KİMSESİZLER MATEMİ.

By matmazelhayalleri

13.3M 879K 3.1M

Safir Mila Safkan, şu an olduğu yaşından çok daha ufakken, hayatının taşlarını yerinden oynatan bir olay yaşa... More

KİMSESİZLER MATEMİ.
1. Bölüm: "Hüzünlü Bir Matem."
2. Bölüm: "Bir Avuç Şekerleme."
3. Bölüm: "Kasırga."
4. Bölüm: "Çığlık."
5. Bölüm: "Çirkin Kalpler."
6. Bölüm: "Bir Küçük Hediye."
7. Bölüm: "Dilek."
8.Bölüm: "Kimsesizlik."
9. Bölüm: "Not."
10. Bölüm: "Işıklar Sönerse Diye Korkmak."
11. Bölüm: "Söz."
12. Bölüm: "Sadece Hazer."
14. Bölüm: "Müziğin Sesi."
15. Bölüm: "Balo."
16. Bölüm: "Mesafe."
17. Bölüm: "Gelmek..."
18. Bölüm: "Dudaktan Kalbe."
19. Bölüm: "Gece Yarısı Güneşi Ve Üstüne Kar Düşmüş Dağ."
20. Bölüm: "Kırgınlıklar ve Telafiler."
21. Bölüm: "Acıyı Resmetmek."
22. Bölüm: "Gemideki Kaptan ve Güvertedeki Kız."
23. Bölüm: "Kara Ay Güneşe Kavuşursa..."
24. Bölüm: "Mutluluk Balonu."
25. Bölüm: "İlham Perisi."
26. Bölüm: "Evin İçine Düşen Bomba."
27. Bölüm: "Yerle Bir."
28. Bölüm: "Hayal Kırıklığı."
29. Bölüm: "Reddediliş."
30. Bölüm: "Ay Güneşe Tutuldu."
31. Bölüm: "Müzikal."
32. Bölüm: "Bir Şehir Bin Gülüş."
Gazel & Behram.
33. Bölüm: "Işıklar Söndü."
34. Bölüm: "Fırtınada Çiçek Dikmek."
35. Bölüm: "Elmas Kalpler."
36. Bölüm: "Güzel Çiçekler ve Zehirli Bitkiler."
37. Bölüm: "Ölümcül Gerçekler ve Parçalanmış Kalpler."
38. Bölüm: "Perişanlıklar ve Bedeller."
39. Bölüm: "Artık Üzemezler Bebeğimi."
40. Bölüm: "Ateşin Etrafında Uçuşan Kelebek."
41. Bölüm: "Kana Karışan Aşklar."
42. Bölüm: "Kalpteki Avare Kelebekler."
43. Bölüm: "Geçmişin Davası."
44. Bölüm: "Kaderdeki Aşklar ve Lunaparktaki Işıklar."
45. Bölüm: "Mutluluk Ya Çok Yakınında Ya Çok Uzağında."
46. Bölüm: "Kırmızı Kurdele."
47. Bölüm: "Sevgi Ölmez Sen ve Ben Katil Olmak İstemezsek."
SEZON FİNALİ: KUZEY IŞIKLARI.
49. Bölüm: "Kuzey Işıkları."
50. Bölüm: "Yirmi Gün."
51. Bölüm: "Eve Dönüş."
52. Bölüm: "Umut Etmek Veya Mağlup Etmek."
53. Bölüm: "Aile."
54. Bölüm: "Oyun."
55. Bölüm: "Yıkımın Ardındaki Gürültü."
56. Bölüm: "Sevginin Kıymeti."
57. Bölüm: "Beyaz Pointler."
RAFLARINIZDA BİZİM İÇİN YER AÇAR MISINIZ?
58. Bölüm: "Kışın Güneşi, Baharın Çiçeği."
59. Bölüm: "Bahar Çiçeği Büyüyor."
KİMSESİZLER MATEMİ KİTAP KAPAĞIMIZ.
60. Bölüm: "Melek Kanatları."
61. Bölüm: "İlk Kalp Atışları."
62. Bölüm: "Islak Kirpiklerin."
63. Bölüm: "Rüya."
64. Bölüm: "An."
FİNAL.

13. Bölüm: "Senorita Ve Süper Kahraman."

213K 15.2K 48.6K
By matmazelhayalleri

Multimedya:

Aaron Smith, Dancin.

Ben multimedyaya şarkının Türkçe çevirisini bıraktım, anlamına bakmak istersiniz diye. Çünkü anlamı ile Safir'i anımsatıyor :)

*Çizim Şilan Yavuz'a aittir*✨

Merhaba parlayanlarım<3

Siz cidden çok çılgınsınız haa. Neredeyse 9 bin yorum ne ayolelekkd. Bu bölümde aynı performansı bekliyorum. Sanırım KM'yi diğer hikâyelerimden ayıran bir yön var sizin için :) Bu naifliği sevdiniz. Müthiş yorumlar bırakmışsınız, ben de hiç beklemeden bölümü yazdım. Umarım bu bölümü de keyifle okursunuz, çünkü her bölüm biraz daha duvar yıkıyoruz aralarından ve bu çok keyifli oluyor benim için. Paragraf arasına yorumlarınızı bırakmayı ihmal etmeyin<3

Ve tabii ki geleneğimizi yerine getirip yıldızlarımızı bırakalım.✨

13. Bölüm: "SENORİTA VE SÜPER KAHRAMAN."

2005,

Bir bahar günü.

Tanrı'nın olmamı istediği yer burası mı?
Karanlığın içi mi?
Karanlık neyle ölçülür?
Gülüşünü duyamıyorum,
Mesela bununla ölçülür baba.
Zaman, ben senin nerendeyim?
Beni koyduğun yerde mi,
Olmayı istediğim yerde mi?
Aslında ben şuradayım,
Tam şurada...
Aynadaki aksine utanmazca bakan bir canavarın avucunda.

Burada olmak, acı verici.

Bir bahar günüydü ve sarı yapraklar ayağının altında eziliyordu. Normalde bu güzel görünümlü yaprakları ezmeyi hiç sevmez, onlara basıp incitmemeye dikkat ederdi ama bugün kalbi o kadar acıyordu ki, gözünün hiçbir şeyi gördüğü yoktu. Okuldan kaçmıştı, hem de güvenliği geçip kaçmıştı ve bir an önce yurda gitmek, öğrendiği gerçeği araştırmak istiyordu. Büyümek onun için ne kadar da zordu. Çok zordu. Büyüyünce geçeceğini sandığı her şey, dokuz yaşına gelmiş olmasına rağmen geçmeden, büyüyerek çoğalmıştı.

Babası, geçen bu sürede hiç geri dönmemişti.

Bugün, sınıfındaki, kendisini hiç sevmeyen bir kız ona babasının öldüğünü söylemiş ve ölen insanların gömüldüğünden bahsetmişti. Ölen insanlar gömülüyordu ama... Neden kimse babasının öldüğünden ona bahsetmemişti? Neden bunca yalanla büyütmüşlerdi? Her gece ellerini açıp çok dua etmiş, ağlamış, özleminden defalarca hasta olmuştu. Kimse ona gelip, baban geri dönmeyecek dememişti. Bekçi Hüseyin Amca her defasında babasının geri döneceğini söylemişti, kandırmış mıydı yani onu? Neden yapmıştı? Son zamanlarda babasının geri döneceğine olan inancını kaybetmeye başlamıştı ama onun gömüldüğünü öğrenmek kendisini dehşete düşürmüştü.

Babasını yerin altına mı gömmüşlerdi?

Okulu, yetimhanenin arka sokağındaydı. Kaçması kesinlikle yasaktı ama bir an önce yurda dönmek istemişti. Nefes nefese, gözyaşları içinde koştu ve yurdun kapısı önüne geldiğinde, koskocaman duran kapıya ürkek gözlerle baktı. Bu yetimhaneyi sevmiyordu, hiç sevmemişti. Omuzları küçük küçük iç çekişleriyle sarsıldı ve titreyen elleriyle demir kapıyı açarken, Hüseyin Amca'yı kulübenin içinde gördü. Artık onu eskisi kadar sevmiyordu, çünkü kendisine sürekli bir şeyler buyuruyor, yapmadığında kızıyordu. Ama ona sarılmayı, onu öpüp durmayı istemiyordu ki. Hüseyin Amcası sürekli onu kucağına alıyordu ve istemediğini söylediğinde, bağırdığında bağırma diyordu onu korkutan bir ses tonuyla. Sus, sakın bağırma.

O da hep susuyordu.

Ona görünmemek için bacaklarını kırdı ve bakış açısından çıkarak, sırtındaki okul çantasıyla beraber yetimhaneye doğru koştu. Evet, Hüseyin amca onu görmemişti. Beceriksiz dokunuşlarla yanaklarındaki gözyaşlarını sildi ve yetimhanenin büyük kapısından içeriye girdi. Müdire onun okuldan kaçtığını öğrendiğinde çok kızacaktı ama umurunda değildi, ona babasını sorması gerekiyordu. Büyük merdivenleri küçük ayaklarıyla çıkarken, okul önlüğünün pileleri bacaklarına çarptı ve bir rüzgâr onu üşüttü. Üst kata çıktığında Müzeyyen Teyze'sini gördü ama hiç durmadan Müdire Hanım'ın odasına doğru koştu. Artık boyu uzamıştı, saçları da uzamıştı, daha uzun süre koşabiliyordu, büyüyordu... Ağzından acı dolu bir inleme çıktı ve Müdire Hanım'ın odasına, kapısını tombul parmaklarıyla açıp girdiğinde, Müdire Hanım başını ilgilendiği dosyadan kaldırdı ve gözlüklerin ardından kız çocuğuna baktı. "Safir! Seni yaramaz kız! Okuldan mı kaçtın sen!"

Kapının eşiğinde, baştan aşağıya titreyerek durdu ve Müdire Hanım'ın hiddetinden ürkse de geriye adım atmadı. Son zamanlarda babasının geri gelmeyeceğini hissetmeye başlamıştı ama bundan emin olmak kalbini mahvetmişti. Babasını bir daha görmeyecekti. Bu korkunçtu. Bununla yaşamayı nasıl öğrenebilirdi? Gözyaşları sel misali yanaklarını basmaya devam ederken, "Ba... babam ölmüş," diyebildi titreyen bir sesle. "Ayça dedi ki; onu göm... gömdüler. Bana kimse babamın öl... öldüğünü neden söylemedi."

Safir Mila, Müdire Hanım'ın yüzündeki kızgınlığın, yerini şaşkınlığa bırakmasını izledi. "Baban intihar ettiğinde sen zaten onun yanındaydın, öldüğünü biliyor olman gerekiyordu. Sen... Sen sahiden bilmiyor muydun?"

Gözündeki gözyaşları o kadar birikmişti ki, Müdire Hanım'ın yüzünün netliği kaybolmuştu. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Hasretle nasıl başaçıkabilirdi. "Oyun oynuyorduk," dedi ve başını kapının pervazına yaslayıp sarsılmaya devam etti. "Babamla oyun oynuyorduk. Ben sanıyordum ki... bu bir oyun. Hem... Hüseyin Amca bana onun geleceğini söyledi!"

Sesini pek yükseltmezdi, biri kızarsa korkardı ama şimdi öyle kötü hissediyordu ki sesinin tonu bile artmıştı. Islak gözlerle görebildiği kadarıyla Müdire Hanım daha şaşkın vaziyette kendisine bakıyordu. Kadın gözlüğünü kaldırıp kenara bıraktı ve oturduğu deri görünümlü koltukla dikleşti. "Bekçi Hüseyin, babanın geleceğini mi söyledi Safir?" Kadın mantığında bu olaya açıklama getirmeye çalıştı. "Senin üzüldüğünü görünce avutmaya çalışmış herhalde! Aman canım, ben bildiğini sanıyordum. Baban öldü Safir, annen de sana bakmayı istemediği için devlet himayesi altına girdin."

Annesi... Evet, burada onu da özlüyordu ama annesi birkaç kere gelmişti, göremediği babasıydı. Kafası çok karışmıştı, tüm bu olanlara yetişemiyordu. O gece, sabah olduğunda babasını bir daha göremez olmuştu ve bu yetimhaneye geldiğinden beri onun bir gün gelip kendisini alacağına inanmıştı. Annesi neden söylememişti? Oda mı bildiğini sanıyordu? Bilmiyordu. Üstelik babasının geri döneceği yalanıyla büyütülmüştü. Bugün demişti, bugün gelmezse yarın... Ama babası hiçbir vakit dönmemişti. Eli kalbini buldu ve mavi okul önlüğünün üstünden kalbine bastırarak ağrıyı savuşturmaya çalıştı. Babası nasıl onu yalnız bırakmıştı? Tanrı buna nasıl göz yummuştu. Dudaklarını ısıra ısıra hıçkırdı. "Beni kandırdı o... Baban gelecek dedi, bekledim ben de... Onun yüzünden canım acıyor!"

"Hüseyin Amcan seni avutmuş işte." Kadın alelade bir konudan bahsedermiş gibi elini havada savuşturdu ve sıkkın bir yüz ifadesiyle kızı süzdü. "Senin canını baban yaktı Mila, bizler değil. Senin olduğun evde, göreceğin görüntünün seni nasıl üzeceğini düşünmeden kendini astı! Sen bu görüntüyü ömrün boyunca unutmayacaksın ve bu babanın suçu..."

"Oyun oynuyorduk," diye tekrarladı kız, babası hakkında böyle konuşulmasına üzülerek. O anı anımsadı. Babası oradaydı ve açık gözlerle boşluğa bakıyordu. Olduğu yerde biraz daha ürperdi. "Oyundu... Babam beni bilerek üzmez. No mientas!" *Yalan söyleme*

"Hâlâ oyun diyorsun!" Müdire, onu her zaman korkunç gösteren kaşlarını çattığında, Mila yüzünün bir kısmını duvarın arkasına saklayarak ondan korunmaya çalıştı. "Oyun değil, hepsi gerçek. Baban intihar ederek öldü ve annen sana bakmayı istemediği için şimdi buradasın. Dokuz yaşında, kocaman bir kız oldun ama kafanın basmadığı çok şey var! Ayrıca bana o gavur ağzıyla konuşma demedim mi sana! Hadi, şimdi gözden kaybol ve okuldan kaçtığın için öğretmenine bir özür dilekçesi yaz."

Babanı gömdüler.

Babamı gömdüler.

Safir Mila korkularına rağmen Müdire Hanım'ın yüzüne bakmaya devam etti ve kabul edemediği bu gerçeğin altında ezilirken, hayatta kalabildiğine hayret etti. İnsanın kalbi bu kadar acıyor da nasıl ölmüyordu ki? Kalp krizi denilen şeyi duymuştu. Acaba öyle mi oluyordu? Müdire Hanım'ın suratına korkuyla baktı. "Ben... kalp krizi geçiriyorum galiba."

Müdire Hanım, kendisiyle alay ettiğini düşündüğü kıza üstten bakışlar fırlatarak ellerini sertçe masaya gömdü. Safir Mila'nın üstünde durduğu bacakları tir tir titredi. "Bir de benimle dalga mı geçiyorsun Safir? Sen saygısız bir kız olup çıktın! Hemen, hemen kaybol gözümün önünden."

Ama o dalga geçmiyordu ki, gerçekten kalp krizi geçirdiğini sanıyordu. Çünkü kalbi çok acıyordu. Müdire Hanım kendisine el kaldırmazdı ama çok bağırır, azarlardı. Kimse ona neden sevecen yaklaşmıyordu ki? İlgiye ne kadar da muhtaçtı... "Ba... Bağırma," diyebildi kekeleyerek. "Tamam, hemen gideceğim ama... Babam nerede gömülü? Gidip görebilir miyim? Lütfen. Lütfen gidelim. Söz veriyorum bir daha yaramazlık yapmayacağım..." aslında yaramazlık yaptığı yoktu ama ikna edebileceğini düşündüğü her şeyi söylüyordu. "N'olursun gidelim! Babamın mezarını görmeyi istiyorum. Ah babacığım... Yanına gitmediğim için ne kadar da üzülüyor..."

"Ben ne bileyim nerede gömülü!" Kadın sabırsız bir solukla beraber homurdandı ve elini bir kere daha havada savuşturdu. "Üvey bir amcan varmış, o ilgilendi herhalde. Benim böyle bir zorunluluğum yok, reşit olduğunda gidip bulursun artık. Huysuzlukların bini aştı, artık kendine bir çeki düzen ver Safir Mila! Hadi, git de öğretmenine bir özür dilekçesi yaz..."

"Müdire anne," dedi Safir, yüreğinin altında yanan o yer yüzünden nefes almakta zorlanırken. Neden herkes ona bir kesik açıyordu? Akan kanla başaçıkamıyordu, anlamıyorlar mıydı? "Lütfen... Gidip görelim mezarını, küsmüştür bana. Gideyim, af dileyeyim."

Kadın bağırdı. "Derhal odana!"

Safir Mila odanın kapısını çekti ve sırtındaki çantadan daha ağır bir acıyı kalbinde taşıyarak, yetimhanenin soğuk duvarına dayandı. Elleri hıçkırıklarını susturmak için ağzına örtülürken, okul önlüğü içindeki bedeni titreyerek kıvrandı. Artık babasının geri döneceğini düşünerek kurduğu tüm hayalleri başına yıkılmıştı ve hayal kırıklığı içinde boğuluyordu. Ayakta duramayarak duvarda kaydı ve yere düştüğünde artık yapayalnızsın dedi kendisine. Kimsen yok, bu yüzden dizlerinin üzerine düşüp parçalanmaya bile hakkın yok.

Işığıma gölge eden her karanlığın içinden, daha güçlü bir kız olup çıkacağım.

Sus dediklerinde, sandım ki konuşursam canım yanar. Sus dedi ve ben canım acıdığında inlemekten, gülmek istediğimde kahkahamın sesinden korktum. Duyarsa gelir mi diye? Gelirse canımı yakar mı diye? Canım yandığında da ağlayamazdım ya, o yüzden korktum.

Bir gün atacağım o çığlığın sesine uyanacak bu şehir.

Yakınlarda veya uzaklarda ama... bir gün.

Kalbimin çırpındığı son bir dakikadır Hazer Han'ın gözlerine bakıyor, ondan bana bir cevap vermesini talep ediyordum. Bunca yıldızın aydınlattığı karanlık bir gecede, o sustukça her şeyin sesi daha da yükseliyor ve ellerim rüzgârın ayazında ufak ufak titriyordu. Ondan, en çok istediğim şeyi dilemiştim. Bulmaya gücümün yetmediği o mezarı. O kudretli birisiydi, güçlüydü, bulabilirdi. Bu makul bir istekti değil mi?

Ona bakan bu hüzünlü gözlerim... İçleri yanıyordu. Sanki Hazer Han'ın gözlerinin içinde bir ateş vardı ve yaklaştığım için beni de yakmaya başlamıştı. Sessizliği birbirini takip eden kalp atışları doldurdu ve Hazer Han'ın dudakları usulca aralandı. "Başın sağ olsun, öldüğünü bilmiyordum."

Ah, bir de nasıl öldüğünü bilsen.

"Teşekkür ederim Hazer." Bir an sadece ismini seslenmek beni şaşırttı ve gözlerimi irice açtığımda, Hazer bir kez daha nefesini tutarak bana bakakaldı. Sadece Hazer. Ama neden? Böyle seslenmek rahatsız etmemişti ama etmeliydi değil mi? Hemencecik utandım ve bakışlarımı yere indirdim. "Ben siz istediğiniz için diyorum, saygısızlık olmuyor değil mi?"

"Hiç, hem de hiç olmuyor!" Hazer Han hızlı hızlı konuştu. "Ama yine siz dedin bak!"

"Onu da mı demeyeyim?"

"İlla demek mi istiyorsun?"

Dudağımı ısırdım. "Hazer demek hoş... Yani, hoş sanki."

Elinin ensesine çıktığını gördüm. "Yaa..."

Bunu sık sık yapıyordu. Elini ensesine götürüyor, derin bir iç çekerek tıpkı böyle diyordu. Bunu birkaç kez yapmıştı. Benim yanımda. Onunla ilgili bazı şeyler artık ezberime girmeye başlamıştı. Bir an sessizlik oldu, sanki ikimizde ne diyeceğimizi bilemedik. Onun gibi büyük adamlar hep gürültülü konuşurdu ama Hazer kısık sesle konuşur, gürültülü anlamlarla bakardı. "Bulabilecek misin?" Diye tekrarladım sorumu, ona böyle hitap etmek bana garip hissettiriyordu. "Eğer bu makul bir istek değil dersen anlayışla karşılarım ama... Yine de bul lütfen."

Hazer Han bana doğru bir adım attığında aramızda sıfır mesafe kaldı ve bu, sırtımdan aşağıya aşırı bir duygunun sürüklenmesini sağladı. Hava ciğerimde sıkışmıştı. Sert bir nefes alıp hemen ardından, "Bulacağım," dedi ve sesi, çok kararlı çıktı. "Balerinim bunu diliyorsa tabii ki gerçekleştireceğim. Bir... bana baksana." Ona bakmamı istediğinde, büyük bir sevinçle kafamı kaldırdım ve iri iri olmuş gözlerle ona baktım. Kabul etmişti, bulacaktı. Dudaklarımdan bir gülümseme geçerken, Hazer Han belli bir mesafe kalana dek yüzünü yüzüme eğdi. "Bana sadece babanın adını ver, bulacağım. Ayrıca bunu istemek için kitapları bitirmene gerek yoktu. Bunu zaten yaparım, istersen benden başka bir şey isteyebilirsin. Şu Kuzey ış..."

"Hayır hayır," dedim heyecan içinde kafamı iki yana savururken. Fazlasını isteyemez, mahcup olurdum. Böyle düşünmesi çok hoştu ama neden benim için fazladan bir şey yapmak istiyordu ki? Ellerimi çırptım ve çenemin altında birleştirerek ilgiyle ona bakmayı sürdürdüm. "Başka bir şey istemiyorum ki ben. Babamın mezarını bulsan kâfi. Benim gücüm yetmedi, senin yeter."

"Yeter," diye onayladı beni. Sonra titrediğimi görerek omuzlarıma baktı ve onun için getirdiğim battaniyeyi açarak yavaşça omuzlarımdan aşağıya bıraktı. Ellerinin omuzlarıma doğru ilerleyişini bir hayali izler gibi izlemiştim. Battaniye omuzlarımı ve sırtımı örterek vücudumda ağırlık yaptığında, Hazer Han ellerini acele içinde çekti ve iri iri olmuş gözlerime baktı. "Üşüme ama..." geriledi ve aramıza tekrardan bir mesafe açarak burnundan sert nefesler aldı. "Nasıl titriyor omuzların..." duraksayarak omuzlarını dikleştirdi. "Seninle konuşurken sürekli duraklıyorum, hiç böyle olmam normalde."

Battaniyenin uçlarını titreyen ellerimle tuttum ve ne diyeceğimi bilemeyerek gözlerimi kaçırdım. Şakağında bir damar atıyor, yanak kasları elmacık kemiğinin altında seğiriyordu. Benimle konuşurken onu zorlayan bendim, fark ediyordum. Derin bir iç çektim ve minnetimi ifade etmeye çalışarak bir daha kıvırdım dudaklarımı. Ona gülümsedim. "Ben de gözlerinize üç saniyeden fazla bakabiliyorum," dedim ve karanlığın kızarık yanaklarımı gizlemesini ümit ettim. "Hiç böyle uzun bakmam normalde."

Bir an dudaklarının kıvrıldığını görür gibi oldum ama bu karanlığın içine gizlenmiş bir aldatmaca mıydı, emin olamadım. "Hiç mi bakmazsın?"

"Bakmam. Göz göze gelemem," diye itiraf ettim ve bunu açıkça söyleyebilmeme kendim de şaşırdım.

Başını kapının pervazına yaslayarak iç çekti. "Şu an benimle göz gözesin."

"Evet." Dudağımı ısırdım. "Utanıyorum biraz."

"Görüyorum," dedi ve yüzümü eksiksizce, her kıyısından uzun uzun izledi. Bir an sonra gözlerinin ortasında bir ateş parladı. "Her an elini yüzüne kapatıp arkana bile bakmadan kaçacak gibisin."

Bunu nasıl bilirdi? Şimdi tam da böyle hissettiğimi nasıl anlardı? Hayretle yüzüne bakakaldım. Suratım tüm tepkilerimi açıkça ortaya koyduğu için mi beni böyle görebiliyordu? Battaniyeye sarılarak geriye doğru yavaş bir adım attım ve atışları göğsüme sığsın diye kalbime yalvaracak oldum. "Şey, aslında tam da öyle yapacaktım."

Bir kaşı havaya kalktı ve gözleri aramızda açtığım mesafeye kaydı. "Hımm. Ellerini yüzüne koy bakayım nasıl oluyor."

Hem kızarmış yanaklarımı, hem de küçücük ve nedensiz gülümsememi bastırsın diye ellerimi yüzüme örttüm ve parmaklarımın arasındaki azıcık mesafeden, ay ışığı altındaki yüzüne baktım. Bu sefer gerçekti, gülümsüyordu. Ayazın altında titredim ve hızla arkamı dönüp, tıpkı az önce onun da bahsettiği gibi tek ayağımın üzerinde eve doğru koşmaya başladım. Adımlarımın sesi karanlığın içinde silik izler bırakırken, saçlarım etrafa savruluyor ve kalp atışlarım adımlarımı geçiyordu. Evin sokak kapısına kadar koştum ve eşikte durarak ellerimi yüzümden indirdim.

Battaniye hâlâ sırtımdaydı, gece üstüne örtsün diye ona getirmiştim oysa ki.

Az önce utandığım için kaçan ben değilim gibi yönümü tekrardan ona çevirdim ve ayaklarıma bakarak, kafamı ona hiç kaldıramadan tekrar atölyeye doğru yürüdüm. Rüzgâr yanaklarıma bıçak sertliğinde çarpıyordu ve nefesim kesik kesik çıkıyordu. Mesafe eridi ve kendimi bir an sonra tam onun karşısında bulduğumda, yüzüne hiç bakamadan battaniyeyi omuzlarımdan sıyırdım ve doğrudan uzatıp onun göğsüne yasladım. Hazer Han yerinden hiç kıpırdamamıştı. "Safir..."

"Üşüme Hazer, sen ört bunu."

Ben bu gece o gözlere bir kez daha bakacak kadar cesur değildim. Bu yüzden o bana bir şey demeden sırtımı döndüm ve eve doğru, uçarcasına koşmaya başladım. Ayaklarım yerde durmuyordu, koşmaktan çok sanki uçuyordum. Hazer Han arkamdan incinmiş bileğime dikkat etmemi bağırdı ama heyecandan acısını hissetmiyordum. Evin kapısına vardığımda nefesim kesilmişti ve kendimi içeriye atıp kapıyı titreyen ellerle örttüğümde, koltuğa nasıl gidebildiğimi hatırlamadım. Koltuğa çöktüm ve bacaklarımı kendime çekerek kıvrıldığımda, bakışlarımı abujura kaydırarak yanan ışığa baktım. Terliyordum, az önce üşüyen ben değilmişim gibi soğuk terler akıtarak terliyordum. Elimi dudağımın üstüne kapadım ve gülümsememi yoklayarak gözlerimi kapattım. Birazdan kalkıp kimse girmesin diye sokak kapısını kilitleyecektim ama ilk kez sanki sokak kapısını kilitlemesem bile kimse Hazer Han'ı aşıp bu eve giremez gibi hissediyordum.

Güvendeymiş gibi...

Kimse, heyecanlı bir kalp atışının söylediği kadar anlamlı bir şarkı söyleyemezdi.

Aynadaki yansımama baktım. Herkes masum bir bedende, bir bütün kalple doğuyordu ama iyi ve kötü olarak nasıl ayrılıyordu?Yaşanılanlar mı bizleri iyi ya da kötü yapıyordu? Ben kötüyüm, çünkü iyi şeyler yaşamadım bir mazeret olabilir miydi? Ben de kötü şeyler yaşadım ama buna rağmen iyiydim, aynadaki bu gözlerime baktığımda kendimden utanmıyordum. Kötü olmak için neyi ne kadar yaşamak gerekirdi? Ben dibi görüp iyi kalmıştım da insanlar neyi görüp kötü olmuştu?

Aynadaki aksime bakarken, sol tarafta bulunan temiz bir havluya uzandım ve yüzümü yumuşak havluya bastırarak kuruladım. Ferah kokuyordu. Havluyu özenle yerine bıraktım ve dağılmış saçlarımı üç eşit parçaya ayırarak örmeye başladım. Bu sabah erken kalkmış, üstümü değiştirmiş ve az önce rutin bakımımı yapmıştım. Üzerime kot bir gömlek ile beyaz pantolon giyinmiştim. Genelde bale yaptığım günlerde kolaylık olması için tayt giydiğimden dolayı bugün daha farklı görünüyordum. Aynadaki solgun yüzüme dikkatle bakarak saçlarımı ördüm ve uçlarına küçük bir lastik taktım. Seyrek tutamları kulağımın arkasına attığımda daha derli toplu görünmüştüm.

Kullandığım bakım eşyalarımı lavabo tezgâhın alıp kendimle beraber banyoya çıkardığım çantamın ön gözüne yerleştirdim ve işim tamamen bittiğinde banyodan ayrıldım. Ev sessizdi, sanırım Hazer Han hâlâ uyanmamıştı. İncinmiş bileğimle çantanın ağırlığını taşımak beni zorlasa da merdivenleri inmeyi başardım ve son basamaklara yaklaştığımda, salondan yükselen sesi duydum. İrkilerek duraksadım. Bu ses Hazer Han'a aitti ama anladığım kadarıyla birine bağırmıştı. Evde birisi mi vardı? Kerem'e mi bağırıyordu? Nedense bağırmasından hiç hoşlanmamıştım. Birkaç basamak daha indim ve salonu kadrajıma aldığımda, Hazer Han'ın içeride volta attığını gördüm. Elinde bir telefon vardı ve bir diğer eliyle saçlarını çekiştiriyordu. Ben bu harareti karşısında şaşkınlık yaşarken, "Onayım yok," diyen sesini daha gür bir şekilde duydum. Çantamı göğsüme bastırarak ürkek gözlerle sırtını izledim. "Bu işe asla onay vermem baba. O adamın ne iş stratejisine ne de zekâsına güvenmiyorum! Bensiz bir işe kalkış..." karşı taraf bir şey demiş olmalı ki, Hazer Han sustu ve görebildiğim kadarıyla gömleğinin yakasını çekiştirdi. "Bana bunu deme! O şirket yalnızca senin değil, başına buyruk kararlar veremezsin. Ben daha iyi müşteri bulurum, o şerefsizlerle çalışmam!"

Telefonu kulağından kaldırdı ve eline alarak ekrana baktı. "Yüzüme kapattı! Daha bitmemişti ki!"

Profilden görebildiğim için yüzündeki duyguları tam anlayamıyordum ama elinin telefonu nasıl sıktığını fark edebilmiştim. Elinin içini alnına vurarak ağzının içinde bir şeyler mırıldandıktan sonra telefonunu cebine koydu ve yüzünü birkaç kez, sertçe ovaladı. Gergin, hatta sinirli görünüyordu. Kendisini ilk kez böyle görüyordum. Tamam, Kerem'e karşı da bazen çıkışlar yapardı ama bu kadar öfkeli görünmezdi. Sırtımı duvara dayadım ve nefes almayı kestim. Banyosunu böyle pervasızca ve uzun süre kullandığım için bana da sinirlenir miydi? Birkaç kere stresle yutkundum ve Hazer elini yüzünden indirip arkasını döndüğünde telaşla geriye doğru bir adım attım. Fakat Hazer Han beni ilk anda fark etmiş ve aramızdaki mesafeye rağmen görülebilir bir şekilde telaşlanmıştı. "Mila... Orada mıydın sen?"

Bu kabalıktan ve öfkeden ürktüğüm için hiç konuşamadan yalnızca başımı salladığımda Hazer Han bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etti ve bana doğru yavaş bir adım attı. Derisine adeta yapışmış gibi duran o öfkenin izlerini sökmeye başladığında, onu o yapan gerçekliği gördüm. İşte ben bu Hazer Han'ı tanıyordum. Stabil yüzü, parlak duran ama soğuk bakan ateş rengine dönük gözleri... Hazer Han bir an mahcup göründü. "Biraz sesim yükseldi galiba..." basamağın sonuna kadar yürüdü. "Bir de şerefsiz dedim ama duymamış gibi yap bence sen. Bazen iş gerebiliyor. Hep böyle olduğumdan değil yani, sesimi sık sık yükseltmem."

Tamam, gayet doğru şeylerden bahsediyordu. Gerilmişti ve babasıyla tartışmıştı. Babası? Hazer Han gerçekten babasıyla tartışmıştı değil mi? Bu beni alakadar etmezdi, ilgilenmemeliydim. Fakat neden ilgileniyordum? Çantamı taşıyarak incinmiş bileğimle kalan son iki basamağı da indim ve onunla yüz yüze geldiğimde, "Gergin görünüyorsunuz," diyebildim sadece ve o da, "Görünüyorsunuz değil," diyerek beni düzeltti. "Görünüyorsun."

Hızlıca başımı salladım. "Doğru, öyleydi."

Hazer Han geçmem için bana alan açtı ve yana kaydığında, açtığı mesafeden geçerek onu arkamda bıraktım. Çantamı bırakmak için portmantoya ilerlerken, "Az önce korktun galiba benden," dedi ama sesi oldukça tuhaf çıkmıştı. Yüzüne bakmasam da kasıldığını hissettin. "Ben de biraz kontrol sorunu var, sinirlenince ağzımdan ne çıktığını kulaklarım duymuyor."

Çantamı portmantoya bırakıp doğrulduğumda, tekrardan yüz yüze geldik ve onun hâlâ dün ki kıyafetleriyle durduğunu anladım. Neden bana açıklama yapıyordu? Ben kimdim ki? Bir değerim mi vardı? Elini götürüp ensesini kaşıdığında, "Sürekli ensesinizi kaşıyorsunuz," deyiverdim aniden. "Bitli misiniz?"

Ne?

Yine mi?

Bitli misiniz, mi? Aman Tanrım! Bunu sahiden sorabilmiş miydim? Boynuma kadar yandım ve kulaklarımdan dumanların çıktığını hissettim. Ağlamak veyahut kaçıp gitmek istiyordum. Biri beni bu saçmalıklarım konusunda durdurabilir miydi? Hazer Han gözlerini yumdu ve bir kez daha o gülme sesini bastırmak için kuvvetlice genzini temizledi. "Vay canına, her seferinde daha yaratıcı bir pervasızlık."

Ellerimi hızla yüzüme kapatarak başımı iki yana doğru savurdum. "Gülmeyin, lütfen..."

Sürekli kendimi bu duruma düşürüyor, yüzüne bakamayacak hale geliyordum. Gerçekten nasıl oluyor da böyle şeyler diyebildiğimi anlamıyordum. Düşünmüyor, aklıma düştüğü an dilime gönderiyor ve söylediğim anda pişman oluyordum. Ellerimi yüzümden yavaşça indirirken, "Aklına nasıl böyle şeyler geliyor anlamıyorum," dediğini duydum. Baktığımda mutfak tezgâhına doğru bir adım attı, ayakkabısı yoktu, eve ayakkabıyla girmezdi. "İnsan kızamıyor da, garip."

Tezgâhın arkasına geçip buz dolabına doğru yürümeye başladığında hiçbir şey demeden ellerimi önümde kavuşturdum ve ayaklarımı izledim. Çorap giymemiştim, çantamdan bir çift almam gerekiyordu. Dün ki çoraplarımı yıkamış, kuruması için banyoda bırakmıştım. Portmantoya geri döndüm ve ayağıma dikkat ederek eğildim, çantamdan kendim için bir çift çorap ile eczaneden aldığımız merhemi çıkardım. Bir müddet Hazer Han yokmuş gibi davranıp hareket etmeliydim, aksi halde heyecandan telaşa düşüyordum.

Geçip geniş koltuklardan birine oturdum ve elimdekileri yanıma bırakarak pantolon paçama uzandım. Biraz dar olduğu için yukarı sıyırmak zor olsa da halletmiştim. Odanın içerisini yoğun derecede dolduran gün ışığına minnettar kalarak şişliğimin durumuna baktım; neredeyse dün ile aynıydı. Torbanın içerisinden merhemi çıkardım ve şişliğe sürmek için kapağını açtım. Dün gece de sürmem gerekiyordu ama akışın içinde kendimi kaybetmiş, unutmuştum. Yüzümü, çekeceğimi ön gördüğüm acıyı hissederek buruşturduğumda, "İzin ver," dedi Hazer Han, aniden. Göz ucuyla ona bakarken, mesafeyi anbean eriterek yanıma kadar geldi. Ayağıma bakıyordu. "Bırak da ben yapayım."

Kararsızlıkla alt dudağımı kemirdim. Kendim yapabilirdim, bunu yapmasının bir gereği yoktu. Üstelik parmakları ayağıma değinde gıdıklanıyor, huylanıyordum. Ona hayır demek neden zordu? "Neden siz yapasınız ki?" Diye sordum, kirpiklerimi kırpıp dururken.

Uzanıp sırtındaki lacivert kumaş ceketini çıkartıp koltuğun kenarına bıraktı ve telaşsız bir şekilde, tek dizinin üzerinde önüme çöktü. Ağzım kurudu ve dilimle dudaklarımı ıslatarak en azından dudaklarımı bu çorak hissinden korumaya çalıştım. Sırtımın ortasından bir ter damlası akıp belimden aşağıda kayıplara karıştı ve ellerim iki yanımda koltuğa yaslandı. "Çünkü istiyorum," dedi ve ayağımı topuğundan yumuşakça kavradı. Parmakları bileğimin üstüne doğru açılırken, Hazer Han tekrar etti. "Merhemini sürmeyi istiyorum."

Kalbim konuşacak olsa kaç derdi ama vücudum ve ruhum büsbütün halde buradaydı. Göğsüm, içinde yanığı varmış gibi kıvranıyordu. "Neden istiyorsunuz?"

Hazer Han çenesini sıkarak birkaç kez üst üste yutkundu. "İstiyorsun, demek istediğin değil mi?"

Hızlı hızlı baş salladım. "Öyle demek istedim."

"Neden istiyorum, öyle mi?" Bir diğer eliyle elimde bulunan merheme uzandı. Neyse ki temasta bulunmadan merhem tüpünü elimden aldı ve topuğumu yavaşça dizinin üzerine bıraktı. Topuğum dizinin üzerine yerleştiğinde, Hazer Han bir miktar merhem aldı ve işaret parmağının ucuyla bileğime yaymaya başladı. Huylandırıcı, beni ürperten bir histi. Rahatsızlık hissi değildi, çünkü bu hissi bilirdim. O... bana sarılmak isteyip ellerini vücuduma sardığında hissederdim rahatsızlığı. Şimdi sadece tuhaf bir duygu silsilesi vardı. Hazer Han'ın eli gibi gözleri de bileğime yoğunlaşmıştı. "İncecik ayak bileklerin..."

Evet, öyleydi. Vücudumun tamamı zayıftı, ellerim dışında... Alt dudağımı ısırarak hafifçe gülümsedim. "Evet, el bileklerimin aksine. Ellerim ve el bileklerim o kadar zayıf değil, hatta tombul."

Başını kaldırıp bana baktı. "Evet, öyle," dedikten sonra dudakları belli belirsiz kıvrıldı ve hiç ummadığım bir şey yaparak bana göz kırptı.

Hem de sol gözünü.

Bir an refleks halinde nefesimi tutarak yüzüne bakakaldım ve Hazer Han o an sanki bu hareketini yeni kavramış gibi hızla başını öne eğerek yüzünü benden sakladı. Zaten ben de ona daha fazla bakamazdım, utanırdım. Yüzümü sol tarafıma eğerek onun işini bitirmesini bekledim. Parmakları çok yumuşak, hassas dokunuşlar bırakarak bileğimin etrafına yayılıyor ve ağrıyı sanki savuşturuyordu. O gıdıklanma hissi yerini esrarengiz bir hisse bırakmıştı. Dokunuşu kötü hissettirmiyordu ama birinin bana dokunmasına müsaade ediyor olmak kendimi şaşırtıyordu. Bana zarar vermeyeceğini bildiğim için mi buna izin veriyordum? Ama Tanrım, bunu nasıl biliyordum ki? Nasıl güvenebiliyordum...

"Birkaç dakika kalkma, derin merhemi emsin," diye konuştu Hazer, boğuk bir sesle. Kemikli parmakları bileğimden yavaşça uzaklaştı ve topuğuma yerleşti. Ayağımı yumuşakça dizinden kaldırdı ve yere bıraktı. Hareketleri öyle yavaştı ki, acıtmamak için özenli davrandığını düşünmüştüm. Vücudumdan sıcak duygular akarken, Hazer Han telaşsızca doğruldu. "Ellerimi yıkayayım, döneceğim."

"Gracias," diye fısıldadım minnetle. Başımı ne kadar kaldırsam da yüzünü göremedim, çünkü çok uzundu ve başımı geri atmam gerekiyordu. "Sizi sürekli meşgul ediyorum."

"Deme öyle," dediğinde pürüzsüz sesi doğrudan beynime tesir etti ve düşünce düzenimi darmadağın ederek bana hakim oldu. "Mahcup olma bana."

"Tamam, olmam."

"Tamam, olma."

Arkasını döndü ve vakur adımlarla benden uzaklaştı. Vücudunun yakından uzağa doğru giderek bana mesafe açmasını izledim. Gömlek kollarını dirseklerine kadar kıvırmıştı, elleri iki yanındaydı ve pantolonu büyük oranda kırışmıştı. Merdivenlere tırmandı ve sonra gözden kayboldu.

Bileğime baktım,
Dokunduğu yerlere.

Oturduğum yerde bir kere daha ürperdim ve sanki onun arkasından böyle bir şey düşünmek beni kendime karşı utandırdı. Kafamı iki yana sallayarak birkaç dakika boyunca ellerimle oynadım ve hâlâ inmediğinde, üstünü değiştirdiğini düşündüm. Dün evinde kalmama izin vermiş, üstelik babamın mezarını bulacağını kabul etmişti. Ben de tüm bunların karşısında sadece koltuğunda oturmak istemiyor, daha fazlasını yapmak istiyordum. Bileğime dikkatli davranarak doğruldum ve tek ayağımın üzerinde mutfağa yol aldım. Dolabını açacaktım, bana kızacağını sanmıyordum.

Sanki bir şeylerini benimle paylaşmaktan rahatsız değil gibiydi.

Buzdolabını açtım ve içerisindeki kalabalığa göz attım. Acıkmıştım, kahvaltılıklara bakarken yutkunmak zorunda kaldım. Hazer Han'ın dolabı tıklım tıklımdı, şükretmesi gereken çok şeyi vardı. Cam kaseler içindeki kahvaltılıkları çıkardım ve kapaklarını açarak granit bar tezgâhına dizmeye başladım. Fıstık kafesinin içinde çırpınıyor, birkaç şeyi tekrarlayıp duruyordu. Omzumun üzerinden dönüp şefkatle ona baktım. "Huysuz bir adam için fazla sevimli bir papağansın bence."

Yanaklarım kızardığında endişeyle merdivenlere baktım ama neyse ki Hazer Han görünürde yoktu. Nankörlük mü ediyordum? Ama ne yapayım, huysuz bir adamdı. Önüme döndüm ve dolaptan biraz domates, salata çıkarıp kesme tahtasının üzerinde doğradım. Mutfağa pek girmediğim, girecek bir mutfağım olmadığı için yemek yapmaktan veya faslasından anlamazdım. Domates ve salatalıkları da bir tabağa çıkararak tezgâha bıraktım ve raftan iki çatal aldım. Tamam, tezgâhı doldurmuştum ama çay koymayı akıl edememiştim. Zaten Hazer Han'ın siyah ocağını yakmayı bilmiyordum, çünkü cam bir yüzey gibi duruyordu ve nasıl kullanıldığından anlamıyordum.

Tabureyi oturmak için çekerken, basamaklardaki sesi duydum ve sakin kalmak için derin nefesler aldım. Başımı hiç kaldırmadan onun için hazırladığım kahvaltıya yaklaşmasını izledim. Başımı kaldırmasam da kravatıyla uğraşarak yürüdüğünü görüyordum. Acaba kravatlarını takmakta zorlanıyor muydu? Bunu düşünürken, Hazer Han tezgâhın diğer tarafında duraksayarak bir süre tezgâhın üstüne göz attı. "Acıktıysan beklemeseydin keşke beni."

"Ama ben..." bir an söylemek konusunda kararsızlık yaşasamda dürüst davrandım. "Senin için hazırladım."

"Yaa..."

Hızlıca başımı salladım, tıpkı bir çocuk gibi. Hazer Han kravatını bağlamadan boynunda serbest bıraktı ve tam tabureyi çekiyordu ki, kapı çaldı. Gözlerimi kaldırarak ona baktım; çünkü yabancı insanlardan hoşlanmıyordum. Hazer bakışlarıyla beni yatıştırdı. Bu imkânsızdı ama yemin ederim oldu. Bana baktı ve korkularım yatıştı. "Kerem'i pastaneye yollamıştım," dedi ve arkasını dönerek kapıyı açmaya gitti. Bakış açımdan çıktıktan birkaç saniye sonra kapı sesi ve bunu takiben sesler duyuldu. Kerem sevinçle konuşuyordu. "Hazer Bey bu kadar çeşit çörek aldırdınız, bari ben de gelip az yiyeyim."

"Olmaz." Hazer Han'ın sesi netti. "Torbanın içinden birkaç tane al, dışarıda ye."

Kerem'in kendine has olan gülüşünü buradan bile duydum. "Allah iyiliğinizi versin Hazer Bey yahu. Siz şimdi yalnız kalmak... Tamam, tamam utanmayın ya..."

"Kerem, bas git." Hazer'in sesi sabırsızlık ve sinir doluydu.

Kerem'in gülüşü kısıldı. "Affedersiniz Hazer Bey, ben gerginliğinizi alsın diye espri yapayım dedim."

Birkaç torbanın sesi hışırdadı ve ardından Hazer homurdandı. "Bak sana çok kötü şeyler derim ama şu an ağzımı açamıyorum, sen yine de demek istediklerimi duy Kerem."

Kerem'in sesi artık varla yok arasındaydı. "Ben gideyim o zaman..." duraksar gibi oldu. "Safir Hanım'ı kontrol için hastaneye götürecek miyiz? Götürelim Hazer Bey, ihmal etmek olmaz. Hem Leyle'cığım çok güzel muayenesini..."

"Lan oğlum, beni bir sal!"

Hazer Han sesini yükselttiğinde Kerem korku içinde birkaç şey mırıldandı ve sonra sokak kapısı kapandı. Hazer Han mutfağa geri geliyordu. Aralarındaki ilişki çok garipti, bazen Hazer'in Kerem'e karşı anlayışsız olduğunu düşünüyordum ama kabul etmeliydim ki Kerem'de şansını fazla zorluyordu. Hazer Han göründü ve hemen sonra çektiği tabureye oturup pastane torbalarını ortamıza bıraktı. Torbaları açan parmaklarının hızını takip ettim. Bir torbadan sıcak çörekleri, diğer torbadan ağzı kapalı içecekleri çıkardı. "Al," dedi ve portakal suyunu bana doğru uzattı. "Taze sıkılmış bu, üstelik tadı da lezzetli." Kendi önüne doğru, Starbucks bardağı içindeki içeceği çekti ve torbayı ortadan kaldırdı. "Herife bir de çay almasını söylemiştim ama aklı leyla resmen, unutmuş."

Taze sıkılmış portakal suyunu önüme çekerken, "Neden bu kadar şey aldırdınız ki?" Diye sormadan edemedim. "Yarısı yenmeyecek bile. israf ediyorsunuz."

Duraksadı ve yüzüme, gerçekten anlamayı ister gibi baktı. Sanki ben tüm gerçeklerimle bir kapının arkasındaydım ve o anahtarları deneyerek kapıyı açmaya çalışıyordu. "Sen yersin diye aldırmıştım ama..."

Yaa. Gerçekten benim için mi aldırmıştı? Mahcubiyet yanaklarımda kırmızı lekeler bırakırken, "Yiyeyim o zaman," dedim ve hemen ardından ekledim. "Ama bundan sonra bu kadar fazla almayın, israf olacak olması hiç hoş olmaz çünkü."

"Tamam," dedi hızlıca. Dirseğini tezgâha yasladı ve yüzünü de avuç içine gömerek gözlerini kızarık yanaklarımda dolandırdı. Zaman onun gözlerinin içinde geçerli olan bir olgu değildi sanki. Zamana hükmetmiş gibiydi, çünkü gözleriyle vaat ettiği o gelecekle, geçmişten daha güçlüydü. "İsraf etmem. Hadi, sen ye de karnını doyur."

Çekingen bir şekilde çöreklere uzandım. "Paylaşalım mı bunu? Çok büyük, yiyemeyebilirim."

İç çekti. "Paylaşalım."

Çöreği iki eşit parçaya böldüm ve yarısını ona uzatarak diğer yarısını kendime aldım. Hazer çöreği elimden aldı ve ben daha kendi çöreğimden bir ısırık alamadan, o kendisininkini iki iri ısırıkta yedi. Hayretle ona bakarak mırıldandım. "Canavar gibi."

Dudağının sol tarafı kıvrıldı. "Yemek iştah açıcı olunca vakit kaybetmem."

"Ben de o kadar hızlı yiyebilirim." Nedense ona özenmiştim. Aptalca mıydı? Çocukça mıydı? Bilmiyordum ama ona yetişmek için koşmayı istemiştim sanki. Hazer Han'ın tek kaşı yavaşça kavislendiğinde ağzımı açtım ve çörekten iri bir ısırık aldım. Ağzım tamamen doldu ve yanaklarım şişti. Hımm, bu zordu. Portakal suyuna uzandım ve dudaklarımı pipete dayayarak ufak bir yudum aldım. Yutmama yardımcı olmuştu. Nefeslenerek çöreğin diğer yarısına baktım. "Boğulacaktım!"

Hazer Han eliyle yüzünü kapatıp çok derinden bir iç çekti. "Komiksin."

Gözlerimi kaçırdım. "Boğulmam komik yani?"

"Hayır... Tepkilerin çok... Bilmiyorum yani. Çevremdeki kadınlar hep cüretkâr olur, senin gibisine hiç rast gelmemiştim."

Farklı olduğumu, bazen gizemli göründüğümü biliyordum. Ben tüm bu farklılıklarımın, tutuk hareketlerimin beni çekilmez bir insan yaptığını düşünüyordum ama o sanki bunun aksini düşünüyordu. Heyecan içinde ellerime sarıldım, onlarla oynarsam ona bakmam sandım. "Benim gibi derken?"

"Ayakları yere güçlü basan ama aslında ayakları hiç de yere değmeden uçak bir çocuk gibi..." Hazer Han usulcu yutkundu ve o an, uzanıp alnımdaki teri silmek istedim. Fakat Tanrım, ne olduysa kıpırdayamadım. Dişlerini sıkarak bakışlarını çekti ve beni serbest bıraktı. Şükür. Sanki o bana bakarken, bir mengenenin içindeydim. "Her neyse, yemeye devam et."

Kafamı salladım. Öyle, yemeğimle ilgilenmeliydim. Vücudum kaskatı kesilmiş olsa da, kıpırdamalıydım. Bakışlarım önüme indi ve parmaklarım çatalı kavradı. Hemen bir şeyler yemeli, açlığımı bastırmalıydım. Portakal suyumdan bir yudum daha aldım, lezzetli ve tazeydi gerçekten. Katkısızdı, hoşuma gitmişti. Salatalıklara uzandım ve bir tanesini alıp ağzımın içinde çevirirken, Fıstık'ın kafesin içinde çırpındığını duydum. Sevimli sesler çıkarıyordu, gerçekten bunu düşünüyordum, ta ki bir sonraki çıkardığı sese kadar... "Huysuz adam, huysuz adam, huysuz adam, huysuz adam." Fıstık kafesinin içinde bunu tekrarlayıp durdu. "Huysuz Hazer, Huysuz Hazer..."

Hazer Han başını sakince kaldırdı ve ben gözlerimi kocaman açmış masaya bakarken, gözlerini önce Fıstık'a, sonra bana çevirdi. Dilini dudaklarında yavaşça gezdirdiğini görmüştüm. "Bak sen şu işe. Acaba bunu kimden öğrendi."

"Kim bilir," dedim ve telaş içinde hızlı hızlı kahvaltılıkları yemeye devam ettim. Konuşursam aptallık ederdim, konuşmamalıydım. Uzanıp elimi alnıma dayadım ve yüzümü beceriksizce sakladım. Anladı Safir! Rezil olduk, rezil!

Hazer Han üstelemedi ama anladığı aşikârdı. Sanırım bundan böyle Fıstık'ın yanında konuştuklarıma dikkat etmeliydim. Her ikimizde kahvaltının geriye kalanı boyunca hiç konuşmadan tezgâh üstündeki yiyecekleri yedik. Dün sabahta onunla birlikte kahvaltı yapmış, baya yemiştim. Bugün de yine yanında aşırıya kaçacak kadar yiyordum, çünkü çok acıkıyordum. Çöreklerin bir kısmını paylaştık. Ben alıp ikiye böldüm ve onun önüne bıraktım. Önüne ne bıraktıysam yedi, ben de o önüme ne bıraksa yedim. Her ikimizde doyana kadar yedik. Ben portakal suyumu içerken, Hazer Han sert bir kahve içti.

Kahvaltıdan kalktığım sırada Gazel'in mesajı telefonuma düştü. Sabah onunla, yetimhanede buluşacağımıza dair konuşmuştuk ve az önce evden çıktığını yazmıştı. Benim de gitmem gerekiyordu, yakınlarda bir metro ya da otobüs durağı bulup gitmeye çalışacaktım. Ben masadan kalktığımda, Hazer Han'da telefonunu cebinden çıkarıp birkaç şeye baktı. Mutfaktan salona geçtim ve dün akşam koltuğa bıraktığım ceketime yürüdüm. Tamam, evinde kalıyorum diye ortak hareket etmemiz gerekmiyordu ama ona açıklama yapma hissi uyanmıştı içimde. Ceketimi üzerime geçirirken, Hazer Han kalktı ve ceketinin potunu düzelterek salona doğru yürüdü. Tek kaşı kalkmıştı. "Bugün çalışmamız yok, nereye gitmek için hazırlandın?"

Bana açıkça nereye gideceğimi sorması nedendi? Şaşkınca suretine baktığımda, "Bileğin kötü ya," diyerek açıkladı Hazer. "Üstüne basma diye, evde otur bence sen."

"Leo'yu göreceğim, kardeşimi."

"Ha." Kravatını sakince gömlek yakalarının altına yerleştirerek başını salladı. "Git tabi ama... Ya bileğin zorluk çıkarırsa, düşersen falan bir yerde?"

"Gazel'de benimle gelecek," dedim ve sekerek, yavaş adımlarla sokak kapısına doğru yürümeye başladım. Başka bir şey dememin gereği yoktu değil mi? Sonuçta ne diyebilirdim ki? Bu çok garip bir durumdu, kalbim ve beynim düşüncelerini ve atışlarını kimseye açmazdı normalde. Kapıya kadar yürürken, Hazer temkinle ayağıma baktı. Portmantoyu açarak içerisinden çantamı aldım ve Tanrı'dan güç dileyerek askılarını sırtıma geçirdim. Ona veda etmek için arkamı döndüğümdeyse, "Sen arabaya geç, ben geliyorum," dedi Hazer Han. "Ceketim yukarıda."

"Neden arabaya geçeyim ki?"

Dik dik bana baktı. "Ee, ben götüreceğim çünkü."

Ben daha ağzımı açamadan ceketini almak için merdivenlere yöneldi ve biraz sonra gözden kayboldu. Omuzlarım düştü, itiraz edememiştim. Tamam, beni bırakması anlaşılabilir bir şeydi ama büyük ihtimalle yolunun üstünde bile değildim ki. Dudaklarımı kemirerek ayakkabılarımı giydim ve çantamla beraber kapıdan çıktım. Kerem bahçede kendi kendine gülerek dolanıyordu, ona içten ama azıcık gülümseyerek arabaya yürüdüm. Kerem arkamdan bağırdı. "Ben kapıyı açıyorum Safir Hanım, siz binin."

Ona dönmeden başımı salladım ve bahçe boyu yürüyerek büyük, kocaman demir kapıdan çıktım. Araba hemen evin önündeydi, arka koltuğa yerleşerek çantamı kucağıma aldım ve Hazer Han'ı bekledim.

Hazer Han evden dışarıya çıktı ve Keremle konuşurken bir sigara yaktı. Onun hızlı bir şekilde sigara içip, Kerem'e sık sık göz devirmesini izledim. Birazdan arabaya binecekti sanırım ama öncesinde sigara içiyordu. Acaba bağımlı mıydı yoksa arada bir mi içiyordu? Hiç içmemiş olmasını dilerdim. Böylelikle kendisine zarar vermezdi. Sigarasını birkaç dakika içinde bitirerek izmaritini kenarda duran çöp kutusuna attı ve Keremle beraber buraya doğru yürümeye başladılar. Gelip arabaya binene kadar elleri ceplerinde, başı önündeydi. Bugün gri renginde bir takım giyinmişti. İpek kravatı ve mendili olması gerektiği yerde, tertipli şekilde duruyordu. Saçlarını biraz taramış gibiydi ama arabaya binip kendisine daha yakından bakmamı sağladığında, her zaman ki gibi dağınık olduğunu gördüm.

Koltuğuna yerleştiğinde bana sadece bir kere bakıp önüne döndü, neyse ki konuşmamıştı. Dedim ya zaten onun gözleri gürültülüydü, hep bir şeyler anlatıyordu. Yanağımı serin cama dayayarak radyodan çalan şarkıyı dinledim ve gözlerimi kapatıp dans ettiğimi hayal ettim. Kendimi müziğe kaptırmak kolaydı. Döndüğümü, uçtuğumu, yükseldiğimi hayal ettim. Ufukta parlayan bir ışığa yaklaştığımı hissediyordum. Kendimi durdurulamaz bir akıntıya kaptıran su gibi, yolumu buluyordum sanki. Beni evime götürecek olan şey, kalbimin atışlarıydı. Nerede hızlı atıyorsa orada kalmam gerektiğine inanıyordum. Dans ederken hızlı atıyordu, dans edecektim.

Dans söz konusu olduğunda ruhumu dizginleyemiyordum.

Araba bir süre sonra yavaşlayarak durduğunda başımı kaldırıp baktım ve yetimhanenin demir korkuluklarını gördüm. Leo, o parmaklıkların arkasındaki duvarların içindeydi. Adresi yola çıktığımızda vermiştim ama bu kadar çabuk geleceğimizi düşünmemiştim. Toparlanarak çantama daha sıkı sarıldım ve dikiz aynasından bakarak, "Teşekkür ederim," dedim Kerem'e, içimden geldiği gibi. "Beni hep bir yerlere bırakıyorsun, üstelik oldukça naziksin bana karşı."

Kerem dişlerini göstererek gülümsedi ve bir şey diyecek olduğunda, "Yalnız ben istediğim için götürüyor," dedi Hazer Han, yerinde kıpırdanarak. "Yani seni ben götürmüş oluyorum, o götürmüş olmuyor. Değil mi? Öyle yani bence."

Gözlerimi kırpıştırdım. "O zaman direksiyona geç, beni gerçekten götürmüş olursun."

Hazer Han'ın yukarıya doğru kalkan kaşlarını gördüm ve ona böyle cesur bir cevap vermiş olmanın şaşkınlığıyla beraber hızla önüme döndüm. Kapıya yüklendim ve aceleyle açarken, Kerem'in kıs kıs güldüğünü duydum. Sanırım Hazer'i baya bir şaşırtmış olmalıydım ki, bana cevap vermemişti. Tanrı aşkına, direksiyona geçmesini söylemekte ne demekti? Ayaklarım üstünde zeminde dikildiğimde, omzumun üzerinden ona döndüm ve gözlerinin adını daha önce hiç bilmediğim bir yere açıldığını gördüm. Işıkların hiç sönmediği bir diyara. Kafasını sol omzuna doğru eğdi ve kusurumu düzeltmek için ağzımı açtığımda, tanıdık birisi ismimi seslendi: "Safir!"

Bu Gazel'di. İrkilerek bakışlarımı omzumun arkasına çevirdiğimde, Gazel'i az ilerimde gördüm. Daha onu görmenin etkisini yaşayamadan, arabadan inip kapısına yaslamış olan Galip'i fark ettim. Onunla bir an göz göze gelmek bile tüm tüylerimi ürpertti ve yüzümdeki iyiyim maskesi suratımın tam ortasında parçalandı. Çenem yüzümün altında seğirdi ve gözlerim korkuyla ondan kaçtı. Gazel beceriksizce bana gülümsedi ve eliyle yanına çağırdı. "Geliyorum," dedim ve tekrar arabanın içine eğildiğimde Hazer Han'ın arabadan çıkmakta olduğunu görerek afalladım. "Hazer..."

"Buydu değil mi?" Hazer arabanın kapısını sertçe kapattı ve etrafını dolanırken, gözlerimin içine içine baktı. Doğrularak çantama sarıldım. "Bu herifti?"

O gece... O geceden bahsediyordu. Galip'in beni kovduğu, bir paçavra gibi davrandığı aşağılayıcı geceden. Bakışlarımı kaçırdım ve Hazer karşımda dikildiğinde, "Gitmeliyim," dedim sadece. Bilmesi gerekmiyordu, bilse ne olurdu ki? Alıp o geceyi tekrardan inşa edebilir miydi? Ben ne hiç incimemiş gibi yapabilirdim ne de o incindiğimi görmemiş gibi yapabilirdi. "Bu seni ilgilendirmez, daha önce ilgilenmemeni istediğimi söylemiştim."

Yukarıdan aşağıya, hiçbir soyut veya somut his barındırmayan gözlerle bana bakıyor, kalbimi göğsüme bağlayan bir damar o böyle baktıkça genişliyordu sanki. Dediklerimden hiç etkilenmemiş gibi görünüyordu ama dişlerinin gıcırtısını duyuyordum. Başını sol tarafa çevirip bir an gözlerini yumdu. "Tanışmak istiyorum, bu da seni ilgilendirmez."

Bana arkasını döndüğünde zamana yetişmeyi ister gibi yükselen kalp atışlarıma ah vah ederek peşine düştüm ve az sonra önüne geçerek Gazel'e doğru yürüdüm. Gazel omzumun üzerinden Hazer Han'a baktı, aynı şekilde Galip'te şaşkınca Hazer'e bakıyor, muhakkak ki anlamlandırmaya çalışıyordu. Gazelle yetimhanenin kapısında buluştuğumuzda kollarını bana doladı ve parmakları sırtımda birleşti. Bu kollar güvenli ve sıcaktı. Ona zayıf bir sarılmayla karşılık verirken, "Neler oldu?" Diye sordu, kulağıma doğru. Ses tonu şaşkınlığını beyan ediyordu. "Az önce bir elektirik oldu. Ayrıca Hazer Galip'e neden öyle bakıyor?"

Sarılmamızı bitirerek birbirimizden ayrıldığımızda, tanımı olmayan bir his silsilesi içinde onun gözlerine baktım. O geceden, Galip'in ne kadar acımasız olabileceğinden haberi yoktu. Göz ucuyla baktığımda Hazer Han'ın bir adım kadar arkamda, Galip'e baktığını gördüm. Galip tedirgin bir şekilde Hazer'e bakıyor, galiba kendisine neden böyle baktığını anlamaya çalışıyordu. Evet Hazer, ona neden öyle bakıyorsun? İncinen kalp senin ki değil ya...

"Affedersin, bir problem mi var?" Galip kaşlarını çatmış, bir bana bir de Hazer Han'a bakmıştı bu soruyu sorduğu esnada. "Tanışıyor muyuz?"

Hazer Han ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirdi. "Tanışmıyoruz."

Galip kafasını salladı ve sanırım bu garip durumu normalleştirmek adına ileriye atılarak Hazer'e elini uzattı. "Tanışalım öyleyse. Galip ben. Galip Kendirci."

Hazer Han o eli sıkmadı.

Galip Hazer Han'a ve boşlukta sallanıp duran eline baktıktan sonra yüzünde ölümcül bir soğukluk oluştu ve muhakkak ki rencide olmuş hissederek elini hızla indirdi. Hazer Han'dan hoşlanmamıştı. Gözleri bir an bana çevrildi ve dişlerini daha çok sıkarken, "Çok oyalanma," dedi, Gazel'e. "Bozuşmayalım sevgilim. Eve geç dönme, ben gidiyorum."

Koltuğuna bindi ve kapıyı öfkeyle kapattı. Gazel'in ellerimi tutan elleri titremişti. Bir şey diyememişti. Araba çalıştı ve uzaklaşmaya başladığında, "Rezil oldum," diye yakındı Gazel, adeta utançtan derisinin rengi değişirken. "Ben abim demiştim, Hazer şimdi sevgilim dediğini duydu... Aman Allah'ım! Ben..."

Ellerimi hızla bıraktı ve hissettiği utanç onu boğmaya başladığında, yetimhanenin kapısından içeriye girdi. Ona Hazer'in gerçeği zaten bildiğini söyleyecek vaktim kalmamıştı. Omuzlarım çöktü ve onun yetimhanenin güvenlik görevlisine açıklama yapmasını izleyerek ileriye doğru yürüdüm. Hâlâ tam olarak Gazel'in neden böyle bir yalan söylediğini anlamamıştım ama o yalanın çoktan ayağına dolandığı aşikârdı. Üzüntü dolu bir iç çektim ve temiz havayı ciğerlerime doldururken, Gazel'in arkasından kapıdan içeriye girdim. Güvelik görevlisi Gazelle konuştuğu için beni sadece bir baş selamıyla karşılaşmıştı. İçeriye girdim ve kapının ağzında, büyük binaya baktım. Derin nefesler al. Sakin kal. Sen artık büyüdün, kimse elini ağzına kapatıp çığlığını susturamaz. Titreyen bacaklarla yürürken, bahçedeki curcuna seslerini duydum ve az sonra park alanından sıyrılıp bana doğru koşan Leo'yu gördüm.

Masumiyet ayaklanabiliyormuş diye düşündüm, onun güzel suretini görünce.

Bir şeye koşmanın, koştuğun o şeye varmanın güzel hissini bilirdim. Bu yüzden bana koşmasına ses etmedim. Sadece eğildim ve kollarımı ona açtığımda hiç duraksamadan hızla gelen vücudunu kollarımın arasına çarptı. Hafifçe sendeledim ve o an ona ilk kez kollarımı açtığımı fark ettim. Küçücük kolları boynuma dolandı ama bu his beni sıkmıyor, aksine iyi hissettiriyordu. Masumiyet şimdi kollarımdaydı ve sanki beni de temizliyordu. Su gibi. "Safir, geldin! Geleceğim dedin, geldin. Çok özledim seni Safir, kollarımı açıp ne kadar özlediğimi gösterebilirim istersen."

Bir çocuk telaşıyla kollarımdan sıyrıldı ve benimle yüz yüze geldiğinde, sahiden mutlu olduğunu gördüm. Birini mutlu etmeyeli uzun zaman olmuştu. Gülüşü, kalbime sığamadı ve taşarak ruhuma ulaştı. Sarı saçları başının iki yanındaydı ve yüzünde biraz toz vardı. "Merhaba," dedim ve uzanıp alnındaki tozları sildim. "Ben de seni özledim Leo. Ne kadar sıkı sarıldın bana öyle, az daha düşecektim."

Gülümsesinin birazı eridi ve yüzündeki mahcubiyet mutluluğunu gölgeledi. Bakışlarını utanarak kaçırdı. "Afedersin, ben seni görünce çok mutlu olmuştum."

"Hey, sorun değil." Kendime kızdım, böyle düşüncesizce konuşup kalbini kırmaya ne hakkım vardı. "Ben sana sarılmayı seviyorum."

"Ben de." Uzanıp aniden yanağımı öptü. "Sen de beni öper misin?"

Yanağı kirliydi ama umurumda değildi. Her ne kadar temas konusunda endişelerim olsa da ona sarılmak, onu öpmek bunun dışındaydı. Uzanıp dudaklarımı yanağına dokundurdum. "Büyümüşsün sanki biraz? Çok hızlı büyüyorsun hermano." *Kardeşim*

"Büyümek istemiyorum Safir." Hüzünle kollarımın arasından çıktı ve uzanıp terli alnını sildi. Park alanında çok koşturmuş, terlemişti. Ya hasta olursa? Ya ben yokken hasta olursa? "Müdire anne diyor ki büyüyünce hepimiz buradan çıkacakmışız Safir. Nereye gideceğim? Şey... Sen alırsın değil mi beni? Çok seviyorum ben seni Safir, lütfen hiç bırakma beni."

Onun küçük yüzünü avuçlarımın arasına alıp, saçlarıyla bire bir aynı renk olan gözlerine baktım. Beni seviyordu, çünkü başka hiç kimseye sahip değildi. Leo benim için çok kıymetliydi ve gücüm yettikçe ona maddi, manevi tüm desteğimi verecektim. "Sen de terk edilmekten korkuyorsun değil mi?" Beni konuşturan ruhumdu ve derimin altında adeta boğuluyordu. Bir an karşımdaki Leo değil de, küçüklüğüm oldu ve sanki ona sesleniyor gibi hissettim. "Ben de öyle... Fakat beni terk edecek birine bile sahip değilim, herkes zaten önceden terk etti. Bu bana özgür hissettiriyor, biliyor musun? Fakat eğer gerçekten korkuyorsan korkma Leo. Seni terk etmeyeceğim. Çünkü seni seviyorum ve insanlar sevdiği insanları terk etmez."

Annemin bize yaptığını, ben sana yapmayacağım.

Gülümsedi. "Söz mü?"

"Hem de abla sözü."

Şirince gülümsedi ve dişlerinin bir kısmı göründü. Hâlâ gülümseyebiliyorken gülümseyin. Çünkü karanlık size her an gölge edebilirdi. Onu karşılıksız bırakamadım ve sırf onun için ufacık bir tebessüm ettim. Fakat o sıra Leo'nun bakışları omzumun üstüne tırmandı ve kirpikleri kırpıştı. Merakla dönüp bakışlarını takip ettiğimde Hazer Han'ı gördüm.

Gittiğini sanmıştım.

Ama nasıl unutmuştum! O bana veda etmeden gitmezdi.

Doğrularak Leo'yu hemen ardımda bıraktım ve siyah demir kapının ardında dikilen Hazer Han'a doğru yürüdüm. Bakışları ardıma, Leo'ya kilitlenmişti ve onu tanıdığım bu zaman içinde bu gözleri hiç böyle bakarken görmemiştim. Sanki vücudunda bir yarası vardı ama uzanıp iyileştiremiyordu. Nefes almayı bırakmıştı ve gırtlağından hoşnutsuz bir ses çıkmıştı. Yanına vardım ve hâlâ bana dönmemiş gözlerinin peşine düşerek, "Hazer Bey," diyerek seslendim ona. "Hazer?"

Beni duymamış gibiydi, Leo'ya kilitlenmişti. Kaşlarım çatıldı, huzursuz bir duygu tırnaklarını göğüs kafesime dayamıştı ve sanki göğsümü kalbimin üzerinden kazıyacaktı. Kafamı yana eğdim. "Hazer?"

"Ona çok benziyor." Hazer ansızın konuştu ama bu fısıltı halinde, zor halde duyabildiğim bir cümle olmuştu. Tanrı aşkına, kim kime benziyordu? Bu hali bana yabancıydı ve Leo'yu ürkütüyordu. "Hazer..."

Sıçradı. Aniden geriye doğru bir adım attığında kaldırımda sendeledi ama ona uzanmama fırsat bile kalmadan toparlandı. Şaşkınlığa uğramıştım. Ne oluyordu böyle? Hazer Han Leo'nun bakış açısından tamamen çıkarak eliyle alnındaki teri sildi ve gözleri bana rast geldiğinde, hiçbir şey olmamış gibi, "Güzel çocuk," dedi.

Ellerini hızla gri, ütülü pantolonun ceplerine yerleştirdi ve kendine çeki düzen vererek omuzlarını dikleştirdi. Evet, şimdi daha iyi görünüyordu ve gözlerindeki o bakış yerini hissiz bir ifadeye bırakmıştı. Sorma gereği duydum. "İyi misin?"

Başını sallayarak cevapladı. "Kaç yaşında?"

"Sekiz?"

"Benzemiyorsunuz."

Evet, öyleydi. Leo ile fiziki benzerliklerimiz yoktu ama ruhlarımız çok benziyordu, kalp kırıklıklarımızda. "Babalarımız farklı," dediğimde Hazer Han'ın dudakları aralandı ama tek kelime etmeden başını salladı.

Annem bir fahişe diyemezdim ne de olsa. Durumu en iyi böyle açıklayabilirdim, zaten o da fazlasını sormuyordu.

Ben bu garip durum içinde bocalarken, "Mutlu görünüyordu," dedi Hazer Han, daha sakin bir tavırla. Gerçekten şimdi iyi görünüyordu. O bana bakınca yüreğimi derimin altında tutmak çok zor oluyordu. "Yani, kardeşin sana sarılırken mutlu görünüyordu..." bu bakışın ömrü uzun olsa, ciğerimde derin bir delik açılır. "Sana sarılmak böyle mutlu ediyor demek ki..."

Yıldızlar kadar uzakta görünen ama buna rağmen görülebilen bazı şeyler vardır. Uzaktadır, oraya gitmen yüz yıllarca sürebilir ama hep orada olacağını bilirsin; tıpkı gökteki yıldızlar gibi. Hazer şimdi gitse, uzaklaşsa, eriyip kaybolsa bile sanki karşımda durup bana böyle bakacaktı. Kalbim ağzıma çıktı ve ellerimi bir titreme sardı. Nereye gitsem uzaklaşabilirim diye düşündüm ama kalbimi kendimle götüremedikten sonra nereye gittiğimin ne önemi vardı ki? Nefesimi tuttum ve o gözlerini çekene kadar sustum. Hazer Han'da bakışlarını başka yere çevirdi. "Her neyse, ben gideyim. Sen işlerin bittiğinde her neredeysen ararsın, gelir seni ararım."

Bu cümleleri ciddiyetle duraksamama sebep oldu. "Affedersin, beni neden alacaksın ki?"

Elini ensesine attı. "Almayayım mı?"

"Ben..." doğru kelimeleri bulmaya çalıştım. Ne diyebilirdim? Beni alıp yine evine mi götürecekti? Buna daha ne kadar devam edebilirdik ki? Olmazdı, mantıksızdı. Duygularımla hareket edemezdim. O bana zarar vermez diye evini daha ne kadar gasp edebilirdim? Ne olarak? Balerini olarak mı? "Kendi kalacağım yere gideyim, siz de kalmama gerek yok. Ne olacak? Beni alıp evinize mi götüreceksiniz? Olmaz, gereği yok. Buna devam edemeyiz Hazer..."

Hazer başını hafifçe gökyüzüne kaldırarak burnundan çok sert bir nefes aldı. "Gelmeyecek misin yani?"

"Gelmeyeceğim."

"Gelseydin..."

"Olmaz ki."

"Olmaz mı ki?"

Başımı iki yana salladığımda Hazer Han'da beni onaylayarak başını salladı. Denilecek başka şey var mıydı? Yoktu. O şimdi kendi yoluna bakacaktı, ben de kendi yoluma. Birbirimizi bir süre görmeyecektik. Ben başımın çaresine bakacaktım, o da kendi hayatına. Geriledi ve kaldırımda uzaklaşarak mesafeyi açmaya başladı. Arkasından bakacaktım. Evet, tıpkı böyle olacaktı. Hazer Han arabasının kapısını açtı ama koltuğa binmeden önce dönüp omzunun üzerinden bana döndü. Tam bu anda nerede duruyorsam, dünyanın neresindeydim yanlış yerindeyim diye düşündüm. Doğruya yakınım, çok yakınım ama hâlâ varamamışım sanki. Gözleri, vücudunda ateşten çok su olan birini yakmayı başarmıştı. "Bir şey olursa beni ara," dedi keskin bir sesle. "Sen ne zaman ararsan açarım."

Ve sonra arabaya bindi, uzaklaştı, gözden kayboldu.

Sen ne zaman ararsan açarım demişti.

Ben ne zaman ararsam açar mısın?

Söz mü Hazer?

Söz mü?

Bir ateşi külle söndürebilirsin ama kül olman için yine yanmak gerek.

Anımsıyordum, bazı hatıraları. Çoğunda babamı, annemi, çatısı kırık evimizi. Yine hatırlıyorum o geceyi, öncekiler gibi karanlık bir geceydi ve sanırım dört buçuk yaşındaydım. Beşime az kalmıştı. Ördek peluşumu yıkamış, kuruması için sobanın yanına koymuştum. Babam odunumuz her olduğunda sobayı yakardı, odun olmazsa kâğıdı, kâğıt olmazsa kıyafetlerini... Sobanın önüne oturmuştum ve peluşumu kuruması için sobaya yaklaştırdığım sırada parmak uçlarım yanlışlıkla sobaya çarpmıştı. O an yandığımı hatırlıyordum. Bir çığlık atıp annemin yanına koştuğumu, korkuyla elimin yandığını söylediğimi ama onun umursamadığını... Sonra babamı hatırlıyorum, çığlığıma uyanıp yanıma geldiğini ve elimi soğuk suyun altına tuttuğunu. O günden sonra canım yandığında anneme değil, babama koşmuştum. Ben ağlarken anneme kızmış, ağladığımı gördüğünde bana dönmüş ve parmaklarımı elinin içine almıştı. Tanrım, bazı yaralar üflediğinde daha çok acırmış, zaman öğretiyordu bana. "Annen bile olsa bazen yarana üflemez işte," demişti babam ve sonra elimi açıp parmak uçlarıma üflemişti. "Kendi yarana kendin üfleyeceksin Safir, bu seni daha çok güçlü bir kız yapar."

Hep bunu yaptım, hep kendi yaramı üfledim. Bu bazen yaramın daha çok yanmasına, bazen bir iz bırakıp geçmesini sağladı ama her türlü yaralarımın sahibi oldum. Yaralarımı üflemesi için kimseden yardım dilenmedim, bundan sonra da yapamazdım. Bu yüzden şimdi karanlık gecede korkuyla yürüyor, kendi başımın çaresine bakmaya çalışıyordum. Soğuk bir akşamdı, bileğim acıyor ve içtiğim ağrı kesici uyku yapıyordu. Önümdeki yokuşu tırmanıyor, etrafımı gözetleyerek yürüyordum. En yakınlarımdaki bir camiye sığınmalı, geceyi orada geçirmeliydim.

Bugün yetimhaneden sonra Gazel ile yine emlakçıya gitmiştik ve emlakçı bize daha ucuz bir evden bahsetmiş, yarın gidip görebileceğimizi eklemişti. Bu yüzden daha iyiydim. O evi tutabilir, bir çatıya, bir eve sahip olabilirdim. Madem bu dünyaya sığamıyordum, dört duvar arasına sığardım. Keşke yıldızları görebileceğim bir ev olsaydı, en iri yıldızı, babamı görebileceğim bir ev.

Tanrım, evet! Ölüleri göremem ama zaten ben de bu hayat için fazla hayalperest bir kızım.

Yokuşu tırmandım ve üstümdeki cekete daha sıkı sarılarak köşeyi döndüm. Etrafta yürüyen birkaç insan vardı ama hiçbirinin şüpheli hareketi yoktu. Kaldırımda, sarı taşlara basarak yürüdüm ve caddenin karşısına geçmek isteyerek durduğumda, önümde bir gölge belirdi. Ürperdim ve az insanın bulunduğu sokakta, gölgesini ensemde hissedebildiğim o kişiden ürkerek ileriye doğru bir adım attım. Tamam, bu sadece gerçekliğe dayanmayan bir korkuydu.

Gölge iri ve büyüktü, beni ürkütüyordu. Birkaç adım kadar arkamda birisi vardı. Işıklar yandı ve koşarak caddenin karşısına geçmek isterken, bileğimi daha fazla ağrıttığımı hissettim. Karşı kaldırıma geçerek soluk soluğa hiç durmadan aşağıya doğru yürüdüm ve gölgeyi takip ettim. Saklanabilirdik ama gölgemizi saklayamazdık. Arkamdaki her kimse kendini saklayabiliyordu ama gölgesini saklayamamıştı. Elimi cebime attım ve falçatamı kontrol ederek karanlık caddeye girdim. Sokak lambası yanıyordu ama oldukça tenha sokaktı. Yokuşu tırmanmadan önce gölgeye baktım ve elimi cebimden çıkararak, bir anda kendi etrafımda arkama doğru döndüm. Cebimden çıkardığım yumruğumu, karanlığın içinde gizlenen adamın suratına doğru salladım ve çığlık atarak geriye doğru kaçtım.

"Siktir!"

Kaldırımda geriye kaçarken, karanlıktaki siluetin sendelediğini ve birkaç adım kadar uzaklaştığını gördüm. Tüm bunlar o kadar kısa sürede gerçekleşmişti ki, duyduğum küfürü idrak etmem ve şaşkınlığı üzerimden atmam hiç kolay olmamıştı. Adam elini yüzüne götürdü ve gözler bana döndüğünde, gökyüzüne atılmış bir kesik sayesinde parıl parladı bu umutsuz gece.

Bu gözlerin sahibi Hazer'di.

"Sağlam yumruktu."

Ağzından kanı tükürdü ve elini dudağının üzerinden çektiğinde, kafamı iki yana sallayarak sırtımı ardımdaki duvara yasladım. Gölgenin sahibi bu gözler, bu gözlerin sahibi oydu. Buradaydı, beni takip mi ediyordu? Vücudumdan adeta ter boşalırken, "Buradasın," deyiverdim inanamayarak. "Peşimdesin."

Hazer Han tamamen doğruldu ve eline bulaşan kanı gömleğine silerek omuzlarını dikleştirdi. Ona bu kadar şiddetli bir yumruk atmıştım öyle mi? Dudağını patlatmıştım, çünkü kanamasının başka gerekçesi olamazdı. "Buradan geçiyordum da seni gördüm," dedi ve omuzlarını silkti. "Yani ben ne yapabilirim ki aynı sokaktan geçiyorsak?"

Korku ve şaşkınlık yerini sakinliğe bıraktığında, "Yalan söylüyorsunuz," dedim ve gözlerimi kocaman açtım.

"O kadar belli oluyor mu?"

"Çok ayıp," dedim ve eğilip yaşananlar sırasında yere düşmüş olan çantamı aldım. Bileğimin acısı vücudumu zorluyordu. "Aman Tanrım! Ayrıca demin küfür ettiniz."

Ağzından kan tükürdü. "Bana yumruk attın."

Evet, cidden suratına yumruk geçirmiştim. O kadar güçlü bir yumruğu nasıl atabildiğime kendimde inanmıyordum. Sanırım korku insan vücudunu harekete geçiriyordu. Ya falçatayı çıkarsaydım? Ya ona saplasaydım. Düşüncesi bile korkunçtu. Onda izi kalacak bir yara açmak ve o yaranın sahibi olduğumu bilerek yaşamak... Hazer derin bir iç çekerek vücudunu arkasındaki duvara yasladığında, sokaktaki birkaç insan dönüp bize baktı. Mahcubiyet hissi galip geldiğinde kafamı eğdim. "Ben korkunca ani bir tepki verdim, üzgünüm. Gölgenizi gördüm, bana zarar verebilecek olan birisi olarak düşündüm sizi..." kafamı kaldırdım ve ateşin etrafında uçuşmaya devam ederek ona doğru bir adım atıp dudağındaki yarasına baktım. "Çok üzgünüm Hazer, acıyor mu?"

Gözleri kısıldı ve irislerinin görebildiği tek şeyin yüzüm olduğunu hissettim. Bana, bir gerçeği görmek için bakıyordu ama gerçekleri insanlardan saklamayı öğrenmiştim. Bu kadar korkmama anlam verememişti, belliydi. Uzanıp bir kez daha parmağının tersiyle dudağının kenarındaki hasarı tespit etti. Yumruğum onu dağıtmıştı. "Üzgün olduğunu tekrarlayıp durma," dedi daha sakin bir şekilde. Sokaktan insanlar geçiyordu ama onlar akıntıya kapılanlardı, ben akıntı da durup manzarayı izleyendim. Elini yavaşça dudağından çekti. "Yumruğun gelişini gördüm, engel olsam olurdum ama... bileğini tutup seni savurmak istemedim. Olacak iş değildi yani."

Boğazıma güçlü bir yumru oturdu ve bakışlarım önüme düştü. Titriyordum, onunla yaşadığım her şey bana fazla geliyordu. Hazer Han doğruldu ve bana doğru bir adım daha atarak mesafeyi büyük oranda kapadı. Yukarıdan bana bakıyordu, kafamı kaldırsam yüzlerimiz de yakınlaşırdı ama çok utanırdım, yapamazdım. Kucağımdaki çantaya daha sıkı sarılarak dudağımı ısırdım. Tanrım, o bir mucit ve kalbimi buldu. Artık o kalbi nasıl hızlandırabileceğini biliyor. Hazer Han başımın üstünde çok derin bir nefes alıp, "Eee," dedi sessizliği dağıtarak. Vücudumdaki ısı oranı yükselmişti. "Dudağıma pansuman yapmayacak mısın?"

Bileğimin acısıyla yüzümü buruştururken, "Yapmalı mıyım?" Diye sordum.

"Yapmalısın," dedi usulca. "Güzel bir yüzüm var, kalıcı bir hasar almasını istemem."

"Evet, güzel bir yüz..." öksürdüm ve hızla geriye doğru kaçıp ona arkamı döndüm. Tanrım, lütfen artık ağzıma mukayyet olabilir misin? Çünkü ben bunu yapamıyordum. Olur olmadık şeyler konuşuyordum.  Onun yüzündendi, yakınıma girip beni telaşa sokuyordu. Sekerek hızlı hızlı izlerlemeye çalıştım. "Hadi, gidip pansuman yapalım."

Ardıma düştü. "İstiyorsun madem, gidelim."

Bir kez daha onunlaydım. Aynı sokaktan geçiyor, aynı yokuşu tırmanıyorduk. Beni nasıl bulmuştu? Karanlık gecede nerede olduğumu nasıl bilip de peşime düşmüştü? Beni takip mi etmişti? Fakat, neden? Şimdi nereye gidiyorduk? Evine. Bir kez daha geceyi o evde mi geçirecektim? Bunu neden yapıyordu? Biliyor muydu? Bana acıyor muydu? Lütfen Tanrım, bununla mücadele edemem.

Hazer Han bana yetiştiğinde ellerini ceplerine sokmuş olduğunu gördüm. Üzerinde, aynı takımı vardı ve adımları oldukça telaşsızdı. Bir an sonra duruverdi, bana döndü ve kucağımdaki çantayı iri eliyle çekip aldı. Hayrete düşüp itiraz etmek istediğimdeyse, "Bileğin acıyor," diyerek adeta azarladı beni. Ağzından kan tükürdü. "Ayrıca bu kan neden durmuyor Allah aşkına!"

Omuzlarım bir kez daha çöktü. "Keşke bana seslenseydiniz, o zaman korkup bu kadar aptalca davranmazdım..."

Homurdanıp ilerledi. "Hâlâ siz diyor ya."

Dudağımı büktüm ve peşine düştüm. Şimdi o benden bir adım kadar gerideydi ve gideceğimiz yolu belirliyordu. Ben kendi yolumu hep kendim seçmiştim, kimsenin peşine takılmamıştım ama Hazer'in peşine takılmak pek sorun olmuyordu. Bilmediğim yollara giriyordu ama varacağı yeri biliyordum. Evine gidiyorduk. Kafamı kaldırıp karanlık geceye baktım ve kendime bu gecenin yıldızını seçtim. Tanrım ne kadar uzakta? Mutluluk? Ne kadar uzağımda?

Hiç konuşmadık. Sadece yürüdük ve vardık. Evinin olduğu caddeye girdiğimizde hâlâ sekiyor, başımı kaldırmıyordum. Zaten evin yakınlarındaydık, çünkü garip bir şekilde Hazer Han'ın evinin yakınlarındaki bir camide kalmayı istemiştim. Neden bilmiyorum, sadece böylesini yapmak içimden gelmişti.

Evinin büyük, devasa görünümlü bahçe kapısı önünde durduğumuzda arabanın garajda olduğunu gördüm. Hazer Han kapıyı açtı ve elinde çantamla beraber içeriye girdi. Onun peşinden girip kapıyı kapattım ve bahçe boyunca ilerledim. Bahçede birkaç lamba vardı ve etrafımızı aydınlatmıştı. Hazer sokak kapısını da açtığında çekingen bir şekilde içeriye girdim ve o ışıkları yaktığında, sarsılarak ağlamamak için yumruklarımı sıktım.

Neye muhtacım ben? Buna mı? Bir ampulün içine gizlenmiş parıltıya mı?

Kapıyı ardımdan kapatıp kısa holü yürüdüm ve salona geçip, salondaki abajuru yaktım. Bu ışığın loşluğunu seviyordum. Geçip çekingen şekilde koltuğun birine oturdum ve Hazer'in ceketini çıkarmasını izledim. Ceketini çıkarıp koltuğun kenarına bıraktıktan sonra gömleğinin kollarını acelesiz bir şekilde dirseklerine kadar katladı. Ne kadar da güçlü kolları vardı... Kan çenesinde silik izler bırakmış, saçları bir hayli dağılmıştı. Kollarını kıvırmayı bıraktı ve mutfağa yürüyüp buzluğu açtı. İçerisinden mavi bir torba çıkarırken, Fıstıkla konuştu. "N'aber zibidi?"

Fıstık ona karşılık verdi. "N'aber zibidi?"

"Anca beni tekrarla dur," dedi Hazer Han, oldukça sakin şekilde. Onun kafesine doğru yürüdü ve Fıstık'a hırladı. "Yine mi yemedin yemini?"

Fıstık ona gagasıyla vurduğunda Hazer Han homurdandı ve papağan bunun karşılığında onu taklit etti. Sevimliydi. Hazer Han insanlara yumuşak yaklaşan birisi değildi, papağanına bile. Fakat onda garip bir şey vardı. Size zarar vermeyeceğinin teminatını veren o bakışlar... Sizi, derinliği ölçülemez bir karanlık kuyuya hapsetse de geri dönüp kurtaracağını söyleyen o bakışlar.

Hazer Han elinde bir küçük buz torbasıyla beraber mutfaktan çıkıp salona doğru yürüdü ve önüme gelen kadar gözlerini üstümden çekmedi. Ateşi yakarsın anlarım ama onu neden bana sıçratıyorsun? Işığı sevdiğim ateşi sevdiğim anlamına mı gelir? Koltukta geriye yaslandım ve parmaklarımla oynarken, Hazer Han gelip koltuğun diğer tarafına oturdu. Aramıza bir mesafe ekledi ama buna rağmen vücudunun sıcaklığını sanki hissettim. Buz torbasını dudağının kenarına yasladı. "Nerede kalacaktın ki?" Dediğinde anladım, neyden bahsettiğini biliyordum. Biliyordu. Bir evim olmadığını, sokakta yaşadığımı...

Bunu, çaresizliği nasıl anlatabilirdim ki? Boğazım yandı ve çenem titredi. Sağ çıkamayacağım, çünkü çoktan parçalanmışım. "Cami avlusunda," dedim kısık sesimle. "Oralar parklara göre daha güvenli."

Hazer Han'ın bir an nefesi kesildi ve sonra çok sert bir şekilde yutkundu. "Anlıyorum."

"Anlıyorsun."

"Bu..." Hazer Han'ın boğazından, mücadele içinde bir ses çıktı ve ellerim titreyerek dizlerime yaslandı. "Mümkün değil! Ne zamandan beri? Nasıl yaptın? Sen karanlıktan bile korkuyorken..."

"Konuşmak istemiyorum," dedim sadece. Bunu onunla paylaşmak zorunda değildim. Biri bana susmamı söylediğinde susmuştum ve konuşmamı istediklerinde konuşmayacaktım. Artık birilerinin bana bir şeyler dayatmasını istemiyordum. "Çünkü konuşmaya başlarsam susamam."

"Safir Mila..."

"Konuşmak istemiyorum," diye tekrarladım daha kararlı ama yalvarırım sorma diyen o ses tonuyla. Beni dinlemeye, gözlerimden başlar mısın? Ben de senin gibi susarım ama gözlerim gürültülüdür. "Sana bundan bahsetmeyeceğim tamam mı? Ben böyleyim." Elimi ağzımın üzerine örttüm ve omzumun üzerinden ona döndüm. Elime baktı, ağzımla kapattığım elime. Birkaç saniye sonra o elimi aşağıya indirdim. "Önce başkasının eli vardı, şimdi kendi elim. Konuşmam, konuşamam."

Baktı. Sadece bunu yaptı. Sanki zaman ağır çekimdeydi ve aslında bin yılmış gibi gelen bir ânı yaşıyorduk sadece. Parmaklarımda, vücudumda bir sızı vardı. Hava ağırlaşmış, omuzlarıma binmişti adeta. Delice almama rağmen hiçbir nefes yetmiyor, ellerim amansızca terliyordu. Hazer Han burnundan içeriye sert bir nefes alarak buz torbasını bana uzat. "Pansumanımı yap o halde."

"Doğru." Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Ben patlattım sonuçta."

"İyi yumruk atabilmen güzel, sana yaklaşanları böyle haklayabilirsin."

"Evet, güzel."

Mavi buz torbasını elinden aldım ve soğukluğu avucumu hazırlıksız yakaladığında derin bir iç çektim. Bazı şeylerin kapladığı alan küçük olsa can yakıcı olabiliyordu. Hazer Han koltukta geriye kaykılarak sırtını ardına yasladı ve kafasını da koltuğun arkasına gömerek elini dizine yerleştirdi. Ona biraz yaklaşmam gerekiyordu. Örüğümden sıyrılan saç tutamlarını alelacele şekilde kulağımın arkasına koyarak mesafeyi azalttım ve yüzümü yüzüne doğru eğerek elimdeki buz torbasını dudağının kenarına bastırdım. Kan ince ince akıyordu. "Önce temizlememiz gerekmez mi?" Diye sordum endişe içinde. "Kan akıyor."

"Yok, buzu bastır ki şişmesin."

Mırıldandım. "Sabihondo." *Çokbilmiş*

Hazer'in gözleri yüzümde sabırla geziyordu. "Ne dedin?"

"Peki gibisinden bir şey dedim."

Fazla kurcalamadı. Eh, benim işime gelmişti. Aslında onu böyle kandırmak hiç ince bir davranış değildi, hatta kaba bile sayılabilirdim ama İspanyol'ca konuştuğumda bana anlamamış gözlerle bakması hoşuma gidiyordu. Alt dudağımı ısırarak kendimi azarladım. Utanç vericiydi. Hazer Han'ın derin bir şekilde yutkunduğunu duyduğumda bakışlarımı yüzünün yukarısına çıkarıp gözlerine isabetledim. Bakışlarının rengi atmıştı ve daha sık soluyordu. Buzu hafifçe bastırarak başımı sol tarafa eğdim. "Acıyor mu?"

"Erkekler canları acısa bile acımıyor der."

Öyle mi derlerdi? Bilmiyordum. Babamı düşündüm. Haklı olabilirdi. Oda canı acıdığında belli etmemeye çalışır, gülümsemelerle kandırırdı beni zamanın birinde. Buzu dudağının kenarında yumuşakça gezdirdim. "Neden öyle dersiniz peki?"

Homurdandı. "Seninle erkekleri mi konuşalım?"

"Hayır," dedim incecik bir sesle. Neden böyle tepki verdiğini anlamamıştım. Yanağına baktım, sakal izlerini gördüm. "Senden bahsediyorum. Neden acısa bile acımıyor diyorsun?"

"Sızlanmaktan hoşlanmam çünkü," diye açıkladı kendine has, esrarengiz bir ses tınısıyla. Yüzümüzün mesafesi yüzünden nefesinin ağır ağır süzülüşünü cildimde hissediyordum. "Zaten canım pek kolay acımaz. Beni acıtması için sağlam bir darbe olması lazım."

Dudağım hafifçe kıvrıldı. "Süper kahraman gibi mi?"

Gözlerini yumarken dudaklarında belli belirsiz, hayalle gerçek arasına sıkışıp kalmış bir gülümsemenin kırıntılarını gördüm. "Süper kahraman gibi."

Gözlerim, buz torbasının altında kalan gülümsemesine takıldı. Dudakları kalındı, kan yüzünden kirli görünüyordu ama tiksindirmemişti. Parmaklarım gülümsemesinden arta kalanlara azıcık değiyordu ve sakalları olmamasına rağmen sakal izlerini hissedebiliyordum. Hem de parmaklarımda. Cildi pürüzsüzdü ve ışık altında, bir balığın pulu gibi parlak görünüyordu. Gözleri tamamen kapalıyken onu izlemek özgür bir eyleme dönüşmüştü. Kirpiklerini bile kırpmadan, sadece sık nefesler alarak ve yutkunarak duruyordu. Ha, biraz da terliyordu. Bir elini kaldırarak üzerindeki gömleğe uzattı ve yakasındaki birkaç düğmeyi yavaşça çözdü. Buz torbasından birkaç damla su dizime aktığında irkildim ve bakışlarımı kaçırdım. "Yeterli mi? Çekeyim mi buzu?"

"Hayır hayır." Hazer Han gözlerini açtı ve hafifçe doğrulurken, elini hızla gömleğinin yakasından çekti. Bir an sanki aramızda duran hava yandı ve külleri genzime kaçtı. İçime ateşi çektiğimi hissettim. "Çekme, biraz daha kalsın."

Öksürsem, içime kaçan o ateşi dışarıya atabilir miydim? Parmak uçlarım dudağının az üstüne temas etti ve buz titreyen elimden kaydı. Onu son anda tutmayı başararak kafamı salladım. "Biraz daha kalsın."

"Buz."

"Tabi, buz."

Gözlerini bir daha kapatmadı. Açık kaldı. Parmakları, ne yapacağını bilemeyen bir çocuk gibi hiç rahat durmadan dizinde kıpırdanırken, yanaklarımın bariz şekilde kızardığını hissettim. Bakışlarının uzaklık mesafesine rağmen o amber irislere dokunarak yakıcı olan hislerin tümüne ulaşıyor gibiydim. Bir diğer gözünden öbür gözüne bakmaya geçtiğim zamanda, kirpiklerini kırpıyor ve adeta o anda gözlerine esir düşmüş karanlığa kapılıp gidiyordum. Ciğerime sert bir nefes çekerek son kez dudağındaki kesiğe baktım ve bu kadarının kâfi olduğunu düşünerek buzu çektim. "Bir de yıka bence."

Elimde buzla beraber koltukta geriye kaydım ve geniş bir mesafe açana kadar durmadım. Hazer Han başını kaldırıp doğrulurken, ben buz torbasını alıp göğsüme dayamak istedim. Fakat buna rağmen avuçlarımın içinde sıkıca tuttum ve Hazer Han'ın koltuktan kalkarak uzaklaşmasını izledim. Ellerini ensesinde birleştirmişti ve attığı birkaç adımdan sonra gözden kaybolmuştu.

Buzu sehpaya bıraktım ve bacaklarımı yukarıya çıkararak koltukta iki büklüm oldum. Soğuk bir suyun altına girmek, vücudumu soğutmak istiyordum ama buna rağmen sanki üşüyormuş gibi kendime sarılmıştım. Koltuğun yastıklarından birini çekip başımın altına koydum ve koltuğun bir kısmını işgal ederek uzandım. Biraz açtım, bileğim ağrıyordu, yorgundum ve bununla beraber uykum gelmişti. Gözlerimi bahçeye çevirdim ve görünebildiği kadarıyla uçsuz bucaksız gökyüzüne baktım. Milyonlarca yıldız ve bir ay. Yıldız kümelerine çarptı gözüm. Birinden diğerine ne kadar mesafe vardı acaba? Kaç ışık yılı ederdi?

Gözlerim savunmasızca kapanırken, burada böyle uyuyakalacağım için kendime kızmak istedim ama dudaklarımdan çıkan tek şey bir inilti oldu. Bileğim acıyordu, merhemi sürmem lazımdı. Bu ve buna benzeyen anlarda annemin yanımda olmasını istiyordum. Biliyorum, çok küçük düşürücü bir düşünceydi ama o istemese de benim annemdi ve yanımda olmasını ümit etmekten vazgeçemiyordum. Yanımda olmayı istemiyordu. Neyim vardı benim? Onu o kadar mı huzursuz ediyordum?

Üzgünüm anne ama ben bir aptal değilim, sadece seni hâlâ ve her şeye rağmen seviyorum.

Zamanı kalp atışlarımdan daha güçlü sesler doldurdu ve az sonra göz kapaklarımın önünde bir gölge belirdi. Gözlerimi açmaya çalışsam da uykunun rehavetine kapılmıştım bir kere. Yanağımı yastığa daha çok gömdüm ve omuzlarıma doğru örtülen ağırlığı hissederek adını fısıldadım. "Hazer..."

"Uyumaya devam et."

Savunmasızdım, yanımdaydı ama gözlerimi açamıyordum. Ama biliyordum işte, bana zarar vermezdi. Bu yüzden kendimi uyanmak için zorlamadan ruhumla beraber akıntıda aktım. "Hazer?"

"Evet?"

"Bileğim acıyor."

O demezdi, sızlanmazdı ama ben sızlanırdım. Söylemiştim işte canımın acıdığını. Bu beni küçük mü düşürürdü? Hayır, düşürmemişti. Bir takım sesler duydum ve yakın ya da uzakta bir zamandan sonra ayağımdaki gıdıklanmayı hissettim. Huylandım ama itiraz edemedim. Hazer Han'ın parmakları soğuk merhemi bileğimin üzerine yayarken, sadece birkaç mırıltı çıkardım. "Giderken ışığı söndürme olur mu? İstersen elektrik faturasını beraber ödeyebiliriz..."

Bir ses geldi, homurtu gibiydi. Bir şey diyemedim. Bir elimi yanağımın altına yasladım ve tatlı bir şekilde saldıran uykuya kapıldım. Zihnimin ayık kalan bir kısmında sesleri hâlâ duyuyordum. Artık bileğime dokunmuyordu, vücuduma bir şey örtülüydü ama gölge hâlâ gözlerimin önündeydi. Önce annemin, sonra babamın yüzü gözlerimin önüne geldi ve zihnimin içine dikili son lambada söndüğünde, yavaşça uykuya dalıverdim. "İyi geceler," dedi kalbini duymayı henüz yeni öğrendiğim birisi. "Senorita."

İyi geceler süper kahraman.

Ben bir katil olsaydım, döktüğüm ilk kan senin kanın olurdu.

Dizlerinin üstüne çöküp Tanrı'ya yalvarmalısın, çünkü sen beni öldürdün ama ben seni yaralı bile bırakmadım. Çünkü bunu yapmam, kimseyi öldüremem. Bazen düşünmedim değil, gerçekten düşündüm. Her şeyi farkına vardığımda, hayatımın büyük kısmında cinsel olarak defalarca kez suistimal edildiğimi farkına vardığımda onu öldürmeyi düşündüm. Bu beni kötü yapar mıydı bilmiyordum ama o an acı ve mahvolmuşluk öyle baskındı ki, kötü olmak bile umurumda olmamıştı. Gözlerim dönmüştü. Ben birinin biraz bile kan dökmeden işlediği bir cinayetim.

Yaşadığıma bakmayın. Bu sadece bir bedenin görüntüsü, kaybedilmiş bir ruhtan arda kalanı.

Onu öldüremem, fakat yaptıklarına göz de yumamam. Kendimde gücü bulduğumda onun için yapacağım şeyler vardı. Çünkü bazen onun bir yetimhanede çalıştığını, benim gibi çocukları istismar ettiğini düşünüyor ve o kadar ıstırap çekiyordum ki, yapmayı istediğim tek şey ölmesi için yalvarmak oluyordu. Kendimde o gücü bulduğumda gerçekten yapacaktım. Kendim için bir avukat bulup o adamın tüm pisliklerini ortaya dökeceğim. Yapabileceğime inandığımda onu deliğe tıktıracaktım. Nasıl yapacaktım bilmiyorum ama cezasını çekmeden ölmeyecektim. Umarım pisliğinde boğuluyorsundur.

Gözlerimi açtım ve gördüğüm ilk şey tavan oldu. Son yarım saattir uyanık olmama rağmen gözlerimi açmamış, gördüğüm kâbusun etkisini sindirmeye çalışmıştım. Terlediğimi hissettim ve elimle alnımı silerken gözlerimi etrafta çevirdim. Salondaydım, en son hatırladığım gibi. Kıyafetlerimleydim ve üzerimde bir ince pike örtülüydü. Bu kadar sorumsuz davrandığım için kendime kızdım. Nasıl burada uyur, kendimi güvene almazdım ki? Bu hiç benlik değildi. Üstelik biraz anımsayabiliyordum ki, Hazer'e bileğimin acıdığını söylemiştim ve o da merhemi bileğime sürmek zorunda kalmıştı. Nasıl böyle davranmıştım aklım almıyordu.

Üzerimdeki pikeyi kaldırarak doğruldum ve ayaklarımı yere basarak kendime çekidüzen vermeye çalıştım. Örüğüm tamamen bozulmuştu, lastiği çıkarıp bileğime yerleştirdim ve saçlarımı sırtıma doğru serpip ayağa kalktım. Sendelemiştim, çünkü halsiz hissediyordum. Saat kaçtı bilmiyorum ama günün erken bir saatiydi. Hazer Han neredeydi? Atölyede mi?

Biraz suya ihtiyacım vardı, çünkü boğazım adeta çorak bir toprak gibiydi. Mutfağa gitmek için birkaç adım attığımda gözüm tesadüfi bir şekilde cama çarptı ve Hazer Han'ın bahçesinde, küçük bir oğlan çocuğunu gördüm. Duraksadım ve hemen ardından cama doğru ilerleyerek parmaklarımı serin cama yasladım. Bahçede, atölyenin önünde bir oğlan çocuğu vardı ve Hazer Han hemen onun yanında duruyor, elinde bir uçurtma tutuyordu. Sabahın erken saatinde bu çocuğun burada ne işi vardı, merak etmiştim. Gördüğümü mantığıma sığdırmak için kendime birkaç dakika verdiğimde, oğlan çocuğunun elinde bir kamera tuttuğunu ve Hazer'in fotoğraflarını çekip durduğunu gördüm. Hazer uçurtmayı onu uzattığında çocuk kamerayı çimlerin üzerine bıraktı ve heves içinde, elindeki uçurtmayla bahçe boyu koşmaya başladı. Hazer Han arkasından Mustafa Kemal diye seslendiğinde onun kardeşi olduğunu anlamıştım. Çocuk uçurtmayı göğe çıkararak koşarken beni gördü ve duraksayarak gülümsedi.

Bu gülümsemeyi dünyanın en gerçek gülümsemesi yapan sebep, Mustafa Kemal'in Down sendromlu bir çocuk olmasıydı.

BÖLÜM SONU.

:)

Safir Mila'nın Mustafa ile iletişim kurduğunu, ona yaklaştığını düşünüyorum da gözümün önüne çok sevimli sahneler geliyor.

Demek istediğim bir şey var. Çevresinde veya ailesinin içerisinde down sendrumlu gibi muhteşem farklılığı olan tanıdıklarınız varsa bana ne gibi durumlarda ne gibi tepkiler verdiğini yazar mısınız? İnternette çok şey yazıyor, hangisi doğrudur kestiremiyorum:/

Ee değin bakalım bölümü nasıl buldunuz? Bence hem uzun hem de dolu dolu bir bölümdü. Bir sürü yorum bekliyorum sizden, ayrıca oyları da az yükseltirseniz sevinirim. Hak ettiğime inanıyorum, çünkü kısa zamanda uzun bölümler getirmek için çabalıyorum <3

Bölümü bir emoji ile anlatır mısınız?

Yeni bölüm haberleri ve alıntıları hesabımdan takip edebilirsiniz :)

Instagram: emineasr
Twıtter: emineasr

YENİ BÖLÜM 10, 12 GÜN İÇİNDE GELECEK!

EMİNE TAVUZ.

KOCAMAN SEVGİLERLE :')✨

Continue Reading

You'll Also Like

5.7M 188K 98
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...
415K 18.6K 14
Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Alacağı canları düşündükce duyduğu memnuni...
587K 34.6K 33
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
1.4M 46K 22
"Zorla evlendik farkındasın değil mi?" dedim dehşetle. Umursamadı ve gözlerimin en derine bakıp, belimde olan eli belimi okşamaya başladı. "Evet kar...