KİMSESİZLER MATEMİ.

By matmazelhayalleri

13.3M 879K 3.1M

Safir Mila Safkan, şu an olduğu yaşından çok daha ufakken, hayatının taşlarını yerinden oynatan bir olay yaşa... More

KİMSESİZLER MATEMİ.
1. Bölüm: "Hüzünlü Bir Matem."
2. Bölüm: "Bir Avuç Şekerleme."
3. Bölüm: "Kasırga."
4. Bölüm: "Çığlık."
5. Bölüm: "Çirkin Kalpler."
7. Bölüm: "Dilek."
8.Bölüm: "Kimsesizlik."
9. Bölüm: "Not."
10. Bölüm: "Işıklar Sönerse Diye Korkmak."
11. Bölüm: "Söz."
12. Bölüm: "Sadece Hazer."
13. Bölüm: "Senorita Ve Süper Kahraman."
14. Bölüm: "Müziğin Sesi."
15. Bölüm: "Balo."
16. Bölüm: "Mesafe."
17. Bölüm: "Gelmek..."
18. Bölüm: "Dudaktan Kalbe."
19. Bölüm: "Gece Yarısı Güneşi Ve Üstüne Kar Düşmüş Dağ."
20. Bölüm: "Kırgınlıklar ve Telafiler."
21. Bölüm: "Acıyı Resmetmek."
22. Bölüm: "Gemideki Kaptan ve Güvertedeki Kız."
23. Bölüm: "Kara Ay Güneşe Kavuşursa..."
24. Bölüm: "Mutluluk Balonu."
25. Bölüm: "İlham Perisi."
26. Bölüm: "Evin İçine Düşen Bomba."
27. Bölüm: "Yerle Bir."
28. Bölüm: "Hayal Kırıklığı."
29. Bölüm: "Reddediliş."
30. Bölüm: "Ay Güneşe Tutuldu."
31. Bölüm: "Müzikal."
32. Bölüm: "Bir Şehir Bin Gülüş."
Gazel & Behram.
33. Bölüm: "Işıklar Söndü."
34. Bölüm: "Fırtınada Çiçek Dikmek."
35. Bölüm: "Elmas Kalpler."
36. Bölüm: "Güzel Çiçekler ve Zehirli Bitkiler."
37. Bölüm: "Ölümcül Gerçekler ve Parçalanmış Kalpler."
38. Bölüm: "Perişanlıklar ve Bedeller."
39. Bölüm: "Artık Üzemezler Bebeğimi."
40. Bölüm: "Ateşin Etrafında Uçuşan Kelebek."
41. Bölüm: "Kana Karışan Aşklar."
42. Bölüm: "Kalpteki Avare Kelebekler."
43. Bölüm: "Geçmişin Davası."
44. Bölüm: "Kaderdeki Aşklar ve Lunaparktaki Işıklar."
45. Bölüm: "Mutluluk Ya Çok Yakınında Ya Çok Uzağında."
46. Bölüm: "Kırmızı Kurdele."
47. Bölüm: "Sevgi Ölmez Sen ve Ben Katil Olmak İstemezsek."
SEZON FİNALİ: KUZEY IŞIKLARI.
49. Bölüm: "Kuzey Işıkları."
50. Bölüm: "Yirmi Gün."
51. Bölüm: "Eve Dönüş."
52. Bölüm: "Umut Etmek Veya Mağlup Etmek."
53. Bölüm: "Aile."
54. Bölüm: "Oyun."
55. Bölüm: "Yıkımın Ardındaki Gürültü."
56. Bölüm: "Sevginin Kıymeti."
57. Bölüm: "Beyaz Pointler."
RAFLARINIZDA BİZİM İÇİN YER AÇAR MISINIZ?
58. Bölüm: "Kışın Güneşi, Baharın Çiçeği."
59. Bölüm: "Bahar Çiçeği Büyüyor."
KİMSESİZLER MATEMİ KİTAP KAPAĞIMIZ.
60. Bölüm: "Melek Kanatları."
61. Bölüm: "İlk Kalp Atışları."
62. Bölüm: "Islak Kirpiklerin."
63. Bölüm: "Rüya."
64. Bölüm: "An."
FİNAL.

6. Bölüm: "Bir Küçük Hediye."

226K 15.2K 46.4K
By matmazelhayalleri

Multimedya:

Selena Gomez, The Heart Wants What It Wants.

Merhabalar :') Daha kısa bir vaktin ardından gelmiş bulunmaktayım. Bu bölümleri yazmak beni biraz zorlasa sa altından kalkabileceğimi düşünerek yazıyorum, umarım keyif alırsınız.

Yani Hazer ve Mila'yı okurken keyif almayan da ne bileyimakekdkeksk.

KaŞlArıNızı AlIyor mUsuNuZ?

Akskskdkdkdk.

Tamam, cıvımıyorum.

6. Bölüm: "BİR KÜÇÜK HEDİYE."

Babacım bak, canavarlar takım elbiselerinin altına gizlenmişler.

Elimdeki şekerimi çalıyorlar,
Korkuyorum.

Burada iyi kalpli kimse yok,
Seni arıyorum.

Babacım masallarda, sonu yazan kötülermiş,
Acımasızca öğreniyorum.

Her ölenin mezar taşı olmazmış,
Ölünce anlıyorum.

2001,

Bir kış günü:

Şehirde dondurucu bir soğuk vardı. Öyle ki merhametli bazı insanlar dışarıdaki canlıların üşüyüp üşümediğini düşünürken, mahallenin birinde, sapa ve sessiz sokaktaki bakımsız evde, çatıdan damlayan yağmur suyu bir kız çocuğunun başına düşüyordu. İkindi vaktiydi ve Safir'in dışarıdan gördüğü kadarıyla hava karanlık, siyahtı. İkindi ezanı az önce okunmaya başladığında babası ona susması gerektiğini söylemişti ve konuşmak için ezanın bitmesini bekliyordu. Sobaları, evlerinin salonunda yanıyordu ve kendisi ellerini sobaya uzatmış, parmaklarını ısıtıyordu.

Kış şehre düşerken, bir babanın, kızını ısıtmak için kıyafetlerini yaktığını umursamıyordu.

Mila başını omzunun üstünden arkaya çevirerek astarı kırmızı kanepede oturan babasına baktığında, onun gürültülü öksürükleriyle sarsılan omuzlarını gördü ve beş yaşındaki aklıyla bile bunun güzel bir şey olmadığını anladı. Kalbi, tanrı'nın ona bir hediyesi gibi, kötü ve iyi olanı ayırabiliyordu. Bir keresinde annesiyle babasını konuşurken duymuş ve babasına astım diye birinin bulaştığını anlamıştı. Astım kimdi bilmiyordu ama babasını sürekli öksürtüyordu. Rüzgar cama çarptığında, odanın içine yayılan sarı ışığın sebebine, tavandaki ampule baktı. Küçük, iki kanepeli, tek pencereli ve beyaz duvarları olan bu odadaki tek eğlencesi televizyondu. Şirinleri severdi ama gargamel'i değil. Babasının üstündeki battaniyeyi düzeltmek için sobanın önündeki minderden kalkarken, "Artık konuşabilir miyim baba?" Diye sordu, oldukça kısık bir sesle. İçeriden annesinin şarkı söyleyen sesini duyuyordu. Çay bela çav. "Biz susarkan annem neden konuşuyor?"

"Çünkü o ezana benim kadar saygı duymuyor."

Safir babasının yanına vardığında ve battaniyeyi tombul elleriyle babasının omuzlarından aşağıya örttüğünde, elinin üstüne aldığı öpücükle ödüllendirildi. Babası işten yeni gelmiş, sobayı yakmış, onu ısıtmıştı ve şimdi annesi işe gidecekti. Annesi hep geceleri işe gidiyor ve babası ona hep kızıyordu. Sonra annesi babasının heykellerini kırıyor, babası da o heykellerin başında ağlıyordu. Tüm bunlar onu üzüyordu ama çok küçük olduğunu, küstüklerinde onları barıştırmak için bir şeyler yapamayacağını içten içe biliyordu. babasının sakalsız, temiz yüzüne hasretle baktı. "Anneme söyleyeyim, senin için çorba ısıtsın babacım."

"Isıtmaz," dedi babası kederli bir sesle. "Sen, yemediğini yedin mi Safir'im, yakutum?"

Bir vakit önce annesi, çok acıktığını söylediği için ona çorba ısıtmıştı. Karnı toktu. Gülümsemesi, sevgi dolu kalbinden beslenerek büyüdü dudaklarının kenarlarında. "Annem bana ısıttığında yedim," diye cevap verirken, eliyle göbeğini ovuşturdu ve babasının gülümsemesini sağladı. "Şimdi anneme söyleyeceğim, senin için de ısıtacak."

"Isıtmaz," diye tekrarladı  babası, bir kez daha, kaybettiği gülümsemesiyle.

Safir Mila yalanlarla büyümeyen ama doğruları bazen kabul edemeyen bir kız çocuğuydu. Aklı ve kalbi, annesinin hasta babası için çorba ısıtmamasını anlamakta zorluk çekiyordu. Bu yüzden babasını, yanaklarından öperek odanın çıkışına doğru koşturdu ve parmak uçlarında yükselerek kapıyı açtı. Koridora çıktığında ani sıcaklık değişimi üşümesini sağladı. Soba bir tek oturma odalarında yandığı için evin diğer alanları soğuktu ve Safir odadan her çıktığında, tekrar salona dönmek için can atıyordu. Koridor boyu yürüyerek annesinin, babasıyla birlikte kaldığı odanın kapısı önünde durdu ve tüm gücünü kullanarak kapıyı açtı. Kendisine göre gayet güçlü bir kızdı, hatta babasını sabahları, işe göndermek için yatağından kaldırabiliyordu. Kollarına baktı, biraz tombullardı galiba.

"Ne istiyorsun Mila?"

Annesinin tiz sesini duyduğunda, ürpererek bakışlarını yukarıya kaldırdı ve annesinin, aynaya bakarak rujunu sürdüğünü gördü. Kıvırcık saçları kabarıktı ve Mila sürekli onlarla oynamak istese de annesi eline vurarak bunu engellerdi. Saçları sırtında salınırken küçük adımlarıyla annesinin yanına vardı ve dikkatini çekmek için ellerini onun eteğine yerleştirdi. Kadın rengi güzel olan eteklerinden birini giymişti ve yüzünü boyamaya devam ediyordu. Eteğinin ucunu çekiştirdiğinde annesi sabırsızca soluyarak omzunun üzerinden kendisine döndü. Gözleri, ona bir annenin bakması gerektiğinden uzak şekilde bakıyordu. Ölmeden mezarına çiçek bırakır gibi. "Ne var Mila? Dolanmasana ayak altında."

Safir, annesinden onun alamayacağı hiçbir şey istemiyordu. Oyuncaklar, elbise, çikolata, arkadaş... bunların hiçbirini istemiyordu. Sadece ondan sevgisini istiyordu. Sevgi alıp veriliyor muydu? Annesi ona ne verse sevgisini vermiş olurdu? Bir öpücük, saçlarına bir el izi, yanağına bir dokunuş... Dudaklarını büktü. "Babama çorba ısıtır mısın?"

Dili, bazı harfleri peltek çeviriyordu ve Türkçe başladığı bazı cümleleri İspanyol'ca tamamlıyordu. Annesi ondan hep onun dilini konuşmasını isterdi ama Mila babasıyla daha çok konuştuğu için dili Türkçe'ye daha yatkındı. Annesi elindeki ruju sertçe masaya bıraktığında, hafifçe ürktü. Annesi masallar bilmezdi ama masallardaki kötü kadın olmayı iyi bilirdi. "Baban da baban," diye söylendi annesi, ağzını yayarak. "Bir kerede annem desen öleceksin zaten. Molestia! Çorba falan ısıtmıyorum Mila, acelem var."

Safir Mila, yapması gereken bir şeyler olduğunu hissediyordu. Tüpü yakamazdı, babası halsizdi ve onu koltuktan kaldırmak istemiyordu. Ee, çorbayı nasıl ısıtacaktı? Annesi babasına neden hep küsüyordu? O da kalbine küsse, kalbi onunla bir daha konuşmaz, hızlı da çarpmazdı belki. Sonuçta kalp bizimle, atarak konuşuyordu. Kalbin dili, ritmi değil miydi? Küçük aklı karışırken, bir ayağını yere vurarak annesinin eteğini çekiştirmeye devam etti. "Annecim lütfen, lütfen. Babam işten geldi, çok aç. Hadi, ona bir şeyler hazırlayalım."

Kollarını kadının beline sararak yanağını karnına yasladığında, amacı annesini, sevgisi sayesinde ikna etmekti ama hiçbir şey istediği gibi olmuyordu. Annesi onu kolundan yakalayarak ittirirken, "İşe geç kalırsam çorbayı alacak o parayı bile bulamayacağız," diye bağırdı ona kadın. Mila sarıldıkça, annesi onu ittiriyordu. "Çekil ayak altından Mila! Ben sana ne demiştim? Tanrı, annelere karşı çıkan çocukları cezalandırır."

"Tanrı, çocuklarını üzen anneleri de cezalandırmalı öyleyse!"

"Seninle cezalandırılıyorum ya zaten..."

Safir durdu, bu nasıl bir cümleydi anlamamıştı. Bazen aklının çok büyük olduğunu düşünse de bazen annesinin dediklerini hiç anlamıyordu. Son kez kollarından tutularak itildiğinde, ayakları birbirine dolanmıştı. Kadın, giyinmek için yatağın üzerindeki siyah paltosuna uzanırken, Mila son bir çırpınışla elleriyle annesinin eteğini çekiştirdi. Gitmesini istemiyordu. Babası için çorba ısıtmasını, bir kez babasına gülümsemesini istiyordu. Dudakları seğirdi. "Annecim, eğer çorba ısıtırsan bundan sonra senin dediğin her şeyi yaparım. Mama por favor! *Anne lütfen*

"Başımın belası!" Bu cümlenin ne tarafı güzeldi? Her tarafı Mila için çirkindi. Hiç güzel değildi ama annesi her sesini yükselttiğinde kendisine baş belası olduğunu söylüyordu. Annesi bu sefer dizlerinin üzerinde onun hizasına eğilerek büyük elleriyle yüzünü kavradığında, kendisine kızmış olduğunu gördü. Göz gözelerdi. Kötülüğü, annesinin gözlerine baktığında öğrenmişti. "Babana çorba ısıtmayacağım, anlıyor musun? Koskocaman kız oldun ama bir şeyi yüz defa tekrarlamak zorunda kalıyorum! Git ve oyuncaklarınla oyna, yoksa parmaklarının hepsine tekrar iğne batırırım. Cıs!"

Kız, parmaklarına batan iğneleri anımsadığında gözlerini korkuyla büyüdü. Annesinin neden böyle yaptığını anlamıyordu. Fakat babasının aç olduğunu biliyordu ve annesine ısrar etmekten vazgeçmek istemiyordu. Parmaklarıma iğne batcak olabilirdi ama sonuçta babasını parmaklarından daha fazla seviyordu. Annesine diklendi. "Hayır! Babama çorba ısıtacaksın mama!"

Annesinin elinin kalktığını gördüğünde, ondan gelecek yeni tokadı reddederek başını hızlıca annesinin göğsüne yasladı ve bundan kurtuldu. Annesi, ona kızdığı ve onu susturmak istediği zamanlarda kendisini döverdi ve bu sefer bundan kurtulmuştu ama kurtulduğuna sevinemiyordu. Annesi onu göğsünden iterek sertçe uzaklaştırdığında, yapacak bir şeyi kalmamış olmasının verdiği çaresizlikle yere oturdu. Kadın, söylenerek ondan uzaklaşmış ve kabanını giyinmeye başlamıştı. Mila onun kendisine baş belası dediğini duyuyordu. Sen tam babanın kızısın ve ben bundan nefret ediyorum diyerek devam ediyordu. Biraz bana benzeseydin, o sünepe baban yerine!

Ama Safir, babasının kızı olmaktan mutluydu.

Annesinin kızı olmaktan da... Her ne kadar annesi, onun annesi olmaktan memnun olmasa da.

"Babama yemek hazırla!"

Annesinin sesi, uzun süre kulaklarında kalacak gibiydi. "Zıkkımın kökünü yesin!"

"O ne?"

Annesi ona, onu ürkütecek kadar kötü baktığında, dudaklarını ısırarak babası için içtenlikle üzüldü. Yapabilse gerçekten ona çorbayı ısıtabilirdi ama yapamıyordu ki. Dolapta peynir ve zeytin olmalıydı, babası için onlardan koyabilirdi. Annesinin saçlarını paltonun dışına doğru atarak topuklu ayakkabılarımı giydiğini gördü, hâlâ kendi dilinde söyleniyordu. Üzüntüyle iç çekerek yerden kalkarken, kadın ona son kez baktı. Kendisine, onu ısıran bir böcekmiş gibi bakıyordu ama Safir'im yaptığı tek şey yalnızca annesini sevmekti. Annesi, kapıyı çarparak çıktığında, peşinden koşturdu ama ona yetişemeyerek kapının önünde dizlerinin üstüne çöktü.

Babasının sesini duydu.

Ellerini kucağında birleştirerek çoğu zaman işittiği bu kargaşalı sesleri dinlemeye başladığında, sırtının yaslandığı soğuk yer adeta ruhuna sızıyordu ama bunu anlamak için zamana ihtiyacı vardı. Babası koridora çıkmış olmalıydı, o halde kendine de çorba ısıtabilirdi değil mi? Bu onu sevindirdi, ta ki babasının sesini duyana kadar. "Gitme," diyordu babası annesine, çoğu kez dediği gibi. "Gitme artık!"

Annesinin topuklu ayakkabıları tıkırdıyordu halısız koridorda. Kadın, kocasına cevap vermek için gecikmeyerek. "Yeter artık," dedi tahammülsüzce, sabrı tükenmişti. "Bıktım senin bu sızlanışlarından!"

Bir elini kulağına kapadığında bunları duymaz sandı ama her ikisinin de sesi o kadar yüksekti ki, maalesef duyuyordu. Titrek bir iç çekerek tombul ellerini ovuştururken, "Ölüyorum, görmüyor musun?" Diye yakındı babası, adeta kükreyerek. Duvarlardan bir ses geldi, babasının yumruğu muydu? "Ölüyorum!"

"Sen, tüm bunlara en başından razı geldin! Ölmeyi kendin seçtin. ben, senin için bu zavallı ve sefil hayatın bir ortağı olamam."

"Seversin sandım, beni seversin sandım."

"Seni seviyorum ama parayı ve pahalı kıyafetleri daha çok."

Annesi yine kapıyı mı çarpmıştı? Her nedense hep bunu yapıyor, babasını ve kendisini üzüyordu. Onun gittiğini anladığında kapıyı kendine doğru çekerek açtı ve küçük adımlarla dışarı çıkarak loş koridorda babasını aradı. Kapının önünde, bacaklarını kendine çekerek oturmuş, ağlıyordu. Annesi babasını sürekli ağlatıyordu ama annesini ağlarken pek görmezdi. Duvar kenarından yürüyerek babasının yanına vardığında dizlerini kırarak çıplak parkeye oturdu ve elleriyle babasının saçlarını okşadı. Babası yüzünü kucağına gömmüş, sessizce ağlıyordu ve kendisine bakmıyordu. Safir Mila için tüm bunlar çok anlamsızdı. Anlamı olan tek şey kalbindeki ağrıydı. Güçlü babası günden güne zayıflıyordu ve nasıl olur da üzülmezdi ki? Omzundan bastırarak onun kendisine bakmasını istediğinde, "Baba," dedi, üzüntüler içindeki sesiyle. Yağmur, evin çatısını delecek gibiydi. "Annem bu yağmurda nasıl gitti ki?"

Bir motor sesi, sokaktan duyularak taştı evin içine.

Bunları değil, yalnızca babasına ne olduğunu bilmeyi isteyerek onu bir kez daha omzundan dürttüğünde, adam yüzündeki yaşları gömleğinin koluna sürterek yüzünü doğrulttu ve beceriksizce gülümsedi. Safir bu gülümsemeye kandı, neticede bir çocuktu. Babası onu kollarının arasına aldığında, tombul parmaklarını adamın göz altlarına yerleştirerek ıslaklığı sildi. Babasının yüzü ne kadar da güzeldi... Ama gözleri, bu yaşında bile onu rahatsız edecek kadar kederle doluydu. "Ölmek ne demek babacım?"

"Ölmek," diye tekrarladı babası, kâhırlı bir sesle. "Ruhta başlayıp bedende biten kaçınılmaz bir sondur."

Babası, ruhun ne demek olduğunu bilmediğini bilmiyor muydu? Evet, bilmiyordu. Ölüm dedikleri şey kötü şey olmalıydı, çünkü babasının sesi hüzünlüydü. Safir babasının yanaklarındaki yaşları toplamaya devam ederken, "Sen ölme baba," dedi kısıkça. Şimdi bir kız çocuğu gözlerine bakarak ölmemesini isterken hangi baba ölebilirdi? "Sen ölürsen ben çok ağlarım."

Babası daha çok ağlamaya başladığında, Safir ne yapacağını bilemeyerek telaşa kapıldı ve babası onun başını göğsüne bastırdığında, gözlerini kaldırarak tavana baktı. Tek ağlayan babası değildi, beyaz bulut yumakları da ağlıyordu. Annesi evde olsaydı Tanrı'ya isyan ederdi ama annesi çalışıyordu ve babası Tanrı'dan gelen her şeye minnettardı. Ürktüğünü hissetti. Kalbi yine onunla konuşuyor, hızla atıyordu. Duraksayarak kalbini dinledi, şöyle diyordu: babam ölmesin.

Ürkek, korkan gözlerle tavana baktığında, kalbindeki sesin yağmurun sesinden daha çok olduğunu düşünmeden edemedi. Bu ölüm fikri nereden çıkmıştı bilmiyordu ama içini huzursuz etmişti. Gözlerini sertçe yumarak babasının yıpranan nasırlı elleri tarafından yuvasına bastırıldı. Yuva, babasıydı. Kendisine bir keresinde yağmur yağarken edilen çocukların duası kabul olur demişti, öyleyse dua etmeliydi. Elini kalbine dayadı. Kalbi konuşuyor, kendisi gibi dua ediyordu. Üstelik Tanrı'dan onun istediği şeyi, şimdi bir çocuk gibi iç çekerek ağlayan babasının ölmemesini istiyordu.

Tanrı biliyor bunu,
İntihara yeltenen bir babanın yadigarıdır,
Şimdi, erkenden büyümüş çocukluğun.

Bir ormanın içinde bağırıyor gibiyim. Sesim dönüp dolaşıp bana çarpıyor, kulaklarımı dolduruyor. Ayağımın altındaki toprak aşınıyor, sesimi duyması için birini istiyorum. Orman, içim. Aşınan, ruhum. Kulaklarımı dolduran, atamadığım çığlıklarımın yankısı. Ben konuşmuyorum, gözlerime baktığında, birinin beni bulmasını bekliyorum. Beni duymanızı değil, beni görmenizi istiyorum.

İşte ışıklar bu yüzden yanmalı,
Birilerinin sizi görmesi için.

Parmaklarım arasında tuttuğum su şişesi her an kayacak gibiydi ama kalan son gücümle bu şişeyi tuttuğumdan olsa gerek, asla düşmüyordu elimden. Bu su şişesini, içindeki suyu içmem için Hazer Han vermişti ve kendisi, beni arabanın arka koltuğuna oturmayı ikna ettikten sonra az uzaklaşmış, sokağın sonunda Kerem'i arıyordu. Bunların hepsi gerçekleşeli birkaç dakika olmuştu. Ondan, arkasını dönerek beni göz yaşlarımla bırakmasını istememden az sonra arabaya oturmamı istemiş, Kerem'i beklemekten bahsetmişti.

Mahcubiyet ve utanç içerisindeydim.

Arabanın kapısı açık olduğu için kendisini, arkası bana dönük sırtını görüyordum. Gerginliği, seri şekilde yükselip alçalan omuzlarından belli oluyordu ve ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirmiş, ayakkabısının ucuyla birkaç taşı ileriye fırlatıyordu. Rüzgâr başının üstündeki saçlarını adeta okşayarak yatırıyor ve az sonra tekrardan eserek onları karıştırıyordu. Birkaç parmağımla sol yanağımdaki ıslaklığı kurulayarak bakışlarımı utançla önüme düşürdüm. Bu olana inanamıyordum, nasıl bir çirkinlikti bu? Benden ne istemişti, zengin görünümlü bir çanta bile değildi üstelik. Kerem neden hâlâ dönmemişti, yoksa bulamamış mıydı? Kendisini yorduğum, Hazer Han'ı beklettiğim için mahcubiyet duyuyordum ama bunun suçlusunun ben olmadığımı da biliyordum.

Homurtuyla karışık bir ses duydum.

"Göz yaşlarınızı silebilmeniz için mendilimi verebilirim."

Bu sesi artık tanıyordum, Hazer Han Bey'e aitti. Kafamı, bu sese tepkisiz kalamayarak yukarıya kaldırdığımda, doğrudan o amber renkli gözlerinin içine düştü gözlerim. Omzunun üstünden bana doğru dönmüştü ve yüzündeki gerginlik kırılmış, stabil ifadesine dönmüştü. Gözlerimize bakmamız için sadece küçük bir ânımız oldu. Onun omzunun üstünden, buraya doğru koşuşturarak gelen Kerem'i gördüğümde, su şişesi elimden kayarak düştü ve göğsüm, elinden uçurtması alınan bir çocuk telaşına düştü.

"Yettim de geldim," dedi Kerem, Hazer Han'ın yanına vardığında. Soluk soluğa kalmıştı, üstündeki kumaş ceketin yakaları dağılmış, saçları önüne düşmüştü ve tüm bunlara rağmen genişçe gülümsüyordu. "Kurtardım çantanızı Safir Hanım."

Bedenim gevşedi. Kerem, iri çantamı, görmem için yukarıya kaldırdığında dudaklarım bir nefes için aralandı. Sahiden çantamı kurtarmıştı, üstelik bu iyiliği yaptığı için oldukça mutlu görünüyordu. Hazer Han kaşlarını yukarıya kaldırarak Kerem'in elindeki çantayı süzerken, "Baya kolay oldu," dedi kahramanlığını sürdürerek ve omuzlarını dikleştirerek. "Buyurun, çantanız."

Arabayla olan mesafeyi kapayarak bana yaklaştığında, şaşkınlığım hâlâ bir şeyler konuşmama ve durumu toparlamama müsaade etmiyordu. Yanıma yetiştiğinde, çantayı arabanın içinde oturan bana doğru uzatarak temizce gülümsedi. Han, ikimizi izleyerek bize doğru yaklaşırken, "Kerem," diyebildim, kendisine hissettiğim büyük minnetle. "Ben... ben çok teşekkür ederim! Nasıl yaptın bilmiyorum ama çantamı ondan almışsın..." uzattığı çantamı titreyen ellerimle aldım. "Gerçekten, bir kahraman gibi davrandın."

Kerem utanarak gülümsediğinde, birkaç adım gerileyerek bana alan açtı ve çantama kavuşmamın sevincini yaşamam için izin verdi. Ağır çantamı kucağıma sığdırırken, huzursuzluğun dağıldığını hissettim ama kötü insanların her an her yerde olduklarıyla yüzleştiğim için de kötü hissettim. Kerem iyi birisi olmalıydı. Bana yardım etmişti, bir çıkarı olmadan. Hazer Han'ın bakışlarına karşılıksız kalamayarak bir saniyelik de olsa gözlerimi kaldırarak ona bakındığımda, yüzünü çerçeveleyen kemiklerin teninin altından belirdiğini gördüm. Çenesini kaşıdı. "Sizi bırakmayı teklif etmeyeceğim, sizi gideceğiniz yere bırakacağım," dedi, sesi, kabalığı için özür diler gibi, nazikti. Kerem'e tip tip baktı. "Kahraman, arabaya geç."

Kerem yüzünü astı. "Yine ne yaptım Hazer Bey ya..."

Kerem biraz komik bir adama benziyordu ve bunun yanında, yaşadığımız bu olay onun temiz kalbini görmeme fırsat vermişti. Hazer Han'ın ters bakışları altında kaputun önünü dolanarak oturduğu şoför koltuğunun kapısını açtığında, dağılan ifademi düzeltmeye çalıştım. Hazer Han ondan kaçmam izin vermiyordu, tıpkı kopya çekmeye izin vermeyen bir öğretmen gibi despottu. "Teşekkür ederim," dedim, çantamın askılarını sıkıca kavrarken. "Şoförünüz benim yüzümden yoruldu, siz oyalandınız, üstelik şey..." elimden düşen su şişesinin ıslattığı araba zeminine baktım. Siyah halı tarzındaki zemin tabanı birazcık ıslanmıştı. Dudaklarımı dişledim. "Arabanızı ıslattım."

Genzini temizledi. "Görüyorum ama kızmadım."

Çantamın kulplarını daha sıkı kavrarken, kapıyı örtmek için arabaya yaklaştı ve ben ondan başka her yere baktım. Gözleri, annesine düşkün bir çocuk gibi sürekli eteğimin altındaydı ve beni rahatsız etmesinin ilk sebebi buydu. Beni, gözleriyle bırakıyordu soluk soluğa. çok rahatsız ediciydi. Kapımı örttüğünde tuttuğum o soluğu bırakarak araba koltuğunda adeta küçüldüm. Kısa zamanda büyük üzüntü ve dehşet yaşamıştım. Kalbim hemen yorulmuştu. Hazer Han açtığı kapıdan içeriye girerek koltuğa yerleştiğinde, ceketinin önündeki düğmeyi açarak koltuğa yaslandı.

Mendilini cebinde aradım,

Evet, ceketinin cebindeydi.

Hızlıca önüme dönerek stresli bir şekilde saçlarımı kulaklarıma doğru ittirip ve bunu acele bir şekilde yaptığımda, hem Hazer hem de kerem bir an bana bakarak hemen önlerine döndüler. Fakat benim bir teşekkür borcum vardı, Kerem'e tekrar tekrar teşekkür etmek istiyordum. Çantamla beraber tüm her şeyimi kurtarmıştı haberi olmasa da. Nasıl yaptığını bilmiyordum, çirkin kalpli o adama da ne olduğunu bilmiyordum. Mahcubiyetle çantamı kucakladım. "Kerem tekrardan teşekkür ederim ama çantamı nasıl kurtardın? Umarım sana zarar vermemiştir. Bu beni çok üzer. Ne oldu o çocuğa?"

Kerem bana, aynanın üstünden baktı. Temiz yüzlü bir adamdı. Onu hiç uzunca izlememiştim, erkekleri izlemezdim. Bir kahraman gibi kendiyle övünerek, "O ne demek Safir Hanım, bir koydum mu oturttururum yani," dedi gururla. Sonra bir an duraksayarak aynanın üzerinden Hazerle bakıştılar. "Tabi koymadım, koysam mesela demek istedim. Çocuk yakalanma telaşıyla çantayı bırakıp kaçtı, anladı tabi bulaşmaması gereken birisine bulaştığını. Ben de çantayı alıp koşturdum yanınıza, aslında peşinden giderdim ama sizi bekleterek üzmek istemedim."

Çantamı kendisine zarar vermeden kurtarmış olması beni bir hayli rahatlatmıştı. O adam kötülüğünü yaparak çantamı çalmış, yakalanmaktan korkarak bırakmıştı ama yeniden bunu yaparak başka canları üzecekti. Çantama hasretle baktım. Belki saçmalıktı ama bana ait olan her şeyim buradaydı ve onları kaybedemezdim. Garip karşılanmayacağını bilsem çantamı alıp göğsüme bastırırdım ama benim deli olduğumu düşünmelerini istemezdim. Araba başka bir caddeye girdiğinde, "Bu arada çantanız çok ağır, taşırken zorlanıyor olmalısınız," dedi Kerem.

Elbette bunu fark etmiş ve şaşırmış olmalıydı. Yalam söyleyecek olmanın hissettirdiği o riyakârlık, yüzümde şekillendi. Bakışlarımı itinayla kaçırdım. "Bale kıyafetlerim falan olduğu için biraz kalabalık ama bence o kadar ağır değil. beni düşündüğün için teşekkür ederim."

İnsanları hayatımın içine almayı bu yüzden istemiyordum, onlar tarafından her an her şekilde sorgulanabilirdim ve bunu istemiyordum. Yalnızlık benim tanışıklığımdı. babam ölürken yalnızlığı benim için arkadaş bırakmıştı. Kerem, Hazer Han'ın tehlikeli bakışlarından ürkerek sustuğunda, kızgınca Hazer Han'a döndüm. Hiçbir hakkım ve yetkim olmamasına rağmen kendimi tutamayarak, "İnsanları bastırmak hoşunuza mı gidiyor?" diye sordum, onun bakışları bana rastladığında. "Kerem'i sürekli bakışlarınızla susturuyorsunuz!"

Bir insan nasıl yüz ifadesinden ödün vermeden durabilirdi ki? Sadece gözlerime baktı ve tüylerim diken diken oldu. "Kahramanınızı, gözlerine bakamadığınız bir adamdan mı koruyorsunuz?"

Becerikli dili bir an beni duraksattı. "Gözlerinize bakabiliyorum."

"Evet, iki saniye falan."

Bazen bana öyle garip cevaplar veriyordu ki, kim olduğunu unutuyordum. Doğrusu onu tanımıyordum ve vereceği hiçbir cevaba şaşırmamalıydım ama beni o kadar geriyor ve irkiltiyordu ki... Bakışlarımı utançla önüme düşürdüm. Aralarındaki ilişki için söz hakkım yoktu, karışmam belki saçmaydı ama insanların birbirini bastırmasından hoşlanmazdım. Artık emindim, Hazer zarif görünümlü kaba bir adamdı.

"Sizi nereye bırakayım Safir Hanım?"

Kerem'in sorusunu duyarak hafifçe irkildim ve dalgınca camdan dışarıya bakındım. Artık çalışıyordum, o kütüphaneye gidecektim ama maalesef geç kalmıştım. Korkuyla soluğumu tutarak, "Kütüphaneye," dedim endişeli şekilde. "Saat... Saat kaç?"

Kerem'e sorduğum sorunun cevabını Hazer Han verdi, siyah kayışlı saatine bakarak. "Dörde çeyrek var."

"Ben..." kafamı toparlamaya çalıştım ama karmakarışık duygular içerisindeydim. "Ben dört gibi orada olmalıyım, günde birkaç saat çalışıyorum. Part time gibi, ilk günden geç kalmak istemem."

Hazer Han Bey oturduğu yerde biraz daha dikleşti. "Kerem'in şoförlüğü iyidir, seni yetiştirerek bugün bir kahramanlık daha yapacağına eminim."

"Elbette Hazer Bey."

Kendileri bu hayatta, kısıtlı anlarımı paylaştığım iki erkekti ve her ne kadar bazen yanlarında korksamda bana zarar vermeyeceklerini biliyordum. Bu düşünce beni biraz rahatlattığında, çantamı ayaklarımın ucuna bırakarak omuzlarımı ovdum. Sıkıntıdan ve kasıntıdan ağrımış, sızlanıyorlardı. Yanağımı serin cama yaslayarak adeta kapıyla bütünleşmiş şekilde otururken, arabanın içini dolduran ağır kokunun damarlarımdaki nehire karıştığını hissettim.

Bu kokunun kime ait olduğunu artık biliyordum.

Rahatsız biçimde kıpırdandığımda, Hazer'in ağız dolusu bir nefes alarak koltukta hafifçe kayarak benden biraz daha uzaklaştığını gördüm. Ah, açık mı vermiştim? Ondan, ona fark ettirmeden uzaklaştığımı sanıyordum ama o öyle kurnazdı ki, elbet bunu fark etmişti. Beni yanlış anlamasını istemezdim ama üzgünüm ki erkeklere karşı bundan daha merhametli olamıyordum.

Bir daha kimse konuşmadı.

Arabadaki tek ses, alınan sert soluklar ve verilen titrek nefesler oldu. Kerem, Hazer'in dediği gibi iyi ve dikkatli bir şekilde araba kullanarak yarım saatlik yolu yirmi dakikada geldiğinde ve kütüphanenin olduğu tanıdık caddeye girdiğinde, hafifçe rahatlayarak omuzlarımı düşürdüm. Birkaç dakika geç kalmıştım ve bunu açıklamaya çalışarak beni bağışlamasını isteyecektim tatlı patronumdan. Araba, kaldırım kenarında sakin bir frenle duraksadığın ve Kerem ellerini motordan çektiğinde, bakışlarımı kütüphanenin kapısından çekerek kaçınılmaz olanı yaptım ve Hazer Han'a baktım. Beni yetiştirdikleri için onlara duyduğum minneti bilmelerini isterdim. Onun da bakışlarını omzunun üstünden beni ve gözetlerken, arabanın içi dar gelmeye başladı. Benden, sürekli nefeslerimi çalıyordu. Soluk soluğa kaldım. "Beni yetiştirdiğiniz için size minnet duyduğumu bilmenizi isterim."

"Balerinimi, kimseye karşı mahcup edemezdim."

Çantamın askılarını sıkıca kavrayarak, parmaklarımdaki tüm gücü kullandıktan hemen sonra bu ana daha fazla tahammül edemeyerek ona sırt çevirdim. Son kez Kerem'e bakarak, bir kez daha teşekkür ederek ve kendisine duyduğum minneti gözlerimle hissettirerek arabanın kapısına uzandım. Rahat koltuklu, kaliteli bu arabanın içinde daima huzursuzdum ve bir an önce inmek istiyordum. Kendimi dışarıya atarak ayaklarım üzerinde yükseldim ve çantamın askılarını omuzlarıma geçirerek kaldırıma çıktım. Başımı hafifçe eğerek baktım arabanın içine ve yine onu gördüm.

Beni izlemekten hiçbir çekince duymuyordu.

Yapısı bu olmalıydı.

Kapıyı, gözlerinin içine bakarak örttüğümde bir filmi yarıda kesmiş gibi hissettim ve gözlerimi yumarak başımı gökyüzüne kaldırdım. Derin derin, seri nefesler alarak terleyen avuçlarımla montumun yakasını çekiştirdim. Yarım saat içinde yaşadıklarım bana fazla gelmişti, beklenmedik şeyleri ve başa çıkamadığım durumları sevmiyordum. Ve o beni bu kadar gererken, aynı arabanın içinde sıkışmışken beni rahatsız ediyordu. Kaldırımdan inerken araba hâlâ oradaydı, yeşil ışık yandığında ve ben karşıya geçtiğimde de oradaydı ama kütüphanenin çıngıraklı kapısını açtığım anda tozu dumana katarak uzaklaşmaya başlamıştı.

Sahneden, ışıklar altından inerek bir kütüphanenin raflarını siliyordum ve bu, bir günde iki farklı hayat yaşıyormuşum gibi hissettiriyordu.

Kütüphane kapısını açmamla beraber ortalıkta kısıkça bir şekilde çalan zili duydum. Bu, müşterinin girdiği haberini veriyordu. Tedirginlikle loş kütüphanenin içerisine doğru yürürken kafamı kaldırdım ve kasanın ardındaki patronumun, gözlüklerinin ardından beni izlediğini gördüm. Ortalıkla birkaç çalışan ve ahşap masalarda oturan birkaç müşteri vardı. Avizeden orantılı bir şekilde dağılan ışık, kütüphanenin içini loş bir şekilde aydınlatmıştı. Kitap ve kahve kokusunu soluduğumda, titreyen bacaklarımın üzerinde birkaç adım atarak kasaya yaklaştım. Geç kalmış olmam karşısında patronumun kızgın olduğunu gördüğümde, konuşmak için ağzımı araladım ama kendisi benden önce davrandı. "İlk günden işe geç kalınır mı kızcağzım?" Diyerek sitemkâr bir şekilde bana çıkıştı. Baştan aşağıya beni süzüyordu. "Ben nasıl seni tam saatinde çıkarıyorsam sen de tam saatinde işe gelmelisin ki, işimizdeki huzur bozulmasın değil mi?"

Elbette haklıydı ve mazeretimin olması bu haklılığa engel olamazdı. Hızlıca kafamı sallayarak kendisini onayladığımı gösterdikten sonra, "Lütfen bağışlayın," dedim, bu işe duyduğum ihtiyacı bilerek. "İnanın elimde olmayan sebeplerdi. Çantam... Çantam çalındı ve ben..."

"Aaa." Tatlı patronum hayret dolu bir nidayla cümlemi kesti. "Neler diyorsun kızcağzım? İyi misin? Ah, dur bakayım sana..." endişe, gözlerinde açılan bir pencere gibiydi. "Bir şey yapmadılar sana inşallah? Kurtardın mı? Çantan sırtında olduğuna göre kurtarmış olmalısın. Ah yazık, kim ne ister senin gibi sabiden?"

Kalbim, beklenmedik olan bu tepkiye inanamayarak bir çocuk sevincinde göğsüme sırnaşırken, hayretle gözlerimi kırpıştırdım. Benim için endişelenmiş miydi? Gazel'den başka kimse benim için endişelenmemişti ve bu tatlı kadının tepkisine hazırlıksız yakalanmıştım. Gülümsedim. "Benim için mi endişelendiniz?"

Kendisine, çok garip bir soru sormuşum gibi, parmağını yüzümr sallayarak beni azarladı. "Elbette senin için endişelendim. İnsanlar bu durumlarla başka insanlar için endişelenir. Baksana, ne kadar solgun görünüyorsun. Çantanı bırak da az dinlen."

"Yok yok," dedim hızlıca karşı çıkarak. Çalışmak, paramı kazanmak istiyordum. Saçlarımı kulaklarımın arkasına ittirirken, kitap raflarına bakındım. "Yapmam gereken ne varsa, söyleyin hemen yapayım. Geç kaldım, telafi etmeliyim."

Kadın'ın gözlerinde bir ışığın parladığını gördüm. Işığı tanır ve bilirdim. Onunla, yalnızlıkla olduğu gibi arkadaştık ve nerede görsem hemen tanırdım. Kendisini, yaşından genç gösteren bir şekilde gülümsedi. "Ah kızcağzım, sen ne masumsun öyle... Işık saçıyorsun ama harcarlar seni bu saflığınla."

Bu tepkiyi hiç beklemeyerek kafa karışıklığıyla duraksadıktan hemen sonra, "Zaten harcadılar," dedim ve arkamı dönmeden hemen önce ekledim: "Ama hâlâ ışık saçıyorum."

Bacaklarım titrediğinde ve ellerime düşen nem çoğaldığında, bulutların gözlerime toplandığını hissettim ama yağmurda ıslanmak istemediğim için ağlamadım. Dalgınca kütüphanede, geçen seferde eşyalarımı koyduğum dolaba doğru ilerleyerek gömme dolabın içerisine çantamı ve montumu bıraktım. Tamam, üzülmüştüm ama iyi tarafından bakmalıydım. Tonton patronum bana baktığında ışığımı gördüyse gerçekten hâlâ parlıyor olmalıydım. Bu beni gülümsetti, gülüşüme tutunan şey sol gözümden düşen bir damla oldu.

İkincisi olmadı.

Toparlanarak ve kendime, başarmak için güçlü olduğumu hatırlatarak kasaya geri döndüğümde ve iş arkadaşlarımın sevecen bir şekilde verdiği selamı aldığımda, çalışmak için rafların önüne geçtim. Dün, rafların bir kısmını silememiştim. Kaldığım yerden devam etmeli, müşterilerin bugün yine bozduğu rafları düzeltmeliydim. Heyecanla sağ tarafta kalan ahşap rafların yanına, elimdeki sarı bezle giderek cilalı rafları silmeye başladığımda, çalışmak denen eylemle ilk kez bu kadar yakın olduğumu hissettim. Gerçekten kendim için bir şeyler yapmaya başlamıştım ve bunu kendime kanıtlamak, oturup ağlayacağım kadar mutluluk vericiydi.

Kendime bir ev tutabilir miydim?

Sesli söylemeye bile cesaret edemediğim bu hayale sıkıca tutunarak şevkle ve bir an yorulmadan, benden istenilen her işi yaptım. Burada çalışan oğlanın ve kızların adını öğrenmiştim. Hepsi temiz yüzlü, güzel ve iyi insanlara benziyordu ama kötülük, öyle sinsiydi ki, bazen kendimiz bile farkında olmazdık onun içimizde olduğunu. Toplamda birkaç cümleden fazla konuşmadım, onlarda benim çok sessiz olduğumu fark ettiklerinde benimle konuşma çabasından vazgeçtiler. Onları üzmek istemezdim ama birilerine güvenerek kendimi üzmeye de dayanamazdım. Ben olduğum yalnızlığı kabul etmiştim. İnsanlar, bazen yalnızca uğursuzluk getirirdi.

Sonuçta etraf karanlıktayken mum yakarsanız, herkes o mum ışığından faydalanmayı isterdi.

Zayıf olmama rağmen hiç yorulmadım, bir an durmadan, vazgeçmeden çalıştım. Rafları sildim, sürekli bir şekilde dağılan kitapları yerleştirdim. Müşterilere yardımcı oldum, yerlerini öğrenmeye başladığım kitapları sorduklarında onlara yerlerini söylemiştim. Kitap kokusu müthişti. Birkaç kere bir kitaba dalar gibi olarak okudum ama sonra bunun çok ayıp olduğunu fark ederek utanç içinde kitapları yerlerine bıraktım.

Kazandığım ilk paramla kendime hediye olarak kitap almalıydım.

Kendime hangi kitabı alacağımı düşünerek işlerime devam ettiğim süreden sonra, mekândaki son müşterinin de elinde kabarık bir poşetle dışarıya çıktığını gördüm. Zil, kısık bir şekilde etrafta çınladı ve müşteri şemsiyesini açarak kaldırım kenarından uzaklaşmaya başladı. Çalışanların kıyafetlerini giymek için dolaba ilerlediğini gördüğümde, bugünün son bulduğunu fark ederek duvardaki saate bakındım. Akşamın sekiziydi. Gazel bir yarım saat kadar önce arayarak, beni alacağından bahsetmiş ve ona karşı çıkmama müsaade etmeden telefonu kapamıştı. Elimdeki son kitabı rafa bırakırken, "Kızcağzım, hadi geç de üstünü giyin," dedi tatlı patronum, beni azarlayarak. "Başka bir müşteri gelmeden kapatıp gidelim."

Aceleyle kıpırdandım. "Üzgünüm, hemen..."

"Ah kuzucuğum, her şeye de üzülüyorsun."

Mahcubiyetle gülümsedim. Gülümsemek? Buna uzaktım. Parmaklarımı dudaklarıma yasladığımda dudaklarımın gerçekten kıvrıldığını hissettim. Yanaklarım ağrımıştı, çünkü gülümsememe alışkın değildi. Gülüşümü okşayarak dolaba yürüdüğümde, iş arkadaşlarımın kendi aralarında konuşarak montlarını giydiğini ve çantalarını aldığını gördüm. Oldukça sessiz bir şekilde eşyalarıma uzanarak montumu üzerime geçirdiğimde ve çantamı omzuma taktığımda, cebimdeki telefonum titredi.

Gazel, gelmişti.

Kütüphanenin camlarından dışarıya baktım,
Gazel'in kırmızı arabası sokak lambası altındaydı.

Mis kokulu, eskimiş bir zamana ait gibi olan kütüphaneden, iş arkadaşlarıma iyi akşamlar dileyerek çıktıktan ve yağan yağmurun altında, yağmur sularını paçalarıma sıçratarak koştuktan sonra Gazel'in arabasına bindim. Beni gördüğü ilk an sevgiyle kucaklamış, yanaklarıma öpücükler kondurmuş, günümün nasıl geçtiğini sorarak bana gülümsemişti. İşte, Gazel'de bir arkadaşta arayacağınız her şey vardı ve hayatımın son anına kadar ne yaparsa yapsın onu eksilmeden seveceğimi biliyordum.

Çünkü o benim, canımın köşesiydi.

Eve gelene kadar zamanını beni gülümsetmek için harcadı, işimden memnun olup olmadığımı ve tabii ki Hazer Han Beyi sordı. Ona azarlamıştım ama kendisi, bizi shiplemek konusunda ciddi görünüyordu. Benim için hayaller kuruyordu ama benim, kurduğum hayaller yüzünden bir cam yığını içinde yattığımı bilmiyordu. Her yerime batıyorlardı, o kadar çoklardı ki, kafamın içindeki hücrelerde bile hissediyordum. Tek hayalim, tutkumdu.

Bir müddet sonra eve vardığımızda ve günün yükünü taşıyan kıyafetlerden kurtularak ev pijamaları giyindiğimizde, doğrudan salona inmiş ve Gazel'in sabah bahsettiği gibi, izlemek için Titanic açmıştık. Gazel filmlere bayılırdı, geniş bir film koleksiyonu vardı. Galip'in evine ait olan bu geniş, rahatlığı inkâr edilemez koltukta, loş ışık altında, TV ekranına üzgün gözlerle bakıyorduk. Olduğum yere yabancıydım, koltukta bile rahat oturamıyor ve sürekli kıpırdıyordum. Geniş, modern, koyu renkle sahip bir evdi ve baktığımda içimi daraltıyordu. Gazel başını omzuma yaslamış, Titanic'in can alıcı sahnelerinden birisi için üzülürken, ellerimi dizlerim arasında birbirine sürterek camdan dışarıya baktım.

Galip ansızın gelse, beni yine kovar mıydı?

"Bir insan nasıl bu kadar aşık olabilir ki?"

Gazel'in hayranlıkla bezeli kısık sesini duyduğumda, bakışlarımı televizyonun geniş ekranına düşürerek sahneye baktım. Defalarca izlediklerimden birisiydi. Aşk... Bana yabancı bir kelimeydi. Yer çekimsiz bir dünya gibi uzak, anlamsız düşünceydi. "Aşk... Sanki ilk defa duyuyormuşum gibi uzak bir kelime."

Gazel omzumun üstüne imalı imalı gülerek, battaniyenin içine biraz daha sokuldu. "Dilerim birisi sana bu düşünceyi yakınlaştırır."

"Gazel lütfen. Kendisi hakkında bunları konuştuğumuzu duysa ne kadar utanırdım."

Utanç dolu serzenişime aldırmadan gülüşmesine devam etti. "Nereden duyacak canım? Şey, baksana? Belki seni beğen..."

"Aaa." Çıkıştım. "Gazel, öyle bir şey yok. Lütfen bunu kapatalım."

Yanaklarımın ısındığını hissettim. Kendisi hakkında bunları konuşmak beni geriyor ve utandırıyordu. Gazel bu konuda hayalperest davranıyordu ama herhangi bir erkeğin iması bile beni berbat ediyordu, görmüyordu. Bu çıkışıma karşın sustu ve omzuma daha çok sokularak kalın, kahverenkli battaniyesini benim de omuzlarıma örttü. Onun kolları arasındaydım, başım başının üstüne yaslıydı ve kendisi bana özgürce dokunan nadir insanlardandı. İkimizde bu anda sıcacık hissettim, çünkü birbirimizi yetim çocukluklarımızdan tamamladık. Gazel ellerimi battaniyenin altından yakalayarak, bir alışkanlığımız olan bu sevgi gösterisini yaptığında, burukça gülümsedim. Yetimhanenin soğuk odasında, bazen böyle koyun koyuna yatardık. Hıçkırarak ağladığımız gecelerde birbirimizin ellerini tutardık.

"İstiyorum ki," dedi Gazel, keder dolu sesiyle. Mavi gözlerinin göz yaşlarıyla biriktiğini hissettiğim bir andı. Biz, aynı kümenin içindeki iki yıldız gibiydik. Bu takım, iki kişilikti. "Mutlu ol. Benden, dünyanın geri kalanından, herkesten daha çok mutlu ol. Belki, hayatına, sana değer veren birini alırsan gülümsersin diye düşündüğümden bu aptallıklarım. Mutlu olmak için bir erkeğe ihtiyacımız yok elbette ama Allah kadın ve erkeği yarattıysa, birbirimizi tamamlayacak olmamızdandır..." parmaklarımı sıktı, kümemdeki takım arkadaşım. "İstiyorum ki, seni tamamlayacak olanı bul ve onunla dünyanın en mutlu insanı ol."

"Gazel..." parlamamız için, ışığımızı birbirimizle hiç gocunmadan paylaşıyorduk. Ona, minnettardım. "Eğer birine aşık olursam, bunu ilk seninle paylaşacağım..." parmağımı parmağından geçirdim. "Kardeş sözü."

Bu imkansızdı, olmayacağını bildiğim, yanından bile geçmediğim bir ihtimaldi ama zaten olasılık olarak bahsettiğim için onu kandırmış sayılmazdım. Cinayetimi üstlenen bir dost gibi, ellerimi daha sıkı tutarken, "Bir gün ben de gerçekten aşık olursam sana söylerim," dedi oldukça kısık bir sesle. Galip'e ait duvarlar bile duymamalıydı bunu. "Kardeş sözü."

"Canım..."

"Canımın köşesi."

Dünyadaki yerimi asla bulamayacağıma inansam da, Gazel'de ki yerimi biliyordum.

Canının köşesinde açan solgun, bahtsız bir çiçektim.

Zaman mıydı şimdi kalp atışları bu kadar yavaşlayan?
Ben miydim yoksa, zamanı ağırdan yaşayan?

Dünyadan bir ışık yılı kadar uzaklaşabilir miydim? Peki ışık hızına sahip olsam zamanı geçer miydim? Zamanı, arkamı dönüp mü izlerdim? Bir ışık olsam ve dünyadan uzaklaşabilsem nereye giderdim? Babamın yanına gidebilmek için kaç ışık yılına ihtiyacım vardı? Kaç zaman geçmesi, kaç takvim düşmesi gerekiyordu? Babama kavuşmak için ne kadar zamanım vardı?

Babam, bana bir iple, dünyanın en korkunç şeyini yapmayı öğretmişti.

Bencildi.

Bana masallardan bahsedip, masallardaki zalim kral olmuştu.

O ölürken, şato yıkılmış, ben altında kalmıştım.

Gökyüzünün ardına bakarken, bulutlarda babamın yüzünü ararken, ona hissettiğim kocaman özlemle başa çıkamayarak omuzlarımı düşürmüştüm. Bu sabah, onu ne kadar çok özlediğimi fark ederek mutsuz uyanmıştım ve hâlâ mutsuzdum. Kral şatoyu erken terketmişti ama prenses buradaydı ve enkazın altında deneleniyordu. Yanağımı soğuk cama yaslayarak zavallı kalbimi okşarken, "Ah papa," dedim zayıf bir sesle.  "Tu hija saldra contigo como una estrella de ese accidente." *Ah baba. Kızın senin için o enkazdan bir yıldız olarak çıkacak*

Kendime verdiğim sözün, bacaklarımdaki ve ruhumdaki tutkuyu pekiştirdiğini hissettiğimde, sabırsızca beyaz badanalı duvardaki saate baktım. Dans için buluşma saatimiz her zaman öğlen bir olurdu ama bugün saat biri kırk geçiyor olmasına rağmen Hazer Han Bey geç kalmıştı. Evet, bugün buraya ilk gelen bendim ve Hazer Han kırk dakika kadar geç kalmıştı. Bu hiç olmazdı, her seferinde birkaç dakikada olsa geç kalan ben olmuştum ama kendisi kırk dakika gecikmişti. Üstelik bugün gecikeceğimi düşünerek kahvaltı yapmadan çıkmıştım, çok açtım. Gazelle geç saate kadar film izlediğimiz için sabah erken bir saatte uyanamamıştık. Sabah telaşla evden çıkıp geldiğimde Meliha Hanım kareografiyi hazırladığını ve her zaman çalıştığımız odada değilde, gösteri salonunda olmam gerektiğini söylemişti. Tamam, utanacağım bir şeyi itiraf etmeliydim ki, geç kalarak kendini bana karşı mahcup hissedecek olması hoşuma gitmişti.

Bu çok ayıptı ama sürekli beni geç kalmam konusunda ikaz ederek kendinin geç kalması, bana bunu düşündürmüştü.

Utanmıştım, bu gerçekten ayıptı.

Utançla alt dudağımı dişleyerek bacaklarımı sahneden aşağıya sarkıtırken, başımı hafifçe öne eğerek boynumu gerdim. Sahnenin ucunda, ayaklarımı sarkıtmış vaziyette oturuyordum. Burası büyük, çok koltuğa sahip olan, geniş sahnesi bulunan bir gösteri salonuydu. Hayranlıkla sahnenin önündeki kırmızı perdelere baktım, parmaklarımla sahnenin zeminini okşayarak, "Buraya aitim," dedim, inancıma sıkı sıkı tutunarak. Ruhum, ihtiyaçla raks etti bedenimle. "Tanrım teşekkür ederim. Bana, hâlâ parlama şansı verdiğin için sana minnettarım. Bana verdiğin bu yeteneği harcamayacağıma söz veriyorum."

Sahneyi okşadım,
Saate bir daha baktım.

Tam kırk üç dakika geç kalmış...

Kapı, açıldı.

Başım, omzumun üzerinden arkaya düştüğünde, saçlarım iri dalgalar şeklinde yüzüme çarpmıştı. Onu, açtığı kapının önünde alnına düşmüş saçlarıyla gördüm. Gözlerini görmeden, düzensiz nefeslerini fark ettim ama kendini o kadar hızlı toparladı ki, bunun normal olduğunu düşünmeden edemedim. Simsiyah, ütülü takımının içindeydi ve bu takımı yine siyah gömleğiyle tamamlamıştı. Cebine baktım. Evet, kravatı yine ceketinin ön cebinden aşağıya doğru sarkıyordu. Lacivert mendilide cebindeydi ama kravatı onu biraz gizlemişti. Her daim tertemiz olan ayakkabılarının üstünde içeriye doğru bir adım attığında, oksijenin azaldığını hissettim. Alanımı daraltmıştı. Parmaklarını öne düşmüş saçlarına yerleştirerek onları arkaya doğru tararken, "Safir Hanım?" Dedi mesafeli sesiyle. Sesi, büyük alanda yankılanarak doldurdu kulaklarımı. "Merhaba."

Parmaklarımı sahneden çekerek kucağıma bırakırken, "Hazer Bey," diyerek karşılık verdim, tek solukta. Kendime engel olamayarak mırıldandım. "Geç kaldınız."

Gözlerimin parladığını hissettim, zafer parıltısı mıydı? Bir an bu düşünceden tekrardan utanarak bakışlarımı kaçırdığımda, aslında kaçmak istediğim sokağa yanlışlıkla girdiğimi hissettim. Göz göze geldik. O kaşı kavislenerek yükseldiğinde, "Beni iğneliyor musunuz?" Diye sordu, amacımı anlamakta gecikmeyerek. Saçlarını tarayarak salonun içine ilerledi. "Mahcubiyetim hoşunuza mı giderdi?"

O sahneye doğru yaklaştıkça, gerginlik vücuduma çekilen elektrikli bir ip halini alıyordu. Hedefini belirlemiş vaziyette, yavaşça ilerliyordu buraya. "Evet," diyerek utandığım bu durumu kabul ettim. Kan, yanaklarıma yüklendi. "Hoşuma giderdi."

"Fakat mahcup değilim."

Alt dudağımı ısırarak gözlerimi kırpıştırdım. "Ama olmalısınız," dedim, beni tökezletmesine izin vermeyerek. "Ben birkaç dakika bile geciktiğimde mahcup hissediyorum."

Kollarını geniş göğsü üstünde bağlayarak, bana, sınırlarımı tehdit etmeyecek kadar yaklaştıktan sonra duraksayarak yukarıdan aşağıya bana baktı. Onu görmem için boynumu arkaya yatırmıştım ve avuçlarıma düşen nemin benzeri, ensemden aşağıya kavislenerek iniyordu. Neden, beni izlemekten çekinmiyordu? "Gecikeceğimi Meliha'ya söyleyerek sana iletmesini istemiştim," dedi, sesi karakteristlikti. "Cuma günleri, dersimiz bir değil de iki de başlasın."

Cuma gününün ne farkı olduğunu bilmiyordum ama elbette böyle bir cömertlik yapabilirdim. Kaşlarımı çattım. "Ben gecikecek olsam Meliha Hanım'a değil, size haber verirdim," dedim, göğüslerimin arası bir nehir gibi ıslaktı. Ter her yerden basıyordu, gerginlik bunaltıcıydı. "Siz de öyle yapmalıydınız Hazer Bey."

"Burcun akrep mi?"

Bu, ondan duyduğum en şaşırtıcı soruydu. Afalladım. "Efendim?"

"Gözlerindeki zafer parıltısı, bana bir akrep kadını olduğunu düşündürdü."

Nefesim gırtlağımdan kürekle kalkıyor gibi, seri ve düzensizce solurken, kalp atışlarımın gerginlikle beraber daha da hızlandığını fark ettim. Utançla titreyerek bakışlarımı uzaklaştırdım. Evet, akrep burcuydum. "Yanlış anlaşılmak istemem. Ben sadece, bu tür durumların yaşanacağını ve birbirimize anlayışla yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum."

Bedenime çekilen elektrikli ip, biraz daha gerildiğinde, başını sol omzuna düşürdüğünü görmüştüm. "Balerinim, terliyorsun."

Bugün, daha ne kadar utanacaktım? Evet, elbette terliyordum. Erkeklerle konuşmazdım ama Hazer Hanla konuşuyor olmakla beraber onunla tartışıyordum ve bu bedenimdeki gerginliği hat safhaya çıkarıyordu. Yapabileceğim bir şey yoktu. Bu abartılı tepkilerimi saçma buluyor olabilirdi, yüzünde, buna dair bir şey görmüyordum ama beni saçma bulmasını yadırgamazdım. "Sıcak burası," dedim, kendimi bu durumdan kurtarmaya çalışarak. "Ondandır. Siz de terlemiyor musunuz? Sanırım güneş doğrudan buraya düşüyor. Aa, peteklerde yanıyor üstelik. Siz de terlediyseniz ceketinizi çıkarın..." bir an duraksayarak kalın etime sertçe cimdik attım. Saçmalamıştım, acilen durumu toparlamalıydım. "Ben... ben, pointlerimi giyeyim."

"Sen pointlerini giy."

"Kesinlikle."

"Kesinlikle."

Onunla bir daha tartışmamız lüzumsuz olacağını beynime kazıyarak, sahneden atlayarak ayaklarım üstünde yükseldim ve kendisiyle hiç göz teması kurmadan izleyici koltuğuna bıraktığım çantama doğru ilerledim. Kendisinin yokluğunda bale kıyafetlerimi giyinmiştim ama pointlerimi giymek için çekincelerim vardı. Meliha Hanım bu pointlerin yetersiz olduğunu düşüyordu, haklıydı fakat yenisini alacak maddi imkânım yoktu ki.

İmkânımın olmaması ayıp değildi elbette, bir daha sorarsa bunu kendisine söylerdim.

Ama işte, birinin gözlerine bakarak bir şeyler için yetersiz olduğunuzu söylemek kalbinizi ağrıtıyordu.

Koltuklardan birine oturarak çantamdan aldığım pointlerimi giymek üzere, siyah renginde botlarımı çıkardım. Çoraplarım bale ayakkabısıyla uyumlu olacak ince babet çorapları olduğu için onları bırakarak bacak bacak üstüne attım. Pointlerimi, dikişlerini zorlamayarak giydim ve kurdelelerini bileğimde bağlayarak zarif bir düğümle tutturdum. Tamam, onları giyinmiştim ama onlarla ne kadar dans edebilirdim?

Han Bey genzini temizledi. "Meliha kareografiyi hazırlamış olmalı."

Temkinle sordum. "Partner yok değil mi?"

"Sana denk birini bulamam."

Ah, bu güzeldi. Benim kadar güzel dans eden birini bulamadıkça bir partnerim olmayacaktı. Bedenimdeki anlık kasılma geçtiğinde koltuktan doğrularak kendisine bakmadan sahneye doğru ilerledim. Birkaç adımda yanına varmış, onu geçmiş, sahneye çıkan merdivenleri yürüyerek büyük sahneye çıkmıştım. Sırtım kendisine dönüktü ama bunun onu rahatsız edeceğini düşünmüyordum, daha önce de sırtımı ona dönerek dans etmiştim. Ellerimin kalçalarımın biraz üstüne, bel kavisime yerleştirdim. "Benim için müzik açar mısınız?"

"Senin için müzik açarım."

Ah, tekrarlayan cümlelerimiz...

O, müziği açmak için yürürken, ayakkabılarının zemini süpürdüğünü işittim. Tok, seriydi. Boynumu iki yana doğru kıvırırken, adımları durdu ve aynı anlarda salonun kapısı açıldı. Kendimi kollama duygum beni tetikleyerek uyandırdığında hızla kafamı çevirdim ve Meliha Hanım'ın kapıdan içeriye girdiğini gördüm. Üzerinde krem renkli atleti ve siyah, belden oturtmalı taytı vardı. Spor ayakkabılarının üstünde, elindeki birkaç kâğıtla yanımıza yürürken, "Aa Hazer, hoş geldin," dedi duraksayarak ve ifadesi bozularak devam etti. "Ah Mila, canım, sana Hazer Han'ın gecikeceğini söylemeyi unuttum değil mi? Aklım çok kalabalıktı, kusura bakma lütfen."

Hazer Han radyonun yanına vararak müzik seçerken, Meliha Hanım'daki mahcubiyete razı gelemeyerek özürünü içtenlikle kabul ettim. "Ne kusuru, insanlık hali..." yutkundum. "Böylelikle Hazer Bey bu tür gecikmelerini doğrudan bana bildirmesi gerektiğini anlamış olmalı."

Hazer Han genzini temizledi.

Gıcık tutmuştu galiba.

Meliha Hanım ölçülü, onu gençleştiren bir gülümsemeyle canlandı. "Tatlım, bilirsin işte, büyük patronlar hep böyledir."

Hazer aniden konuştu. "Meliha kareografiyi anlatmaya başlayabilirsin."

Kendisi ciddiyetinden ve mesafesinden ödün vermeyi hiç sevmiyordu, bunu bir kez daha anlamıştım. Meliha Hanım kafasını sallayarak sahneye doğru yaklaştığında saygıyla önüme dönerek yüz yüz geldik. Kâğıtlarını izleyerek yanıma süzüldüğünde, "Sana denk bir partner bulamadığımız için bu dansı tek başına üstleneceksin," dedi, sesi düşüncesiyle çelişiyor gibiydi. "Bana kalsa kalabalık bir dans kareografisi daha çok dikkat çeker ama sen yeteneklisin, onlar eğitimli. Bunlar aynı şartlar değil, takım arkadaşlarından daha güzel dans edeceksin ve jüride bu uyumsuzluktan hoşlanmayacak. Bu yüzden, yalnızsın güzelim."

Tanrım, teşekkür ederim. İstediğim buydu, şovumu tek başıma tamamlayabilirdim. Güvenimi, yeteneğime borçluydum. "O gece, herkesi büyüleyeceğim."

Meliha gülümsedi, Hazer Han genzini temizledi.

Bu adamın öksürmesi şarttı sanırım...

Meliha bana kareografiden bahsetmeye başladığında, söylediklerini uygulayarak onu dinledim. Bu dersimize kendisi de katılacaktı, açıkçası daha rahat hissetmiştim. Daha az gerileceğimi umarak onun bahsettiği her şeyi uygulamaya koyuldum. Hazer Han daha öncede bir kez bize eşlik eden müziği açarak koltuklardan birine oturdu ve hiçbir direktif vermeden bizi izlemeye başladı. Sağ ayağını sol bacağının üstünden dizine yaslamış, başını atabildiği kadarıyla arkaya atmış ve ceketinin önündeki düğmeyi açmıştı. Parmakları kirli sakallı çenesinde uzunca gezinirken, ışık hızında gibi görünen gözleriyle her anımı takip etti.

Hükmedici duruyordu.

Meliha Hanım kareografinin beni zorlayacağından bahsetmişti ve Tanrı biliyor ya, gerçekten zorlamıştı. Bedenim kıvrak, zayıf ve şekil verilen lastik gibi olmasına rağmen dönüş açılarında ve bacaklarımı kullanmam gereken bazı anlarda istediğim kadar iyi olamamıştım. Sahnede, aşırılığı seviyordu. Bunu kazanmamız için iddialı olmamız gerektiğine inanıyordu ve peki tabi haklıydı. İzleyen herkesin ağzını açık bırakmalıydım, gerçekle düşü karıştırmalarını, beni, inanamayarak izlemelerini istiyordum.

Dans, onu tanıdığınızda sizi özgürleştiriyordu.

Bazı hareketlerin beni zorlaması karşısında kendime kızmış, daha iyisini yapabileceğimi söyleyerek tekrarlamak istemiştim ama Meliha Hanım ilk sefer için çok iyi olduğumu vurgulamıştı. Hiç durmadan dört dönüş yapmamı istediğinde, üçüncü dönüşüm sırasında parmaklarım sıkışmış ve dikkatim dağılmıştı. O bunu sorun etmemişti ama bu kusuru yapmaya hakkım yoktu. Benim tek yanlışa hakkım yoktu. Yetenekli, hırslı ve inançlıydım fakat birkaç ufak hatam bile ne kadar iyi olduğumu sorgulamam gerektiğini düşündürmüştü.

Yoksa, düşündüğüm kadar iyi değil miydim?

Kendim için bir hayalkırıklığı olamazdım.

Bu korkunç düşünce sırasında, kolumu arkamda kıvırmış ve dördüncü dönüşümü tamamlamak üzereydim fakat bir an boş bulunarak olması gerekenden daha erken bir şekilde tabanlarıma bastım. Tamam, iyi bir dönüş olmuştu ama harika değildi, kimseyi büyülemezdi. Kuğu gibi süzülmeli, bedenimle ruhumu bütünleştiren bu tutkuyu hissettirmeliydim. Kolumu aşağıya doğru indirerek soluk soluğa durduğumda Meliha Hanım alkışlayarak beni tebrik etti. "Safir, Hazer Han'ın neden seni seçtiğini daha iyi anlıyo..."

Hazer Han'ın konuşması, size küstüğü sandığınız bir çiçeğin açması gibi aniden gelişmişti. "Kafan dağınık, kendini topla Safir Mila."

Sessizlik bir kurşun ağırlığındaydı.

Bir an kendisi için bir hayalkırıklığı olduğumu hissederek gözlerimi ona doğru kaldırdığımda, saç diplerimden inen ter damlası şakağımdan aşağıya akmıştı. Kalbim taşıması zor bir yük gibi göğsümün üzerinde an be an ağırlaşırken, çenemin titrediğini hissettim. Ah, beğenmemiş miydi? Beni bugün başarılı bulmamış mıydı? Ben ağzımı açamadan, "Bence harika," dedi Meliha Hanım, o da Hazer Han'dan gelen tepkiye şaşırmış görünüyordu. "İlk seferde ondan daha fazlasını talep edemeyiz, biraz acımasızca davranmıyor musun Hazer Han?"

"Onu defalarca kez izledim. Potansiyelini bilen benim. Vücudunun neler yapabileceğini en iyi ben biliyorum." Salonun içinde soğuk rüzgârlar esti. Kış, gözlerinin üzerine lapa lapa düşmüştü. "Kendisi için bir hayalkırıklığı olmasına izin veremem."

Bir uçurtma yere düştü ama henüz onu uçurmamıştım bile. Rüzgâra karşı bu kadar mı dayanıklıydım? Uçmadan mı düşecektim? Yüksekler, uçmak içindi. Taytımın kumaşını sıkarken, "Evet öyle," dedi Meliha Hanım, sesi hissettiklerinin yansımasıydı. "Fakat ne kadar yetenekli de olsa onun da sınırları var. Hareketler zor, buna rağmen zarafetle kıvrılabiliyor. Bu kadar acımsız olma lütfen."

Hazer Han'ın yüzünde tek mimik oynamadı. "Bahsetsene Safir Mila, dansın seni tatmin etti mi?"

Kendim için üzülerek cevap verdim. "Etmedi."

"O zaman, tatmin olana kadar dans et."

Beni, yaralı kanatlarla uçmaya teşvik ediyordu ve ben de bunu kabul ediyordum. Dinlenmemi, kafamı toplamamı istemiyor, yapamadığımı düşündüğü şeyin üstüne gitmemi istiyordu. Dediğini yaparak dansın üstüne gittim ve kendilerine sırt çevirerek nemli avuçlarımı badime sürttüm. Evet, başaramadığımda pes etmezdim elbette. Başaramamak, başarmak için bir motive kaynağıydı ve bunun beni motive etmesini istiyordum. Damarda akan, kıvrılan, sürekli kıpırdanan kan gibi bir an bile durmadan, az önceki hareketlerimi tekrarlarken, parmak uçlarımdaydım ve zarafetle süzülüyordum. Meliha Hanım biraz geriye çekilerek bana yer vermişti ve sahne, yıldızındı.

Ruhumu bedenimden çıkarsam, dansın suretine bürünerek çıkardı.

Kalpten organlara pompalanan ve damarların içinden geçen kan gibi, sahnenin her yerine dağılarak ve daima kıvrılarak süratli bir şekilde hareketlerimi tekrarladım. Müziğin sesini duymadığım gibi onların varlığını da hissetmiyor, yalnızca dansın büyüsüne kapılarak sahnenin her yerine açılıyordum. Benim ruhumda suyu verilen tek şey, dansımdı. Her şey eksikti ama dans tamdı. Hem ona duyduğum tutku, hem de onun bana olan cömertliği eksiksizdi. Daha iyisi olana kadar parmak uçlarımdan inmedim, o kadar uzun süre kaldım ki, tabanlarımdaki kanın akışında tersliği hissetmiştim.

Yorgunluktan bayılmayı bekledim.

Fakat bu olmadı. Meliha Hanım, yeterli olduğunu ve bugün kendimi daha fazla yormamamı söyleyerek beni durdurduğunda ve salondan çıktığında az biraz soluklanarak sahnenin ortasına bağdaş kurarak oturdum. Hazer Han o kadar sessizdi ki, bir zaman sonra varlığını unuttuğumu fark ettim. Soluk soluğa, terli, dağınık, yorgun ve ısınmış şekilde, kalçamın üzerinde oturarak dağılmış saçlarımı düzeltirken, bugünlük dersin bittiğini anladım.

Yorulmak, hayatım için çabaladığımı hatırlatıyordu ve bunu seviyordum.

Saçlarımı, beni daha fazla terlettiği için çıplak ensemden kaldırarak badimin üstünden sol omzuma bırakırken, nefesime Hazer Han'ın nefesi yetişti ve koltuktan kalktıktan az sonra sahnenin ucunda dikilmeye başladı. Kendisine bakmadım, pointlerimin dikişlerini izleyerek yükselip alçalan göğsümü hissederken, dilimin adeta ağzıma doğru eridiğini fark ettim. Ağzımdaki kuruluk beni rahatsız etmişti.

Hazer Han elindeki su şişesini, sahnenin ucuna bıraktı ve cam şişe takırdayarak bana doğru kaydı.

Ayaklarıma çarparak durdu.

"İçmelisin."

"İçmeliyim."

Nemli parmaklar şişeyi kavradığında, kapağını açarak cam baskıyı dudaklarıma yasladım ve kana kana içmeye başladım. Buna gerçekten ihtiyacım vardı. Soğuk su kuruyan ağzımı ıslatarak boğazımdan aşağıya kayarken, birkaç damlası ağzımdan taşarak çeneme düşmüş ve beni utandırmıştı. Suya doyduğumda, gözlerimi Hazer Han'ın gözlerine kaldırarak şişeyi ağzından ayırdım. Gözleri, su içiyor olsaydım beni öksürtürdü. Damar yolu açılması şart olan acil bir hasta gibi, zar zor nefes alarak, "Teşekkür ederim," dedim, kanım damarımda sakinleşirken. "Buna ihtiyacım vardı."

"Koltuğa geç otur istersen, zemin soğuk."

Gözlerine daha fazla bakamayarak hızlıca kafamı salladım ve su şişesinin kapağını kapayarak ellerimden aldığım güçle birlikte kendimi kaldırdım. Kaslarım zorlanmalar yüzünden ağrıyordu ama damarımdaki kan daha telaşsızdı. Sahneden indiğimde, hemen o sahneye hasret duyduğumu hissettim ama bir gün, bacaklarım beni düşürene kadar dans edeceğimin sözünü kendime vermiştim. "Aslında dinlenmeme gerek yok," dedim saçma bir açıklamada bulunarak. "Gitsem iyi olacak."

"Çok yağmur yağıyor."

Kalbimin sesi miydi bu yağmuru duymamı engelleyen bilmiyordum ama o diyene kadar yağmurun sesini duymamıştım. Evet, gürültü çoktu. Gösteri salonunda, dışarıya bakan pencereler vardı. Oraya doğru ilerleyerek perdeleri hafifçe kaydırdığımda, üst katta olmamıza rağmen yollarda biriken su beni korkuttu. Babam yağmurun nimet ve bereket olduğunu söylerdi ve aynı zamanda bu berekete isyan ettiğimizde Tanrı'nın yağmurla felaket oluşturabileceğini eklerdi. Tanrı'dan korkardım. İnsanlar evlerin, tentelerin, durakların altına geçmiş, aniden bastıran gürültülü yağmurdan kaçıyorlardı.

Ah, Gazel beni almaya gelecekti.

Kendisini aramalıydım.

"Hızlı başlayan yağmur hızlı biter," dedi Hazer Han Bey, sesi salonun içinde dağılarak döküldü kulaklarıma. "Yavaşlayana kadar biraz geç de dinlen Safir Mila."

Parmaklarım perdenin kenarından düşerken kendisiyle bir kez daha yüz yüze gelmeye hazırlanarak arkamı döndüm. Az önce oturduğu mavi kılıflı koltuğa yerleşmiş, çenesini sıvazlayarak beni izliyordu. Elimdeki su şişesini sıkarak birkaç adım attım ve ondan uzaktaki koltuğa oturdum. Ceketinin sardığı omuzları bir yükselip bir alçalıyordu. Su şişesini koltuğun kenarına bırakıp, sırtımda bir sopa taşıyormuşum gibi, dimdik durarak bakışlarımı ondan başka her yerde gezdirdim. Parmaklarım point içinde sıkıştıkta acıyordu ve dans sırasında pointlerimdeki bir dikiş de açılmıştı.

Ayak parmaklarımda sayısız yara vardı.

Bir an o yaraların sızladığını hissederek iç çektiğimde, avuç içlerimdeki nemi dizlerimin üstüne sürtüyordum ve kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıyordum. Bir erkekle odada, sebepsiz şekilde yalnız kalmak beni elbette korkutuyordu ama Hazer Hanla ilk kez yalnız kalmadığımız için kendimi telkin edebiliyordum. İntihara teşebbüs eden yağmur damlalarının, adeta şırıl şırıl aktığını duyarken, "Başarısız mıydım?" Diye sordum aniden, kendime engel olamayarak. Kelimelerimi, bir cenazeyi kaldırır gibi kaldırmıştım dilimden. "Yeterince iyi değilsem bana söyleyin lütfen. Dürüstlüğünüzü yalnızca takdir ederim, size karşı incinmem."

Cevap vermedi. O kadar uzun süre cevap vermedi ki, ona bakma mecburiyeti hissettim. Gözleri, sanki onlara çarpacağımı biliyor gibi hazırlıklı yakalandı bakışıma. "Potansiyelinin altındaydın," diyerek yanıtladı beni, oldukça düz bir sesle. "Birini incitmekten korkarak yalan söylediğim hiç olmamıştır."

Aramızda süzülen hava, lapa lapa kardı sanki. Kendisi de gergin gibiydi. "Kaba bir adamsınız," dedim aniden, yanaklarımda kızarıklığı hissettim ama caymadım. "Aslında dans edemediğim için beni azarlamak istiyor gibisiniz ama kendinizi tutuyorsunuz."

"Demek kaba ve hoşgörüsüz bir adam olduğumu düşünüyorsunuz."

Mırıldandım. "Fue aquı." *Öylesiniz*

Duraksadı. Çenesini sıvazlayan parmakları orada kalmış, kaşları adeta alnına kadar yükselmişti. "Ne dedin?"

"Cejas realmente como tomados." *Kaşları gerçekten alınmış gibi.*

Yerinde dikleşti. "Türkçe konuşur musun?"

Dudağımı büktüm. "Un despota." *Bir de despot*

Gömleğinin yakasını çekiştirdi. "Bana küfür mü ediyorsunuz!"

"Ne?" Durdum. "Ben asla küfür etmem."

"Ne dediğinizi söylemezseniz bana küfür ettiğinize inanacağım."

"Ama..."

Kapı, tıkladı.

Vücudumdaki tüm kaslar ansızın gevşediğinde, bedenimin serbest kaldığını hissederek aceleyle bakışlarımı kaçırdım. Hızlıca solurken, Hazer Han'ın yerinde kıpırdanarak anlaşılmaz bir homurtu yükselttiğini işittim. Bu, kapının önündeki insanı içeriye davet ettiğinin habercisiydi. Zaten çok geçmedi ki kapı aralandı ve kaburgalarım kalbimin etrafını dikenli bir tel gibi örerken, heyecanlı bir ses adımı bağırdı. "Safir!"

Ah,

Gazel?

Çenem adeta yere yapışacakmış gibi sahici bir şaşkınlık yaşayarak omzumun üstünden hızlıca kapıya döndüğümde, Gazel'i mahcubiyet içerisinde bize bakarken gördüm. Gözlerim irice açılmıştı. Nasıl? O burada... Telaşımı fark ettiğinde durmaya son vererek içeriye doğru bir adım attı. "Rahatsız mı ettim, affedersiniz?" Soruyu Hazer Han'a yöneltmiş olmalı ki, doğrudan ona bakıyordu. Hazer'in sesi düzdü. "Rahatsız etmediniz."

Gazel'in gülümsemesi büyürken, "Safir'i almaya gelmiştim ve aşağıya inmeyince çok merak ettim," diyerek durumu izah etti, tatlı bir şekilde. Çantasının askısını tutarsk yanıma yetişti ve eğilerek yanağıma abartısız bir öpücük bıraktı. "Umarım dersinizi bölmemişimdir."

Hazer Han genzini temizleyerek sessiz kaldığında, şaşkınlığımdan kurtalarak Gazel'e döndüm. Dalgalı saçları ıslanmış, canlı yüzü bir tebessümle zenginleşmiş ve atkısı boynundan aşağıya sarkmıştı. Beyaz kürkünün içinde göz alıcı görünüyordu. Yutkunarak duruma uygun birkaç kelime arayışına düştüm. "Çok yağmur yağdığı için inemedik, Hazer Bey yağmur dinene kadar burada durmayı teklif etmişti."

"Aaa, biz tanışmadık." Gazel doğrularak siyah, şık eldiven bulunan elini Hazer Han'a doğrulttuğunda, Hazer kendini toplayarak dikeldi ve elini sıkmak için Gazel'e uzandı. Tokalaştılar. "Ben Safir'in yakın arkadaşı Gazel. Siz de Hazer Bey'siniz anladığım kadarıyla. Çok memnun oldum. Lütfen, aniden girerek kabahat işlediysem affedin. Yalnızca onu merak ettim."

Hazer Han'ın cevabı tek kelimelikti. "Bir kabahat değil elbette."

Gazel aldığı karşılıktan memnuniyet duyarak daha geniş gülümsedi. "Çok memnun oldum."

"O şeref bana ait."

Yanağımın içini ısırdım. Bu yaptığı... Kendisine kaba olduğunu söylediğim için bu kadar nazik davranıyor ve bunu, gözlerimin en içine imalı bir şekilde bakarak belli ediyordu. Boynuma kadar ısındım. Ne kadar da sinsiydi. Koltuğumdan kalkarak titreyen bacaklarım üstünde durmaya çalışırken, "Çok naziksiniz," dedi Gazel, ona olan kızgın bakışlarımı görmeyerek. "Değil mi Safir? Ne kadar da nazik?"

"Tabi, tabii."

Gazel geçiştirici, belki biraz da kaba olan tavrım üzerine bir saniye kadar dıuraksadı ve kaşlarını sorarcasına yukarıya kaldırdı. Omzumu silktim, saçma ve çirkin davranıyordum. Adamı kaba olmakla suçlamış, nazik olduğunda inanmamıştım. Gazel tembel gülümsemesini küçülterek, "Ee, Safir'i beğeniyor musunuz?" Dedi ve boğazımdan fırlayan öksürükle beraber durumu düzeltti. "Dansı harika değil mi? Adeta parlıyor."

"Evet," diye sakince yanıtladı Hazer Han. "Öyle olmasaydı onu seçmezdim."

Işığımın, bedenimi ve ruhumu çerçeveleyerek beni tamamladığını biliyordum ve bunu onlarında görmüş olması çok hoştu fakat daha fazla burada kalmak istemiyordum. Gerginlikten soğuyan elimle Gazel'in dirseğine dokunduğumda, rengi mavi olan gözlerini bana çevirdi ve isteğimi anlayışla karşıladı. "Gidelim," dedim ağzımın içinde, kısıkça. "Kütüphaneye de geç kalmak istemem."

Gazel çantama benden önce uzanarak, "Montunu giy," dedi ve hemen sonra bizi izleyen Hazer Han'a döndü. Ellerini ceplerine yerleştirmiş, ilgisizce konuşmalarımıza kulak veriyordu. Ben koltuğun üzerinden montumu alıp giyinirken, "Dilerim bir daha karşılaşabiliriz," dedi Gazel, sevecen bir sesle. Gür saçları yüzünün bir kısmını gizliyordu. "Görüşürüz Hazer Be..."

Kapı, bir kez daha çaldı.

Bir alçı gibi, fazla gerginlik ve huzursuzluktan çatlayacağımı hissediyordum. Başlarımız doğrudan kapıya döndüğünde, kapıyı çalan her kimse bir komut beklemeden çaldığı kapıyı ittirdi ve aralanan kapının ardından bir erkek görüş alanımıza girdi. Hazer yanımızda aniden dikleşerek ileriye doğru bir adım atarken, montumun fermuarını çekiştirerek gözlerimi kırpıştırdım. Adam bize iki saniye dahi bakmadan bakışlarını Hazer'e çevirdiğinde, "Affedersiniz," dediğini duydum sakin, kısıkça bir sesle. "Müsait miydin Hazer?"

Han Bey'i tanıdığını anladığımız adam müsaade isteyerek içeriye doğru bir adım daha attığında, "Hay aksi," dediğimi duydum Hazer Han'ın. Daha çok ağzının içinde bir geveleyişti. "Gelmiş miydin? Beklettim mi?"

"Ziyanı yok," dedi adam yumuşak bir ifadeyle, doğrudan Hazer'e bakarak içeriye doğru bir kaç adım daha attığında. "Aşağıdan seni sorduğumda burada olduğunu söylediler. Müsait değilsen aşağıda bekleyeyim kardeşim."

"Yok Behram, hanımlarla ayrılıyorduk zaten."

Behram? Bu isime aşinaydım... Ah, tabi. O gün, Hazer Han'ın başıma şemsiyesini açtığı gün kendisini alam arkadaşıydı. Sanırım bugün de arkadaşıyla buluşacak olmalı ki, arkadaşı buraya gelmiş ve merak ederek yukarıya çıkmıştı. Tamam, rahatsız olacağım bir durum yoktu. Hemen gitmeli, buradan ayrılmalıydım. Adının Behram olduğunu öğrendiğim Beyefendi hiçbir göz teması kurmadan, yalnızca başıyla bizi selamladığında gözlerimi ürkekçe kaçırarak kafamı salladım. Gideceğimizi hatırlatmak için Gazel'e döndüğümde, kendisinin kirpiklerinin altından Behram Bey'e baktığını gördüm. Kirpiklerini kırpıştırıyor, adamı izliyordu. Dirseğine nazikçe dokundum. "Gidelim mi?"

Elini bir tutam saçıyla oyalayarak, "Tabii," dedi sıcacık sesiyle. "Ayakkabılarını giyin canımın içi."

Pointlerim hâlâ ayağımdaydı. Alt dudağımı dişleyerek yerdeki siyah botlarıma uzandığımda, beylerin yan yana durduğunu ve kendi aralarında sessizce konuştuğunu gördüm. Behram Bey'in bizimle tanışmamak için girişimde bulunmaması beni oldukça rahatlatmıştı. Botumu giymek için pointimi ayağımdan çıkardığımda, Gazel'in elinin havaya kalktığını gördüm. Parmakları, tokalaşmak için uzandı. "Merhaba, ben Gazel."

Behram başını omzunun üstünden arkadaşıma çevirerek, doğrudan onun uzattığı eline baktıktan sonra yüzündeki ifade bocaladı. Taranmış, üç numaraya vurulmuş saçları ve gömleğinin iliklenmiş her düğmesiyle oldukça nizami görünüyordu. Üstünde, önü açık paltosu vardı. Gazel'in gözlerine hiç bakmadı. "Ben kadınlarla tokalaşmam."

Gazel'in parmakları aşağıya düştü.

Hayretle sordu. "Biz kadınları, tokalaşacak kadar değerli görmüyor musunuz?"

Behram kıpkırmızı kesilirken, ben dudaklarımı şaşkınlıkla aralamış ve olayın hızına yetişmeye çalışıyordum. Behram birkaç kez sessizce öksürdü, yanakları mahcubiyetle kızarmıştı. "Elbette öyle değil," dedi, sesi oldukça yumuşaktı. Öksürüğü yetmemiş gibi, bir de genzini temizledi. "Yanlış anlaşıldım, yalnızca şey..."

"Yaşam biçimi olarak," diyerek olaya müdahil oldu Hazer Han, vakur bir sesle. Arkadaşının omzunu sıvazladı. "Dini inancı gereği, onun doğrusu bu şekilde."

Ah, sanırım anlamıştım. Behram Bey muhafazakâr bir adamdı ve islama göre kadın ve erkeğin nikâhsızca birbirine dokunmasının haram olduğunu hatırlıyordum. Bununla alakalı bir şey olmalıydı. Ben, ayakkabılarımı giymiş doğrulurken, Gazel kıpkırmızı kesilerek bakışlarını önüne düşürdü. Utandığını, mahcubiyet içerisinde olduğunu gördüm. "A... anlıyorum," dedi kekeleyerek ve zor duyulan bir sesle. "Ben... affedersiniz, rahatsız etmek istemedim."

"Estağfurullah."

Gazel cidden utanmıştı ama bunun yanında adam da utanç içindeydi, olduğumuz bu durumdan. Garip bir tanışma olmuştu ama yaşam tarzları farklı insanlar olduğumuzu anlamıştım. Behram çok sakin ve zararsız bir insana benziyordu. Gazel'in koluna bir kez daha konuşarak, "Hadi," dedim yumuşak bir sesle. "Gidelim canım."

Mahcubiyetle bana sokuldu. "Utanç içindeyim."

Bunu duyan bir tek bendim, çünkü beylerin her ikisi de bize karşı ilgisizlerdi. Gazel çantamın askılarını sırtına geçirerek kendisi taşımak istediğini belirttiğinde üzüntüyle iç geçirdim. Ben o çantanın ağırlığına alışkındım ama kendisi değildi. Pointlerimi çantanın içine yumuşak hareketlerle yerleştirdikten sonra Gazel'in hiç durmadan bir baş selamı vererek uzaklaşmasını izledim. Tamam, ufak bir yanlış anlaşılma olmuştu ama bu kadar büyütüp kendisi üzmemeliydi. O, kapıdan dışarıya çıktığında, yapmam gereken o şeyi fark ederek mecburi bir şekilde başımı kaldırdım.

Onunla vedalaşmalıydım.

Behram'ın birkaç adım gerileyerek bize karşı ilgisiz davrandığını gördüğümde, Hazer Han bana doğru bir adım daha atarak özel alanımın sınırına bir tehdit gibi dikildi. Boyu bir hayli uzun olduğu içim her defasında bana yukarıdan bakıyor ve aramızdaki belli belirsiz rekabetin kazananı olduğunu hissettiriyordu. Yine eteğimin altında dolaşıp beni huzursuz eden bir çocuk gibiydi. İnsanlara bu kadar dikkatli bakmaması gerektiğini öğrenmeliydi. Gözlerini hiç kırpmıyordu, sanki kirpiklerinin uçlarında, düşürmeyi istemediği şeyler asılıydı. "Ben gideyim, yarın görüşürüz."

"Siz gidin, yarın görüşürüz."

"Cümlelerimi neden tekrarlıyorsunuz?"

"Cümlelerimi neden tekrarlıyorsunuz?"

Bir çapayla derim birbirine tutturulmuş da vücudum zorlamıyormuş gibi hissetmeden yapamadım. Parmaklarım saçlarımdan düşerek yanıma indiğinde, göğsümden kalkan huzursuzluğu yatıştırmak için bir diğer elimle montumun yakasını çekiştirdim. Tamam, gitmeliydim. Mırıldandım. "Yarın da geç kalacaksanız lütfen haberini bana verin."

İğnelemem üzerine tek mimiği bile kıpırdamadı, yalnızca omzunu silkti. "Bugün geç kalmadım, bu yalnızca Meliha Hanım'ın kabahatiydi. Cuma günler dışında, aynı saatimizde buluşacağız."

"O halde görüşürüz bayım."

"Görüşürüz, balerinim."

Yanından çekip gittiğimde ve Behram'ın bana asla bakmadan nazik bir tebessümle verdiği baş selamını alarak kapıdan dışarıya çıktığımda, tırnaklarımı adeta boğazımın üstüne yaslayarak soluk borumdaki kalıntıyı çıkarmaya zorladım. Gazel, sırtını koridor duvarına dayamış, tırnaklarını yiyordu. Yanına yetiştiğimde kolumu tutarak adeta beni çekiştirdi. "Çok utandım Safir!"

Serzenişine ve kendi için duyduğu utanca üzülerek koridorun sonuna yürürken, "Utanılacak bir şey yok Gazel," diyerek onu yatıştırmaya çalıştım. "Tanışmak doğal bir hareket. Yalnızca Behram muhafazakâr bir adammış, nereden bilebilirdin ki?"

"Evet ama..." merdivenleri tırmandığımız sırada dudaklarını büktüğünü gördüm. Açık tonlarda bir ruj sürmüştüm. "Tanışmak için elimi uzatan ilk ben olmamalıydım."

İç çektim. "Nezaket kuralları gereğince tanışmak üzere elini uzatan kadınlar olmalıdır. Erkekler, kadınlar uzatmadan elini uzatmamalı."

"Çok tuhaftı ama..." gözlerinin içinde bir çiçek gibi açtı, taze merak. Kısıktı bakışları. "İlk kez böyle bir insanla tanıştım. Ya da hayır, tanışamadım. Yanakları kızarmıştı, böylesini hiç görmemiştim."

"Ben de Gazel, ben de."

Birbirimize gülümseyerek büyük spor salonunun kapısından dışarıya çıktığımızda, yağmurun yavaşladığını ama sepken şeklinde devam ettiğini gördük. Merdivenlerden indiğimizde Gazel elimden tuttu ve beni koşmaya zorlayarak, caddeden karşıya geçirdi. Burukça gülümsedim, vücudum ve ruhum daha bir şeylerden habersiz olduğu zamanlarda, onunla sık sık mutlu olup yağmurların altına koşuştururduk. El ele, gülüş gülüşe, can cana, sevinç içerisinde... Yağmur suları paçalarımıza sıçrarken, Gazel'in arabasının yanına varana kadar koştuk.

İçimdeki huzursuzluğu, onun gülüşleri alıp götürdü.

Biz arabaya yerleşirken, Hazer Han ve Behram merdivenleri ağır ağır indi.

Sessizlik istiyorum ama gürültülerce koşuyorum,

Hayallerime,

İnançlarıma,

Zafere.

Koşuyorum. Evet, bunu yapıyorum. Nabzımın damarlarıma vuruşunu hissedebiliyorum. Hayallerime, inançlarıma, zaferime yetişmek için gürültülerce koşuyorum. Terliyorum, dağılıyorum, tökezliyorum, düşecek gibi oluyorum ama hâlâ koşuyorum. Bu bir eylemden ibaret değildi. Evet, şu an bacaklarım koşuyordu ama en çok ruhum zafere, elinde bir meşaleyle koşuyordu.

Bu sabah erkenden kalkmış, Gazel'in benim için hazırladığı kalabalık kahvaltıyı yapmış, bana aldığını gördüğüm kıyafetleri giymiştim. Kendisi için her alışverişe çıktığında benim içinde bir şeyler alıyor, ona sitem etsem de bundan vazgeçmiyordu. Benim onları koyacak bir dolabım bile yoktu, bilmiyor muydu? Bana taş grisi, boğazlı bir kazak almıştı ve giydiğimde çok yakıştığını söylemişti. Ondan bana kıyafet almamasını rica ediyordum ama her defasında eğer bana bir şey almayacaksa kendisine de bir şey almak istemediğini söylüyordu.

Canımın köşesi.

Üzerimde kazağımın üstüne giydiğim bir montum ve bacaklarıma geçirdiğim taytım vardı. Koşuyor, konferans salonuna giden merdivenleri tırmanıyordum. Saat bire beş kalmıştı, geç kalmamıştım ama bugün Hazer Han'dan önce gelmek istiyordum. Bu, aramızda tuhaf bir rekabete dönüşmüştü ve yaptığımdan utansamda kendisinden önce salona varmak istiyordum. Kata çıktığımda soluk soluğa kalarak örgü atkımın bir kısmını boynumdan çekerek omuzumdan aşağıya bıraktım. Koridorun sonuna kadar yorulan bacaklarla yürüyerek kapıyı açtığımda, tek temennim ondan önce gelmiş olmamdı.

Soluk soluğa koltuklara baktım.

Yoktu.

Bir an duraksayarak bu yaptığım için yanaklarımın kızarmasına müsaade ettikten sonra rahatlayarak kapıyı arkamdan örttüm ve çantamı bırakmak için koltuklara yürüdüm. Kendisinden önce gelmiştim ama bu sefer geç kalanın o olduğunu kendisine söyleyerek onu iğnelemeyecektim. Çantamın askını omzumdan düşürerek koltuğa bıraktığımda, dinlenmek için kendime müsaade ettim. Sahneye, ait olduğum yere dönerek saçlarımın yükünü sırtıma saldığımda, bakışlarım gayriihtiyari şekilde sahnenin zemininde duran kutuya düştü.

Bir kez daha etrafıma baktım,
Fakat hayır, Hazer Han yoktu.

Bana ait olmayan bir kutuyla ilgilenmeyerek bakışlarımı kaçırdım ama en azından ne olduğunu anlamam gerektiğini düşünerek sahneye doğru yürüdüm. Bu sırada kendime nefes almak için alan yaratmak isteyerek montumun fermuarını aşağıya doğru indirdim. Birkaç adımda sahneye vararak bacağımı kırdım ve tümseği çıkarak ayaklarım üzerinde sahnede dikildiğimde, kutuya uzandım. Dizlerimin üstünde çökerken, bunun beyaz, yeni alınmış bir ayakkabı kutusuna benzeyen bir kutu olduğunu gördüm.

Birisi burada unutmuş olabilir miydi?

Parmaklarımın bir kısmıyla kutuyu kendime doğru çekerek, kutunun karton kapağını kaldırdığımda, nefesimi tutmuş ve gözlerimi arayışla kutunun içine düşürmüştüm. Bakışlarım, gördüğüm şey karşısında kocaman olurken, göğsümdeki elim zayıfça kucağıma düştü. Gördüğüm şeyin, görmeyi beklediğim şeyle alakası bile yoktu. Kanım, damarlarım içinde koşuştururken ve nabzım bileklerimde sıkışarak ellerimi uyuştururken, dudaklarımdan hayali bir mırıltı yürüdü geçti. İşlevini yitirmek üzere olan parmaklarımla, son bir gayretle, bembeyaz pointlerin arasına sıkışmış olan küçük karta uzandım. Maviye yakın laciverte uzak olan kül renkli irislerim, arayışla kartın üzerine düştü. Harfler hoş bir el yazısıyla bir araya gelmişti.

Şöyle yazıyordu:

İyi balerinler iyi pointleri hak eder.

Hazer Han Dalgakıran.

BÖLÜM SONU.

Şu ana kadar yazdığım en uzun bölüm oldu, dilerim daha uzun bölümler yazıp sizleri memnun edebilirim. Lütfen bu uzun bölüm için oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin.🖤

Direk soruyorum, nasıl bir bölümdü?

Her şey dozunda ve olmasını istediğim şekilde gidiyor.

Peki ya Behram'ı nasıl buldunuz?

Kendimi tekrarlamak istemem, farklı karakterlerler yazmak istiyorum ve Behram'da bunlardan birisi.

Kısa sürede geri dönmek isteyerek uzaklaşıyorum ve çocuklarımı sizlere emanet ediyorum.

Sevgilerle,

EMİNE TAVUZ.

Instagram: emineasr
Twıtter: emineasr

Bu arada,

Sizi seviyorum.

Continue Reading

You'll Also Like

1M 39K 48
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...
103K 7.5K 17
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
1.6M 84.1K 47
En yakın arkadaşının hattını değiştirmesi sonucu, ona yeni numarasından mesaj atmaya çalışan Ada, aslında mesajı attığı kişinin bir yıldır hoşlandığı...
179K 11.6K 50
Mahir, eski sevgilisiyle komşu olduğu için sinirli değildi. Sinirli olduğu nokta, adamın karısıyla birlikte karşı apartmanına taşınmasıydı.