçırdım, sanırım onunla daha az göz göze gelmem gerekiyordu. Ama insan ateşi gördüğünde yaklaşmasa bile kafasını çevirip bakıyordu, nasıl bakmadan duracaktım? "Bileğim iyileşti," dedim konuyu değiştirmek için, aceleyle. Hâlâ, telaşsızca kravatını düzeltiyordu. "Bugün derslere kaldığımız yerden devam edebiliriz. Edelim mi? Hem çok özledim dans etmeyi."

Kaşları keskin bir hizada çatıldı. "Bileğinin iyi olduğuna ne kadar eminsin?"

Nefeslerimi korumaya çalışarak, "Üstüne basabiliyorum," diye alçak tondan konuştum. Üstüne basılamayan şeyler var, mesela kalbim. Bu yüzden neyin geçip neyin geçmediğini anlayabilirdim. Bileğim geçmişti, kalbim değil. "Hem rakiplerim durmadan çalışırken vakit kaybetmek istemiyorum."

En nihayetinde ellerini kravatından çekerek iki yandan beline yerleştirdi ve bu üzerindeki gömleğin vücuduna dar gelmesini sağladı. Gözleri ayak bileğimde oyalandı. "Ben sana inanıyorum," dedi ansızın, hiç beklemediğim şekilde. Gözlerinin içinde, aniden yanıp sönen havai fişekler var gibiydi. Anlık görülen parlaklıklar. "Ben pek fazla şeye inanmam, güvenmem. Ama sana inanıyorum tamam mı? Çünkü bir şey var... Yani sen de... Dans ederken olan bir şey. İnsanın gözünü kırpmasına bile izin vermiyorsun."

Bana inanıyordu. Yapabileceğime, kazanacağıma inanıyordu. İyi dans ettiğimi söylese bile ilk kez inandığını söylüyordu. Bir an sırtımın orta yerinde taş gibi taşıdığım ağırlığın kalktığını, birinin beni omuzlarımdan tutup doğrulttuğunu hissettim. Ruhum parçalarından tutunarak bir araya geliyordu sanki. Kalbim hızlanırken, "Yaa," diyebildim yalnızca.

"O yüzden rakiplerinin gerisinde değil, ilerisindesin."

Ellerimi bir çocuk gibi çırpmak, olur olmadık saçmalıklar yapmak istiyor ama utandığımdan sadece gülümseyebiliyordum. Son zamanlarda daha sık gülümsüyordum ve bu hep onunla yanındayken oluyordu. Hazer Han sanki bu kadar dürüst davranmaktan rahatsız olmuş gibi bakışlarını başka yere çevirdi ve bana hızla arkasını döndü. Gri gömleği ve siyah kumaş pantolonu içinde mutfağın yolunu tuttuğunda, onun için yaptığım krepleri hatırlayarak koltuğa daha sıkı yapıştım. Heyecanlanmıştım, insanlar da birbirleriyle konuşurken veya birbirlerine bir şey yaparken heyecanlanıyor muydu? Fakat... Gazelle konuşurken heyecanlanmıyordum, nefesim kesilip durmuyordu. Hazer Han mutfak tezgâhının önünde durduğunda, "Senin için krep yaptım," dedim aniden, ellerimi önümde birleştirerek. "Hem de zeytinli!"

Hazer Han gözlerini omzunun üstünden bana çevirerek, "Yaa," dediğinde yüreğim ağzıma geldi. "Benim için mi? Valla mı?"

Kızmamıştı. Hayır, suratındaki tek ifade afallamaydı. Gözleri... Bu anda onların bahsini bile açamazdım, çünkü dilime alsam bile yanardım sanki. Midemde yumruk savaşı vardı. "Senin için... Tabi Kerem'de biraz aldı ama olsun, zaten fazlasıyla vardı."

Gözleri kısıldı. "Beleşçi herif."

"Çok ayıp," diyerek onu uyardığımda Hazer Han hiç ummadığım bir şey yaparak omzunu silkti ve kabaca homurdandı. "Bana ne!"

Evet, arkadaşıyla kavga edip çok kızmış bir oğlan çocuğuna benziyordu ve bu dudaklarımdaki gülümsemeyi ikiye katlamıştı sanki. Dudaklarımı kemirdim ama sükunetimi koruyarak sessiz kaldığımda Hazer Han tezgâhın arkasına geçti ve tabağa uzandı. Tabure çekip oturmak yerine ayakta yemeyi tercih etti. Zeytinli kreplerin nasıl olduğu hakkında bir fikrim yoktu ama lezzetli olmalarını umuyordum. Hazer kendine temiz bir bardak çıkararak tezgâhın üstündeki meyve suyundan koyarken, "Aslında meyve suyu hiç sevmem," diye mırıldandı kendi kendine. "Diyeceksin ki, o zaman neden evinde var. Kerem evin alışverişini yaparken dolabın yarısını kendi zevkiyle dolduruyor, o yüzden bu meyve suları."

Ellerimi dizlerim arasına koyarken, "Ben yiyecek ve içecek ayırt etmem," diye fısıldadım sebepsizce. Karnım doysun, yeterdi ama... karnımda pek doymuyordu işte.

Hazer Han kafasını çevirip bana baktı ve iri bir ısırık aldığı krebi ağzından çekerek kalanını elinde tuttu. Sorma gafletine düştüm. "Güzel olmuş mu?"

"Gel de kendin bak."

Bakabilirdim, bunda sorun yoktu. Ayaklarımı yere basarak kalktım ve titrek ellerimi arkamda birleştirerek biraz hevesli adımlarla tezgâha doğru yürüdüm. Yavaşlayarak tezgâhın yanında, onun karşısında durduğumda kreplerden birine uzanacak oldum ama Hazer elindeki yarım krebi bana uzatarak yemem için teşvik etti. "Bunu yemeni istiyorum."

Tek kaşımı kaldırdım. "Çok despotça?"

Alt dudağını ağzının içine aldı ve dirseklerini yaslayarak tezgâha doğru yüklendi. Benim de ellerim tezgâhın üzerinde kayarak onun dirseklerine yaklaşırken, Hazer Han bir kez daha, "Ye," diyerek krebi ağzımın hizasına kaldırdı. Dudaklarım aralandı ve krebin bir kısmı ağzımın içine girdiğinde, Hazer Han memnuniyetle iç çekti. "Seni rahatsız etti mi bu? Hani geçen gün sandviçinin kalanını yemiştim de bana iğrenmedin mi diye sormuştun ya? Ya sen? Şimdi yedin? Rahatsız etti mi?"

Krebin yumuşak hamuru ağzımın içine, dişlerim sayesinde yayılırken, yanaklarım bir miktar kızararak utancımı açıkça göstermiş oldu. Evet, kalan krebinin yarısını nasıl olmuşsa yemiştim ve bir rahatsızlık duygusu oluşmamıştı. Bunlar asla yapmayacağım, yapamayacağım şeylerken zaman içerisinde mümkün kılınmaya başlamıştı. Hazer Han kalan bir parça krebi de kendi ağzına atarak iştahla yerken, bakışlarımı önüme çevirerek aramızda ağırlaşan havayı içime çekmeyece çalıştım. "Her nedense etmedi ama... Neden böyle bir şey yaptın ki?"

"Görmek için... Senin için artık ilk gün ki uzaklıkta durduğun o adam olmadığımı görmek için."

Nefesim kesildi. "Hazer..."

"Zaman beni, senin için farklı biri yapacak. Korktuğun, ürktüğün herhangi biri olmayacağım senin için. Ve buna karşı koyamayacaksın, koyamayacağız."

Korktuğum, ürktüğüm herhangi biri zaten değilsin ki.

Sadece biraz ateşsin, erimekten korkuyorum.

Hiçbir şey diyemedim, gözleri o kadar gürültülüydü ki benim bir şey dememe gerek kalmıyordu. Her şeyi zaten o diyordu. Farklı bir şeyden bahsediyordu. Benim hissettiğim ama anlamadığım bir şeyden. Sesi boğuk, derinden ve keskindi. Bana ne dediğini anlamıyor ama yüreğimin altından hissediyordum; hem de parçalanmış bir yüreğin altından.

Her ikimiz de daha sonrasında bir şey demedik ve sessizlik o anda başladığında Hazer Han'ın yaptığı tek şey kalan zeytinli kreplerin hepsini yemek oldu. Tabi, benimle paylaşarak. Bana da bir meyve suyu doldurduğunda ona teşekkür etmiştim ve o homurdanarak karşılık vermişti. Onu, benim kadar nazik olmadığı için suçlayamazdım. Krepler bittiğinde Hazer Han ağzının içinde dişlerini fırçalayacağını geveleyerek üst kata çıktı ve ben o sırada tezgâhtaki birkaç şeyi ortadan kaldırdım.

O aşağıya, ceketini giymiş vaziyette indiğinde ben koltukta oturmuş, Fıstıkla konuşuyordum ve Hazer bunu merdivenin son basamağında görüp durduğunda, "Umarım dedikodumu yapmıyorsunudur," diyerek açıkça alay etmişti. Sonra imalı şekilde sürdürdü. "Huysuz adamlar, haklarında konuşulmasından pek hoşlanmazlar."

Kabahatimin farkında olup sessiz kaldığımda Hazer duraksadı ve son basamağı da inerken, bir an yüzünde tereddütlü ifade oluştu. "Ben öylesine dedim... Espri gibi. Kızdın mı?"

"No estoy enojado," diyere incecik bir sesle karşılık verdim ve Hazer'in anlamayarak boş boş bana bakmaya devam ettiğini gördüğümde içimde yabancı bir duygu birikti. Sıcak bir duyguydu. "Bazen İspanyol'ca bilmediğini unutuyorum, affedersin. Kızmadığımı söyledim."

"No demen yeterli, estoy mestoy falan diyorsun hiçbir şey anlamıyorum!"

Yabancı dilde konuşmam, daha doğrusu onun anlamayacağı şekilde konuşmam kendisini kızdırıyordu ve bunu saklamak için çaba bile harcamıyordu. Beni taklit edip, söylediklerimi söylemeye çalışması gözüme ve kulağıma çok komik göründüğünde, gülmemek için aceleyle bakışlarımı kaçırdım. "Gül Balerin'im, gül."

Omuzlarımı çocukça silktiğimde Hazer Han sessiz kalktı ve uzanıp ceketinin düğmelerini iliklemeye başladı. Geçip karşımda durduğunda genellikle onu izliyordum, yine böyle yaptım. Gömleğinin rengi ceketinden birkaç ton açıktı ve yakaları özenle düzeltilmiş görünüyordu. Giydiği ne varsa üzerine tam oturuyordu, hem de her zaman. Pantolonları, gömlekleri, ceketleri... Vücudunu biliyor, ona göre seçimler yapıyor olmalıydı. Gözlerim ceketinin ön cebine kaydı ve ipek mendilinin özenle oraya yerleştirilmiş olduğunu gördüm. O ceketinin kolunu hafifçe kıvırarak gömleğinin kol düğmelerini iliklerken, onu süzerek yukarıya çıktım ve saçlarının parmaklarıyla arkaya doğru taranmış olduğunu fark ettim. Baştan aşağıya muntazam, eksiksik, gerçek bir iş adamı gibi görünüyordu.

"Dans etmeden önce hastaneye gidelim, bileğini kontrol etsinler. Ya da istersen Muazzez'i araya..."

"Hayır," dedim net ama nazik bir şekilde. "Leyle muayene eder, Muazzez'in vaktini almayalım."

Omzunu silkti. "Üzerine sıkı bir şeyler giyin, hava bugün çok sert."

Uğultulu rüzgâr, sanki Hazer'i onaylamak ister gibi evin geniş camlarına çarptığında ürpererek doğruldum ve portmantoya yöneldim. Sabahın erken vakti olmasına rağmen, tan vakti uyandığım için günü yarılamış gibi hissediyordum. Portmantonun içinden çantama ulaştım ve üzerimdeki kırmızı, boğazlı kazağın üzerine giymek için çantamın dibinde olan içi yünlü montumu çıkardım. Yıpranmış, eskimiş bir mont olmasına rağmen beni hâlâ sıcak tutuyordu. Çantamın içerisini biraz daha karıştırarak atkımı aradım ama bulamayarak huzursuzlandım. Neredeydi? Dün en son boynumdan çıkarıp Hazer'in arabasına... Omzumun üzerinden kendisine doğru döndüm. "Atkım senin arabanda mıydı? Sanki en son orada çıkardığımı anımsıyorum."

Hazer neyden bahsettiğimi anlamak için bir an duraksadı ve sonrasında bakışlarını itinayla kaçırdı. "Bilmiyorum ben."

Kafamı zorlamaya çalıştım ama yok, en son arabanın içinde çıkardığımı hatırlıyordum. Nereye koymuş olabilirdim ki. Ben çantanın içinden beremi çıkarırken, Hazer Han'ın üst kata çıktığını göz ucuyla gördüm. Bereyi dağınık saçlarımın üzerinden başıma giydirerek saçlarımı berenin içerisine ittirdim ve hemen ardından montumun fermuarını çektim. B vitamin eksikliğim vardı, çok çabuk üşür ve zor ısınırdım. Kapakları kapatarak portmantonun önünden ayrıldığımda, Hazer Han'ın elinde siyah bir atkıyla indiğini gördüm. Şuursuzca, hiç duraksamadan mesafeyi eriterek önüme kadar geldi ve yünlü, siyah atkıyla bana doğru uzandı. Duvarla kendisi arasında biraz sıkışmıştım. Hazer başını beni daha iyi görebilmek için aşağıya eğdi. "İzin ver de dolayayım bunu boynuna."

Hiçbir şey demeden başımı hafifçe ona yaklaştırdığımda, Han'ın dudaklarından küçücük bir gülümseme geçti ve bu an, o küçük gülümseyle özetlenilebilir oldu. Yüzümü önüme düşürdüm ve çenesine kadar gelebildiğimi ilk kez bu kadar yakından fark ettim. Çenesine kadardım. Hazer atkıyı yavaşça boynuma dolarken, atkıdan gelen yoğun kokunun farkına vararak gözlerimi yumdum. Bu kokuya o kadar aşinaydım ki, artık burnuma geldiği an tanıyordum. Ruhumun içinde büyük titreşimler meydana gelirken, vücuduma sıcacık, keskin bıçaklar saplanıyordu. Ellerimle bir yere, hemen yakınımdaki ceketinin yakalarına tutunma ihtiyacıyla baş etmeye çalışırken, Hazer Han atkıyı boynuma tamamen sardı ve her nedense başımın üzerinde uzun bir nefesi içine çekti. Hemen sonra konuştuğunda sesi boğuktu. "Bu da neyin nesi böyle..."

"E... Efendim?"

Çenesinin altından, boynuna baktığımda damarlarının teninin üstünde ahenkle titrediğini gördüm. "Hiç." Sertçe yutkunarak ellerini atkının iki ucundan çekti ve acelesizce benden uzaklaştı. "Sadece, başım döndü."

"Yaa. Tansiyonunuz mu düştü acaba?"

"Bence öyle. Yoksa neden dönsün ki başım, değil mi?"

"Yani." Kaçamak gözlerimi dokundurdum yüzüme. "Öyledir."

Hızlı hızlı kafasını salladı ve bana sırt çevirerek portmantoyu açtı. İçinden kaşe, kısa bir kaban çıkararak seri şekilde vücuduna geçirirken, ben boynumu okşayan yün atkının içinde kalmış yüzümle onu izliyordum. Bir an sonra kapıyı açıp çıkmam gerektiğini fark ettim ve soluk soluğa kendimi dışarıya attığımda ellerimi ceplerime yerleştirdim. Hava soğuk, rüzgârlıydı ve Tanrı'nın ilahi gücünü eksiksiz kanıtlıyordu. Bahçe boyu yürüdüm ve Kerem'in açtığı arabadan içeriye girerek koltuğa yerleştim.

Hazer Han evinin kapısını kilitleyerek ve geçen gün ki gibi bir sigara yakıp içtikten sonra arabaya bindi ve Kerem'den evrakları uzatmasını istedi. Neyden bahsettiğini anlamadım ama Kerem yanındaki boş koltuktan bir çantayı Han'a uzattığında, çantayı alıp içini karıştırdı ve birbirine zımbalanmış birden fazla kâğıt çıkardı. Yanağımı soğuk cama yaslamış, sebepsiz bir ilgiyle ve anını bile kaçırmadan ne yaptığını izliyordum. İşle ilgili bir şeyler olduğunu pekâlâ anlamıştım. Kâğıtları okurken sık sık kravatını çekiştirip, saçlarını dağıttı. Bu, gergin hissettiğinde yaptığı şeylerdi. Artık ezberimdeydi, bazı şeyleriyle.

Birkaç gün önce muayene olduğumuz hastaneye geldiğimizde irkildim ve bakışlarımı ondan çekerek kapıya uzandım. Hazer Han elindeki kâğıtları bırakarak benimle beraber aşağıya indiğinde, Kerem'in dikiz aynasından saçlarını düzelttiğini görmüştüm. Ah, tabi, Leyla!

Arabanın etrafını dolandığımda, garip bir şekilde Hazer Hanla yan yana yürümeye başladık ve bu nasıl oldu hiç anlamadım. Bir şey bizi birbirimize doğru itmişti sanki. Kerem arkamızdan gelirken hastane kapısınından geçerek ilgili kişinin masasına yöneldik ve Hazer Leyla'yı sorduğunda, ilgili çalışan bir numarayı tuşladı ve bize dönerek az sonra burada olacağından bahsetti. Ben hanımefendiye teşekkür ederken, "Otur da bekle," dedi Hazer ve çenesiyle duvara yaslı duran koltukları gösterdi. "Hem ayakta bakamaz ya bileğine."

"Haklısın."

Omuzlarını dikleştirdi. "Her zaman."

Hımm, Hazer'in geniş yer kaplayan bir egosu mu vardı? Ya da bilmiyorum, özgüvende olabilirdi. Zaten onun kendine duyduğu güvenle alakalı şüphem yoktu. O kadar çok ne yapacağını bilen bir adama benziyordu ki...

"Leyla'm geliyor!" Kerem'in sesini duyar duymaz başımı kaldırdım ve onun az ilerimde durarak koridorun ucuna baktığını gördüm. Evet, Leyla beyaz hemşire forması içinde buraya yürüyor ve aynı zamanda bana el sallıyordu. Samimiyetine inanarak elimi kaldırdım ve ona sallarken, "Hazer Bey, nasıl görünüyorum?" Diyen Kerem'in sesini duydum. Hazer'e dönmüş, kaş göz yaparak ceketinin yakalarını düzeltiyordu. Genç, hoş yüzünde tereddütlü, heyecanlı bir ifade mevcuttu. "Sizce seksi bir bakış mı atayım yoksa ben çok masum bir adamım bakışları mı atayım?" Han ve ben ona apaçık bir inanamazlıkla bakarken, Kerem aklına bir fikir gelmiş gibi sırıttı. "Dur, ben en iyisi bayılayım." Sonra bizim anlamsız bakışlarımıza aldırmadan kendini hastanenin koridor zeminine attı.

Bayılmış numarası yaptı!

Biz yaşadığımız son saniyeleri sindirmeye çalıştığımızdan konuşamayarak sadece yerde uzanan vücuduna bakarken, birkaç kişinin hayretle bağırdığını duyduk. Kerem tek gözünü açmaya çalışıp Hazer Han'a baktı. "Geldi mi? Geldi mi? Bayıldı değin. Dokunsun, okşasın Leyla..."

"Aaa." Leyla koşturarak yanımıza vardığında Kerem bayılma taklidine kaldığı yerden devam etti ve Leyla tek dizinin üstüne çöküp endişe içinde Kerem'e uzandığında, şaşkınlıkla devam etti. "Bir anda düştü, bayıldı adam." Gözlerini kaldırıp uzun kirpiklerinin ardından bize baktı. "Ne oldu böyle birden bire anlamadım, neyi var?"

Hazer Han'ın yüzü sinirden kasılmıştı. Çenesi yüzünün altında titriyor ve bunun yanında elleri yanında yumruk oluyordu. Yine de Kerem'i bozup rencide etmedi ve ağzının içinde geveledi. "Salak o ya. Arada bayılıyor öyle işte."

Leyla süregelen şaşkınlığı arasında hayretle konuştu. "Salak olduğu için mi bayılıyor?"

Han Leyla'ya sen ciddi misin, bakışı attıktan sonra omzunun üzerinden bana döndü ve alçak tonda fısıldadı. "Bunlar tam birbirine göre!"

Evet, galiba öyleydi.

Leyla uzanıp Kerem'in nabzını kontrol ederken, ben gülmemek için yanağımın içini ısırıyordum. Yaptığı şey, yani kandırmak hiç hoş bir davranış olmasa da Kerem bunu kötü bir niyet gütmeden yapmıştı. Üstelik numara yaparken o kadar gerçekçiydi ki, bilmesem ona inanırdım. Elimin birini ağzıma bastırarak kıkırtılarımı yutarken, "Kerem Bey?" Diyerek onu yumuşakça sarstı Leyla. "Solunumu da gayet normal, ne oldu da bayıldı adam ya!"

Hazer Han kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak ağzının içinde cıkladığında, Leyla başını kaldırıp kınayan gözlerle ona baktı. "Şoförünüz bayıldı, ne kadar ilgisizsiniz ya!"

Evet, bu da komikti. Dudağımı sertçe ısırarak Hazer'in gözlerine baktığımda, sabrını korumakta zorluk çektiğini gördüm. Kafasını bana kaldırarak homurdandı. "Bir de ben suçlu oldum ya!"

Leyla dönüp tekrardan Kerem'i sarsmaya başladığında, ellerimi yüzüme örterek muhtemelen komik görünen suratımı sakladım. Leyla bir sedye istediğinde, Kerem durumun ciddiyetini farkına vardı ve Leyla onun ismini seslenirken, gözlerini kırpıştırarak ayılıyor numarası yaptı. Leyla onun ayılmakta olduğunu görerek gülümserken, Kerem etrafına saf saf baktı. "Ne oldu bana?"

Hazer tısladı. "Yok artık!"

Başımı iki yana sallayarak bu komik duruma gülümserken, Leyla'nın Kerem'e birkaç şey söylemesini izledim. Kerem nasıl ve neden bayıldığını hatırlamadığını söylediğinde, Leyla ona bir su verebileceğini söyledi ve Kerem bunun karşılığında ben de size bir kahve ısmarlayayım dedi. Leyla bu duruma hafifçe tebessüm etti ve kızararak onu reddetti. O an Kerem'in gerçekten bayılmasından şüphe ettim ama yalnızca Leyla ayağıma muayene yapana kadar onu izledi.

Hayran hayran.

Leyla ayağımın gayet iyi olduğunu söylediğinde daha fazla orada oyalanmadık ve hastaneden ayrıldık. Ayrılmadan önce Leyla bana sahaftan kaçta çıktığımı, izin verirsem beraber bir şeyler içmeyi istediğini söylemişti. Çok samimi ve istekli göründüğü için onu reddetmemiştim. Sanırım bu akşam sahaftan sonra kendisiyle bir şeyler içecektim. Arabaya yerleştiğimizde yol boyunca Hazer Kerem'e söylenip durdu ve Kerem sadece Leyla'nın onu reddettiğinden bahsedip, şansını tekrar deneyeceğini söyledi. İçten içe ona şans, Leyla'ya sabır diledim.

Araba, benim isteğim üzerine dans kursunun binası önünde durduğunda Kerem nihayet konuşmayı, Hazer'de ona söylenmeye son verdi. Atkıma sıkıca sarınarak saçlarımı kulaklarımın ardına ittirdim ve bir vedanın şart olduğunu bildiğimden dönüp Han'a baktım. Çenem ve dudaklarım atkının içinde kalmış, ellerim ceplerime gizlenmiş, yanaklarım muhtemelen kızarmıştı. Kirpiklerimi kırpıştırdım ve kendimi onun gözlerinin katmanlarına inerken buldum. Başını arkaya yaslamıştı ve yanağı deri koltukla temas ediyordu. Kalbimin derinliğinden hep şunu duyuyordum: gördüğün bu duman, onun ateşinden yükseliyor. Hazer ilerleyen saniyeler boyunca gözlerime baktıktan biraz sonra, "Bu kadar erken geldin de, ne yapacaksın ki ben gelene kadar?" Diye sordu.

Haklıydı, çalışmamıza daha uzun saatler vardı. "Dans edeceğim, çalışacağım." Yutkundum. "Seni bekleyeceğim."

"Bekle," diye yanıt verdi fısıltıyla. Kerem'in bizi duyamayacağı kadar sessizce konuşuyorduk ve biri sorsa neden böyle yaptığımızı açıklayamazdım. Gürültünün anlatamadığı şeyi fısıltılar mı anlatıyordu? "Geleceğim."

"Geleceksin," diye onu tekrarladım.

"Yüzünün yarısı atkının içinde kalmış."

Evet, sahiden öyleydi. Atkısı çok geniş ve hacimli olduğu için beni hem sıcak tutmuş, hem örtmüştü. Dudağımın sol tarafı hafifçe kıvrıldı ama Hazer bunu göremedi, çünkü atkının altında kalmıştı. Bir anda pervasızca konuştum. "Biliyor musun? Atkın tıpkı senin gibi kokuyor."

Hazer'in gözlerinin içi o kadar ısındı ki, ahenkli şekilde kırpışan kirpiklerine ateş bulaşacak sandım. Yüzü gevşedi. "Yaa..."

Kendimi tekrardan o telaşın içine sokmuştum. Hızlıca kafamı sallayarak bakışlarımı itinayla uzaklaştırdım ve kapıyı açarak kendimi dışarıya attım. Ayaklarım üzerinde dikildiğimde, kapıyı örtmek için ona doğru döndüm. Yaptığı tek şey hiçbir anımı kaçırmadan beni izlemekti. Ona nazikçe el salladım. "Hoşça kal."

"Kaldım bile."

Kapıyı yavaşça kapattım ve arabaya sırt çevirip kaldırıma çıktım. Hazer, ben içeriye girene kadar gitmeyecekti, çünkü geçen sefer böyle olmuştu. Bu sebepten oyalanmadım ve koşarak kurs binasına girdim. Asansörü es geçerek merdivenlere yöneldim ve üst kata kadar hiç duraksamadan koştum. Uzaklaşmış olmanın faydası yoktu, çünkü iskeletimi yanımda taşıyabilirdim ama ruhumu değil.

Salona vardığımda kapıyı kapattım ve sahnenin arkasına geçerek kıyafetlerimi çıkardım. Pantolonumun altına ince bir tayt, kazağımın altınaysa bir askılı giydiğim için yanıma kıyafet almamıştım; sadece onları üzerimden çıkaracaktım. Öyle de yaptım. Fazlalıkları çıkarıp askılımla ve taytımla kaldığımda, sahnenin ortasına yürüdüm ve özlemle etrafıma baktım. Sonunda buradaydım. Hayatımda kendimi daha canlı hissettiğim hiçbir an olmamıştı. Bu sahneye çıktığımda, insanların hayranlıkla beni izleyip alkış tuttuğunu düşündükçe içimi içimde tutamıyordum. Tanrı benim için bitmeyen bir müzik açmış, bedenimi dansa kaldırmıştı. Bir gün dans etmeyi bırakacağıma ölmeyi yeğlerdim

Çünkü dans, beni denizin üstünde tutan tek şeydi.

Elimden kayıp giderse aşağıya doğru batardım.

Gülümsedim ve kendi etrafımda coşkuyla dönerken, kapının açıldığını duydum. Gelenin kim olduğunu biliyordum, Gazel'di. Sabah kendisine, benim için birkaç tane şık elbise getirmesini rica etmiştim ve o bunu mutlulukla karşılamıştı. Ona dans kursunda buluşacağımızı söylemiştim ve kendisi beni fazla bekletmeden gelmişti. Sol ayağıma yüklenerek parmak uçlarımda yükselirken, Gazel'in ıslık çalarak elindeki büyük torbalarla kapıyı kapatmasını izledim. Üzerinde yakaları örtülmüş paltosu, kırmızı beresi vardı ve siyah pantolonunu yüksek taban botlarıyla tamamlamıştı. Elindeki torbaları seyirci koltuklarından birine bırakırken, "Bana ne olduğunu hemen anlat," dedi heyecan içinde. "Benden böyle elbiseler istedin ama neden olduğunu söylemedin."

Sahnenin önüne kadar yürüdüğünde dans etmeye devam ederek kendi etrafımda tam tur bir dönüş yaptım. Düşüncesinin, beni endişeyle boğduğu gerçeği onunla paylaştım. "Hazerle bir baloya gideceğiz."

Ellerini şaşkınlıkla açılan ağzının üstüne örterken, gözlerinin içi gülmeye başladı. "Seni baloya mı davet etti!"

Kızarık yanaklarımı saçlarımla saklamaya çalıştım. "Si."

Neşeli bir kahkaha savurdu. "Daha da ilginci sen bunu kabul ettin?"

"Edesim geldi."

Sahnenin ucuna oturdu ve beresini başından çıkarıp elinde tutarken, gülümsemesi katlanarak tüm yüzünde bahar çiçeği gibi açtı. Bu onu mutlu etmişti. Heyecan içinde ellerini çırptı. "Shipim tuttu!"

"Por favor no empieces." *Lütfen başlama*

"Aksini iddia edemezsin, bu resmen randevu gibi bir şey." Benim inkârlarımı hiçe saydı ve sahnenin ucundan fırlayarak koltuğa bıraktığı torbaların yanına yaklaştı. Torbanın içinden bir elbise çıkararak bana doğru döndüğünde, gece mavisi rengindeki elbise ellerinin ucunda aşağıya doğru süzüldü ve zarafetle önümde boy gösterdi. "Sen çok güzelsin, sana layık bir elbise olmasa da bence oldukça şık. Birkaç tane daha var, aralarından en beğendiğini seç. Offf, Safir deli miyim neyim ben senden daha çok heyecanlandım."

Parmak uçlarımda durup kollarımı başımın üzerinde dar bir açıyla açarken, başımı yana yatırarak hayranlık içinde elbiseye baktım. Zarif ve tartışmasız şekilde şıktı. Boyu dizimin biraz altına inen, parıltılı ve ince askılı bir kıyafetti. Baloya tamamen uygundu. Hiç böyle elbiselerim olmamıştı, içine yakışır mıydım?

"Bak, bu da var."

Torbadan bir başka, sarı renkli elbise çıkardı. Bu da askılıydı ve üstü saten, altı dupduru bir kumaştı. Belinde incecik bir kurdelesi vardı ve eteği yerleri süpürüyordu. "Çok güzel," dedim hayranlıkla.

Kıkırdadı. "Si si."

Tabanlarıma bastım ve ellerimi iki yanımda serbest bırakırken, Gazel'in sırasıyla gösterdiği elbiseleri izledim. Benim için beş tane elbise getirmişti ve hepsi çok güzel olduğu için kararsız kalmıştım. Kimisi ışıltılı, kimisi sade ama şıktı. Gazel son elbiseyi de gösterdikten sonra koltuğa bıraktı ve şirin bir tebessümle beni süzdü. "Kızıyorsun ama hiç düşündün mü, bu adam neden baloya seni çağırdı?" Hevesle konuşuyordu. "İstese bir başka kadınla gidemez miydi? Giderdi Safir. Öyle gösterişli erkeklerin etrafında sürekli kadınlar olur. Herhangi başka birini davet edebilirdi ama seni çağırdı."

Bana böyle şeyler söylemesinden hiç hoşlanmıyordum. Hep, Hazer duysa ne kadar utanacağımı düşünüyordum. "Bana böyle şeyler söyleme... Hep etrafında bir sürü kadınlar olur ne demek?"

"Şöyle ki," diyerek derin bir iç çekti. "Galip sebebiyle böyle ortamlara çok kez girdim. Hazer, Galip ve benzerindeki erkeklerin çevresinde şık, zengin, güzel kadınlar olur. Tanışırlar, sohbet ederler..." gözlerini kaçırdı. "İsterlerse geceyi beraber geçirir..."

"Anladım," dedim düz bir sesle. Gerisini duymak istemiyordum, asla hoşlanmadığım konulardı çünkü. "Sen... Elbiselerin hepsini bıraksan olur mu? Ben içerisinden bir tane seçeyim, şimdi karar veremedim."

"Tabii ki benim minik takım yıldızım."

"Minik mi?" Kendimi süzdüm. "Boyum bir yetmişten uzun."

Bana öpücük atarak elbiseleri tekrardan, özenle torbanın içine yerleştirmeye başladığında, kaşlarımı çatarak sahnede biraz geriledim ve kaldığım yerden dans etmeye devam ettim. Bana böyle şeyler söylemesi hiç hoşuma gitmemişti. Ben bu hayata çok çok yabancıydım. Gerilmiştim, saçlarımı bileğimdeki lastikle bağladım ve kendi etrafımda dönüşler yaptım. Hazer ve Galip gibi adamlar demişti ama ne yazık ki, Hazer Galiple kıyaslanamazdı.

O başkaydı...

Gazel bir süre beni izledi, yanında getirdiği çikolatalardan birini verdi ve yemem için ısrarcı davrandı. Çoğu zaman bir anne gibi beni elleriyle besliyordu. Sahnenin ucuna oturup ayaklarımızı sallandırırken yan yana çikolata yedik ve bir şeylerden konuştuk. Bana o baloda, Hazerle yan yana çok güzel görüneceğimizi söyleyerek sık sık gülümsemişti. O bunu söyleyince kendimi o elbiselerden birinin içinde, Han'ın yanında hayal ettim ve kendi içinde çoktan ölen birinin nasıl olup da kanatlarıyla beraber yükseklere uçuştuğunu anlamaya çalıştım.

O kadar uzun seneler önce ölmüştüm ki, biri içime açtığında cesedimin kokusuna dayanamayarak yüz çevirirdi bana.

Neyse ki kimsenin içimi açmayı istediği yoktu, beni merak ettiği...

Gazel çok kalmadan gittiğinde kendimi dansa, kendi benliğimden yükselen müziğin akışına bırakarak yalnızca dans ettim. Bunu günlerdir yapmıyordum. Hazer'in yanında müziğin sesini duymadığım gibi, günlerdir dans da etmiyordum ve şu an bunun hiç bitmesini istemiyordum. Tıpkı böyle, gün bitene kadar. İnsan, ruhunu temize çıkaran zaaflarının kölesidir. Ben de öyleydim. Dansın kölesiydim, çünkü ruhumu karanlığın içinden çekip çıkarmayı dansla öğrenmiştim. Dans ruhumdan tutmuştu, ben de onun elinden. Ne şimdi o ruhumu bedenimin içine bırakabilir ne ben tuttuğum eli bırakabilirdim.

Saatler boyunca, vaktin nasıl akıp gittiğini anlamadan dans ettim. Kareografi tamamen ezberimde olduğu için onun üzerine çalışmış, eksiklerimi bulmuştum. İyi dans ettiğime inanıyordum ama beni üzse de eksiklerim olduğunu inkâr edemezdim. Hızlı ve yavaş olmam gereken noktalardaki ayarı doğru yapmalıydım, aksi halde müziğin ilerisinde ya da gerisinde kalıyordum. Eksiklerim üzerinde defalarca tekrar yaparken, saatin çoktan öğle vaktini geçtiğini fark etmemiştim ama Meliha Hanım alkış tutarak içeriye girdiğinde nefes nefese ona bakmıştım. "Açıkça itiraf edeyim, senin yokluğunda dans eden herkes de senden iz aradım. İncinmiş bileğine rağmen yine parlıyorsun."

Parlıyorsun.

Bu kelimenin yapabildiği şeyi kalbimde hissettim ve tabanlarıma basarak damarlarımın rahatlamasını sağladım. "Gerçekten mi?" Dedim saf bir sevinçle.

"Doğuştan gelen yetenekle sonradan kazanılan yetenek arasında ince bir fark var. Senin ki gerçekten doğuştan geliyor, bir de ders alarak bu yeteneğini göklere çıkarıyorsun. Gerçekten tatlım, Hazer'in şu ana kadar seçtiği kişiler arasında en iyisi sensin."

Hazer'de böyle mi düşünüyordu?

En iyisi olduğumu?

"Gracias," diyerek minnetle gülümsedikten sonra Meliha'nın bilgisayarını izleyici koltuğuna bırakmasını izledim. "Bileğin nasıl? Çok geçmiş olsun, bu gibi kazalar siz dansçılar için büyük şanssızlık."

"Maalesef," diyerek kendisini onayladım. Tekrardan parmak uçlarımda yükseldim. "Fakat pes etmek yok, asla!"

Meliha Hanım yüksek sesli bir müzik açtığında gözlerimi kapattım ve parmak uçlarımda havalanıyormuş gibi hissederken, kollarımı vücudumun iki yanından başımın üzerine doğru kaldırdım. Vücudum ısınarak ve gerinerek buna tepki vermişti. Gözlerimi kapatarak müziğe kulak verdim ve vücudumun müziğin ritmine ahenk içinde uyum sağlamasını bekledim. Öyle de oldu. Müzik ritmi belirledi, bedenim dans etti. Bir ayağımı yukarıya doğru kaydırarak geniş bir açıyla açtım ve diğer ayağımın parmak uçlarında üç tam dönüş yaparak bir rüzgâr gibi estim. Hiç durmadan parmak uçlarımda ufak ufak yaylanarak ileriye açılırken, kollarımı süzdürmeyi ihmal etmiyordum. Olduğum yerde bir dönüş daha yaparak seyirci yönüne döndüğümde, parmak uçlarımdan inerek durdum ve gözlerimi açtım.

Hazer'i gördüm.

Nasıl oldu da gözlerim ilk onu buldu anlamadım ama kanlı canlı karşımda durduğunu ne aklım ne de kalbim inkâr edemezdi. Tam orada, kapının önünde, sırtını kapıya yaslamış halde duruyordu. Sabah ki takımının içindeydi, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuştu ve sanki o bana böyle tarifsiz bakarken, boşlukta olan ruhumu yakalayıp yükseğe, çok yükseğe çıkarıyordu. Ellerim benden izin almadan iki yanıma düşerken, "Gelmişsin," diye fısıldadım ve Hazer Han duruşunu biraz bile bozmadan beni yanıtladı. "Geldim."

Meliha Hanım bir adım kadar öne çıktı. "Benim bilmediğim bir şeyler mi oluyor?"

Ben irkilerek Meliha Hanım'a döndüğümde, Hazer Han tavrından asla ödün vermeden kollarını göğsünün üzerinden indirdi ve ellerini kumaş pantolonun ceplerine yerleştirerek telaşsızca sahnenin ucuna kadar yürüdü. O yaklaştıkça sanki benim yaşama alanım daralıyor ama buna rağmen ruhum daha geniş bir alana çıkıp nefes alabiliyordu. "Devam etsene," dedi Hazer sahnenin ucuna kadar geldiğinde. "Bu kadar yolu, seni izlemek için geldim sonuçta."

Öyle, bunun için gelmişti. Avuç içlerimi siyah taytıma silerek nemden kurtulmaya çalışırken, kelimelerin dilime cam parçaları gibi battığını hissederek güçlükle nefes aldım. Bir anda, salon daha çok ısınmıştı her nedense. "Evet, onun için buradasın." Alnımdan akan bir damla teri sildim ve sahnenin ortasına doğru gerilerken, Meliha'nın anlam vermeye çalışarak bize baktığını gördüm. "Sen geç otur, devam edeyim."

Üzerinde sabah giydiği kabanı yoktu, sanırım arabada bırakmıştı. Dediğimi ikiletmedi ama ummadığım bir şekilde koltukta oturmak yerine, geçip sahnenin ucuna oturdu ve kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak omuzlarını dikleştirdi. Meliha Hanım'da ben de onun bizi şaşkına uğrattığını yüzlerimizdeki ifadeyle açıkça gösterirken, Hazer Han aşağıdan bana bakarak, "Oturdum," dedi yalnızca. "Hadi, dans et."

Meliha Hanım sessizliğini koruyarak Hazer'i onaylayan bir el hareketi yaptı ve geçip seyirci koltuklarından birine oturup beni izlemeye başladı. Han'ın davranışını garipsediğini biliyordum, açıkçası ben de sahnenin ucuna oturmasını garipsemiştim. Beni yakın mesafeden izleyerek ne yapmaya çalışıyordu? Hareketlerimi karıştırır, düşersem tek sorumlusu kesinlikle kendisi olurdu. Ellerimi kaldırırken onun gözlerinin içine baktım ve tekrardan o ilahi gücün beni onun gözlerine kenetlediğini hissettim. Bir ayağımı, diğer bacağıma yaslayarak daha ve daha da yükselirken, Hazer'in harelerinde genişleyen o ateşin dumanlarını gördüm. O an hayatımda ilk kez kendim için değilde, sanki bir başkası için dans ediyordum.

İçinde canavar besleyen birinin korkacağı en büyük düşmanı, kendi beslediği canavarıdır. Çünkü canavar aç kaldığında, içinde olduğu insanın kendisini yerdi.

İşte kötülere kaybettiren ve kazandıran hep bu canavardı.

Ben hiç canavar taşımadım ama yüreğinin altında canavar besleyip, o canavarların hükmü altına girmiş insanlar tanıdım. İlki annemdi, çünkü parmaklarıma iğne batırması, küçük bir kız çocuğunun onu canavar olarak görmesine yetmişti. İkincisi oydu ve aslında o annemden de büyük bir canavardı. Çünkü annem bana iğneyi batırırken, o bana kan kusturmuştu. Fakat öğrendiğim bir şey vardı ki, her canavar en nihayetinde içinde saklandığı o bedeni yerdi.

Bir de canavarların aksine iyi olanlar vardı, kimseye el uzatmadan, iyiliği ve kötülüğü yalnızca kendine yapanlar... Leyla onlardan gibiydi. İyi birisine benziyordu. Öğrenmiştim ki, iyi birisine benzemek o insanı gerçekten iyi birisi yapmıyordu ama göz göze geldiğimiz kısa anlarda samimiyetine inanmıştım. Leyla dediği gibi iş çıkışında sahafa gelmiş, benimle beraber eve kadar yürümeyi teklif etmişti. Ona bir evim olduğunu söyleyemediğim ve Hazer Han'ın evine de götüremeyeceğim için caddeye kadar yürümeyi önermiştim ve o da kahve ısmarlarsa bunu kabul edeceğini söylemişti.

Şimdi benim elimde bir sıcak çikolata vardı ve kendisi Starbucks'tan aldığı kahveyi içerek kaldırımda bana eşlik ediyordu. Çekingendim, o konuşmadıkça konuşmuyordum ama Leyla bunu dert edinmiyordu. Üzerinde kürklü bir mont ile dümdüz, dar pantolonu vardı. Gece karanlığıyla aynı renkte olan beresi saçlarını örtüyor, perçemleri sık sık yanaklarına düşüyordu. Kaldırım boyu yürümeye devam ederken, "Kahveyi nasıl olup da sevmediğini anlayamıyorum," dedi, hâlâ bunun için şaşkın görünüyordu. "Tamam, sıcak çikolata da çok harika ama... O kahve yani, herkes sever."

"Ben değil." Ölçülü bir şekilde tebessüm ettim ve ellerimi karton bardağın etrafına dolayarak ısıtmaya çalıştım. "Tadı acı, genzimi yakıyor. Doğrusu insanların neden bunu içtiğini anlamıyorum."

"Acı seviyoruz biz," diyerek tatlı bir espri yaptıktan sonra düşünceli bir mırıltı çıkardı. "Aslında haklısın. Böyle dediğinde, hiç de sevilecek bir şeymiş gibi gelmiyor kulağa."

"Onun için sıcak çikolatayı her zaman kahveye tercih ederim."

Gülümsedi ve göz kenarları karıştı. Çok hoş bir kızdı, sadece onu ilk gördüğüm o dans seçmesinden daha kilolu görünüyordu. Sadece bu kadar hızlı kilo almasına şaşırmıştım ama bunu asla söylemez, yanlış anlaşılarak onu kıramazdım. "Benimle pek fazla vakit geçirmeyi istemediğini anladım. Ona rağmen bu akşam beni kırmadığın için teşekkür ederim. Kuzenim sana büyük haksızlık etti ama ben hakkında hiç öyle düşünmedim."

Kuzeninin çirkinliğini ona yoramazdım, içinde canavarı olan Leyla değildi neticede. "Biliyorum," dedim yumuşakça. "Hatta sen çillerimin sevimli olduğunu düşündün."

Kıkırdadı. "Evet. Çilli insanlara küçüklükten bu yana hayranlık duyarım, aslında bu yüzden sana kanım kaynamış olabilir."

"Çillerim de olmasa ne yaparım," dedim esprisine ve onun daha çok kıkırdadığını duyduğumda kendimi ona eşlik ederken buldum. Biriyle pek gülüşmezdim, bir şeyler paylaşmazdım ama onunla iyi bir ânı paylaşıyordum. Gülümsemem oldukça az ve kısaydı. O hâlâ gülümserken ben önüme dönerek sıcak çikolatamı yudumladım. Kaldırımdan inerken, "Teşekkür ederim," diye ekledim. "Diğerlerinin aksine beni aşağılamadığın için."

"Keşke senin kadar cesur olabilsem," dedi Leyla, beklemediğim şekilde. Benimle beraber kaldırımdan indi. "Mesela o gün seni aşağıladıkları için onlara içimden kızıyordum ama bunu söyleyecek kadar cesaretim yoktu. Doğru olduğunu düşündüğüm şeyin arkasında duramıyorum insanlar beni dışlar diye. Bilmiyorum, sen o gün onların karşısında dimdik dururken kendimden utandım. Benim kendi doğrularım vardı, o yüzden o gün seni savunamadığım için mahcuptum. Bu yüzden arkadaş olup bunu telafi etmek istiyorum."

İnsanın kendi doğrularının arkasında durması bazen zor olabilirdi, onu anlıyordum. Hem bunu itiraf etmesi bence onu cesur yapardı. "Telafi edilmesi gereken bir durum yok, sana karşı kırgın değilim."

"Olsun," dedi ben, başımı çevirip trafik ışıklarına bakarken. "Yine de arkadaşız."

"Peki," dedim nezaketimi koruyarak. "Arkadaşız."

Işık yandığında caddenin karşısına koşarak geçtik ve ayrılacağımız yere geldiğimizde Leyla elini bana uzatıp, "O zaman görüşürüz arkadaşım," dedi ve elini havada salladı. "Sıksana elimi."

Gereksiz temaslardan hoşlanmadığım için elini elimin ucuyla sıktım ama Leyla bunun üzerinde çok durmadan elimi bıraktı ve bana bakmayı sürdürürken uzaklaşmaya başladı. Elimi yanıma indirdim. "Hoşça kal."

Farklı yönlere ayrılarak farklı yerlere gitmeye başladığımızda, elimde taşıdığım torbanın ağırlığına iç çektim ve kafamı kaldırıp olduğum sokağa baktım. Hazer'in evine sanırım buradan gidiliyordu. Sokağa girdim ve etrafımı kontrol ederek yürüdüm. Sıcak çikolatam bitmişti, bardağını yanından geçtiğim çöp konteynerine attım ve ıssız sokağı bitirirken karşıma kötü birinin çıkmaması için dua ettim.

Neyse ki, Hazer Han'ın oturduğu sokağa girene kadar kötü hiçbir şey olmadı. Bugün dans dersi bittikten sonra neden bilmiyorum ama kendisine sahafa gideceğimi söylemiştim ve o da bileğime dikkat etmem gerektiğinden bahsetmişti. Çıkış saatimi bilip bilmediğini bilmiyordum ama beni hiç aramamış, veya mesaj atmamıştı. Aramasını veya mesaj atmasını beklediğimden değil ama...

Evin gösterişli kapısı önüne geldiğimde, arabanın garajda olduğunu gördüm ve böylelikle evde olduğuna emin oldum. Hacimli siyah kapıyı açarak bahçeden içeriye girdiğimde Kerem'in tam evin kapısı önünde olduğunu ve kapıyı anahtarla açtığını gördüm. Sesi duyunca kafasını kaldırıp bana baktı ve akşam karanlığını gülümsemesiyle dağıttı. "Hoş geldiniz Safir Hanım."

Çekingen bir şekilde kapıya doğru yürürken, "Bana Safir diyebilirsin," dedim içtenlikle. Hanım demesinin bir gereği yoktu, kendimi kötü hissediyordum. "Hanım demene gerek yok."

"Şimdi sadece Safir demek kulağa tuhaf geliyor, bence Safir Hanım demeye devam edeyim."

"Ama bu beni rahatsız ediyor."

"Niye ya?" Dedi ve kapıyı açtığında anahtarı delikten çıkarıp cebine attı. "Hazer Bey bana Kerem Bey dese aşırı hoşuma gider."

Gülümsedim. "Öyle mi Kerem Bey."

Kerem mahcubiyetle kıkırdadı ve ben içeriye girerken, arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Neden girmemişti? Oysa ki bahçeye girdiğimde kapıyı açıyordu. İç çektim ve içeriye girdiğimde kapıyı arkamdan sessizce örttüm. Bu eve... böyle rahat girebilmek inanılmaz geliyordu. Kapının orada duraksayarak üzerimdeki fazlalıkları çıkardım ve elimdeki torbaları kucağıma koyarak heyecanlı adımlarla içeriye yürüdüm. Salona çıktığımda etrafta Hazer'i göremedim, aynı şekilde mutfakta da. Fakat aynı evin içinde olduğumuzu bilmek bile kalbimi kasmış ve midemi kilitlemişti sanki. Torbaları kaldığım odaya götürmek için merdivenleri tırmandım ve üst kata çıktığımda, beynimin değil de benliğimin istediğini yaparak gözlerimi merak içinde onun odasının kapısına çevirdim.

Geldiğimi haber vermeli miydim? Sonuçta onun eviydi. Elimi kolumu sallayarak girip çıkmam hoş olmazdı. Bu yüzden haber vermeliydim.

Torbaları göğsüme bastırarak omuzlarımı dikleştirdim ve göğsümde büyüyen duygunun patlayıp beni öldürmemesini dilerken, koridorun ucuna doğru yürümeye başladım. Koridor ışıksızdı ve ışığı nasıl yakacağımı bilmediğim için bu karanlığa katlanıyordum. Hem Hazer bu karanlığı katlanılabilir yapıyordu zaten. Ben daha odaya varmadan Hazer karanlığın içinde süzüldü ve odasının kapısından dışarıya çıktığında, onun yüzünü her gördüğümde olan şey oldu. Ateşin bile utanacağı kadar büyük bir susuzluk içinde heba oldum.

"Hazer," dedim ama ismini söylemek o kadar zor gelmişti ki, sanki adına işkence etmişim gibi hissettim. "Hola." *Merhaba*

"Merhaba demek miydi bu?" Diye sordu Hazer, genizden gelen bir sesle. Biraz daha öne çıktığında odasından vuran zayıf ışık yüzünü seçmem için bana yardımcı oldu. "Helloya benziyordu çünkü?"

Aramızda tam bir adım kaldı. Arasında tam bir adım kalan insanlar böyle mi hissederdi? Böyle susuz, böyle terli, böyle ateş içinde? Karanlığa bile cömert davranıp parlayan gözlerine bakarken, "İspanyol'ca yı öğreniyorsun," diyerek onu hafifçe iğneledim. Ne yapayım, buna mani olamıyordum.

Hazer Han gözlerini yüzümün aşağısında oyaladıktan biraz sonra tekrar gözlerime çıktı. İkimizin de göğüsleri seri halde yükselip alçalıyordu. "Belki biliyorumdur."

Duraksadım. Biliyorum mu? Nasıl bilirdi. Dalga geçiyor olmalıydı. Gözlerimi kocaman açıp, "Biliyor olamazsın," dedim telaş içinde. "Geçen sana çokbilmiş dedim, anlamış olsaydın sakin kalamazdın bence. Hem ondan önce yakış..."

Sustum. Susmalıydım. Çünkü devam edersem, devam etseydim ne söyleyeceğim belliydi ve ben asla bunu onun gözlerine bakarak söylemezdim. Bir elimi ağzımın üstüne örtüp mümkünmüş gibi gözlerimi daha da büyüttüğümde, Hazer konuştuğum süre içinde önce kaşlarını çatmış ve sonra da benim gibi kasılıp kalmıştı. Harelerinin irkilerek büyüdüğünü görmek, canlı canlı izlemek beni ürpertti. "Ne diyordun öyle? Devam etsene."

Kafamı iki yana sallarken, "Çokbilmiş," dedim ve bunu tekrarladım. "Çokbilmiş dedim. Yalnızca bunu dedim, başka hiçbir şey demedim!"

Bir adım geriledim ve Hazer Han mesafe açmama izin vermeden bana doğru bir adım daha attı. Ağzımdan kaçırdığım kelimeyi duymuştu ve maalesef ki bunu tahmin edebilirdi. Bakışlarımı hızla kaçırdığımda, gözüm onun elindeki torbaya düştü ve ben ağzımı açmadan Hazer Han içini çekti. "Ben başka bir şey duydum ama sanki?"

Mesafeyi tekrardan açarak kaçamak şekilde koyulaşmış gözlerinin içine bakarken, "Ihıh," dedim hızlıca. "Demedim!"

Hazer Han'ın dudağının sol tarafı kıvrıldı.

Bu o kadar küçük bir âna sığan o kadar küçük bir gülümsemeydi ki, kaybolup giderken gerisinde biraz bile iz bırakmamıştı.

Anlamış mıydı? Tanrım, lütfen anlamamış olsundu! Eğer anladıysa ve bunu yüzüme vurursa... Yanaklarım ısındı ve onun irisleri, kendi içinde çatırdamaya başlayan bir ağaç gibi gürültülü sesler çıkardı. Hep yaptığı gibi, diye düşündüm. Han hımm gibisinden bir mırıltı çıkardıktan sonra, "Kucağındaki ne?" Dedi ve o an konu dağıldığı için rahatladım. "İçinde ne var o torbaların?"

"Gazel'den baloya giderken giymek için bana bir kıyafet getirmesini istemiştim. O ve birkaç şey daha," diye açıkladım, nefesim kesik kesik çıkarken.

"Yaaa," dedi Hazer Han ve gözlerini torbadan yüzüme doğru kaldırırken, kendi elindeki torbayı arkasına götürdü. Bir an yüzünden duygu geçti ama bu duygunun ne olduğunu anlamadım. Hızla kendini toparladı. "Görebilir miyim?"

Alt dudağımı ısırırken, karanlığın gerisine doğru yavaşça kayarak ondan uzaklaştım. "Baloya kadar göremezsin."

"Yarını," dedi Hazer üstüme gelmekten vazgeçerek. Ondan uzaklaştıkça yüzümün karanlıkta kaybolduğunu hissettim ve ruhumu dansa kaldıran o ilahi şarkıyı onun da duyduğunu düşünmeden edemedim. "Sabırla bekleyeceğim."

Çok uzun seneler öncede yaşayan masum bir kız kafasını yüreğimin arkasından çıkarıp ona baktı, gülümsedi.

Birbirine dolanan ayaklarımla beraber arkamı döndüm ve kaldığım misafir odasına giderken, bakışlarının tüylerimi diken diken etmesine karşı koyamadım. Kapıyı açarak kendimi içeriye attım ve kapıyı kapatmadan önce, "Işığı yak," dediğini duydum. "Korkma."

Elbette yakacaktım. Kapıyı ona bakamadan, ardımdan kapattım ve birkaç adım atarak yatağa ulaştım. Burası, evin yıldızları en net gören odasıydı. Vakit kaybetmeden abajuru yaktım ve kendimi yatağın üstüne bırakarak torbaların ağırlığından kurtuldum. Saten çarşafın üzerine uzanarak bir elimi hızlı ritimde atan kalbimin üstüne koydum ve bir diğer elimi pencereye uzatarak yıldızlara dokundum. Mesafeler kilometrelerce olabilirdi ama hissetmeyi bilen bir kalp için bu mesafelerin önemi yoktu. Gözlerimi kıstım ve parmaklarım iri, parlak bir yıldıza asılı kalırken, gözlerimi usulca yumdum.

Seni yaşatmasına izin verdiğin şeye, aynı zamanda seni öldürmesi içinde izin vermişsindir.

Çünkü seni yaşatacak kuvvetteki şey ellerinden kayıp seni terk ettiğinde, bir hiç olacaksın.

Tıpkı kalp gibi. Kalp vücudumuzu yaşatan ve aynı zamanda durduğunda vücudumuzu öldürecek olan şeydir. Herhangi bir şeyi kalbinizin yerine koyup sizi yaşatmasına izin verdiğinizde, yine o olmadan öleceğinizi bilirsiniz. Tıpkı böyleydi ama ne garipti değil mi, sizi yaşatan şeyin aynı zamanda sizi öldüren şey olması?

Bu yüzden hayatımı sadece kendi omuzlarıma almış, kendimi yaşatma ve öldürme gücünü kimseye vermemiştim. Bir kere yalnızlığı öğrenmiştim ve kalabalıktan kaçmaya başlamıştım. Kalabalıktan ürken, gürültülerden korkan o kız şimdi hazırlanmış bir baloya gidiyordu ve benliğim hâlâ bunu kabul edememişti. Omuzlarımı zarafetle dikleştirdim ve aynaya düşen aksime, inanamazca baktım.

Baloya gitmek için tamamen hazırdım.

Kendimi hiç böyle görmemiştim. Bu halim, bu kılık kıyafetim bana çok yabancıydı ama işte her şeyimle gerçektim. Üzerimde, krem renkli bir elbise vardı. Boyu, dizlerimin üç parmak kadar üzerinde bitiyordu ve zaten uzun olan bacaklarımın büyük kısmını açıkta bırakıyordu. Eteğinin kumaşı tüldü ve hafifçe kabarık duruyordu. Elbisenin üstü biraz abartılı ama oldukça şıktı. Belimi kuvvetlice saran bir kumaşı vardı ve gerdanımı transparan bir tülle örtmüştü. Bunun yanında elbisenin düşük omuz detayları tamamen tüldü ve transparan dekoltesi iki göğsümün arasına kadar uzanıyordu. Kollarımı, bacaklarımı ve hatta omuz başlarımı açıkta bırakmış olmasına rağmen kendimi içinde olduka zarif ve narin hissediyordum. Dekoltelerin beni rahatsız ettiğini inkâr edemezdim ama omzuma ipek bir şal almayı düşünüyordum. Diğer elbiseler arasından en çok bunu beğenmiştim. Kabarık elbiselere zaafım vardı ve görür görmez kendimi bunun içinde hayal etmiştim.

Gazel'in bana verdiği tel tokalar yardımıyla saçlarımı ensemde sıkı bir topuz yapmıştım. Bu topuz sayesinde yüzüm tamamiyle açığa çıkmış ve gözlerim iki derin kuyu gibi dikkat çekmeye başlamıştı. Apaçık mavi gibi duran grimsi gözlerimi bir eyeliner ve kalem sayesinde netleştirmiştim. Gazel mutlaka makyaj yapmamı söylediği için beceriksizce bir şeyler yapmıştım. Göz altlarıma hafifçe kapatıcı geçmiş, yanaklarıma Hazer'in bahsettiği gibi allık sürmüştüm. Yüzümü aydınlatan şey, Gazel'in mutlaka sürmemi söylediği şeylerden biriydi; aydınlatıcı. Bunların dışında bir de ruj sürmüştüm ve kendimi ilk kez bu kadar çok makyajlı görmenin şaşkınlığını yaşıyordum. Dudaklarımı birbirine bastırarak hafifçe taşan kırmızı ruju topladım ve ayakkabılarım üzerinde geriye doğru birkaç adım attım. Gümüş rengi, ince, alçak topuklu ayakkabılarla zorlanmadan yürümeyi diliyordum. Gazel torbanın içine benim için iki tane çanta bırakmıştı ve ben siyah renkli olanı almış, şimdi terleyen avucumun içinde sıkıyordum. Pekâlâ, saçtan tırnağa tamamen hazırdım ama işin en zor kısmı aşağıya inip Hazer'in karşısına çıkmaktı.

Pencereden dışarıya baktım ve havanın tamamiyle karardığını gördüm. Akşam yediydi ve Hazer az önce aşağıya inerken kapıma vurmuş, seni bekliyorum demişti. Fakat anlamalıydı, çok zordu. Saçlarımı, bozulmamış olmalarına rağmen özenle düzelttim ve aynanın karşısından çekilerek kapıya yürüdüm. Evin içerisinde çıt çıkmıyordu. Kapıyı açarak dışarıya süzüldüm ve uzun koridoru izledim; suskundu. Merdivenlere yürürken bacaklarımın bütün vücudumla beraber buz kestiğini hissettim. Topuklu ayakkabılar tok sesler çıkarıyordu. Korkuluklara tutunarak basamakları yavaşça indim ve salon bakış açıma girdiğinde, Hazer Han'ı aradım. Camın önünde, elleri ceplerindeydi. Arkadan görebildiğim kadarıyla simsiyah bir takım giyinmişti. Baştan aşağıya koyu renkteydi ve saçları ilk kez dağınık değil, taranmıştı. Bir basamak daha indiğim an Hazer'in omuzları kasıldı ve ardından başı omzunun üzerinden yavaşça bana döndü.

Sakal olmuştu, yüzü pürüzsüzdü ve saçları arkadan olduğu gibi önden de son derece düzeltilmiş görünüyordu. Bakışları öncelikle doğrudan suratımı buldu ve gözlerinin içindeki o irisler olağan dışı şekilde büyürken, bakışları yavaşça yüzümden aşağıya kaydı. Omuzlarımdan aşağısını yavaşça ve vakit harcayarak izlerken, elimdeki çantayı avuç içimde biraz daha sıkarak basamakları inmeye devam ettim. Gözlerinin içindeki değişimleri canlı canlı izliyor, renklerinin koyulaşmasını takip ediyordum. Kalbimden bir pencere açılmış ve sanki içeriye rüzgâr girmişçesine üşümüş hissediyordum. Son basamağa doğru inerken, Hazer Han bacaklarımdan aşağısını uzunca izledi ve hemen sonra tekrardan gözlerime çıktı. Yüzünde somut bir dehşet vardı ve nefes bile almıyordu. Sanki ne yaptığını bilmeden bana doğru birkaç adım atarak merdivenin ilk basamağı önünde durduğunda, "Merhaba," diye fısıldadım ve titreyen bacaklarım üzerinde durabilmek için Tanrı'ya yalvardım. "Ben hazırım."

Dudakları tek bir çizgi halinde gerildi. "Görüyorum."

Bacaklarım zangır zangır titriyor, bu da beni basamaktan düşmek konusunda oldukça korkutuyordu. Aramızda bir basamak mesafesi vardı ve Hazer gözlerini bana dikmiş, hareketsizce bakıyordu. Bakışlarım istemsiz şekilde vücudunu saran ceketine kaydı. Siyah bir kravatı kar beyazı gömleğiyle kombinlemişti. O hep böyle, eksiksiz, tam ve şık görünüyordu. "Sen de hazırsın."

"Böyle olmaman gerekiyordu," dedi ansızın. Sesi boğuk ve kalındı. Yanaklarını sıkıyor, sanki ne demesi, ne yapması gerektiğini bilemediği bir telaşın içinde görünüyordu. "Böyle olacağını düşünmemiştim. Tamam, aslında düşünmüştüm ama bu kadar değil. Yani..."

Yüzünün aydınlık tarafta kalan kısmı, elmacık kemiğinin altından doğru seğiriyordu. Dudaklarımı araladım ve nefesimin süzülüşünü hissederken, "Nasıl görünüyorum ki?" Diye sordum sessizce.

"Bir tuhaf. Kimsenin görünmediği gibi..." Hazer Han elini korkuluğa dayayarak sustu ve sert bir yutkunuşun sonrasında basamağa çıkmak için ayağını kaldırdı. Fakat hiçbir şey olması gerektiği gibi olmadı. Merdivene değilde tamamen bana baktığı için ayağı boşluğa geldi ve bir saniye sonra Hazer Han gürültüyle merdiven basamağına düştü. "Hazer!"

Bir çığlık koyverdim ve Hazer Han homurdanarak elleri üzerinde doğrulurken, aşağıya inerek dizlerimin üzerinde eğildim. Canının acıyıp acımadığı endişesine kapılarak vücudunda herhangi bir hasar ararken, Han belini ovuşturarak doğruldu ve bir üst basamağa oturarak homurdandı. "Senin yüzünden oldu!"

"Ne?" Diye bir çığlık daha attım elimde olmadan. Düştüğü için beni mi suçluyordu? Peki ama neden? Ağzımı kocaman açarak dizlerimin üstünde ona baktım ama gözlerini yumduğu için beni göremedi. Suratı buruşmuştu. "Sen basamağa bakmadığın için oldu!"

"Senin yüzünden bakamadım!"

Gözlerimi kırpıştırdım. Bu ne demekti? Onun bir eliyle belini ovuşturduğunu görürken, "Benim yüzümden olduğunu düşünmüyorum," dedim yine de kendimi kötü hissetmiştim. "Ama eğer öyleyse özür dilerim."

"Öyle gibi ama değil gibi de." Hazer yanaklarını şişirerek gözlerini açtı ve oradaki soğumuş ateşin tekrardan ısınmaya başladığını gördüm. Bir elini basamağa dayayarak vücudunu kaldırdı ve ayağa kalktığında benim vücudumda ona göre konumlanmış gibi doğruldu. Bakışlarını kaçırdı. "Özür dileme. Basbayağı benim hatamdı işte." Eliyle kırışan ceketini çekiştirirken benden olabildiğince uzaklaştı ve basamağı indi. "Ben o an ne dediğimi bilemedim. Her neyse, hadi gidelim."

Hazer Han önüne döndü ve çıkışa doğru ilerlemeye başladığında ellerimle elbisemin eteklerini düzelterek onu takip ettim. Hazer holü yürüyerek sokak kapısına vardı ve açtıktan sonra omzunun üzerinden bana döndü. Esrarlı görünen gözleri omuzlarımda oyalandığında, tenimden aşağıya buz iniyormuş gibi hissettim. "Üstüne bir şey almayacak mısın? Hava çok soğuk."

"Paltomu alacağım." İçimdeki heyecan öyle coşkuluydu ki, derimi bir arada tutan dikişleri patlatıyordu sanki. "Portmantoda."

"Paltonu alacaksın."

Beni tekrarlayarak sokak kapısından fırladı ve sert adımlarla bahçeyi yürürken, paltomu altım ve kapıyı örterek peşine düştüm. Kerem bahçedeydi, bizi gördüğünde koştu ve yanıma gelirken abartılı bir şekilde ıslık çaldı. "Aman Allah'ım! Yıldızlardan birisi aramızda!"

Yanaklarım ısındı ve ona teşekkür ederken, kapıyı kilitlemek için sokak kapısına yürümesini izledim. Kapıyı kilitledikten az sonra peşimden geldi. Önüme döndüğümde Hazer'in araba kapısını açarak içeriye bindiğini gördüm ve vardığımda onun gibi arka koltuğa yerleşerek kapımı örttüm. Kerem bugün daha şık görünüyordu, biz gibi. Şoför koltuğuna yerleşti ve dikiz aynasından bize baktı. Kafasını iki yana sallayarak güldü. "Hazer Bey niye gergin görünüyorsunuz?"

"Sana ne oğlum?"

Kerem Hazer'i daha çok sinirlendiğinin bilincinde olarak sırıtarak önüne döndüğünde, Hazer ağzının içinde cık cıkladı. Kerem gerçekten şansını zorluyordu ve Hazer maalesef ki insanları kırabilecek potansiyelde birisiydi. Kendisi demişti, ağzından ne çıktığını kulağı duymuyordu ve sabırsız bir adamdı. Çok çabuk geriliyor, bunu belli ediyordu. Farkında olmaksızın onunla ilgili bu kadar şeyi bilmek beni şaşırttığında başımı cama yasladım ve yola baktım. Kerem caddeye çıkıp ilçeden ayrılırken, elimdeki paltoyu üşüyen bacaklarıma doğru örttüm. Hazer Han o an arabaya bindiğimizden beri ilk kez konuştu. "Şu ısıtıcıyı biraz daha aç."

"Derhal."

Ellerimi kucağımın üstüne koyarken, omzumun üzerinden ona baktım. Az önce açtığı camı şimdi kapatıyordu. Aramızda bir insanın oturabileceği kadar mesafe olmasına rağmen vücudunun sıcaklığını hissediyor olmak tamamen akıl dışı olmalıydı. Elinin birini çenesine dayamıştı ve koyu renkli gökyüzüne doğru bakıyordu. "Hazer," diye alçakla adını fısıldadığımda, gözle görülür bir şekilde yutkunduğunu gördüm ama buna rağmen bana dönmedi. "Neden baloya beni davet ettin?"

Nihayet bunu sormaya cesaret edebilmiştim. O akşamdan beri bunu sormayı istemiş fakat bir türlü cesaret edememiştim. Şimdiyse kendimi bu kıyafetin içinde bulmuşken ona bir kere daha bu soruyu sormak istemiştim. Farkında mıydı bilmiyorum ama Hazer Kül Kedisi'ni bir Sindirella'ya çevirmişti. Gece yarısına kadar.

Gözleri ısrarlı bakışlarım karşısında savaşmayı bıraktı ve benim gibi omzunun üzerinden bana döndü. Gözlerinde telaşlı bir çocuk olmasına rağmen yüzü ölümüne sakindi. Bakışları soğuk geçmiş kış mevsiminde helâk olmuş  bir ev gibi dağınıktı. Onun gürültüyü gözleriyle yaptığını söylemiştim. Dudaklarını yedi. "Bilmiyorum Safir, sahiden bilmiyorum."

Öyleyse ne diyebilirdim ki? Gerçekten hiçbir şey diyemezdim. Sessiz kalarak yüzümü tekrardan cama çevirdim ve uzaklardaki bulutları izledim. Yolun kalan kısmında her ikimiz de ara ara dönüp kaçamak şekilde birbirimize bakmaktan ve bir türlü sakinleşmeyen nefesler almaktan başka şey yapmadık. Arabanın içi ya gerçekten sıcak olmuştu ya da ben fazlasını hissediyordum. Isıtıcıyı kapat diyemedim ve elimle alçaktaki o bulutu takip ederek varacağımız zamanı bekledim.

Siyah araba sokağın sonunda yavaşladı ve Kerem kalabalık arasında arabayı park edecek müsait bir yer bulana kadar birkaç tur attı. Geldiğimizi anladığımda midem heyecanla çalkalandı ve araba tamamen durduğunda sokağın bir kısmını kaplayan araba ve insan kalabalığından korkarak gerildim. Kerem oyalanmadan indi ve ceketinin önünü düzeltirken, arka kapıyı açtı. Hazer arabadan inmeden önce dönüp bana baktı ve muhtemelen rengimin atmış olduğunu fark ederek sert olmayan bir sesle konuştu. "Gürültü sevmiyorum demiştin, kalabalıkta mı sevmiyorsun?"

Evet, öyleydi ama ben bunu cevaplamak yerine ona hiç ummadığı bir şey sordum. "İnsanlarla tanışmak, onlarla... el sıkışmak zorunda mıyım?"

Hazer ciddiyetle duraksadı. Gözleri şüpheci şekilde kısılırken, "Değilsin," dedi ama sesi oldukça düşünceli çıkıyordu. "İstemediğin kimseyle el sıkışmazsın."

Rahatlayarak omuzlarımı serbest bıraktım. "Si."

Daha fazla konuşup bir şeyleri açığa çıkartmaktan korktuğum için kapıyı telaşla açtım ve arabadan inerken Hazer'in düşünceli şekilde bana baktığından şüphe duymadım. Topuklu ayakkabılarım üzerinde doğrulduğumda paltomu aceleyle vücuduma geçirdim ve soğuk havaya karşı kendimi korudum. Kapı gürültüyle çarptığında Hazer'in de indiğini anladım. Arabanın etrafını dolandım ve onun yanına vardığımda, etrafımızdaki insan kalabalığından öyle ürktüm ki, bir an Hazer'in ceketinin altına gireceğim sandım. Kalabalık görkemli mekâna doğru keyifle ilerlerken, Hazer Han yanına varmamı bekledi. Kerem bir kadar önümüzden giderken, Hazer bir an duraksadı ve yüzüme garip bir ifadeyle baktı. Durduğunda benim de adımlarım durmuştu. Elini önce ensesine attı, sonra yanına indirdi ve bana doğru eğilerek alçak sesle fısıldadı. "Elimle belini kavrasam..." eli yavaşça belime doğru uzandı. "Kalabalıkta kaybetmesem seni?"

Belimi, tenimi... Avucunun nasıl yakıcı olduğunu bilmeme rağmen kızarık yanaklarımla başımı salladım ve Hazer'in rahatlayarak uzun bir nefesi bırakmasını izledim. Gözleri daha kararlı ve koyu şekilde gözlerime asılı kalırken, kolu kabanımın üzerinden belimin etrafı boyunca dolandı sol elinin içi bel boşluğuma yerleştiğinde beni yavaşça çekti ve sıcak vücuduna yumuşakça yasladı. İliklerime kadar ürpererek elimdeki çantayı sıkarken, yüzüne bakmaya çekindim ama Hazer'in göğsünün nasıl sertçe yükseldiğini gördüm. Vücudum ilk kez bir erkeğe yaslanmıştı ve bunun rahatsız edici hiçbir yanı olmaması hayret vericiydi. Parmaklarının dizilimini hissediyordum. Beni ne zayıf tutuyordu ne de sert. Kavramıştı ama yumuşaktı.

Korkulukları süslenmiş merdivenleri kalabalıkla beraber çıkıp giriş komitesinde beklerken, sıra bize geldi ve görevlilerden biri, "Hazer Bey," diyerek Hazer'i selamladı ve onun uzattığı davetiyeyi alarak geçmemiz için yol açtı. Gözleri bir an bana kaymış, kendince beni sorgulamıştı. Hazer belime baskı uyguladığında onunla beraber geçmek için hareketlendim ve o an aynı görevlinin, "Siz değil beyefendi," dediğini duydum. İkimiz de duraksadık ve görevlinin arkamızdaki Kerem'den bahsettiğini anladık. "Şoförleri içeriye alamıyoruz."

Kerem özür diler gibi gülümsediğinde onun bu soğukta burada kalacağını düşündüm ve yüzüm acıyla buruştu. İçim cız etmişti sanki. Hazer Kerem daha bir şey demeden görevliye dönerek, "Bizimle geliyor," dedi ve sesi o kadar sert çıktı ki, bu tarafıyla ilk defa yüzleştiğimi fark ettim. Kerem'e kısa bir bakış attı. "Hadi Kerem."

Görevli ısrarlı davrandı. "Hazer Bey babanızın kesin em..."

"Başlatma babama," dedi kan dondurucu bir sesle, adamın yüzüne doğru. "Kimin şoförünün nerede olduğu umurumda değil. Benim şoförüm içeriye girecek."

Görevli başını sallayarak ısrarına son verdi ve önüne dönerek arkamızdaki kalabalıkla ilgilenmeye başladı. Kerem bizimle beraber içeriye girdi ve Hazer Han önüne dönerken, göz ucuyla Kerem'e baktım. Kendisine baktığımı gördüğünde sırıtarak dudaklarını kıpırdattı ve şöyle dedi: beni seviyor işte.

Dudaklarımı birbirine bastırarak önüme döndüm ve belimi kavrayan o eli daha baskın hissettiğimde neredeyse gözlerimi yumacak oldum. Başımı kaldırmaya çekinerek önüme eğdim. Birbirine ahenk şekilde attığımız adımlar sayesinde vücudu vücuduma yumuşakça sürtünüyor ve bir el sanki benim nefesimi yumruğunun içinde sıkıyordu.

Koridor bitimindeki görkemli girişten geçtiğimizde beni daha büyük bir kalabalık karşıladı ve tek tesellim mekândaki ışıkların gücü oldu. Hazer belimdeki eli sayesinde beni yönlendiriyordu. Vestiyerde bir hanım üzerimdeki paltoyu almak istedi ve içerisi fazlasıyla sıcak olduğu için bunu kabul ettim. Paltomu üzerimden çıkarırken Hazer bana izin vererek elini çekmiş ve ansız bir ürperti boşluğu doldurmuştu. Paltomu hanımefendiye verdiğimde elbisemin eteğini özenle düzelttim ve etrafa kaçamak bakışlar attım. Tamam, herkes oldukça şık giyinmişti. Bu ortamda sırıtmıyor, dikkat çekmiyordum. Kalabalık içinde kaybolabilirdim. Kerem bir adım kadar arkamızdan gelirken, Hazer elini tekrardan belime yerleştirdi ve beni bir masaya yürümem için teşvik etti. Eli şimdi elbisenin ince kumaşında rahatlıkla hissediliyordu. Sanki... Doğrudan çıplak tenimi kavramıştı.

"Hazer, oğlum?"

Hemen yakınlarımızda tanıdık bir ses duyulduğunda Hazerle beraber kafalarımızı sol tarafa çevirdik ve kalabalığın içinde Bahar Hanım'ı seçtik. Gülümseyerek bize yürüyordu. Daha da gerildim ve Hazerle beraber durduk. Bahar Hanım yeşil, saten bir elbisenin içinde yanımıza vardı ve uzanıp Hazer'e sarıldı. "Safir'i getirmeni isterken oldukça umutsuzdum ama getirdiğine göre demek senin de gönlün varmış." Hazer annesinden bir hayli uzun olduğu için ona doğru eğilmiş, annesinin kendisine sarılmasına yardımcı olmuştu. Bir eli belimi kavramaya devam ederken diğer eliyle Bahar Hanım'ın belini tutmuştu. "Hoş geldin Safir."

Ayrıldıklarında Bahar Hanım bana uzandı ve hiç ummadığım bir şey yaparak yanaklarımı avuçları içine alarak sıktı. İrkildim ve gözlerimi büyüttüğümde, "Pü pü pü maşallah," dedi ve yanaklarımı serbest bırakarak benden uzaklaştı. "Muazzam görünüyorsun. Çok ortalıkta dolanma bak, birinin gözü değer falan Allah korusun."

Hazer'in boğazından garip bir ses çıkardığını işitirken, Bahar Hanım'a gülümsemeye çalışarak, "Teşekkür ederim," dedim nazikçe. "Asıl siz çok hoş görünüyorsunuz."

"Ay, sevimli şey."

Kızardım. Maalesef ki anne oğul beni epey utandırıyorlardı. Bahar Hanım Hazer'in koluna girip onu büyük bir masaya doğru çekiştirirken, "Safir'i getirmene çok memnun oldum oğlum," dedi ve hemen ardından ekledi. "Hazer, bugün bir sorun çıkmasını istemiyorum. Lütfen kim ne derse desin sakin kal ve bugünün tadını çıkar. Bunca insan senin, şirketimizin başarısını kutlamak için burada."

Hazer Han üsten üsten etrafı süzdü. "Anne, bu ortamdaki kimsenin beni sevmediğini biliyorum."

"Ben seviyorum." Bahar Hanım ışıl ışıl gözlerle Hazer Han'a bakıyordu. "Üstelik seni sevmiyor olmaları sorun değil, hepsi içten içe senin başarını gördükçe kuduruyor ve işte bu yüzden seni sevmiyorlar." Uzanıp Hazer'in yanağını kavradı. "Sakal traşı da olmuş benim oğluşum."

Hazer yüzünü buruşturdu. "Ne oğluşumu anne? Ben yirmi sekiz yaşındayım!"

"Aa, bağırma anneye!" Bahar Hanım oğlunu sessizce azarladıktan sonra yumuşak yüzünü bana çevirdi. "Safir, canım sen kaç yaşındaydın?"

"Yirmi bir," diyerek cevapladığımda düşünceli bir mırıltı çıkardı.

Yedi yaş gibisinden bir şeyler demişti.

Bahar Hanım bizi yuvarlak, geniş bir masaya götürdüğünde Hazer elini yavaşça belimden ayırdı ve o an tüm kaslarım gevşedi. Az önceden beri nefesimi tutuyordum. Masadaki birkaç insan Hazer'i görür görmez kalkmış, geniş tebessümlerle onu selamlamışlardı. Çekingen bir şekilde onlara bakarken, Bahar Hanım benim için bir şık sandalye çekti ve oturmam için teşvik etti. "Ayakta kalma canım, o topukluların üzerinde zor olmalı."

Anlayışı karşısında gülümsemeye çalıştım ve o sandalyeye oturarak çantamı kucağıma koydum. Ben haricindeki herkes ayaktaydı ve Hazer'i selamlıyordu. Bahar Hanım kulağıma doğru eğildi. "Bunlar Hazer'in yakın iş arkadaşları. Sarışın olan hanımefendi sekreteri ve diğer iki adam şirket CEO'su. Hazer onların dürüstlüğüne güvendiği için aynı masada oturmalarında bir sorun gütmedim."

Kafamı sallayarak anladığımı belirttiğimde omzumu sıvazlayarak yanımızdan uzaklaştı. Yeşil elbisesinin içinde oldukça genç ve güzel görünüyordu. Saçlarını alçak bir topuz yapmış, az makyajla yüzüne renk katmıştı. Onun kalabalık içinde kaybolmasını izledikten sonra bakışlarımı etrafta gezdirdim. İlk kez böyle bir mekâna giriyordum. Büyük, oldukça geniş bir salondu. Sayısız insan, çok gürültü vardı. Masalar yuvarlaktı ve şık giyimli insanlar masaların etrafındaki sandalyelere oturmuş, kahkahalar atıyor, bir şeyler içiyordu. Masalar oldukça şıktı. Büyük mumlar, uzun şamdanlar, gösterişli mendiller vardı. Mekânın zeminini kaplayan kırmızı halı salona canlılık katan tek şeydi. Salonun tavanı kubbe şeklindeydi ve duvarlarında çeşitli görseller, tablolar, işlemeler mevcuttu. Salonda duyulan keman sesinin nereden geldiğini anlamak için başımı az daha çevirdiğimde yüksekte duran sahnenin arkasında bir adamın keman çaldığını gördüm. Pek dinlenmiyordu ama cılız şekilde duyduğum o ses gürültülü, pahalı kahkahalardan daha çok okşamıştı ruhumu.

"Neye bakıyorsun öyle?"

Hazer'in sesini çok yakından duyduğumda ürperti sırtımdan aktı ve gözlerim vakit kaybetmeden onu buldu. Yanımdaki sandalyeyi çekip oturmuş, elinin birini oturduğu sandalyenin arkasına atmıştı ve yukarıdan beni izliyordu. Saçlarına bir şey sıkıp sıkmadığını merak ettim, çünkü hiç bozulmamıştı. "Etrafı izliyordum," diyerek dürüst davrandım. "Hiç böyle bir ortama girmemiştim, garip karşılıyorum tüm bu abartıyı."

Gözlerimi ondan bir anlığına kaçırdığımda masada oturan diğer insanların kaçamak şekilde bize baktığını gördüm. Bahar Hanım'ın bahsettiği sarışın genç kadınla göz göze geldiğimizde mesafeli şekilde birbirimize tebessüm ettik. Diğer iki genç adam kendi aralarında bir şey konuşuyor, neyse ki hiçbiri benimle tanışma girişiminde bulunmuyordu. Tekrardan Hazer'e döndüğümde, "Benim ortamlarım hep böyle olur," dedi ama sanki kendisi de bundan pek memnun değil gibiydi. "Rahatsız mu olursun sen?"

Nefesinin ağzından çıkmasını ve alçalıp yüzümle buluşmasını, büyük bir kalp çarpıntısıyla izlerken, "Rahatsız olup olmamamın ne önemi var ki?" Deyiverdim.

"Şimdi ben sana... Nasıl önemi yok derim ki?"

Beni sırtımdan içeriye giren ve kalbime uzanacak olan eliyle tehdit ediyordu. Elini içime o kadar güçlü daldırmıştı ki, benden biri haline gelirken karşı koyamamıştım sanki. Neden onun amber gözlerine bakmak artık alışagelmiş bir eylem olmasına rağmen göğsüm her defasında farklı bir ahenk tutturuyordu? Kilitlenip kaldığımı gördüğünde bakışlarını yavaşça uzaklaştırdı ve uzanıp masanın beyaz, ipek örtüsü üzerinde duran bir içki kadehini tuttu. "İçmek istediğin bir şey var mı? Her nedense alkol alacağını düşünmüyorum. Eğer başka bir şey..."

"Su," dedim derhal, derin bir ihtiyaçla. "Su istiyorum."

Çünkü boğazım kurumuştu ve bunu sadece su dindirebilirdi. Hazer susuzluğumu daha beter hale getirecek bir bakış attıktan sonra gözlerini masada dolaştırdı ve masanın diğer ucundaki kadehe uzandı. Kadehi biçimli parmakları arasında tutup bana uzatırken, "Bu biraz soğuk," dedi, kaşlarını çatmıştı. "İstersen daha sıcak su isteyelim."

"Hiç gereği yok, burası zaten sıcak, soğuk su olması iyi bile."

Cam kadehi onun elinden aldım ve ağzıma dayayarak üç yudumda içtim. Evet, iyi gelmişti. Rujun bardağın üzerine hafifçe bulaştığını gördüğümde elimi dudaklarıma götürerek ruju kenarlarından topladım. Kadehi bıraktığımda karşımda oturan adamlardan biriyle göz göze geldim ama o bana iyimser şekilde gülümserken ben bakışlarımı hızla kaçırdım. Başımı çevirdiğim yerde insan suretine rastlıyordum ve birçoğunun gözü bu masadaydı. Doğrusu Hazer'deydi. Neden? Balosuna katıldıkları şirketin sahibi olduğu için mi? İnsanların bir kısmı beni de süzüyor, bu gerginliğimi büyük ölçüde arttırarak hemen buradan gitme isteğimi tetikliyordu. Başımı önüme eğerek eteğimi bacaklarıma doğru çekiştirdim. Hazer yanımda soludu. "Seni rahatsız eden ne?"

Fark etmişti, çünkü hareketlerimle kendimi ele veriyordum. Kirpiklerimin altından soğuk tenli yüzüne baktım. "Neden insanlar sürekli sana bakıyor?"

Bu soru dudaklarımdan döküldüğü an, sanki onun gözlerindeki o ışıltının üzerine bir toprak vurmuş ve gözlerini karanlığa gömmüştüm. Dudağının ucunu ısırdı. "Ünlüyüm, ondan."

Ciddi bir cevap mı vermişti yoksa dalga mı geçmişti? Bunu ayırt edemeyerek, "Çok ünlü bir iş adamı mısın?" Diye sordum tamamen saf duygularımla. Hazer kadehini ağzına kaldırdı ve içindeki kehribar sıvıdan uzun bir yudum aldı. "Hayır Safir, sandığının aksine kötü bir ünüm var."

Hah, o gözlerle bana baktıktan sonra nasıl kötü olmaktan bahsediyordu ki? O gözleri görmüştüm, hiç de kötü değillerdi. İnsanlar onun kötü olduğunu mu düşünüyordu? Peki ama, neden? Ne yaşanmıştı? Sormamak için dilimi ısırırken, Hazer'in karşımızda oturan genç adamlardan biriyle konuştuğunu gördüm ve bakışlarımı çekingen şekilde etrafta gezdirdim.

O sırada birisini gördüm.

Yaşlı bir adamı.

O gözler bana, dibi görünmeyen bir yüzeyden bakar gibi oldukça soğuk bir şekilde bakıyor ve sanki yüreğimi avucunun içinde hırpalıyordu. Adamın dudaklarında kibirli bir gülümseme vardı. Ayaktaydı, yanında birkaç takım elbiseli adam vardı ve kendisi beni izlerken yüzünü buruşturmuştu. Göz kenarları kırışıktı ve yanakları yaşlılıktan aşağıya doğru çökmüştü. Yanında bulunan bir adam onun omzunu sıvazladığında irkildi ve bakışlarını benden uzaklaştırdı. Bakışları ve yüz ifadesi tamamen korkunçtu. Ürpererek önüme döndüm ve korkuyla Hazer'in ceketinin uçlarına tutunarak kaçamak şekilde oraya baktım. Şükür, bana bakmıyordu. "Ne korkunç adam ama."

"Babam."

Sesine hazırlıksız yakalandım ve neyden bahsettiğini anlamaya çalışarak suratına baktım. Gerilmiş bir yüzün arkasındaki boş gözlerle bana bakıyordu. Babam mı? Elimi ağzıma kapattım. "O senin... Hazer ben çok özür dilerim. Sadece bakışları biraz beni ürpertti. Yanlış anlama beni, çok utanmış hissettim kendimi. Muhtemelen öyle birisi değil..."

"Hayır, öyle birisi," dedi ben henüz cümlemi bitirmeden. Gözleri uzaklaşmıştı ama yüzü bu kadar yakınımda olan biri benden ne kadar uzaklaşabilirdi ki? "Korkunç birisidir."

Babası hakkında nasıl böyle diyebiliyordu? Şaşkınlık verici ve asla anlamayacağım bir şeydi. Babam hakkında hiç böyle şeyler düşünmemiştim. Ama sen düşünmesen de baban korkunç birisi dedi iç sesim. Öyle olmasa, sana bıraktığı tek miras korkunç kâbuslar olur muydu?

Boğazımda güçlü bir yumruyla önüme döndüğümde kırmızı elbisesi içindeki esmer bir hanımefendinin sahneye çıktığını gördüm ve aynı zamanda müzik sesinin sustuğunu fark ettim. Kadın mikrofana birkaç kez vurarak gülümsedi ve konukları tebessümle karşıladı. Tüm salon bu anın seyircisiydi. Kadın şirket adına bir teşekkür ve gurur konuşması yaparken herkes saygıyla, sessizce dinledi. Kadın profesyonel bir dille, duraksamadan ve sahneye hakimiyet kurarak konuşuyordu. Şirketin son yıllardaki gelişiminden bahsettiği sırada yüzünü Hazer'e çevirerek ona teşekkür etti ve böylelikle salonun tamamı bize döndü. Kaskatı kesilerek Hazer'in ceketinin ucunu daha da sıkarken, onu alkışlamalarını izledim. Hazer Han bir kadeh kaldırıp onları başıyla geçiştirdiğinde, kadın konuşmasına devam etti. Az sonra sahneden indi ve adam kemanı kaldığı yerden, daha melankolik ve yumuşak şekilde çalmaya devam etti. İnsanların eşlerini veya arkadaşlarını dansa davet etmelerini izledim. Biraz sonra kalabalığın bir kısmı dans ediyor, görsel şölen sunuyordu. Bacaklarım masanın altında kıpırdamaya, ayaklarım yavaşça dönmeye başlamıştı. Müziğin sesini ne zaman duysam ruhum beni dansa kaldırıyordu.

Hazer'in yanımda derin bir nefes aldığını duyarak ona doğru döndüm ve kravatını hafifçe gevşettiğini gördüm. Boğuluyordu, böyle ortamların içinde olmaktan çok da memnun değil gibiydi. Gözlerini alnımdan başlayarak yüzümün her yerinde dolaştırdıktan sonra sahneye çevirerek dans edenlere baktı ve kravatını biraz daha gevşeterek ofladı. Sorun neydi? Canı sıkkın görünüyordu. Tereddüte düşmüş birisi gibiydi. Bir yudum alkol aldıktan sonra bir daha dans edenlere baktı ve daha kararlı bir şekilde bana döndü. Sonra omuzlarını düşürerek tekrar önüne çevirdi yüzünü. Ceketinin ucunu hafifçe çektiğimde dikkatini dağıttım ve bana bakmasını sağladım. "Bir sorun mu var? Çok gergin görünüyorsun?"

Bunu ne inkâr ne de kâbul etti. Bir an onun yanında durduğum için titreyen omuzlarıma baktı ve sonrasında kaşlarını çattı. "Aslında evet ama... reddedilmek istemiyorum."

Gözlerimi kırpıştırdım. "Ne için?"

"Safir..." Hazer vücudunun büyük kısmıyla beraber bana doğru döndü ve omzumun üzerinden dans edenlere baktıktan hemen sonra omuzlarını kararlı bir şekilde dikleştirdi. Gözleri birkaç ton koyulaşırken, kalp şeklindeki dudakları yumuşakça aralandı. "Aslında sen ben, yani biz şey mi yap..."

"Hazer Bey, bakar mısınız?"

Bir gölge üstümüze düştü ve ikimizde irkilip bakışlarımızı kaçırdık. Hazer elini sertçe masaya koyarken dilini dişleri arasında döndürerek son derece acımasız duran gözlerini kendisine doğru eğilmiş olan adama çevirdi. "Ne var!"

Adam onun sesinin tonundan ürperdi ve yutkunarak daha alçak bir sesle konuştu. "Babanız... terasta. Sizi görmek istedi."

Hazer'in yüzü donmuş bir beton gibi ifadesiz, kıpırtısız kaldı ve adamı, başını sallayarak onayladı. Adam kalabalığın içinde uzaklaştığında, kravatını bir çırpıda çıkararak avuç içine aldı. Şimdi dimdik ve kaskatı görünüyordu. Çenesi yüzünün altında hafifçe seğiriyordu. Parmaklarını kadehinin etrafına doladı ve ağzına kaldırarak hepsini içtikten sonra kurşun hızında bana döndü. Gözleri vücuduma bir ateş topu yuvarlamıştı sanki. Dışarıdan tek parça görünüyor olmama rağmen içeriden parçalara bölünüyor ve onlarca farkı duygunun içinde savruluyordum. "Buradan kalkma," dediğinde sesi yüzünden daha yumuşaktı. "Ve az önce bir şey diyordum ya, kaldığım yeri unutma tamam mı?" Uzandı ve elimi yavaşça elimin üstüne koyarak parmaklarımı ceketinin ucundan kopardı. Teni tenime sürttüğünde iffetini koruyan bir cennet gibi kendimi korumak istedim ama dokunuşu öyle yumuşaktı ki, onu hissetmekten başka şey yapamadım. "Unutma çünkü... Geldiğimde devam edeceğim."

Hiçbir şey duymuyordum. Artık onu da. Bazı anlar tüm sesler uğultulardan ibaret olurdu, işte öyle olmuştu. Hazer'in kravatını avucumun içine bıraktıktan sonra uzaklaşmasını izlerken, içimdeki güçlü bir duygunun yumruklarını göğsüme indirdiğini hissettim. Ceketini düzeltti ve kalabalık arasına karışıp onu izleyen gözler arasında güçlü bir şekilde yürüdü. İşte şimdi, ruhumun tutsak kaldığı ve kimsenin giremediği o evde, yüzü belirsiz bir adamın silueti vardı.

Gözden kaybolduğunda önüme döndüm ve siyah, ipek kravatını nazikçe avuç içime hapsettim. Burada yalnız kalmayı istemiyordum ama babasıyla konuşulacakları varsa elbet konuşmalıydı. Kafamı kaldırdım ve Bahar Hanım'a denk geldiğimde, onun omzumun üzerinden arkaya, huzursuzca baktığını gördüm. Hazer ve babasının buluşmasını izliyor olmalıydı. Rahatsız bakışlar altında kıpırdandım ve omuzlarımı dik tutmaya çalıştım. Kalabalık arasında kaybolacağımı düşünmüştüm, neden beni izliyorlardı?

Dakikalar sonrasında tüm bu bakışlara daha fazla katlanamayarak sandalyemi çektim ve doğrularak çantamı masanın üzerinden aldım. Bir diğer elimde de kravatı tutarak gözlerimi etrafta gezdirdiğimde, dışarıya açılan kapıyı gördüm. Teras orası olmalıydı. Hazer Han varken bu kadar gergin değildim, belki terasa çıkıp konuşmasının bitmesini bekleyebilirdim. Oraya doğru yürürken gözlerim tanıdık bir çift gözle çarpıştı ve kanım adeta damarımın içinde demir gibi sertleşti. Nazım Bey, kadehini kaldırarak bana bir selam gönderdiğinde rahatsızca bakışlarımı kaçırdım ve ilerlemeye devam ettim.

Terasın oraya gelene kadar onlarca insanın bakışlarına maruz kaldım. Beni gördüklerinde yanlarındaki insanlara dönüp bir şeyler diyorlar ve ne kadar mahcup hissettiğimi asla umursamıyorlardı. Terasın kapısı önünde bir an durarak camlardan baktım ama kimseyi göremedim. Gürültü ve kalabalık yığını baya arkada kalmıştı. Kapıyı açtım ve rüzgâr bacaklarımdan yukarıya seyralırken terasa girerek kapıyı arkamdan kapattım. Geniş, uzun ve karanlık bir terastı. Tamam, tam burada Hazer Han'ı bekleyebilirdim.

O sesleri duymasaydım.

Gür, kaba bir sesin, "Hadi, şimdi git," dediğini duyduğumda istemsiz bir şekilde sesi takip ettim ve ilerideki kolunun ardında kalan siluetleri gördüm. Karanlık yüzleri seçmeme imkân tanımıyordu. Topuklu ayakkabılarımın çıkardığı sese güvenemeyerek yavaşça oraya doğru yürüdüm ve kolonun arkasından, ilerideki siluetlere baktım. Tahmin ettiğim gibi Hazer Han ve babasıydı. İrkilerek kendimi kolonun arkasına saklarken, "Zaten gideceğim," diyerek babasına karşılık verdi Hazer, neredeyse buz gibi sesle. İçim üşümüştü.

"Buraya gelmeye nasıl yüzün oluyor anlamıyorum," dedi adam, tiksinti dolu bir sesle. Bir baba nasıl oğluna karşı öfke ve kin dolu olabilirdi anlamıyordum. Tanrım, nasıl bazı anneler anne olamıyorsa sanırım babalarda baba olamıyordu. Adam Hazer'in üzerine doğru birkaç adım daha atarak onu baştan aşağıya, sinirle süzdü. "Hiç mi utanmıyorsun sen?" Göğsümde bir ateş hissettim ama dönüp baktığımda bir şeyin yanmadığını gördüm. Henüz yanmıyorken bile böylesine hissedilen bir ateş, yandığında nasıl hissedilirdi? Adam ağzının içinde cıklayarak Hazer'in ruhsuz suratına bağırdı. "Midem bulanıyor suratını görünce."

Bazı cümleler vardır ve bu bazı cümleler son cümlelerdir. Kurşunsuz, silahsız, ateş edilmeden ama silahtan, kurşundan daha doğru noktayı vurup öldüren cümlelerdir. Bu cümlelerin üstüne hiçbir şey söylenmez, söylenilemez. Öyle oldu. Babası, Hazer'e sırt çevirdi ve bu sadece fiilen olmadı. Beni görmeden karanlığın içinde asabiyetle ilerledi ve salona geçerken terasın kapısını sertçe kapattı. Beni iliklerime kadar buz kesen şey soğuk olmadı, duyduğum derin üzüntü oldu.

Dudaklarım titrediğinde başımı kederle kolona yasladım ve gözlerimi ona dokundurdum. İleriye doğru sarsak birkaç adım attı ve kendini terasın korkuluklarına yaslayarak yüzünü görmeme mani olmuş oldu. Duyduğum şeyler çok korkunçtu. Bazen bu tip anlarda neden Tanrı tüm bu olanlara engel olmuyor diye düşünürdüm. Fakat sonra anlıyordum, mutluluk dünyada devrim yapmamıştı ki acı çekmemek mümkün olsun. Ayaz altında dal gibi titreyerek Hazer'in omuzlarına, hacimli sırtına bakmayı sürdürdüm. Duyduklarım çok korkunçtu, o ne hissetmişti?

Kendimi belli etmeli miydim? Onları dinlediğim için beni kaba olmakla itham eder miydi? Onun hissettiklerini hissetmeyi denediğimde burnumun ucu sızladı ve o anda, "Safir," dedi Hazer. İrkilmeye zamanım kalmadan derinden gelen bir sesle tısladı. "Öyle bakıp daha fazla utandırma beni."

Küçücük kaldım, o utandığını söylemişti ama utanılacak bir şey yaptığını görmemiştim. Bazen böyle olurdu. Birisi bizim üzerimizde bir günah işler ama utanan biz olurduk. Mesela tacize uğradığımızda, hakarete uğradığımızda, istismara uğradığımızda utanırdık ama bize tüm bunları yapanlar utanmadan omuzlarını kabartmaya devam ederlerdi. Dudaklarım daha da titrerken, "Lo siento," diye fısıldadım. "Çok özür dilerim, sizi dinlememeliydim."

"Lo siento da ne demek?"

Kollarımı kendime sararak ona doğru ilerledim ve karşısında, korkuluklara yaslanarak durduğumda, görmemem için yüzünü benden çevirdiğini fark ettim. Neden görmemi istemiyordu. Babası öyle dedi diye gerçekten öyle mi sanıyordu? Öyle değildi, yemin ederim. "Özür dilerim demekti," diyerek açıkladığımda elleri önünde durduğu korkuluğu daha çok sıktı. "Anladım."

"Hazer..."

"Sen içeriye geç, ben birazdan gelirim."

"Şey, rica etsem bana bir bakar mısın?"

Sertçe yutkundu. "Bakmayayım."

Ona doğru bir adım daha attım. "Baksan?"

Elleri pervazı daha sıkı sararken, "Bakayım o zaman," dedi ve başını bana döndürdü. Yüzünü bir arada tutan her kemik ciddiyete bürünmüş, sertleşmişti. "Baktım."

Bakmıştı ama kimse bana böyle bakmamıştı. Zaten ben de bana bakan kimsenin gözlerinde kendi aksimi görmemiştim ondan başka. Başımı sola doğru eğdim. "Üzgünüm, baban gerçekten korkunç birisiymiş."

Dudağının kenarıyla küfür eder gibi güldü. "Boşver, zaten sevmem."

Babasını sevmediğini bu kadar kolay söyleyebilmesi çok ilginçti. Ben annemi sevmiyorum diyemezdim, o da bana karşı acımasız olmasına rağmen. Hazerle bizi birbirimizden ayıran sert köşelerimiz vardı ve bu da onlardan birisiydi. Ona bir adım daha attığımda ayak uçlarımız birbirine dokundu ve Hazer kafasını eğip topuklu ayakkabılarıma baktı. O an ona daha iyi hissettirmekten başka gayem olmadı ve eğilip fısır fısır konuştum. "Yüzün hiç de mide bulandırıcı değil. Bazı insanlar nasıl bu kadar kaba olabiliyor bilmiyorum ama... İnsanın sana bakınca midesi mi bulanırmış?"

Ellerim dermansızca titriyor ve kalp atışlarım adeta çırpınışlara dönüyordu. Hazer başını yavaşça kaldırarak beni odağına aldığında, ummadığım bir şey oldu ve eli de aynı zamanda kalkarak bana uzandı. Soluğumu tutarak gözlerimi eline çevirdiğimde ne yaptığını yeni fark ediyormuş gibi irkildi ve elini aceleyle indirerek arkasına sakladı. Kızardım ve ikimiz de bakışlarımızı aynı anda çektiğimizde, beni hayallerimin bile ayakta tutamayacağını hissettim. Bayılacak gibi oldum. Hazer Han genzini sertçe temizledi. "Safir?"

"Si?"

"Benim için bir şey yapsana?"

Bir şey... Onun için. Nedense bunun için çok makul bir istek gibi geldi ve hızlıca başımı salladım. "Ne yapayım?"

"Gel."

Eli bu gece üçüncü kez belime yerleşti ve beni yumuşakça kavrayarak yürümem için teşvik etti. Önüme döndüm ve o başımın üzerinden beni izlerken, eteğimi düzelterek yürüdüm. Etek kabarık olduğu için yoğun rüzgâr altında uçuşuyordu. Terastan içeriye girdiğimizde yeterince cesur olamadım ve başımı öne eğdim. Nazım'ı bir kez daha gördüğümde, Hazer belimi daha sıkı kavradı ve vestiyere kadar hiç duraksamadan ilerledi. Vestiyerden paltomu alarak giyindiğimde Hazer paltomun yakasını düzeltti ve bu bana çok garip geldi. Alt dudağımı ısırdım ve Hazer Kerem'e bir el işareti yaparken, kapıdan dışarıya çıktım.

Mekândan tamamen ayrıldığımızda Kerem bizimle gelmemiş, zaten biz de arabaya binmemiştik. Salondan ayrılmış, kalabalıkta kaybolmayacak olmama rağmen Han belimi hâlâ bırakmamıştı ve ben de bırakmasını söylemiyordum. Şaşalı, ışıltılı sokağın sonuna doğru yürüdük ve daha tenha bir caddeye girdik. Kaldırımdaydık ama ben onun bir adım kadar önünde duruyordum. Yan yana kaldırıma sığmamız biraz zordu zaten. Ellerimi önümde birleştirmiş, çantamı tutuyor ve nereye gittiğimizi anlamaya çalışıyordum. Onun üzerinde sadece bir ceket vardı ve son baktığımda saçları asla bozulmamıştı. Sokağın köşesini döndük ve kimsenin olmadığı boş br sokağa girdiğimizde, Hazer Han durdu. İlk önce onun durduğunu fark etmeden ileriye doğru birkaç adım attım ama eli belimden kaydığında durduğunu anladım. Elektrik direğinin altında durdu ve kendisinden daha kısa olan bana baktı. Tek kaşımı kaldırmış, gözlerimi merakla büyütmüştüm. Sokak lambası sayesinde birbirimizi silikte olsa görüyorduk. Hazer kararlı şekilde bana baktı. "Dans etsene... Fakat bu sefer benim için?"

Dans... Benden istediği bu muydu? İlginçti, çünkü kimse benden böyle bir şey istememişti. Ne yapacağımı bilemez gibi etrafıma baktım, "Burada mı?" Diye sordum garipseyerek. "Sokakta mı?"

"Eve gidene kadar bekleyesim yok."

Alt dudağımı ısırdım ve sokakta hâlâ kimsenin olmadığını fark ettim. Bu gece müziği duymaya başladığımdan beri zaten dans etmeyi istemiştim. Dans etmemi istiyorsa edecektim, o benim için, ne ifade ettiğini anlayamadığı büyüklükte bir şey yapmıştı sonuçta. Babacığımı bulmuştu. Yanağıma dökülen bir iki tutam saçı kulağımın arkasına koyduktan sonra parmak uçlarımda koştum ve çantamı kaldırımın kenarına bıraktım. Dans ederken rahat edebilmek için üzerimdeki uzun paltoyu çıkardım ve utanarak Hazer'in avuçlarına uzattım. "Tutar mısın?"

"Tutayım," dedi sessizce.

"Gracias."

İç çekti. "Ben gracias."

Durdum. "Hı?"

Hazer irkilerek paltomu aldı ve herhangi bir cevap vermedi. Paltom olmadığında üşüdüğümü hissetmiştim ama dans ederken zaten ısınacaktım. O geçip kaldırıma oturduğunda geriye doğru adımladım ve onun kadrajından çıkmadan durdum. Hazer Han ceketinin cebinden paket, paketin içinden bir dal sigara çıkardı ve sigarayı dudaklarının arasına yaslayarak siyah çakmağıyla ateşledi. Gözlerimi gözlerine hizalayarak ellerimi iki yanımda açtım ve, "Senin için," diye fısıldadıktan sonra parmak uçlarımda yükselmeye başladım. Hazer Han ağzında sigarası olmasına rağmen dudağının kenarını ısırdı ve beni tekrarladı: "Benim için."

"Si, Hazer."

Evet, müziği duyamıyordum ama bu sefer müzik onun gözlerinin gürültüsü olabilirdi. O gözlere kulak vererek vücudumu esnettim ve parmak uçlarımda tamamen yükselerek ufak ufak adımlarla kendi etrafımda yavaşça döndüm. Kollarım tıpkı vücudum gibi hareket halindeydi ve yumuşakça başımın üzerine doğru kalkmıştı. Sırtım ve bacaklarımda, zorlama yüzünden meydana gelen yanmayı hissettim ve tekrardan ona döndüğümde tabanlarım üzerine yavaşça bastım. Kollarımı da iki yana indirirken, Hazer'in ceketini yavaşça çıkarttığını gördüm. Bu soğuk güne rağmen gömlekle kalmıştı. Sigarasını dudakları arasından çıkarırken, gözleri vücudumu yavaşça izlemeye devam etti. Sık sık yutkunduğunu es geçemezdim.

Sol bacağımı kaldırarak esnettim ve yukarıya doğru kaldırırken, eteğimin açıldığını hissettim. Utandım ama Hazer gözlerini acele içinde yukarıya çıkarma nezaketi gösterdiğinde, ona minnettar kaldım. Uzun bacağım tamamen yukarıya çıktığında ayağım neredeyse yüzüme yaklaşmıştı ve baldırlarım yanmıştı. Bu hareket zordu. O yüzden kısa tuttum ve ağırlığımı diğer ayağıma vererek kendi etrafımda, eteklerimi uçuşturarak birkaç tur attım. Rüzgâr bıçak kadar keskin manevralarla çıplak kalan vücuduma çarparken, Hazer'in titrek soluğunu duyuyor gibi oldum. Döndüm, döndüm ve döndüm. Ahenk ve uyum içinde, onun benim için çaldığı müziğe kapılarak, şevkle.... Hazer sigarasını son kez dudaklarına verirken, dönüşümü tamamladım ve boynumdan aşağıya akan soğuk teri hissederken reverans yapmak için önünde eğildim. O an, hiç ummadığım bir şey oldu, bileğim yan yattı ve vücudum düşmeye meyl etti.

Kendimi sert yüzeye düşmeye hazırlayarak ufak bir çığlık attığımda, kendimi yerde değilde Hazer'in kollarını arasında buldum. Kolu beni düşmeden yakalayarak sarmış ve vücudumu vücuduna yaslamıştı. Ani gelişen olayla beraber hazırlıksız yakalanarak ellerimi omuzlarına yasladığımda, her ikimizde nefesimizi tutarak karanlık içinde birbirimize giden yokuşu çıkmaya başladık. Yakınlaşma beni dehşete düşürmenin yanında aklımı bulandırmıştı. Hazer'de bu yaptığına benim kadar hazırlıksız yakalanmış görünüyordu. Parmaklarının emaresi, bel oyuntumdaydı. Yutkunarak beni yönlendirdi ve döndürerek yanındaki kaldırıma doğru bıraktı. Kalçam soğuk yüzeyle buluştuğunda, Hazer hiçbir aceleye gerek görmeden benden uzaklaştı ve elini belimden çekti. "Gracias."

Bir şey demedi. Önüne döndü ve parmakları arasındaki izmariti kaldırımın kenarına bırakarak ellerini kucağına koydu. Mahcup olmuştum, heyecandan yeterince iyi dans edememiştim. Üzüntüyle iç çekerken, bacaklarımı kendime çektim ve Hazer'in paltomu dizlerimden aşağıya bırakmasını izledim. Palto bacaklarımın tamamını örtmüştü. Bana hiç bakmadan ellerini tekrardan üzerimden çekti ve başını önüne eğerek parmaklarıyla oynamaya başladı. Kollarımı bacaklarımın etrafına dolayarak kafamı kaldırıp gökyüzüne, parlak yıldızlara baktım. Tanrı her şeyin sevilebilir olduğunu işte bu yıldızlarla kanıtlıyordu. Karanlığı sevebilmemiz için içine küçük parıltılar gizlemişti. Esnedim ve çenemi dizime dayadığımda, Hazer'in Keremle konuştuğunu duydum. Arabayı getirmesini istemişti. Telefonu cebine bıraktığındaysa amber gözlerini bana çevirdi ve o an bazı yüreklerin altında canavar olduğu gibi bazı yüreklerin altında da mayınlar olduğunu gördüm. Onun yüreğinin altında mayın diziliydi ve oraya ulaşıldığında patlayarak parçalara bölünürdü.

"Uykun geldiyse, başını omzuma yaslayabilirsin. Tabii, istersen... Gözlerin kapanacak gibi duruyor, onun için dedim. Ben hiç kıpırdamam, rahatsız etme..." Gözlerimi yumdum ve ara vermeden konuşmaya devam ederken, başımı yumuşakça sol omzuna bıraktım. Yanağım geniş omzunu kaplayan gömleğine yerleşti ve teninin sıcaklığı yanaklarımı büyük oranda kızarttı. Çok utandım. Gözlerimi kapatmasam ya da böyle çok uyumak istemesem bunu yapmaya cesaret edemezdim. Zaten gözlerine tekrardan nasıl bakacağımı da bilmiyordum. Sanırım ondan kaçacağım. Elimin içindeki ipek kravatını sıkarken, gözlerimi daha sıkı yumdum ve burnuma çalan kokuyu hissettim. Tanrım, bazı insanların vücutlarına dünyanın en güzel kokularını saklamış olabilir misin? Burnumdan daha derin bir nefes aldım ve cehennemi, bedeniyle ruhunu satarak kazanan ama benim için yanmayı göze alamayan annemi düşündüm. Annem cehennemi zevkle kazanırken benim için yanmayı göze alamamıştı ama Hazer annemden daha cömert bir ateşti. Yanıyordu fakat bunu göze almış, uyuduğum süre boyunca başımı omzunun çıkıntısından kaldırmamıştı. Uyuya kalmadan evvel fısıldadım.

"Kül Kedisi'ni bir günlük de olsa Sindirella'ya çevirdiğin için teşekkür ederim Hazer..."

BÖLÜM SONU.

Bu günleri de mi görecektim. Allah'ım ağlicam<3<3

Her şey onlar için bence çok kıvamında gidiyor. Şimdiden ilerleyen bölümlerde ne olacağını düşünüyorum, biliyorum siz de öylesiniz çılgınlarjdjejdj. Umarım keyif alarak okumuşsunuzdur. Bölüm çok uzundu, o yüzden oy ve yorum konusunda cömert olmanızı istiyorum. Lütfen<3

Bölümü bir emoji ile anlatır mısınız?

Bu arada Safir için ankette seçtiğiniz elbise çok zordu, yeterince iyi anlatamamış olabilirim. Elbiseyi instagram storimde paylaştım, oradan da bakabilirsiniz canımın içleri.

İnstagram: emineasr
Twıtter: eminear

Bu arada kısa bir tatile çıkacağım, bölüm gecikebilir. Anlayışlı olursanız sevinirim :')

EMİNE TAVUZ

ÖPPÜCÜKLÜ SEVGİLERLE.♥️

Continue Reading

You'll Also Like

1M 13.6K 35
Aşık olduğu adamın evleneceğini öğrenen Mavi, çareyi en yakın kız arkadaşında bulur. Düğüne kısa bir süre kala acilen bir plan yapmaları gerekmektedi...
755K 43.9K 34
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
338K 25.3K 43
0536****: "Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek Giryemi kildi hûn eksimi füzûn etti felek Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözl...
5.8M 191K 98
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...