KİMSESİZLER MATEMİ.

By matmazelhayalleri

13.3M 879K 3.1M

Safir Mila Safkan, şu an olduğu yaşından çok daha ufakken, hayatının taşlarını yerinden oynatan bir olay yaşa... More

KİMSESİZLER MATEMİ.
1. Bölüm: "Hüzünlü Bir Matem."
2. Bölüm: "Bir Avuç Şekerleme."
3. Bölüm: "Kasırga."
4. Bölüm: "Çığlık."
6. Bölüm: "Bir Küçük Hediye."
7. Bölüm: "Dilek."
8.Bölüm: "Kimsesizlik."
9. Bölüm: "Not."
10. Bölüm: "Işıklar Sönerse Diye Korkmak."
11. Bölüm: "Söz."
12. Bölüm: "Sadece Hazer."
13. Bölüm: "Senorita Ve Süper Kahraman."
14. Bölüm: "Müziğin Sesi."
15. Bölüm: "Balo."
16. Bölüm: "Mesafe."
17. Bölüm: "Gelmek..."
18. Bölüm: "Dudaktan Kalbe."
19. Bölüm: "Gece Yarısı Güneşi Ve Üstüne Kar Düşmüş Dağ."
20. Bölüm: "Kırgınlıklar ve Telafiler."
21. Bölüm: "Acıyı Resmetmek."
22. Bölüm: "Gemideki Kaptan ve Güvertedeki Kız."
23. Bölüm: "Kara Ay Güneşe Kavuşursa..."
24. Bölüm: "Mutluluk Balonu."
25. Bölüm: "İlham Perisi."
26. Bölüm: "Evin İçine Düşen Bomba."
27. Bölüm: "Yerle Bir."
28. Bölüm: "Hayal Kırıklığı."
29. Bölüm: "Reddediliş."
30. Bölüm: "Ay Güneşe Tutuldu."
31. Bölüm: "Müzikal."
32. Bölüm: "Bir Şehir Bin Gülüş."
Gazel & Behram.
33. Bölüm: "Işıklar Söndü."
34. Bölüm: "Fırtınada Çiçek Dikmek."
35. Bölüm: "Elmas Kalpler."
36. Bölüm: "Güzel Çiçekler ve Zehirli Bitkiler."
37. Bölüm: "Ölümcül Gerçekler ve Parçalanmış Kalpler."
38. Bölüm: "Perişanlıklar ve Bedeller."
39. Bölüm: "Artık Üzemezler Bebeğimi."
40. Bölüm: "Ateşin Etrafında Uçuşan Kelebek."
41. Bölüm: "Kana Karışan Aşklar."
42. Bölüm: "Kalpteki Avare Kelebekler."
43. Bölüm: "Geçmişin Davası."
44. Bölüm: "Kaderdeki Aşklar ve Lunaparktaki Işıklar."
45. Bölüm: "Mutluluk Ya Çok Yakınında Ya Çok Uzağında."
46. Bölüm: "Kırmızı Kurdele."
47. Bölüm: "Sevgi Ölmez Sen ve Ben Katil Olmak İstemezsek."
SEZON FİNALİ: KUZEY IŞIKLARI.
49. Bölüm: "Kuzey Işıkları."
50. Bölüm: "Yirmi Gün."
51. Bölüm: "Eve Dönüş."
52. Bölüm: "Umut Etmek Veya Mağlup Etmek."
53. Bölüm: "Aile."
54. Bölüm: "Oyun."
55. Bölüm: "Yıkımın Ardındaki Gürültü."
56. Bölüm: "Sevginin Kıymeti."
57. Bölüm: "Beyaz Pointler."
RAFLARINIZDA BİZİM İÇİN YER AÇAR MISINIZ?
58. Bölüm: "Kışın Güneşi, Baharın Çiçeği."
59. Bölüm: "Bahar Çiçeği Büyüyor."
KİMSESİZLER MATEMİ KİTAP KAPAĞIMIZ.
60. Bölüm: "Melek Kanatları."
61. Bölüm: "İlk Kalp Atışları."
62. Bölüm: "Islak Kirpiklerin."
63. Bölüm: "Rüya."
64. Bölüm: "An."
FİNAL.

5. Bölüm: "Çirkin Kalpler."

210K 15.8K 45.7K
By matmazelhayalleri

Multimedya:

Demi Lovato, Stone Cold. (Bu şarkı, Safir Mila için anlamlı geldi bana.)

Merhaba, biz geldik. Bölüm tepkileriniz için çok heyecanlıyım, çarçabuk okuyun.

Bu arada sanırım bu bölümle birlikte 1oo K okunma sayısına ulaşacağız, teşekkür ederim. ♥️

Mila bunu görse, mutlu olurdu. Onu mutlu etmek için, yıldızlarınızı bırakın. Sanırım her bölüm buraya bu giflerden koyacağım^_^

BÖLÜM 5: "ÇİRKİN KALPLER."

Su verilmeyen saksının içinde bir çiçeğim,
Ölüyorum.

Tanrım, sana olay yerinden yakarıyorum; katil kaçtı ama kurban hâlâ burada. Kan kaybediyor, nabzı yavaşlıyor, ölüme yakın, yaşama uzak hissediyor. Cinayet mahalli, ruhum oluveriyor, ben daha altısına girmemiş bir kız çocuğuyken. Işıklar sanki bir daha, asla açılmamak üzere kapanıyor bu cinayet gerçekleşirken.

Şimdi, kim bu kurbanı kurtarmak için bu cinayet mahalline girer?

Sustuklarım o kadar büyüdü ki, artık ben kayboldum. Son zamanlarda en çok bunu hissediyordum; sessizliği. Kâbus görerek ter kan içinde kaldığım, altındaki çarşafı, parmaklarım acıyana dek sıktığım bir güne uyanmış ve dakikalar önce yataktan kalkmıştım. Dün Gazel ile konuştuğumuz gibi, Galip evde olmadığı için buraya gelmiş, misafir odasında kalmıştım. Bu ev göğsümün huzursuzca kıpırdanmasını sağlıyordu ama dışarıda kalmak, burada kalmaktan iyi değildi.

Siz hiç, acizliği bu kadar derinden hissettiniz mi?

Gazel'in sesini bir kez daha işittiğimde koridoru daha seri yürüdüm. Muhtemelen kahvaltı yapmadan beni bırakmayacaktı. Az bir zaman önce kaldığım odanın kapısına vurmuş, bana leziz bir kahvaltı hazırladığından bahsetmişti. Yüzümü yıkadığım süreçte de birkaç kez daha onun tarafından çağrılmıştım. Mutfağın kapısını ittirerek açtığımda, geniş ve ferah mutfağın içine düşen güneş cümbüşünü gördüm. Gazel oturduğu bar taburesinde yükseldiğinde, mahcubiyet içerisinde mırıldandım. "Günaydın. Eğer sırf bana kahvaltı hazırlamak için bu kadar erken kalktıysan zahmet etmeseydin keşke."

Bana, mahcubiyetim için kızdığını görüyordum gözlerinde. Dalgalı, siyah saçlarını tepesinde bağlamış, mavi gözlerini üzüntüyle kısmıştı. Kırmızı, saten pijamaları içindeydi. Güneş, cildinde salınıyordu. "Arkadaşlıklar fedakârlıkları ister," dedi, dudaklarına bulaşan gülümsemeyle. "Senin için erken kalkmışsam ne olmuş? Sen yetimhanede, benim için yaptığın fedakârlıkları unutmuş olabilirsin ama ben unutmadım..." bar masası şeklindeki, uzun tezgâha yürüyerek bar taburesine oturduğumda, derin bir iç çekti. "Kahvaltı saatine kadar acıktığım, dayanamadığım için mutfağa gidip bana ekmek getiriyordun."

Dudağım ufakça kıvrıldı. "Ve sende o ekmeği bölüp yarısını bana veriyordun."

"Şimdi o kadar zayıfsın ki..." gülümsemesi kayıba uğradı. "Keşke hepsini sana verseymişim."

Gazel'in vicdanından, merhametinden, bana duyduğu sadakatten zaten şüphem yoktu. O, elime diken batsa, keşke benim elime batsaymış der, biliyorum. Kısıkça mırıldandım. "Balerinler zaten zayıf olmak zorunda Gazel, o yüzden zayıf olmaktan memnunum."

"Canımın köşesisin biliyorsun değil mi?"

"Sen de benim canımın, tamamısın."

Bu onu gülümsettiğinde iyilik kazanmıştı. Kötülüğü de yenebilirdik kimi zaman, bir kalbi gülümseterek. Yanaklarım, onun gözlerinden taşan sevgisiyle beraber kızardığında, gülüşerek çayımı doldurdu. Masa kalabalıktı, her çeşit kahvaltılık üründen bol miktarda vardı ve şükürler olsun karnım, bir süre sonra gerçekten doyabilecekti. Açlık hissi acı vericiydi. İçimden Tanrı'ya şükrettim. Gracias a Dios por las bendiciones. *Tanrım, nimetlerine şükürler olsun.*

Tanrı'ya şükretme hissinin huzuruyla çekingen bir şekilde çatala uzandığımda, Gazel çayımı önüme bırakmıştı. Daha fazla dayanamayacaktım, utanç verici olsa da hızla bir şeyler yemeye başladığımda, Gazel benim için yaptığı kreplerden uzattı. Bu evde yaşamaya başladığından bu yana, krep yapmayı öğrenmişti ve buraya her geldiğimde benim için yapıyordu. Bazen kaldığım parklara gelirken bana krep yapıp getirirdi. haftanın yarısını dışarıya, diğer yarısını burada geçiyordum. Galip'e bir kez daha yakalanmamayı umdum, bu aşağılanmaya bir daha kaldıramazdım. Bir an bu düşünceyle ağzımdaki lokmalar büyüyerek kendilerini yutmama izin vermediğinde, tombul parmaklarımı çay bardağımın etrafına dolayarak çayımı ağzıma kaldırdım ve ihtiyaçla birkaç yudum aldım. Gazel ansızın kıkırdadı, zamansız gülüşü kalbimi ısıttı. " Çok zayıfsın ama parmakların tombul, küçüklüğünden beri hep tombuldu zaten."

İçim buz kesti. "Babamın gibi."

"Ah Mila, tatlım."

Parmaklarını elimin üzerine kapayarak dokunuşuyla dostluğumuzu beslerken, boğazıma kadar tırmanan baskıyı yavaşça yutmaya çalıştım. Babam her yerdeydi; anılarıyla, hatıralarıyla. Surete bürünmüş, elem verici her hisle. Onun içini rahatlatacak ufacık bir gülümseme çıkarırken, çatalıma bir kez daha uzanarak kahvaltıma devam ettim. Açlığımın bir kısmını bastırmıştım, bunun için Gazel'e duyduğum minnetin tarifi olamazdı. Kendiside bana bir şeyler anlatarak kahvaltısını yapmaya devam etti, ona sessizlikle cevap verdim. Göz altları morarmıştı ama sanki sol gözünün ki bir tık daha mordu. Uykusuzluk mu çekiyordu? Ama neden? Mutlu olmasını istiyordum, bana bıraktıkları tüm kalbimle.

Kahvaltıdan sonra Gazel beni heyecanlı bir şekilde giyinme odasına çıkarmış ve bunu bir çocukmuşum gibi, elimi tutarak yapmıştı. Giyinme odası büyük ve çok kıyafetliydi. Önünde durduğumuz dolabın karşısında, bana aldığı kazağı vermiş ve büyük bir istekle giyinmemi istemişti. O benim ne giyinip neyi giyinmeyeceğimi biliyordu. Gözlerine bakarak onun kalbini nasıl kırardım ki?

Sahi kötüler, bunu nasıl yapıyordu?

Verdiği borda, gerdanında penceresi olan triko kazağı, o odadan çıktıktan sonra giyindim. Altımda dümdüz, siyah bir tayt vardı ve bale yaparken kolaylık olması için şimdiden giyinmiştim. Aynadaki yansımama baktım. Saçlarım dağılmış, iki yakama düşmüştü. Kül renkli, açık maviye çalan gözlerim üşümüş bir okyanus gibiydi. Burnuma ve yanaklarıma orantısızca dağılan çillerim, odaya dağılan gün ışığı sayesinde daha belirgindi. Tenim mermer gibi, solgundu. Çillerimi okşadım. Benim kadar yoğun çilleri bir tek onda görmüştüm.

Hazer Han'da.

Odadan dışarıya çıkarak aşağı kata inen merdivenleri indim. Büyük, gereksiz şekilde gösterişli bir evdi. Koridora çıkarak gece kaldığım odaya girdim ve çantamla montumu alarak, girdiğimden daha kalabalık bir şekilde odadan çıktım. Gazel'in şarkı söyleyen sesi evin içinde hoş melodiler bıraktı. Salona geçerek birkaç dakika ayakta bekledim, oturmalı mıydım? Galip'in o kaba tavrından sonra bu koltuklara oturabilir miydim?

Ah, insanlar beni daha az kıramaz mıydı?

Az sonra Gazel hazırlanmış bir şekilde geldiğinde, hâlâ koltuklara bakıyor olduğumu gördüm ve bir kez daha günün birinde kendime ait bir evimin olması için Tanrı'ya içimden yalvardım. Gazel kadife bir etekle çorabını, boğazlı, triko kazağıyla tamamlamıştı. Renkli ve hoş görünüyordu. Taradığı parlak saçlarını savurarak yanıma geldiğinde, sırtımı duvardan ayırarak nemlenmiş ellerimi birleştirdim. "Beni, şu yakışıklı patronunla ne zaman tanıştıracaksın?" Diye sordu yanıma vardığında, salonun çıkışındaki portmantoya yürüdük. "Adı neydi? Hazar mıydı Hazer miydi?"

"Hazer, Hazer Han."

Sessizce ismini fısıldadığımda, dudaklarım bu isme yabancı kalmış ve bey kelimesinin arayışına düşmüştü. Adı kaburgalarımın, stresli bir vuruşla beraber kalbime yüklenmesini sağladı. Rahatsızlık verici adam. Gazel portmantodaki, içi yünlü kabanına uzandı. "Beni tanıştıracaksın değil mi?"

Hazer'in dik dik Gazel'e bakarak onunla tanışmak için elini uzatması ve o vakur sesiyle adını tanıtmasını hayal ettim. Gözleri, kirpiklerinden intiharlar vermiş gibi yaslıydı çoğu zaman. Kafamı iki yana sallayarak Gazel'i cevapladım. "Bir şekilde karşılaşırsanız zaten tanışırsınız Gazel. O benim hayatımdaki biri değil, neden tanışmak istiyorsun ki?"

"Sana sizi shiplediğimi söylemiştim."

Erkeklerden korktuğumu ona söylediğimde bunu sorgulayacak olması, benim bu konudaki sessizliğimin sebebiydi. Beni biriyle yakıştırması hoş değildi. Ben bir saksının içinde solan çiçektim ve erkekler bu saksıyı sulamazdı. Onlar beni ürpertiyordu. Üzgünüm, erkekler benim için o saksıdaki çiçeği yiyen böceklerdi. İç çektim. "Gazel lütfen bunu yapma, hayatımda birilerini istemiyorum."

"Peki," diyerek kabullendi ve devam etti. "Fakat yaşanılacak olandan kaçamazsın, biliyorsun."

Cevap vermedim. Yaşanılacak olan, yaşanılacağı için yaşanılacak olandı ve onu reddedemezdik. Montumu giyerek fermuarını çektim ve büyük, iri çantamın askılarını omuzlarıma taktım. Bu çanta, evim, varlığım, tüm birikintimdi. İçinde bir miktar para, kıyafet, birkaç kişisel ihtiyacım vardı. Tabii bıçağım, el fenerim ve balerin kıyafetlerimde.

Evden çıktığımızda Gazel çantamın ne kadar ağır olduğunu sormuştu ve ben ona yalan bir cevap vererek sandığı kadar ağır olmadığını söylemiştim. Sandığından daha ağır Gazel. Karşıdan karşıya geçerek, sokağın diğer tarafındaki Gazel'in kırmızı, spor arabasına yerleştik. Beni, dans okuluma bırakacaktı. Evet, sanırım orası benim dans okulumdu. Deri koltuğa yerleşerek ellerimi dizlerim arasına kıstırdım ve sanki koltuğu rahatsız etmek istemezmiş gibi hareketsiz şekilde oturdum. Dans edecektim, ben dans ederken ışıklar yanıyordu ama ben ışıklardan bile daha parlak olmak istiyordum.

Yolculuğumuz onun acemi şoförlüğü sayesinde biraz uzamıştı ama bu dert değildi, üstelik daha vaktim vardı. Bir müddet vaktin ardından, güneş gökyüzüne oturan bulutların önüne geçerken, araba kaldırım kenarında sakin bir frenle durdu. Işığa yaklaşıyoruz Mila, bana bunu hissettiğini söyle.

Gerginlikle ellerimi ovuştururken, Gazel koltuğunda bana doğru kaykılarak yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve gözlerini çehreme odakladı. Zaman, akrep ve yelkovan tarafında açlıkla bölüşülürken, uzun süren sessizliğimizi bozdu. "İşin bittiğinde tekrar yanıma gel, Galip evde değil, ayrıca sana kurabiyeler yapacağım. Kurabiyelerimizi yerken bir kez daha Titanic izleyip ağlayalım lütfen."

Ellerini çenesinin altında birleştirerek umutla bana bakarken, onu geri çevirmenin kötülüğün hanesine bir sayı düşürmek olduğunu düşündüm. Onu nasıl olurda kırardım? "Tamam Gazel, geleceğim."

Omuzları gevşedi. "Titanic izleyeceğiz."

"Ve ağlayacağız."

Kollarını belime sardı. Bunun eylemdeki adı sarılma, hissiyattaki adı sevgi paylaşımıydı. O bana sarılınca benim için hâlâ umut olduğunu hissettim. Zarif ellerinin sırtıma bıraktığı sıcaklık, bedenim tarafından kabul edilmişti. Kısa süreli sarılmasını yanağıma kondurduğu bir öpücükle tamamlayarak benden uzaklaştığında, ona, arabayı dikkatli kullanması gerektiğini söyleyerek arabadan indim. Karşıya geçmek için trafiği kontrol ederken, çantamın askılarını omuzlarıma geçiriyordum. Kırmızı ışık yandığında, bir takım kalabalıkla beraber caddenin karşısına geçtim.

Attığım her adım beni dansa yaklaştırıyordu.

Merdivenlere yüklendim. Benimle birlikte merdivenleri çıkan, spor kıyafetli insanlara temas etmemeye özen gösteriyordum. Nereye gideceğimi bildiğim için kimseyle irtibata girmeden doğrudan üst kata çıktım ve koridor boyu ilerledim. Gözlerim, etrafımı, herhangi bir tehlikenin olup olmadığını öğrenmek için daima kolaçan ederdi. Koridor sonuna kadar yürüdüm, parmaklarım kulpa yerleştiğinde yine o hissin gelip bedenime yerleşmesi karşısında çaresizce yüzümü buruşturdum. Midem kasılıyordu, avuçlarım nemleniyor, sırtımdan soğuk terler akıyordu.

Kaçınılmaz olanı yaparak kapıyı açtım.

İlk nem, avuçlarıma düştü. Artık odanın içindeydim. Kapıyı seğiren parmaklarla örterek odanın içerisine doğru açıldım. Oradaydı. Kalbim gerginlikle kasıldı ve ardından gevşeyerek göğüs kafesim içine yerleşti. Göğsüm, kalbimin etten duvarıydı. Sırtını duvara dayamış, ellerini her zaman giydiği takımının bir parçası olan ütülü pantolonun ceplerine yerleştirmişti. Beni bekliyordu ve odadan içeriye attığım ilk adımda omzunun üzerinden bana doğru dönerek sırtını duvardan ayırmıştı. Saçları dağınıktı, parmakları hafif buklelerinin arasından geçmiş olmalıydı. Bir yas içindeki gözleri kadrajıma girdiğinde, kelepçeye vurulan ruhumun, zincirlerinden kopmak istediğini hissettim. Dudakları, beni selamlamak için aralandı. "Erken geldin Safir Mila."

Bir ima mıydı yoksa erken geldiğim için duyduğu memnuniyeti, çıkarsızca söylüyor muydu, emin olamadım. Genzimdeki kuruluğu tükürüğümle ıslatarak donuk ve rahatsız edici bakışlarından kaçmaya çalışırken, "Sizi bekletmek istemedim," diyerek itiraf ettim. "Sonuçta siz beni izleyerek geçireceğiniz vakti duvarları izleyerek geçirmek istemezsiniz."

"Sonuçta ben seni izleyerek geçirdiğim vakti duvarları izleyerekte geçirebilirim ama bu beni, seni izlerken olduğum kadar tatmin etmez."

Gözleri bir an gürültülüydü ve bir an sonra, uğultu bile olmayan bir uçurum dibiydi. Cümlesi üzerinde durmayarak beni daha fazla rahatsız etmesine izin vermedim. Sakal traşı olmuştu, kemikli çenesini ilk kez temiz görmüştüm. Kendime cimcik attım. "Anlıyorum."

"Anlıyorsun."

Bunu sürekli yaşıyorduk? Küçücük bir an, sürekli tekrarlayan diyaloglarımıza bu sefer gülecek gibi oldum ama sonra acılar içinde, gülemediğimi fark ettim. Parmaklarımı kıvırırken, "Meliha Hanım bize katılmayacak mı?" Diye sordum ve o beni bir an ertelemeden cevap verdi: "Meliha Hanım'ın bize katılmasını mı istersiniz?"

Onunla konuşmak böyleydi işte. Susarak konuşmaktı, avuçlarım terleyerek, vücudum kasılarak konuşmaktı. omuzlarımı çocukça silktim. "Bana yardımcı olacağından bahsetmiştiniz," diyerek açıkladım kesik kesik. "Yoksa olmayacak mı?"

"Senin dans ederken kimseye ihtiyacın yok. Sen dans ederken, senden başka kimse görünmüyor zaten."

Duraksadım. Göğsüm hoplamıştı. Gözlerinde gerçeği aramak istedim ama gözlerine o kadar uzun süre bakamazdım. Sordum. "Beni takdir mi ediyorsunuz?"

"Yeteneğini ve dansını takdir ediyorum."

Bunu birisi bana ilk kez söylüyordu. Birisi, gözlerimin içine eksiksiz şekilde bakarak beni ve dansımı takdir ediyordu. Tamam, Gazel'de dansımın harika olduğundan bahsederdi ama beni bunun için takdir etmemişti. Dudaklarım aralandı. Tanrım, saksıdaki bu çiçek sulanmıştı. Şaşkınlıkla sordum: "Beni takdir ediyorsunuz?"

Dudakları ağırca hareket etti. "Seni takdir ediyorum."

Bakışlarımı kaçırdım, bunu yapmasam bir aptallık edebilirdim. Heyecanlanmıştım. Dans konusundaki dürüstlüğüne inandığım birinden bunu duymuş olmak, bedenimin dans için dilenmekte ne kadar haklı olduğunu hissettirdi bana. Gülümsemek benim için sıradan bir eylem olsa bunu başarırdım. Bana uzattığı çiçeği almamış, yalnızva o çiçek için ona teşekkür etmiştim. Genzini temizlediğini duydum. "Üstünü değiştir istersen?"

Kafamı hızlıca salladım. Altımda taytım olsa bile üzerime ince, hareketlerimi kısıtlamayacak bir badi giymeliydim. Alt dudağımı ısırdım. "Ben kabine geçeyim."

"Beni fazla bekletmeyin Safir Hanım."

Onun için kimi zaman Safir Hanım, kimi zaman Safir Mila'ydım ama o benim için hep Hazer Han Bey'di. Avuçlarımın nemini silecek bir yer arayışında ilerleyerek dans odasının içindeki kabine yöneldim. Taze boyalı ayakkabılarının burnunu izleyerek onu arkamdan bıraktıktan az sonra kabinin içine girdim. Benimle bugün daha az kaba konuşmuştu. Tamam, ona haksızlık etmek istemezdim. Çok kaba konuşmazdı ama asla zarif olduğunu da söyleyemezdim. Kabinde biraz soluklandıktan sonra kapıyı kilitledim ve kapıyı kilitlediğimi onunla anladığından emin olarak rahatsızca kıpırdandım. Çantamı yere indirerek montumu ve kazağımı çıkardıktan sonra üç saniyeden fazla çıplak kalamayarak üstüme beyaz, bedenimi saran bir badi geçirdim.

Kabinden çıkarken pointlerim ayaklarımdaydı.

Pudra pembesi renginde, kurdele şeklinde ince kemerli pointlerim, parmaklarımı sıkıştırmıştı ama bu acıya dayanabilirdim. Dışarıya çıktığımda, Hazer Han'ın tavana bakarak başını arkaya yatırdığını ve dudaklarının kıpırdandığını gördüm. Beni fark ettiğinde yavaşça başını önüne düşürdü ve ellerini ceketinden aşağıya kaydırarak tekrardan ceplerine yerleştirdi. Tek kaşını kaldırdı, ne kadar düzgün ve kalın kaşlara sahipti... "Müziğini sen seçmek ister misin?"

Benim için dans sırasında müzik şart değildi. Hatta ben dans ederken müziğin sesini duymaz, müziğin ritmine kapılmazdım. Kalbimin ritmi bacaklarıma yön verirdi. Fakat kendisi bir yerde benim patronumdu ve ona müzik istemediğimi söylemezdim. İçinde kaset bulunan radyonun yanına yaklaştığımda ona sırtımı dönmüş olmuştum. Radyonun tuşları üzerinde parmaklarımı gezdirdim, neden eski tarz bir radyo tercih ettiğini bilemiyordum. İlk müzik hızlı, hoşlanmadığım bir tarzdı. Değiştirdim fakat bu da pek hoşuma gitmemişti. Hazer Han'ın kaba bir tavır sergilemesinden kaçınarak bir sonraki müzikte karar kıldım; ağır aksak ilerleyen, hoş bir sözsüz müzikti. Alt dudağımı ısırarak omzumun üzerinden ona döndüğümde, sırtını duvara dayamış, eksiksizce beni izlediğini gördüm. "Hâlâ bir koreografimiz yok mu?" Diye sordum kısıkça.

Dudakları, ondan talep ettiğim cevap için aralandı. "Meliha, hâlâ üzerinde çalışıyor."

"Peki müzikal günü?" Diye sordum, dudağımı ısırmaya bir an ara vererek. "Tek başıma mı olacağım?"

Bakışlarını kaçırdı, ya da ben öyle düşündüm. "Meliha'nın hazırladığı koreografiye bağlı."

Kendime engel olamayarak, ta içimden gelen bir yakarışla baktım gözlerinin içine. "Yalnız olmak istiyorum..." kendime acıyarak devam ettim. "Bir erk... bir partnerle dans etmek istemiyorum."

Kirpikleri, birbirine değecek kadar kısıldı. Gözleri artık ufacık bir aralıktı ve hiçbir hissi göremiyordum. Gerginlik vücudumda bir gemi gibi açıldı. "Buna ben değil, Meliha karar verecektir," dedi vakur sesiyle.

"Ama ben senin balerininim!"

Durdum.

Durdu.

Bu yanlış bir cümleydi. Doğru ve yanlış, bakıldığı yerden değişebilir miydi? O da bu cümlemin yanlış olduğunu düşünüyor muydu? Hızlıca önüme döndüm, ona bunu söylemem çok saçmaydı ama bana böyle seslendiği için onu ikna edeceğimi düşünmüştüm. Kalbimin içinden bir bıçak geçiyormuş gibi hissettiğimde, o bıçağı kalbime geçirenin de kendim olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Utanç içinde gözlerimi yumdum, yanaklarım yanıyordu.

O, bana bir karşılık vermediğinde müziğin sesini daha çok açtım ve gözlerim kapalı kalmaya devam ederken, parmaklarımı önümdeki gri metala yasladım. Bu bale veya dans sırasında destek almam için odanın duvarları boyunca döşenmiş bir sistemdi. Ellerimi silindir şeklindeki, gümüş metalin etrafı boyunca dolayarak bacaklarımı kırdım. Dans ettiğimde o utancı yakamdan biraz silkebilir, bunu unuturdum. Dans, benim aklımı başımdan alıyordu. Birinin bir şeye karşı böylesine bir tutku duyabileceğine inanmıyordum. Demirden destek alarak bedenimi serbest bıraktım ve başım, arkama doğru belimle beraber kıvrıldığında, karnımın gerildiğini hissettim. Bacaklarım dizlerimden kırılarak ileriye bükülmüş ve aynaya yaslanmıştı. Boynumun açıldığını, saçlarımın başımdan düşerek hafifçe zemine çarptığını hissettim.

Kanım kaynıyordu.

Bedenim dans için kıvrılmaya istekli bir şekilde kıpırdandığında, bu talebi reddetmeyerek doğruldum ve parmak uçlarımda yükselerek destek aldığım yerden uzaklaştım. Odanın içerisine doğru açıldığımı hissediyordum. Birkaç ufak gevşeme, ısınma hareketi şarttı. Öncelikle kollarımı soluma doğru açarak başımı boynumla beraber kıvırdım ve bunu yaparken parmak uçlarımda yükselerek kondisyonumu ölçtüm. Parmak uçlarımda yeterince uzun süre kalabiliyordum, bu güzeldi.

Birkaç dakika ısındıktan sonra müziği duymamaya, kendi dansımdan başka kimseyi hissetmemeye başladım. Başımı sol omzuma çevirerek bacağımı ileriye kırdım ve diğer ayağımın ucunda yükselerek kendi etrafımda 360 derece bir dönüş yaptım. Karografiye bağlı kalmadığımda, içimden geldiği gibi, özgürce dans ediyordum. Dans etmek zincirleri kırarak prangalardan kurtulmak gibiydi. Birkaç dakikada olsa eziyet çekmiyor, göğsümde o amansız ağırlığı taşımıyordum. O ağırlık, nabzı her an yavaşlayan küçüklüğümdü. Orada, kurtarılmayı bekliyordu. İleriye doğru açıldım, tabanım gerilmişti. Bacaklarım kıvrakça süzülüyor, pointlerim ayak parmaklarımı sıkıştırıyordu. Tenim ısınmıştı. Saçlarım, bağlamadığım için her dönüşümde kuvvetli bir şekilde yüzüme çarpıyordu. Göğsümü gererek kollarımı ileriye atıyor, belimi kırıyor, her an bacaklarıma daha çok yükleniyordum. Bu büyüleyiciydi. İnsanlar, dans etmeyerek neler kaybettiğini keşke bilselerdi. Dans etmek en pahalı gerdanlıkları takmaktan, en güzel yerlere gitmekten çok daha muazzamdı. Çünkü dans ederken parlayan o gerdanlık, izlenilmek istenilen o yer sizdiniz. Dans, cömert bir tutkuydu.

Soluk soluğa durdum.

Parmak uçlarımda durmaya son vererek tabanlarımı yere kavuşturduğumda ve kollarımı iki yanıma indirdiğimde, bir alkış sesi duyarak irkildim ve güvende olduğuma emin olmak isteyerek göz kapaklarımı hızlıca kaldırdım. Beni alkışlayanın Hazer Han olmadığını, o alkışın sesini ilk duyduğundan beri hissediyordum. Hislerimde yanılmamıştım, çünkü beni alkışlayan Meliha'ydı. İçeride Hazer Han'ın yanındaydı ve parlayan gözlerle bana bakıyordu. Üzerinde taytı ve kırmızı atleti vardı, saçlarını tepesinde bağlamış, temiz ve duru cildini bir gülümsemeyle kıymetlendirmişti. Omuzlarım çöktü, bir tutam saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken, "Bayıldım," dedi Meliha Hanım, gözlerindeki samimiyetle. "Mila bunu nasıl yaptın? Hayret verici ama sen dans ederken senden gözlerimizi ayırmak çok zor."

Mila yumruklarını havaya kaldırarak mutluluktan çığlıklar atarken, heyecandan saçma bir tepki vermemek için yutkundum. Gözbebeklerim büyümüştü, gerçekten böyle mi düşünüyordu? Işıklar, yanmaya mı başlıyordu? Titrek bir soluk genzimden yukarı çıkarken, "Çünkü yetenekliyim," dedim usulca. "Ben, iyi bir balerinim."

"Sana bir partner bulmalıyız," dedi ve olduğum yerde kaskatı kesilmemi asla farkında olmayarak devam etti: "Senin kadar iyi dans eden bir partner bulduğumuzda ve ikinizi oraya çıkardığımızda insanlar gözlerini bir an olsun sizden alamayacak. Dans tutku işidir, tango yapmayı düşündün mü?"

Hayır. Hayır. Hayır. Kalbim kasılarak genişlediğinde ve canavarlar sanki beni bölüşmek için üzerime doğru yürümeye başladığında, kendimi savunmak için birkaç adım geriye sıçradım. Hazer Han'ın omuzlarını dikleştirdiğini görürken, telaşla bu fikre karşı çıktım. "Olmaz, bir başkasıyla dans etmeyeceğim. Ya o sahnede bir ben olurum ya da bu iş hemen burada biter!"

Meliha'nın gözlerindeki ışıklar söndü. Şaşkınlık çehresine usulca döşenirken, parmaklarımı avuç içime yaslayarak titremelerini durdurmaya çalıştım. Hazer Han'ın sesi, uğultuların içinden geçerek yükseldi kulaklarıma. "Seninle sözleşme yaptık, bu iş, istediğin herhangi bir an bitemez."

Sözleşme... Evet, bir sözleşmemiz vardı ama beni bir partnerle dans etmeye zorlarlarsa asla umurumda olmazdı. Kaçabildiğim kadar uzağa kaçardım. Gözlerimi gözlerine çıkarttığımda, bunun soluk soluğa onlarca kat merdiven çıkıp evin kapısına ulaşmak olduğunu düşündüm. Nefesim genzime damga gibi yapışmıştı. "Lütfen," dedim gözlerinin içine bakarak ve daha nazik olmayı deneyerek. "İstediğiniz birincilik değil mi? Size bunu getireceğim. Ama lütfen, yalnız olmama izin verin."

Bakışmamız sanki asırlar boyunca sürdü ama bu ana iki kalp çırpıntısı bile sığmazdı, biliyordum. Mimikleri ölçülü şekilde kıpırdanırken, ceketinin yakasındaki potu düzeltti. "Safir Hanım haklı Meliha. Sahnede yeterince iyi, bir başkasını koyduğumuzda Safir Mila'nın yanında çok sönük kalır. Ona denk biri olmadıkça tek dans etmesi daha iyi."

Tüm vücudumdaki ağrı ve kasıntı bir an için yok olduğunda, omuzlarım gevşeyerek çöktü ve bakışlarım aceleyle önüme düştü. Yanaklarım, fevri çıkışımı hatırlayarak kızarmıştı. Tamam, onu ikna edebilmiştim. Vücudumdan soğuk terler aktı. Meliha Hanım yanıma yürürken, "Evet, bu konuda haklısın," diye mırıldandı düşünceli bir sesle. "Ama neden bir partner fikrine karşı bu kadar katı olduğunu merak ettim doğrusu."

Yanıma vararak bir anda elime uzandığında, dokunuşuna hazırlıksız yakalanarak irkildim ve irileşmiş bakışlarımı kendisine çevirdim. Elimi, kolumla beraber kaldırarak başımın üstüne doğru yükseltirken gözlerimdeki soru işaretlerini görerek, "Esnekliğine bakıyorum," diye açıkladı. "Koreogragiye ekleyeceğim hareketleri ona göre seçeyim."

Bu tatmin edici bir cevaptı. Gözlerimi kırparak onu onayladığımda arkama geçti ve her iki kolumu da arkamda kavuşturarak kaslarımın gerilmesini sağladı. Bir an için kirpiklerimin altından Hazer Han'a baktım ve gözlerinin bir mağara gibi güneş almadığını gördüm. Gözleri birkaç ton daha koyuydu. Diliyle dudağına vurarak ne dercesine kaşını kaldırdığında, hiç dercesine omuzlarımı silktim.

Bakışlarımı kaçırırken genzini temizlediğini duydum.

"Yeterince iyisin," dedi Meliha Hanım, birkaç sessiz dakikanın ardından. Arkamdan dolanarak önüme geçtiğinde gülümsemesini dudaklarından temizlediğini ama gözlerinin tekrardan ışıltılı olduğunu gördüm. "Koreografiyi bir dahaki geldiğinde çıkarmış olurum. Seni biraz zorlayacak ama iddialısın, bence başarırsın."

Başaracaktım, çünkü rüzgâr vardı ve bu uçurtmayı açabilirdim.

Başaracaktım, çünkü babam bunu isterdi.

Sessizliğim Meliha'ya konuşması için bir kez daha fırsat verdiğinde, "Bir sonraki sefer daha iyi pointlerle gel," dedi aniden. O an eğilip pointlerime mi baksam yoksa dolan gözlerimi mi saklasam bilemedim. "Bu baya eski sanırım. Eminim daha iyilerine sahipsindir."

Değilim, daha iyisine sahip değilim.

Ne yapacaktım? Benim başka pointim yoktu ki. Kafamı hızlıca sallayarak engel olamadığım bir şekilde sol ayağımı sağ ayağım üzerine yaslayarak dikişleri örterken, içimden bir bıçağın geçerek beni yardığını hissettim. Kanım, içimde birikiyordu. Meliha Hanım memnuniyetle gülümseyerek uzaklaştığında ve Hazer Han'a birkaç şey diyerek odadan dışarıya çıktığında, burnumun ucu sızlamıştı. Ah, utanç vericiydi.

Hazer Han bana doğru bir adım atarak boyalı ayakkabılarıyla kadrajıma girdiğinde, zihnim geçmişten bir ânı kavrayarak önüme bıraktı. O anın içinde onunla ilk kez karşılaşıyorduk, güneşin önünden geçerek yanıma geliyor ve kanayan parmağım için bana bir mendil uzatıyordu. Pointleri diktiğimi biliyordu, başka pointlerim olmadığını da tahmin ediyor olmalıydı. Bu... Bu an bana nerede olduğumu hatırlattı. Karanlıktaydım.

"Safir Mila..."

"İşe gitmeliyim!"

Onun cümlesini kabaca savuşturduğumda, yerin yarılarak beni içine almasını diliyordum. Titreyen parmaklarla saçlarımı ittirerek bir çırpıda arkamı döndüğümde, sallanan bacaklarla kabine yürürüm. Israr etmedi, boğazının derinliğinden tanımsız bir mırıltı dökülürken kendimi kabinin içine atarak sırtımı kapıya yasladım. Ah, hayır; ağlamamalıydım. Ben pek sessiz ağlayamazdım, ağlarsam bunu duyabilirdi ve daha çok utanırdım. Hayatın bana bir kez olsun cömert davranmasını hak etmiyor muydum, Tanrım?

Hızlı hareketlerle ve titreyen ellerle kazağıma uzanarak kazağımı badimin üstüne giyindim ve montuma uzandım. Bıçak hâlâ içimdeydi, kalbime ve göğsüme baskı yapıyordu. Montumun fermuarını çekerek çantamı omuzlarıma astım ve başımı kabin kapısına yaslayarak onun buradan çıkmasını bekledim. Bugün kendisini bir kez daha görmek istemiyordum, az önce yaşanılanlar yeterince küçük düşürücüydü zaten. Adımlarının sesini duydum ama odanın içinde mi geziyor yoksa dışarımı çıkıyor anlamadım.

Lütfen çık.
Lütfen çık.
Lütfen çık.

Adım sesleri uzaklaştı,
Hazer Han beni bırakarak gitti.

Rahatlayarak kapıya daha çok yüklenirken parmak uçlarımı göz kapaklarıma bastırarak göz yaşların inmesine müsaade etmedim. Babam olsa inci tanesi derdi dolan gözlerim için, o şefkatli sesiyle. Yakutum, inci tanem.

"Ağlamamalıyım," diyerek içimdeki bıçağı çekip çıkarmak için elimi kalbime yasladım. "Bu çok küçük düşürücü ama yine de ağlamamalıyım. Düşün Safir... Kaç bebek açlıktan ağlıyor olabilir düşün ve sonrasında buna ağladığın için kendinden utan." Bıçağı çekip çıkardım. Bu ikna edici bir yöntemdi. Sakinleştiğimde göz kapaklarımı kaldırdım. "Ve evet, ağlamıyorum."

Saçlarımın yükünü sırtıma bırakarak birkaç taze nefesi soluk borumdan aşağıya doğru gayretle çektim ve kabinden dışarıya çıkarak odayı terk ettim. Bedenim, dans sırasında terlediği ve terim üzerimde soğuduğu için şimdi üşüyordum. Kollarımı kendime sararak ve çantanın ağırlığını görmezden gelmeye çalışarak merdivenleri indim. Ah, yine yağmur yağıyordu ve bir kez daha ıslanacağım anlamına geliyordu. Tanrı'nın sanatından şikâyetim yoktu ama şemsiyesiz bir kız için, gökyüzünün daha merhametli olmasını diliyordum.

Kapılar iki yana açıldığında dışarıya çıkarak ıslak merdivenlerden indim, bu sırada yalnızca basamakları izliyordum. Su birikintileri taytıma sıçramasın diye dikkatli yürürken, son basamağıda indim ve aynı esnada bir motor sesini gürültülü bir şekilde duyarak irkildim. Başımı yukarıya kaldırdığımda şaşkın gözlerim, doğrudan siyah araba camını görmüştü. Merdiven bitiminin önünde duran bu araba Hazer Han'a aitti. Tanrı bulutları biraz daha ağlatırken araba kapısı içeriden açıldı ve gözlerim ilk önce onun kemikli elini gördü. Eli doğrultusunda kolunu, omzunu, boynunu ve sabit, mimiksiz yüzünü... Amber gözleri, ürkek bakışlarıma dokundu. Ben daha ağzımı aralamamışken, "Kahve," dedi yalnızca dudaklarını kıpırdatırken. "İçer misin?"

Saçlarım başıma yapışırken gürültülü yağmurun sesini bastırarak cevapladım. "Hayır."

"Sahlep?"

Birbirimize bakmaya devam ettik.

"Hayır."

"Sıcak çikolata?"

"Olur."

"Olsun."

Bir an olacak olanın ne olduğunu düşündüm. Bunu ne ara, nasıl onaylamıştım? Bana en savunmasız anımda gelmişti ve onu bir kez daha geri çevirmenin kaba olacağını düşünmüştüm. Deri, geniş araba koltuğunda gerilediğinde, yanında benim için yer açtığını hissettim ve göz kontağı kurmaktan kaçınarak birkaç saniye içinde o koltuğa yerleştim. Çantamı ayaklarımın ucuna bırakarak sırtımı arkaya dayadım ve en köşeye, cam kenarına oturarak nefesimi tuttum. Nefesimi tuttum, çünkü kapıyı kapatmak için eğildi ve bunu yaparken kolu montuma sürtündü. Kısa bir an gözlerimi kocaman açarak ceketiyle sarmalanmış koluna baktığımda, kendisi işini halletti ve genzini temizleyerek pozisyonuna döndü.

İkimiz de bir an, küçücük bir an birbirimize baktık.

Uğultulu sessizlik motor sesiyle dağıldı.

Başımı önüme düşürerek ellerimi dizlerim arasına kıstırdım ve ıslanmış saçlarımın iki yanımdan yüzüme gizlemesi karşısında rahatça nefeslendim. Nereye gittiğimizi bilmiyordum, bu arabaya binmek ruhum için bir risk miydi? Tombul parmaklarımı izlerken, arabanın sokaktan çıktığını ve yan caddeye girdiğini gördüm. Silecekler çalışıyordu, silecekleri izlerken Kerem'in ısıtıcıya uzandığını görür gibi olmuştum. Gözlerimiz aynada kesiştiğinde bana, onda görmeye alışkın olduğum çıkarsız, geniş bir tebessümle karşılık verdi. "Nasılsınız Safir Hanım?"

Kimsenin gülümsemesine kanmamam gerektiğini çok küçük yaşta öğrenmiş olmama rağmen Kerem'in bu gülümsemesine karşı koymak zor gelmişti. Onu tanımıyordum ama hiçbir yanlış tavrına denk de gelmemiştim. "İyiyim Kerem," diyerek cevapladım kendisini. Bir an sonra kendime engel olamayarak mırıldandım. "Sen nasılsın? Patronun hâlâ seni, maaşını azaltmakla tehdit ediyor mu?"

Kerem'ın gözleri ve dudakları eş zamanda büyüyerek soruma tepki verdiğinde mimiklerinin gülmeye hazır olduğunu gördüm fakat Hazer ona nasıl baktıysa, Kerem sertçe yutkunarak kafasını iki yana salladı. "Hazer Bey o anlarda ciddi değil, maaşım almam gerekenden bile daha yüksek."

Hazer Han'ın bakışları şimdi profilimdeydi, yüzüme nakış nakış işleniyordu sanki bakışı. Yüreğim denizler gibi taşacak oldu. "Senin için sevindim Kerem."

Kerem sanki bana bakmaktan kaçınır gibi, gözlerini gözlerimde iki saniyeden fazla tutmayarak yarım ağız gülümsedi. "Sağ olun Safir Hanım. Isıtıcıyı açtım, daha iyi misiniz?"

Hazer Han seslice nefes aldı.

Üşüdüğümü fark ederek ısıtıcıyı açtığı için kendisine minnet duyarak, Tanrı'dan onun hak ettiği her şeye sahip olacak bir adam olmasını diledim. Kısıkça mırıldandım. "Teşekkür ederim Kerem."

"Ne demek Safir Hanım." Kerem direksiyonu sağa kırdı. "Ee, daha nasılsınız?"

Nasıldım? Bu sorunun cevabını kendime veremiyordum ki ona vereyim. Herkes gibi yalan söyleyerek iyiyim mi diyecektim? Benim tökezlediğim esnada Hazer Han'ın hissiz, kısık sesi arabanın içine dağıldı. "Kerem, sus."

"Aa yine gevezelik mi yaptım Hazer Bey?"

Hazer'e ufak bir bakış attığımda, dik dik Kerem'e baktığını gördüm. "Kerem, maaşından olmada sus."

Kerem, sustu. Sanırım bu aralarında sürekli gelişen bir diyalogtu. Kerem biraz fazla konuşan birisi, Hazer Han'da az konuşan biri olduğu için birbirlerini bazı zamanlarda dengeleyemiyorlardı. Hazer'in Kerem'i susturma taktiği buydu sanırım ama Kerem, Hazer Han için çalışmaktan mutsuz görünmüyordu.

Yağmur gürültülü şekilde cama indiğinde, camdan hafifçe uzaklaşarak koltukta kaykıldım. Cama o kadar yakından bakıyordum ki, sanki yağmur damlaları gözlerime düşüyor gibi hissetmiştim. Yağmurlar, bulutların göz yaşlarıydı. Araba yavaşlayana ve ardından tamamen durana kadar gökyüzünü izledim ve gökkuşağının gökyüzüne oturmasını bekledim.

Büyük araba daha önce defalarca kez geçtiğim bir caddede, kaldırıma yakın şekilde sakince durduğunda, önünde durduğumuz kafenin starbucks olduğunu gördüm. Sanırım benimle kahveyi burada içecekti, pardon, sıcak çikolatayı... Saçımın yükünü sol omzuma yığarken, Hazer Han genzini temizleyerek sakalsız, temiz çenesini kaşıdı. "Daha bekleyecek misin?"

Yanağımın içini ısırdım. "Sizi bekliyorum."

"İneyim o halde, sende inersin."

"İnin o halde, ben de ineyim."

Kısık sesli, gülüşten uzak, homurtuya yakın bir ses çıkardıktan sonra kulpa asıldı ve kendini dışarıya bıraktı. Takımının içinde pahalı ve şık görünüyordu. Kerem patronuyla eş zamanlı olarak dışarıya fırlarken, şemsiyeyi almış ve patronunun başına açmıştı. Oyalanmadan dışarıya çıktığımda, gerginlikten adeta vücudum ağrıyordu. Kalbimin kasılıp gevşediğini ve bunu bir ritim halinde yaptığını hissediyordum. Karşıya geçmek için birbirimize doğru yaklaştığımızda, Kerem bir adım arkamıza geçerek şemsiyeyi ikimiz üstüne açmış oldu. Hazer Hanla yan yanaydık, temas halinde değildik ama hafifçe kıpırdansak birbirimize dokunabilirdik ama neyse ki sabit durdu. Şemsiyeye düşen yağmurun sesini işitirken, Kerem ağzının içinde homurdandı. "Starbuckmış... Bunlar hep kapitalizmin oyunu."

Hazer Han dilini dudakları üzernde yuvarlayarak omzunun üstünden Kerem'e döndü. Dudağımı dişleyerek kirpik altlarımdan aralarındaki bakışmayı süzdüm. "Kerem," dedi Hazer Han, şemsiyeyi onun elinden alırken. Siyah şemsiye silkelendi ve birikmiş su aşağıya döküldü. "Bizi bir sal."

Kerem ıslanarak alnına dökülen saçlarına bakmaya çalışırken, "Arabaya geçeyim," dedi, patronu ile arasındaki garip bir iletişim vardı. "En azından orada ıslanmam."

Hazer Han'ın ona olan dik bakışları altında kaputu dolanarak şoför koltuğuna yerleştiğinde, Hazer Han çok ani bir şekilde yüzünü bana çevirerek beni hazırlıksız yakaladı. Bir an amber gözlerine bakakaldım, gözlerinin rengi yanmış portakal kabuğunu anımsatıyordu. Erimiş karamel şeklindeydi, sıcaktı ama soğuk bakıyordu. Şemsiyeye yağmur düştü, kırmızı ışık yandı, karşıdan karşıya geçmek için ilk adımı ayna anda attık.

Az sonra kafenin kapısından içeriye, birkaç insanla beraber girdiğimizde Hazer Han şemsiyeyi kapatarak silkelemişti. Ellerimi ovuşturarak kafenin içerisine doğru yürürken, bir adım gerisindeydim. Ne yapıyordum? Erkeklere güvenmiyordum, onlardan ürküyordum ama neden buradaydım? Sıraya girdik, çok beklememiştik. Kendisi sıcak çikolata ücretimi ne ara ödemişti anlamamıştım ama ona çattığım kaşlarla baktığımda, beni buraya kendisinin davet ettiğini söyleyerek bunu geçiştirmişti. Kendisi mekânın en solunda ve dibinde kalan yuvarlak, ahşap bir masayı seçerek oturduğunda, etrafı kolaçan ederek masaya doğru yaklaştım ve onun karşısına oturdum. Mekânın camı hemen yanımızdaydı, oturduğumuz sandalyeler kahve renkli minderdendi ve ayaklarım masanın altındaki demire yaslanmıştı. O ceketinin düğmesini açarak bembeyaz, ütülü gömleğine daha fazla yer açtığında, ellerimdeki karton bardağı masa üzerine bıraktım. Şemsiyeyi yere bırakarak cama dayamış ve saçlarını arkaya doğru silkelemişti. Parmakları yer yer kızarıktı.

Kendime, buraya geldiğim ve bu kadar gerilmeme sebep olduğum için kızgındım. Öyle gergindim ki, alçı gibi çatlayacaktım sanki. O da ellerini tıpkı benim gibi ahşap masanın üstüne yaslayarak parmaklarıyla oynamaya başladığında, onunda gergin olduğunu hissettim ama bunun ne kadar doğru olduğunu asla bilemeyecektim. Bu gerginlikten sıyrılmayı dileyerek etrafıma bakınırken, "Montunu çıkarmak istemez misin?" Diye sordu, sesi karlı bir kış günü gibiydi. Soğuk, ıssız, dumanlı. "Burası sıcak."

Hayır, istemezdim. Üstümdeki ağır herhangi bir şeyin bedenimi koruduğuna aptalca bir şekilde inandığım için o montu çıkarmayacaktım. Ceketinin ön cebine koyduğu gece mavisi, ipek kravatını izlerken, kelimelerimi, boğazımdan çekip çıkardım ve dudaklarıma yüklendim. "Böyle, montumla kalayım bence."

Yüreğim telaşla kıpırdanırken, bakışlarının, taşımakta zorunlu olduğum bir gerdanlık gibi boynuma yerleştiğini hissettim. Bu çok anlık bir bakıştı ve tekrardan gözlerime çıkmıştı. Parmaklarıyla daha çok oynadı. "Neden aksanlı konuştuğunu hâlâ söylemeyecek misin?"

Ah, bu mesele... Evet, dilim, bazı kelimeleri kullandığım esnada aksanlı oluyordu ve bu engel olamadığım bir şeydi. Kendisinin neden bunu merak ettiğini anlayamayarak, "Annem İspanyol," dedim, annemi anmanın bir ölüyü anmak gibi olduğunu hissederek ürperirken. "Ben... Ben küçükken evimizde iki dilde konuşulurdu ve her iki dili de bazen aksanlı konuşabiliyorum."

Sessiz mırıltımı duyup duymadığını bilmiyordum. Nefesim, tıpkı bir neşter gibi boğazıma kesikler atarak dudaklarımdan sızarken, boğazını temizleyerek eliyle ensesini sıvazladığını gördüm. Onu da mı geriyordum? Kendisine karşı yabani olduğum için benimle konuşmakta tereddüt mü ediyordu? Ama kocaman adamların böyle tereddütü olur muydu, bilemezdim. Sessizlik birkaç dakika sürdü. "Kardeşin var mı?" Diye ansızın sordu, sesi bir kemik gibi sertti.

Leo'nun umutla parlayan, küçük gözlerini anımsadığımda, gülümsemeleri kayba uğramış dudaklarım, bir tebessüm için kıvrıldı. "Bir oğlan kardeşim var."

"Demek bir erkek kardeşin var."

"Bir oğlan kardeşim var."

"Bir erkek kardeşin var."

"Bir oğlan kar..."

"Anlıyorum Safir Mila, oğlan kardeşin var."

Yanaklarımdaki kızarıklık boynuma yayılmış olmalıydı. Saçma bir diyalogtu ve bunun sebebi ikimizin de gergin olması mıydı? Kendisine karşı o kadar mesafeliydim ki, benimle buraya geldiği için pişman olmalıydı. Bir an bu düşüncenin beni üzdüğünü hissettim. Bu çocukça, saf bir üzüntüydü. Kimse tarafından kabul görmeyen, asla konuşmayı beceremeyen, daima kaçan ve insanların bir arada olmayı istemediği birisi olacak kalacaktım. Yalnızlık benden neyin intikamını alıyordu ki? Bakışlarımı gözlerine kaldırdığımda toprağı aşındıran bir fare gibi hissettim kendimi. Gözlerine, ona fark ettirmeden bakmaya çalışıyordum ama toprağı eşeleyen fareyi sanki kuyruğundan kıstıyordu. Bir an dudaklarıma engel olamayarak, "Benimle buraya geldiğiniz için pişman mısınız?" Diye sordum aniden.

Bakışları bana, kaldırım taşına takılıp düşmüşüm gibi hissettirken, "Hayır," dedi yalnızca. "Ya sen davetimi kabul ettiğin için pişman mısın?"

Bir an kırpmadığı gözlerine, nefesimi tutmuş bakarken, "Hayır," dedim soluksuzca. "Değilim."

"Olma."

"Olmam."

Bakışlarımızı aynı anda kaçırarak derin derin soluklandık.

Vücudum onlarca ağırlığı yüklenmiş gibi kaskatı ve sancılıydı. Ellerimi önümde birleştirerek bakışlarımı parmaklarıma indirdiğimde, koyu renkli takımının içinde yükselip alçalan göğsünü görmüştüm. Bu utandırdı, bir erkeği incelemek asla yapmadığım bir şeydi. Her ikimizde konuşmadık. Ben, onun göğsünden aşağıya sarkan ipek kravatına bakarken, akrep ve yelkovan aç canavarlar gibi bu zamanı bölüşmekle meşgul oldu. Ruhum yaygarayı kopararak, buradan kalkıp gitmem için bedenime yükleniyordu ama bedenim hâlâ bu sandalyede, kıpırdamadan oturuyordu.

Han, beni zorluyordu.

Bir şeyler içersem konuşamazdım, o da soramazdı. Birkaç damla yağmurun düştüğü saçlarımı bir kez daha sol omzumda toplayarak montumun fermuarını hafifçe açtım ve içeceğimi daha kolay içmek için kendime alan yarattım. Sadece masaya bakıyordum, hoş bir masaydı, rengini de sevmiştim. Bir gün evim olur muydu? Evim olursa masam olur muydu? Parmaklarımı karton kutunun etrafı boyunca sararak içmek için ağzımın hizasına kaldırdım. Sıcak, leziz, fakat biraz duruydu; sıcak çikolatayı daha kıvamlı severdim.

Onunda iri elinin karton bardağa yöneldiğini gördüm, vay canına, parmakları cidden uzun ve büyüktü. Bir an masanın üstündeki elimi açtım ve parmaklarımın, iri elinin yanında ne kadar küçük durduğunu gördüm. Hem de parmaklarım tombuldu, buna rağmen küçük kalmıştı. Bu an, bana bir yaşanmışlığı hatırlattı. Eskiyen zamanın içinde, çatısı delik odanın birinde, ışıksız yatağımda, üşüdüğüm için küçük Safir'in ellerini iri ellerinin içine alan Safir'in Babasını... Ellerim ellerinin içinde küçücük kalırdı, şimdi olduğu gibi. Baba, sana daha şiirler yazacak, şarkılar söyleyecek, yemekler yapacaktım. Kader, seni elimden zamansız aldı. Tükürüğümü yutarak acıyla kırışan alnımı düzeltirken, Hazer Han'ın toplu halde duran parmakları bir bir çözüldü ve büyük eli, tam elimin yanında açıldı. Bu yaptığı hafifçe bir şaşkınlığın zihnime yerleşmesine sebep olduğunda, kalbimin utangaç bir çocuk gibi göğsümün etekleri altına girdiğini hissettim. Yanında küçücük kaldım. "Tombul parmaklar," dedi sadece, çok kısık bir şekilde. "Tombul parmaklar..."

Elimi aceleyle masanın üzerinden çekip kucağıma bıraktığımda, kalabalığın içinden kopan kahkahaları duydum. Bize en yakın masa bile uzaktaydı. Ağzım kurumuştu, damarımdaki kan ılık ılık ama daha hızlı akıyordu. Başım dönüyor, midem sancılı, yakıcı bir hisle deviniyordu. Bilinmezlik bedenime keskin girişler yapıyordu. Elimin tersiyle ensemden akan soğuk teri silerken, onun geniş omuzlarını dikleştirdiğini ve kahve kartonunun avuçları içinde kaybolduğunu gördüm.

Kalbim boğazımdan yukarı fırlayacak gibiydi.

Sıcak çikolatamı yarılayana kadar asla konuşmadık ve bu da benim biraz olsun sakinleşmeme, kalbimin, başını göğsümün eteği altından çıkararak nefes almasına olanak sağladı. Terim üzerimde soğuyordu. Masanın altındaki ayaklarım sürekli kıpırdıyor ve o da bazen başını yavaşça eğer gibi olup ayaklarıma bakıyordu. Burası sıcaktı, montumun içinde terlemiştim, o da ceketinin içinde terlemiş olmalıydı ama ceketini çıkarmak için çaba göstermiyordu. Gerçekten büyük vücudu vardı, iri... Babamdan bile iri. Parmakları yer yer ezilmişti, babamda heykel yaptığı zamanlar parmaklarını zorlar, incitirdi. Acaba onun parmaklarını eskiten neydi...

Telefonum cebimde, gürültülü bir şekilde çaldığında, aramızdaki sessizlik dağıldı ve kalbim silahını bırakan bir er gibi yılgınca köşesine çekildi. Onun amber renkli gözleri tarafından izlenildiğimi hissederek montumun cebindeki telefona uzandığımda beni arayanın Gazel olduğunu gördüm; dersten çıkıp çıkmadığımı soracak olmalıydı. Fakat şimdi telefonu açıp ona Hazer Han Beyle olduğumu söylersem beni çok yanlış anlardı. Onun bana kızacağını bilerek aramayı reddettiğimde, kendimde telefonu tekrar cebime koyacak gücü bulamadan telefon ellerimde bir kez daha çaldı. Hazer Han sandalyesinden masaya doğru yüklenerek karton bardağını masaya bıraktığında, stresle telefonu sıktım. "Sevgilin mi?"

İrkildim. "Efendim?"

Yoğun kirpiklerinin altında saklanmış gözleri, bana, zamansız gelen acıları benimsemiş güçlü bir adamın bakışlarıyla baktı. Dilim damağıma doğru erirken, dirseğini masaya ve yüzünü de eline yaslayarak özel alanımın sınırlarını ihlal etti. Tekrarladı: "Israrla arayan, sevgilin mi?"

Kelime haznemi kaybetmiş gibi, yalnızca gözlerine bakabildiğim sessiz bir an yaşandı. "Değil Bayım," diye kısık sesli bir yanıt verdim. "Benim sevgilim yok ki."

Son cümlemin çokça gereksiz olduğunu, cümlem bittikten hemen sonra fark etmiş ve bakışlarımı aceleyle kaçırmıştım. Kıymık gibi içime batan huzursuzluğum devam ederken, "Hımm," dedi Hazer Han Bey, yüreğimi ağzımdan taşırarak. "Anladım."

"Anladınız."

Başımı bir yere vurmak istiyordum. Bunu yapmaktan ne zaman vazgeçecektim, sürekli onun cümlelerini tekrarlamam çok saçmaydı. Sıcak çikolataya uzanarak bu anın çarçabuk bir şekilde eskimesini diledim ve ılımış olan sıcak çikolatamdan birkaç uzun yudum aldım. İnsanlar arasında olduğumda dikkat çekmemek için renkli şeyler bile giyinmez, silik olmayı tercih ederdim. Bazen de sesimi bile kısık tutardım duymamaları için, çünkü benim insanların kötü kalplerinden şikâyetim vardı ve beni görmelerini istemiyordum. Bu bir kalkandı, kafesteysem girmemeleri için parmaklıklar dikmeliydim. Karanlıktaysanız herkes sizden ışığınızı çalacağınızı sanırdı, şayet doğruydu, karanlıktaki insanlar ışığı olan insanlara tahammül edemezdi çoğu zaman. Fakat biz olmak, bizim elimizde. Işıkları çok severek karanlığı küstürmüş olabilirdim ama karanlık bana ne vermişti ki?

Onun ampulü sönmüş bir oda gibi karanlık gölgeli gözlerle doğrudan bana baktığını fark ederek kıpırdandığımda, takım elbise içerisindeki zarif görünümlü bu adamın, beni bakışlarıyla dahi tehdit ettiğini düşündüm. Beni sobelemesine izin vermeyerek bakışlarımı gözlerinden ayırdığımda, oyalanmak için yüzünde gezdirdim gözlerimi. Fakat bu bile benim için zordu, çünkü erkeklere asla bakamazdım. Ama kalın kaşlarına bir an bakakalırken, o kaşlarının ne kadar düzenli olduğunu fark ederek bilinçsizce mırıldandım. "Kaşlarınızı alıyor musunuz?"

Hazer Han, ağzındaki sıcak çikolata yudumunu masaya püskürttü.

Birlikte, masanın üstündeki o sıvıya baktık.

Hayır, olamaz! Bunu sahiden yapmış mıydım? Ona, kaşlarını alıp almadığını mı sormuştum? Bu arsızlığı, kabalığı nasıl yapabilmiştim? Kulaklarımdan dumanlar çıktığını hissettim, bunu nasıl izah edebilirdim? Utançtan cildimin kıpkırmızı olduğunu, gözlerimin irileştiğini, dudaklarımın durumu toparlamak için birkaç kelime arayışına düştüğünü ama sadece açılıp kapanmaktan başka bir şey yapamadığını hissediyordum.  Ağlayacaktım, az kalmıştı, bu utancından altından nasıl kalkacaktım? Tırnaklarımı masaya yaslarken Hazer Han'ın erkeksi bir homurtuyla beraber genzinde bir şeyleri bastırdığını duydum. Mırıldandı. "Tarzım değil."

Yüzümü biraz daha önüme eğdim, onu görmeyi asla istemiyordum. Elimi alnıma yaslayarak kızaran yüzümü büyük ölçüde ondan gizlerken, zorlukla konuştum. "Affedersiniz Bayım, ben..."

"Güldürücüydü."

"Hı?"

"Güldürücüydü ama gülmedim."

"Evet."

"Evet."

Sustuk, bunu karşılıklı olarak yaptık. Kalbim normal ritmine kavuşana kadar sık sık nefesler aldım. Dilimi sayısız kere ısırdım, bu cümleyi kurduğuma inanamayarak. Tamam, erkeklerde kaşlarını alabilirdi ama Hazer Han Bey hiç o tarza sahip değildi. Yüzüm o kadar sıcaktı ki, elimi yakıyordu. Ruhumun içinde adeta kemikleşerek benim bir organım haline gelen ağrıların bedenime de yayıldığını hissederek iki büklüm olmuş şekilde oturdum ve bunun bitmesini diledim.

Fakat o hâlâ, ışıksız gözlerinin arasındaki gölgelerle bana baktı.

Vücut ısım normal seviyeye düştüğünde elimi yüzümden ayırarak tekrardan masaya bıraktım ve bir anlığına camdan dışarıya baktım. Bulutlar, birikintisini kusmuş, yağmur bitmişti. Gökyüzü hâlâ koyuydu ama oraya oturan gökkuşağını görüyordum; gökkuşağı, gökyüzünün paletiydi. Ağzımdan sızan nefesimin önümdeki cama yayılarak camı pusladığını gördüğümde nefes vermeyi bıraktım. Ağına takılan bir örümcek gibi, kendimi, beni öldürecek olan tek şeyle, nefesimle boğulmaya bıraktım. Nefesimi tutarak boğazımdaki acıyı hissetmek bana neden hâlâ ısrarla yaşamayı istediğimi hatırlatıyordu. Çünkü ideallerim vardı. Çünkü bu nefesi almaya hâlâ devam ediyorsam, o idealleri gerçekleştirmek içindi.

Nefesimi gürültüyle bıraktım.

Nefesimin gırtlağımda açtığı kesiği hissederek sertçe yutkundum ve eş zamanlı olarak bakışlarımı, başımla beraber kendisine çevirdim. Asıl o an, ona baktığım an, ağına takılan bir örümcek gibi hissettim. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, omuzlarını geriye itmişti. Gözlerimiz birbirine köprü kurdu ama ikimizde o köprüyü yürümedik. Köprünün altından akan nehrin gürültüsü bir an için kulaklarımda uğuldadı sanki. Nehir köprüye doğru yükseldi, coştu, beni içine çekti. Avuçlarıma düşen nem çoğalırken, "Artık kalkabilir miyiz?" Diye sordum, dikenli bir yoldan geçiyor gibi, bir şeylerden korkarak. "Tabii dilerseniz siz kalabilirsiniz ama ben kalkayım. Bu arada, beni buraya neden çağırmıştınız?"

Bakışları anlamsızlaştı. "Neden mi?"

"Yani," diyerek açıkladım ince sesimle. "İnsanlar insanları yanına sadece konuşmak için çağırmaz mı?"

"Bazen, evet."

"Peki benimle ne konuşmak istediniz?"

Mimiklerinin oynaması, yüzündeki mesafenin dağılacağı anlamına gelmezdi elbette. Takıldığı ağından kurtulmaya çalışan örümcek gibi, tüm gayretimle bakışlarını karşılarken, "Balerinimi tanımam lazım," dedi her harfi ağırdan alarak. "Bu iyi bir sebep."

Ağımdan kurtuldum. "Balerininiz artık gitmeli."

"Sizi bırakayım."

Beni bırakmasına gerek olmadığını ona söylemeyerek sandalyemi ittirdim ve doğruldum. Kendisi de bunu bir an ertelemeden ittirdiği sandalyeden kalktığında, iri vücuduyla, kafeninin alanını daralttığını hissettim. Kaçamak bakışlarımı uzaklaştırarak önüme döndüm ve onun şemsiyeyi aldığını göz ucuyla görürken kafenin içine doğru ilerledim. Peşime düştü, ben hiç kimseyle temasa girmemeye çalışarak kafenin çıkışına ilerledim. Onun gölgesi önüme düşmüştü, hemen arkamdaydı ama tehlike barındıracak noktada değildi. Sınırların dışındaydı ama sınırların içine yakındı.

Starbucks'ın kapısından dışarıya çıktığımızda, şehre vuran yağmurun, kaldırım taşlarında koyu lekeler bıraktığını gördüm. Kaldırıma bir adım atarak yükseldiğimde kendisi de tıpkı benim gibi kaldırımda yükseldi ve karşıya geçmemiz için trafik ışıklarını kontrol etti; kalabalık bir caddeydi. Botlarımın açılmış, dikişleri kopmuş kenarlarına bakarak, yağmur birikintisinin ayağıma dolması karşısında sızlanmamak için dilimi ısırdım. Çorabımın ıslandığını hissettim, ayaklarım çok üşüyecekti. Parmaklarımı kıvırırken bu çaresiz anın, boğazıma kadar beni iğneyle doldurduğunu hissettim. Nefes almak için hareket etsem bütün organlarıma o iğnelerden batacaktı sanki. Çaresizlik duygusu içime batarken, bir yığın kalabalığın koşturarak caddenin karşısına geçtiğini gördüm.

Hazer Han Bey karşıya geçmek için beni bekledi.

Birbirini tamamlayan iri adımlarla caddenin karşısına geçtiğimizde arabanın hâlâ orada olduğunu gördüm. Hazer Han arabayla olan mesafeyi kapatarak, siyah, yüksek arabasının kapısını kendi için araladı. Durmuş, alt dudağımı ısırarak, kendileriyle gitmeyeceğimi nasıl söyleyeceğimi düşünürken, bir an duraksadı ve arabaya yerleşmek üzereyken bakışlarını omzunun üstünden bana çevirdi. Aramızdaki mesafede araba vardı, saçlarım dağılıyordu ve parmaklarım, onları toparlayamayacak kadar üşüyordu. Göğsümden yuvarlanan ateş topu, ağzımda birikmiş gibi, tüm kelimelerimi tutuştururken, kurtardığım birkaç kelimeyle, "Kendim gidebilirim," dedim sesimi, duyurmak için yükseltirken. "Size zahmet çıkarmak istemem. Lütfen, siz devam edin."

Bana sadece baktı. İlk birkaç saniye cevap vermediğinde, bakışlarının içime kazık gibi oturduğunu hissettim. Ciğerlerim şişmişti. Dudaklarını birbirine sımsıkıya bastırmadan evvel omuzlarını silkerek, "Kasım acımamaya devam ediyor," dedi ve kaosdan beslenen gözlerini bir an için eline çevirdi. "Şemsiyeyi size vereyim, yürüyecekseniz ihtiyacınız olacaktır."

"Bayım." Gökyüzüne bakıverdim. "Yağmur, yağmıyor."

"Yağacak."

Şemsiyeyi bana uzattı.

Siyah, büyük ve hâlâ üzerinde su damlaları bulunan şemsiyeye bakarken, bunu nasıl reddeceğimi bilemeyerek, şemsiyeyi almak için elimi cebimden çıkardım. Şemsiyeyi sapından yakaladığında elini çözdü ve şemsiyenin tüm ağırlığını bana bıraktı. Bunu, arabanın tavanı üzerinden yapmıştı. Şemsiyeyi alarak saçma bir şekilde göğsüme bastırırken, birkaç adım geriledim ve aynı anda, "Çantam," dedim ani bir çıkışla. "Hâlâ arabanızda."

Temiz çenesini kaşıdı. "Alabilirsin."

"Alayım."

Hafifçe arabaya temas ederek kapıyı araladım ve acele bir şekilde çantanın askısına uzandım. Çantayı elimde tutarak arabadan çıkardım ve ağırlığına alışkın bir şekilde gerileyerek kapıyı kapattım. Birkaç araba arkamdan geçti, su damlaları taytıma sıçradı. Çantayı elimde sıkıca tutarak, bana öğrettiği veda adabını gerçekleştirmek için son kez ona baktım. Parmakları hâlâ çenesini kaşırken, yukarıdan aşağıya bakarak yanık portakal gibi görünerek bana eski bir yaşanmışlığı hatırlatan bakışlarıyla beni gözetliyordu. Dudaklarım, ona veda etmek için aralandığında, Hazer Han'ın bakışları değişime uğradı ve o an asla olmaması gereken bir şey oldu.

Çantam, elimden çalındı.

Çantama yüklenen başka bir eli hissettiğimde ve henüz kendime, bunu açıklamak için zaman bile bulamadan, parmaklarım arasındaki çanta kayboldu ve elim boşluğa düştü. İrkildim. Nefesim kesilirken, dehşet bir halde omzumun üstünden arkama döndüm ve siyah bereli, bir adamın koşarak cadde boyu indiğini gördüm. Hazer Han'ın çoktan kıpırdadığını göz ucuyla görürken, gözlerimi kocaman açarak ellerimi ağzıma örttüm. Çantamı çalmıştı. Çantam... Eşyalarım, kıyafetlerim, param, dikişli pointlerim, tütülü eteğim...

"Çantam..."

Bir anda yerimden atılarak siyah bereli o adamın peşine düştüğümde, Hazer Han'ın yüzündeki o mekanik sakinliğin bocaladığını görmüştüm. Onu ve arabasını arkamda bırakarak kaldırım boyunca, çantamın peşinde koşarken, kuru rüzgârın cildimi bıçak gibi kestiğini hissettim. Saçlarım etrafta uçuşurken sokağın sonuna kadar, elimden aldıkları şey için koştum ama siyah bereli, kötü kalpli adam benden önce köşeyi dönmüştü. Birkaç saniyenin ardından bende köşeyi dönerek soluk soluğa caddede onu aradığımda, aradığım şeyi bulamayarak durdum ve boğazımda kilitlenen yakarışın dudaklarımdan kopmasına izin verdim.

Yoktu.

Çantamı çalmış ve kayıplara karışmıştı.

"Ama ben... Şimdi ne yapacağım?"

Gözlerim önüne, göz yaşlarımdan oluşan puslu bir birikinti vardı ve bedenim şiddeti yadsınamaz şekilde titriyordu. Sersemleyerek geriye, ileriye, sağıma veya soluma, nereye olduğunu bilmediğim adımlar atarak kafamı iki yana sallarken, titreyen dudaklarımın parmaklarıma çarptığını hissettim. Göğsüm hırıltılı şekilde vuruyoedu kalbime. Boğazım alev alevdi. Çaresizlik koyu bir renge bürünerek kader satırlarımın üstüne dağıldığında, birkaç göz yaşının yanaklarımdan aşağıya yuvarlandığını hissettim. Yastalardı. Ah, önümü göremiyordum. Yanımdan, sağımdan, solumdan arabalar geçiyordu. Kendimi kaybetmiş şekilde, acının bütün vücudumu gasp ederek bacaklarımı uyuşturduğunu hissettim. Etrafıma baktım, siyah bereli, çirkin kalpli o adamı aradım ama bulamadım. Sağıma döndüm, soluma döndüm, birkaç araba korno çaldı, gürültülü frenle durdu, birkaçı caddeden çıkmam gerektiğini söyledi ama bir tanesi durmadı. Gürültülü bir fren kulağıma çalındığı esnada arabalardan biri bedenime çarpmak üzereyken, kolumdan tutularak sert bir şekilde çekildim ve kaldırım taşına çarparak duraksadım.

Hazer Han, kollarımı iki yanımdan tutmuştu.

Ruhum, bedenimden kurtularak dışarıya çıkacakmış gibi hissederken kocaman olmuş gözlerle Hazer Han'ın dengesiz bir şekilde yükselen göğsüne bakakaldım. Beni, kollarımdan biraz daha çekerek tamamen kaldırıma çıkardığında, sırtım duvara çarparak duraksadım ve onun ellerine ürkek bakışlar attım. Hayır, lütfen. Dehşet içindeydim, delice titiriyordum, hâlâ bir şeyleri kavrayamamıştım ve sallanıyordum. Bir elimi arkamdaki duvara dayarken, ellerini iki kolumdan çekerek geriledi ve göz yaşlarım, kaldırım taşına düştü. Kendimi kaybetmiş bir şekilde fısıldadım. "Çantam..."

"Kerem, senin için, çantanı bulacaktır."

Sesi, gergindi. Bir elimi şakağıma yaslayarak ağrıyı savuşturmaya çalışırken, arabasının buralarda olmadığını gördüm. Kerem, çirkin kalpli adamın peşine mi düşmüştü? Onu yakalayıp çantamı alabilir miydi? Tüm bu olanlara dayanamayarak ve hâlâ dehşet içinde ellerimi yüzüme örterek sessizce ağlamaya başladığımda, kendisinin bana doğru adım attığını ama duvara sindiğimde bundan vazgeçtiğini gördüm. Göz yaşlarım avuçlarımda birikmeye başlamıştı ama bunu ses çıkarmadan yapıyordum. Göğsüm seri şekilde yükselip alçalırken, "Ağlama," dediğini duydum, vakur sesiyle. "Ağlama lütfen."

"Ama Bayım, çantam..."

Parmaklarımın arasından kendisine baktığımda, kemikli yüz hatlarının sertleştiğini ama buna rağmen gözlerinin gayet sıradan baktığını gördüm. Gözlerimiz, parmaklarım arasındaki o küçük yerde kesişti. Kafasını sol omzuna vurdu. "Kerem, onu bulacaktır."

Burnumu kabaca çektim. "Bana bunun sözünü verebilir misiniz?"

Göz bebekleri, sonbaharın üstüne yürüyen bir kış günü gibi, uzaktan ama yakın uzaktan baktı. "Söz," dedi ceketinin cebine uzanırken. Parmakları ütülü ceketinin cebinden bir mendili çıkararak bana uzattırken, "Sana ağlayacağını söylemiştim," dedi ve ekledi. "Göz yaşlarını sil."

"Bakmayın bana, ağlayamıyorum."

"Tamam, arkamı dönüyorum."

Mendili parmak uçlarından alırken, gözlerimiz son kez birleşti. Sonbaharın üzerine yürüyen kış şimdi, oradaydı, lapa lapa yağan karı görebiliyordum. Mendili avucuma kıstırdığımda, çamur sıçramış ayakkabılarının üstünde bana arkasını döndü ve ağlamam için izin verdi. Krem renkli mendiliyle yanağımı ıslatan göz yaşlarımı silerken, ensesindeki küçük saçları izledim. Bana söz vermişti, ona inanmalı mıydım? O çanta ve içindekiler, ideallerime giden yolda bana yardımcı olacak şeylerdi. Omuzlarım düştü, mendili taşıyan tombul parmaklarım titrerken, gözlerimi sıkıca yumarak içerideki kıza seslendim: orada kalmaya devam et, dışarıya çıkma, çünkü burası çirkin kalplerle dolu.

Hıçkırdım.

Gözlerimi daha sıkı yumdum.

Çirkin kalplerin içinde yaşayamaz altın kalpler,
Şeytan inine inemez melek yüzler,
Tanrım... İyilik bu dünya için, artık pahalı bir gerdanlık.

BÖLÜM SONU.

Nasıl bir bölümdü?

KM üzerinde çok fazla düşünüyor ve yazdığım her şeye, çok fazla dikkat ediyorum. Sizlerin beklentiside yorumlardan anladığım kadarıyla büyük ve ben de bu beklentiyi karşılamaya çalışıyorum. Ağırdan alıyorum ve böylesinin daha iyi olduğuna eminim.

Beklentinizi karşılıyor muyum?

Lütfen oylarınızı ve yorumlarınızı bırakın. Beni yazmaya daha fazla teşvik edersiniz :')

En sevdiğiniz kısım?

Gidiyorum,
Geleceğim.

Alıntı ve yeni bölüm haberleri için instagramda olacağım.

ınstagram: emineasr

Sizi seviyorum.

EMİNE TAVUZ.

⭐️

Continue Reading

You'll Also Like

1.5M 24.9K 32
Efsan zorla evlendirilmekten kurtulmak için Mardin'den İstanbul'a kaçar. Ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanacağını nerden bilebilirdi. İstanbul'u...
297K 26.7K 17
Sertçe yutkundum ve kısık çıkan sesimle "Çok acıyor mu?" diye sordum. "Evet ama senin ölmüş olman daha çok acıtıyordu." dedi. Gözlerimin dolmasına en...
1.4M 46.7K 22
"Zorla evlendik farkındasın değil mi?" dedim dehşetle. Umursamadı ve gözlerimin en derine bakıp, belimde olan eli belimi okşamaya başladı. "Evet kar...
404K 11K 51
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!