KİMSESİZLER MATEMİ.

By matmazelhayalleri

13.3M 879K 3.1M

Safir Mila Safkan, şu an olduğu yaşından çok daha ufakken, hayatının taşlarını yerinden oynatan bir olay yaşa... More

KİMSESİZLER MATEMİ.
1. Bölüm: "Hüzünlü Bir Matem."
2. Bölüm: "Bir Avuç Şekerleme."
4. Bölüm: "Çığlık."
5. Bölüm: "Çirkin Kalpler."
6. Bölüm: "Bir Küçük Hediye."
7. Bölüm: "Dilek."
8.Bölüm: "Kimsesizlik."
9. Bölüm: "Not."
10. Bölüm: "Işıklar Sönerse Diye Korkmak."
11. Bölüm: "Söz."
12. Bölüm: "Sadece Hazer."
13. Bölüm: "Senorita Ve Süper Kahraman."
14. Bölüm: "Müziğin Sesi."
15. Bölüm: "Balo."
16. Bölüm: "Mesafe."
17. Bölüm: "Gelmek..."
18. Bölüm: "Dudaktan Kalbe."
19. Bölüm: "Gece Yarısı Güneşi Ve Üstüne Kar Düşmüş Dağ."
20. Bölüm: "Kırgınlıklar ve Telafiler."
21. Bölüm: "Acıyı Resmetmek."
22. Bölüm: "Gemideki Kaptan ve Güvertedeki Kız."
23. Bölüm: "Kara Ay Güneşe Kavuşursa..."
24. Bölüm: "Mutluluk Balonu."
25. Bölüm: "İlham Perisi."
26. Bölüm: "Evin İçine Düşen Bomba."
27. Bölüm: "Yerle Bir."
28. Bölüm: "Hayal Kırıklığı."
29. Bölüm: "Reddediliş."
30. Bölüm: "Ay Güneşe Tutuldu."
31. Bölüm: "Müzikal."
32. Bölüm: "Bir Şehir Bin Gülüş."
Gazel & Behram.
33. Bölüm: "Işıklar Söndü."
34. Bölüm: "Fırtınada Çiçek Dikmek."
35. Bölüm: "Elmas Kalpler."
36. Bölüm: "Güzel Çiçekler ve Zehirli Bitkiler."
37. Bölüm: "Ölümcül Gerçekler ve Parçalanmış Kalpler."
38. Bölüm: "Perişanlıklar ve Bedeller."
39. Bölüm: "Artık Üzemezler Bebeğimi."
40. Bölüm: "Ateşin Etrafında Uçuşan Kelebek."
41. Bölüm: "Kana Karışan Aşklar."
42. Bölüm: "Kalpteki Avare Kelebekler."
43. Bölüm: "Geçmişin Davası."
44. Bölüm: "Kaderdeki Aşklar ve Lunaparktaki Işıklar."
45. Bölüm: "Mutluluk Ya Çok Yakınında Ya Çok Uzağında."
46. Bölüm: "Kırmızı Kurdele."
47. Bölüm: "Sevgi Ölmez Sen ve Ben Katil Olmak İstemezsek."
SEZON FİNALİ: KUZEY IŞIKLARI.
49. Bölüm: "Kuzey Işıkları."
50. Bölüm: "Yirmi Gün."
51. Bölüm: "Eve Dönüş."
52. Bölüm: "Umut Etmek Veya Mağlup Etmek."
53. Bölüm: "Aile."
54. Bölüm: "Oyun."
55. Bölüm: "Yıkımın Ardındaki Gürültü."
56. Bölüm: "Sevginin Kıymeti."
57. Bölüm: "Beyaz Pointler."
RAFLARINIZDA BİZİM İÇİN YER AÇAR MISINIZ?
58. Bölüm: "Kışın Güneşi, Baharın Çiçeği."
59. Bölüm: "Bahar Çiçeği Büyüyor."
KİMSESİZLER MATEMİ KİTAP KAPAĞIMIZ.
60. Bölüm: "Melek Kanatları."
61. Bölüm: "İlk Kalp Atışları."
62. Bölüm: "Islak Kirpiklerin."
63. Bölüm: "Rüya."
64. Bölüm: "An."
FİNAL.

3. Bölüm: "Kasırga."

239K 16.2K 46.5K
By matmazelhayalleri

Multimedya;

Alan Walker, Sing Me To Sleep. (Mutlaka dinleyin, çok güzel.)

Safir Mila için sizde bir şarkı bırakın.

Merhaba. Biz geldik. Özlediniz mi? İki bölüm yayımlamış olmama rağmen hikâye için o kadar sabırsızdınız ki, bir bölüm daha yazdım.

🌙

3. Bölüm: "Kasırga."

Yetim yanıma bir mum diktiler.

Beni, ben sönene dek yaktılar.

Fakat Tanrım, hiç sönmeyeceğimi nasıl bilemediler? Tutuşarak, etrafıma sıçrayarak yandım ama neden söndürmediler? Çok çığlık attım, çok yalvardım, neden duymadılar? Duymayı mı istemediler? Yoksa bir çocuk cinayetinden mi korktular? Çocuk da benim, cinayette benim. Fakat onların korktuğu kadar korkmadım katilimden.

Çünkü aslında her katil, daha çok korkar cesedinden.

2002, Mart ayı.

Çocukların cinsiyeti olmaz diyordu yetimhanede, çocukların saçlarını özenle tarayan Müzeyyen Teyze. Çocuklar sadece çocuktur, kimi zaman melektir.

Kanatlarımı kırdılar Müzeyyen Teyzeciğim, nasıl melek olacağım diyemiyordu ona.

Gökyüzü bileklerine jilet saplamış, damarlarındaki tüm ağırlığı yer yüzüne boşaltmayı istemiş gibi canhıraş bir şekilde ağlarken, ellerini üşüyen ayaklarına sardı. Tamam, elleri de çok sıcak değildi ama ona göre ayaklarından daha iyi durumdalardı. Gök gürültüsünden korkmamayı beceremediği için uyuyamıyor, öğle uykusuna yatmış oda arkadaşlarını izliyordu. Babaları yanlarında olmadıkları halde bu kadar çocuğun nasıl huzurlu olduğunu anlamıyordu ama bu çocukları seviyordu.

Kafasını kaldırarak küçük camlardan dışarıya, gökyüzüne baktı. Ona göre bulutlar çok fazla siyahtı ve bunun yağmurun habercisi olduğunu zaten babası ona söylemişti.

Sırtını yatağının başlığına az daha yaslayarak uyumak için gözlerini yumdu ama yağmur o kadar şiddetliydi ki, bunu başaramayarak tekrar gözlerini açtı. Uzun saçlarını tombul ellerinin yardımıyla kaldırarak sırtına bıraktı ve pamuklu, tavşan figürlü pijamasının kollarını bileklerine kadar çekiştirdi. Teni soğuktu, kolay ısınmıyordu. Hasta olmakta hâlâ kararlıydı ama çok fazla üşümeye dayanamıyordu.

Safir Mila, kırılgan bir kız çocuğuydu.

Kız çocuğu, gök bir kez daha gürlediğinde ellerini kulaklarına örttü. "Ama bu yağmur çok fazla..." küçük ağzı titredi. "Neredesin babacığım? Beni bu yağmurda nasıl yalnız bırakabiliyorsun?"

Kül renkli gözleri camdan dışarıya bakmayı sürdürdüğünde, ellerini korkarak kulaklarından indirdi ve tombul parmaklarıyla akmış birkaç damla göz yaşını sildi. Aslında az yağan yağmuru seviyordu ama gök gürlediğinde korkuyordu. Babası ona korktuğun şeyin üstüne gitmelisin derdi. Belki de bunu yapmalıydı.

Babasını memnun etme isteğiyle dolduğunda, bacaklarındaki beyaz yorganı ittirerek kendinden uzaklaştırdı ve dudaklarının kıvrılmasına izin vererek ayaklarını yere bastı. Sessiz olmalıydı, arkadaşlarını uyandırmaması gerekiyordu. Upuzun saçları belinden aşağıya dökülürken parmak uçlarında yürümeye başladı ve bunu yaparken kimseye yakalanmamaya çalıştı.

Yetimhanenin ona göre kocaman olan odasından dışarıya çıkarak çıplak ayakları üstünde, upuzun koridorda yürümeye başladı. Koridor sessizdi, Hüseyin Amcası kulübesinde olabilirdi. Üşüyen ayaklarına hüzünle baktı. "Daha az üşüseniz keşke. Babam yok. Sizi ısıtacak kimse yok ki."

Titreyen dudaklarını yiyerek upuzun koridoru yürüdü ve bu esnada kimseye yakalanmadığı için mutlu oldu. Yetimhanenin kocaman olan kapısına geldiğinde kafasını arkaya yatırarak onun için devasa duran kapıya baktı; bir çocuğun açarken zorlanacağı kadar iri bir kapıydı. Ellerini kulpa kaldırdı ve iki elinin gücüyle birlikte kapıya asılarak açmaya çalıştı. İlk denemede başarısız olsa da ikinci denemesinde kapıyı açmaya başardı ve hiç beklemeden kendini dışarıya attı.

Yağmuru hissetti.

Kıkırdadı. Bu, babasını onu bıraktığından beri ilk kez sesli güldüğü andı ama anında bunun için pişman oldu. Babası onu gülümserken görse kendisini özlemediğini düşünerek üzülürdü. Bunu asla istemezdi. Arka bahçeye yürürken titreyerek kollarını kendine sardı ve içeriye tekrar girmemek için direndi. Çok soğuktu. Yağmur hızlıydı, üstündeki pijaması çoktan ıslanarak teniyle bütünleşmişti ama inadı tuttu mu tutardı, kendisine bile.

Çok inatçıydı.

Arka bahçeye geldiğinde yetimhaneden uzaklaştı ve bu bile farkında olmasa da ona iyi hissettirdi. Çıplak ayakları çamurlu zeminde kirlenirken kafasını arkaya yatırarak sızlanan gökyüzüne baktı. Kollarını iki yana açtı, yağmur yüzünün her yanına iri damlalar halinde düşerek boynuna akmaya başladığında, ağırlaşan saçlarının uçları rüzgârdan yediği darbelerle beraber uçuştu. Göz yaşları, kasırgaya direnemeyen okyanus gibi taştı yanaklarına. Hıçkırmadan önce sarsıldı ufak omuzları. "Baba yalvarırım, ne olursun gel artık!"

Dili, bazı harfleri yuvarlamakta hâlâ yetersiz olduğu için kelimeleri peltek çıkıyordu ama bunun farkında bile değildi. Titremesini durdurmayarak iki yana açtığı kollarıyla beraber kendi etrafında dönmeye başladı. Yağmur şimdi daha dengesiz şekilde yüzünün ve bedeninin her yanına çarpıyordu. Dönmenin, hareket etmenin, bacaklarını kullanmanın, dans etmenin kendini mutlu hissettirdiğini ve bunun doğduğu andan beri var olduğunu biliyordu.

Dans etmek için yaratılmış olmalıydı.

Ona vuran kasırgaya karşı dansla beraber direnmeye başlayarak parmak uçlarında yükseldi ve tabanlarının acıyarak sızlamasına sebep oldu. Gürleyen gökyüzünün altında, yağan şiddetli yağmurun altında, ruhuna dikili mumların yanmaya başladığını bile bilmeden her şeye dansıyla meydan okudu. Parmak uçlarında kollarının ve bacaklarının kıvrak hareketleriyle beraber süzülmeye başladı. Şimdi daha az ağlıyordu, dans onu her bakımdan iyileştiriyordu. Bir ayağının parmak uçlarında zarifçe yürüyerek belini kıvırdı ve bir kez daha kendi etrafında seri bir şekilde döndü. Saçları omuzlarına, yağmur göz kapaklarına çarptı. Bunu istiyordu. Sonsuza kadar, hiç uyumadan ve durmadan, müziğe gerek bile duymadan ölene kadar süzülebilirdi. Dans onun tutkusuydu. Bu tutkuyu babasından başka kimseye değişmezdi.

Tabanları artık çok acıyordu ama dans etmekten vazgeçemiyordu. Pijamaları tümüyle ıslanmıştı, bacakları titriyordu, dudakları seğiriyordu fakat soğuktan titrediği bu anı, yetimhanedeki sıcak ana tercih etmezdi. Parmak uçlarına batan küçük taş parçalarının acısıyla inlediğinde, kolaylıkla ve zarafetle kıvrılan bedenini kendi etrafında bir kez daha döndürerek saçlarının suratına tokat gibi gibi çarpmasına sebep oldu. Bayılana kadar, düşene kadar, hatta babası gelip onu buradan alana kadar bir an durmadan dans edebilirdi. Eğer o sesi duymasaydı.

"Safir Mila!" Yetimhanenin kırk beş yaşındaki kızıl müdüresi, gür ve korkunç bir şekilde andı ismini. Kadının aksanına bazen gülümserdi Mila, şimdi değil. "Çabuk buraya gel!"

Kadının yüksek sesini takip etti ama tamamen durmadı. Yetimhane müdürü, yetimhanenin iri kapısı önünde, elinde tuttuğu şemsiyesiyle beraber ona bakıyordu. Üstünde beyaz gömleği ve dizlerinin bir parmak altına uzanan siyah eteği vardı. Mila küçük omuzlarını silkerek kadının nizamı ve toplu bir şekilde yaptığı topuza baktı. "Gelmeyeceğim," dedi, annesinden aldığı aksanlı konuşma tarzıyla. "Dans edeceğim."

Müdüre Safir'in bu inadı ve garip davranışlarıyla ilk kez karşılaşıyor olmadığı için hayreti ufak çapta oldu. Çocuk yağmurun altında haddinden fazla kalırsa rahatsızlanarak hasta olur ve kariyerine ufak da olsa bir çizik atılırdı, bunu istemiyordu. Ciddiliğini koruyarak kendi etrafında dönen çocuğa sertçe baktı. "Hasta olursan oyun odasına giremez ve arkadaşlarınla ayrı yatarsın," diyerek Safir Mila'yı korkutmaya çalıştı. Çocuğun onu duymuyormuş gibi durmadan aynı hareketleri tekrarlaması karşısında sesini yükseltti. "Sana buraya gelmeni söyledim. Eğer hemen buraya gelmeyecek olursan seni gece olana kadar içeriye almayacağım. Beni duyuyor musun Mila!"

Safir Mila küçük bedenini, bir bulutun üzerinde yürür gibi süzdürmeye devam etti. Bedeninin artık onu taşımayacak kadar yorulduğunun farkında bile değildi. Parmak uçlarına yüklendi, daha çok yüklendi. Asla pes etmedi. "Babam gelecek," dedi kekeleyerek. Tanrı biliyor ya, saç tellerine kadar üşüyordu. "Babam gelene kadar dans edeceğim."

Müdür Hanım kızın inatçı tavrı karşısında daha fazla üstelemedi, üstelik hava sertti ve daha fazla burada kalarak üşümek istemiyordu. Şemsiyesinin üstündeki biriken suları hafifçe silkerken omzunun üstünden kulübesinin camlarından kendilerini izleyen bekçi Hüseyin'e döndü. Adam üniformasının içinde, ayakta dikiliyor ve yüzünde her daim olan sıcakkanlı ifadeyi koruyordu. Müdür Hanım sesini adama duyurmak için bağırdı. "Bu kız bahçeden dışarıya çıkmayacak Hüseyin." Adamın gözlerindeki karanlığı göremiyordu. "Ama içeriye de girmeyecek. Yeter bu kadar arsızlık ona! Dışarıda kalıp aklı başına gelsin."

Yağmur hızlandı, hava kasıp kavuracak kadar soğudu, kadın içeriye girdi ve Safir Mila dans etmeye devam etti. Hareketleri kendine aitti, herhangi bir dans değildi ama sonuçta danstı ve Mila buna devam ettikçe babasının geleceğine inanıyordu. O inançlı bir kızdı. Tanrıya inanıyordu. Onun iyiliklerine inanıyordu. Babasının sevgisine, babasına duyduğu sevgiye inanıyordu ve kilisiye gittiği her defasında Tanrı'ya çok dua etmişti. Biliyordu, çok isterse duaları gerçekleşebilirdi.

Kız, kendi etrafında bir an yavaşlamadan ve dönen başına aldırmadan hızlıca dönerek kollarını tekrardan iki yana açtığında, bir çift göz tarafından izlenildiğini bilmiyordu. Şayet çocukluğu bir kâğıt olsaydı kâğıdın bir ucu çoktan alev almış olurdu ama bunu da bilecek bir akıla sahip değildi henüz. Gökyüzü şiddetle gürlediğinde ellerini kulaklarına kapadı ama dönmekten asla vazgeçmedi. Uzaklarda bir adam, çok da uzaklarda sayılmayan bir adam şeytanla iş birliği yaparken, ayak parmaklarına batan bir taşa daha meydan okudu. Onu vuran kasırga şimdi daha şiddetliydi ve bir ağaca tutunmazsa o kasırga onu da alıp gidecekti. O da tutunabileceği en iyi şeye, babasının bir gün geri döneceği umuduna tutundu.

Babası, hiç dönmedi.

Mila umut etmekten hiç vazgeçmedi.

Sonrasında kendi umutları tarafından öldürüldü.

.

2018.

Senin infazını verdiğin kız çocuğunun cesedini, yirmi bir yaşındaki kadının içine gömdüm.

O kız benim.

O kadın da benim.

Parmaklarım arasında tuttuğum muzlu sütümden minik bir yudum daha alırken, küskün bakışlarımı parkın içinde gezdirdim. Küs bakmam için birilerine küsmem gerekmiyordu, ben her şeye küstüm. Kendime de küstüm. Birkaç saat önce uyanmış, marketten kendim için en ucuzundan bir muzlu süt ile köşedeki sokak satıcısından bir simit almıştım. Eşyalarımı toplayarak çantamın içine, çantamı da yanıma, bankın üstüne bırakmıştım. Bacaklarımı kendime çekmiş, sırtımı banka yaslamış ve birkaç çocuğu gözetleyerek Gazel'i dinliyordum. Kucağıma düşen simit kırıntılarını bir araya toplayarak avuçladım ve bankın köşesine bıraktım; bir martı onları yiyecek olmalıydı.

"Ertesi sabah revirde hem ağlıyor hem öksürüyordun," dedi Gazel, bankın diğer ucuna oturmuş, elindeki simidi kemirirken. "O gün neden yağmurun altında o kadar kaldın ki? Uyanıp seni yatağında göremediğimizde çok korkmuştuk. Üstelik revirde hastayken bile sürekli babanı sayıklıyordun."

Bahsettiği günü hatırlıyordum. Yağmur çoktu, hava soğuktu ve anımsayabildiğim kadarıyla dışarıda kalmakta inat ederek bunun sonunda hastalanmıştım. Dudaklarımı sütümün pipetinden ayırdığımda, "Dans etmek istemiştim," dedim zayıf sesimle. Gazel'in yanında güçlü olmak için çaba harcamıyordum. "Kendime, bir şeyler yapabildiğimi kanıtlamak istiyordum. Hem sanıyordum ki, hasta olursam babam beni almaya gelir."

"Canımın köşesi!" Titreyen sesimi fark ettiğinde kafasını yana yatırarak yüzünü bana çevirdi ve beni gülümsetmek adına gözlerini kırpıştırdı. Gülümsemek istedim. Bunu yapmak için çok çabaladım ama yapamadım. "Seni kandırdıkları için o yetimhaneden de çalışanlarından da nefret ediyordum."

Ürperdim. Çalışanları... Kollarımı hızlıca kendime sararak titreyen parmaklarımı kollarıma sapladığımda, gözlerimin önüne düşmesinden korktuğum sahneler adına hızlı nefesler almaya başladım. Tamam Safir, burada kimse yok. Sakinleş. "Ben kırık çocukları tanırım Gazel. Gözlerine bakar ve kendimi görürüm. O zaman onlara yardım etmeyi istiyorum ama sonra kendime bile yardım edemediğimi hatırlıyorum." Gazel'in içindeki çocuğa baktım, onu kendimden tanıdım ama yardım edemedim. "Eğer olur da bir gün kendime yardım edebilirsem o kırık çocuklara da yardım edeceğim."

Elimi tuttu, neyse ki onun dokunuşlarına alışkın olduğum için yadırgamıyordum. Sıcaklığını benimle paylaştı. "Kanatların nerede senin?" Dedi yüzüne sempatik bir tavır eklerken. "Aman Allah'ım, melek misin yoksa?"

Saçlarımı kulağımın arkasına ittirirken, "Melek olsam kanadıma çamur bulaştıramazlardı," dedim ve hemen sonra kaşlarımı çattım. "Gözlüklerini çıkarsana, güneş yok."

Dudaklarının tek bir çizgi halinde gerildiğini görmem bir yanılma mıydı, emin olamadım. Doğrularak sırtını tekrardan bankın arkasına yaslarken saçlarını yüzüne doğru dağıtarak gözlüklerini ittirdi. "Göz nezlesi olmuşum sanırım," dedi ince sesiyle. "Sulanmasın diye takıyorum. Sen tüm bunları boşver de bana o seçmeleri nasıl kazandığından bahset. Meraktan kuduruyorum kuşum benim."

Ah, seçmeler. Dans. Bale. Şans. Hazer Han... Evet, sevdiğim şeyler bunlardı. Yani, Hazer Han'dan öncekilerdi. Kendime gözlerimi devirirken, mideme giren krambı hissettim. Dans beni heyecanlandırıyordu. "Kendimi sadece müziğe bıraktım," dedim, kızarmıştım. "Yeteneğim olduğunu biliyorum, sırf mütevazı olmak için bu yeteneği asla inkâr etmedim. Parlayabileceğimi biliyordum ve oraya çıkıp parladım..." duraksadım. "Aslında diğer kızlara oranla çok yetersiz, eğitimsizdim ama bir şekilde beni seçti."

Kıkır kıkır güldü. "Onu büyülemişsin."

Utandım, dansım ile herkesi büyülemek isterdim ama bunu duyunca utanmak kaçınılmaz oluyordu. "Eğitmende böyle söylemişti." Omuzlarımı silktim. "Aslında ben daha olgun, dans eğitmeninin bizi seçeceğini sanıyordum ama genç bir iş adamı bizi seçti."

"Bak sen," dedi düşünceli şekilde. Az sonra ortaya bir teori attı. "Belki o da danstan anlıyordur ama danstan anlayan yanını takım elbisesinin içine gizlemiştir."

Omzumu silktim, o adamdan bana neydi ki? "Bilemem."

"Belli mi olur," dedi hülyalı bir iç çekişle. "Bir gün beraber dans edersiniz, onun kollarında süzülürsün."

Acı ile gülümsedim, gözlüklerinin ardından bunu görmemesini diledim. Ben biriyle dans edemezdim, bedenim ve ruhum bu düşünceden bile korkuyordu. Bir adama dokunamaz, bir adam tarafından izinli veya izinsiz bir şekilde dokunulmayı kabul edemezdim. Senin dans etmen için bir kavalyeye ihtiyacın yok, tek başına parlayacaksın.

"Baksana," dedi aniden, bir şeyi yeni hatırlamış gibi. "Senin için bir iş buldum galiba. Eminönün'de bir sahhafçı var, geçen birkaç kitap aldığımda görmüştüm eleman aranıyor ilanını. İçeriye göz attım, sahibi kadın ve diğer çalışanlarda ne tesadüf ki kadın. Orada huzurlu olabilirsin, hem kitapları da seversin."

Dudağımın içini kemirdim. Bir işe ihtiyacım olduğunu, yaşamak için eve ihtiyacım olduğunu biliyordum ama insanlarla ve erkeklerle diyaloglarım berbat olduğu için bir dalı kavrayamıyordum. Birkaç işte kısa süreliğine çalışmış ama çok tutuk ve yetersiz olduğum bahanesiyle kovulmuştum. Onlarda haklıydı, iletişimim yetersizdi. Yüzümü omzumun üstünden ona çevirerek minnetkâr bir ifadeyle gülümsedim. "Teşekkür ederim," dedim, o sahip olduğum tek şeydi. "Bakacağım, üstelik ilk maaşımla sana istediğin bir şeyler alabilirim."

Omuzlarını düşürdü. "Safir..." sesi titremişti. "Hayır, ben senden hiçbir şey istemiyorum. Maaşın sana lazım olacak. Kendine ev tutmalı, kıyafetler almadı, pointlerini değiştirmelisin. Sana yalvarırım kendine değer ver."

Ama Gazel, bana o kadar değer vermediler ki, kaçınılmaz olanı yaparak ben de değersiz olduğuma inandım.

Muzlu sütümden ufak bir yudum aldıktan sonra çantama uzandım. "Yanında kalem var mı?"

"Çantamda olması lazım."

İri çantamın ön gözünden sözleşmeyi çıkardım ve iki sayfalık sözleşme maddelerine bir kez daha göz attım. Defalarca okumuş, hakkımı gözetmeyen tek maddeyle karşılaşmamıştım. Hepsi onayladığım, değiştirmek bile istemediğim maddelerdi. Gazel'in uzattığı kalemi alırken gözlerim sayfanın sonundaki maddeye kaydı.

Bir yıl boyunca bize bağımlı kalacak ve bizimle çalışacaksınız.

İsmimin yazılı olduğu köşeye imzamı atarken, bir yıl boyunca Hazer Han ile çalışacak olmamızın gerginliğini yaşadım. Adam mesafeli ve soğuktu ama aynı zamanda rahatsız ediciydi. Fakat bunu gözler önüne sermiyordu, emin olamayacağınız şekilde ve sinsice rahatsız ediyordu ama emin olamadığınız için tavırda alamıyordunuz. Bakışları kurşun gibiydi ve her bana yoğunlaştığında sırtımdan soğuk terler akıtıyordum.

Fakat beni seçtiği için ona hep minnettar kalacaktım.

Gazelle ayrıldığımızda çantamı omuzlarıma asmış, tüm ağırlığını sırtıma yüklenmiş ve ellerimi ceketimin ceplerine yerleştirmiştim. Üstümde siyah, sıradan bir pantolon vardı ve ceketimin içine siyah, düz tişört giyinmiştim. Sabahları AVM içlerindeki tuvaletlerde giyinirdim genelde ve buna bir an önce çare bulmam gerektiğini biliyordum. Sokaklar çok tehlikeliydi ve birisi yaklaşacak olsa ne yaparım, Tanrı biliyordu. İnsanlıktan soğutmuşlardı beni. Kimseye güvenemiyordum.

Ceketimin cebine attığım telefonun titreşimi parmaklarıma çarptığında, bir an kaldırım üstünde durarak telefonu çıkardım ve ekrana baktım. Bir mesajdı, doğrudan mesajı açtığımda, sol yanımın kaburgalarıma doğru ihtişamlı bir baskı uyguladığını fark ettim.

Gönderen: Hazer Han Dalgakıran. (Rahatsız Edici Adam.)

Yarım saat sonra attığım konuma ulaşmış olursanız sevinirim Safir Hanım.

Not: şekerleme ister misiniz?

İsminin yanına açtığım parantez için hafifçe utanırken, düştüğü nota kaşlarımı çattım. Şekerlemeler... O gün onları bana vermişti ve ben anın şaşkınlığıyla onları avucumdan düşürmüştüm. Şimdi bunu imalı bir şekilde hatırlatarak beni utandırması kaba bir davranıştı bence! Telefonu cebime bıraktıktan sonra konum olarak attığı adrese doğru ilerlemeye başladım. Bunun için karşıya geçtim, insanlardan uzaklarda ama sessiz olmayan yollardan gitmeyi tercih ediyordum.

Metroya binmek kaçınılmaz olduğunda kendime kimsenin bana zarar vermeyeceği düşüncesiyle teselli ederek metroya bindim ve neyse ki oturacak bir yer buldum. Yolculuk kısa sürecek gibiydi, bu sefer bana attığı konum farklı bir yerdi ama adamın bana zarar vermeyeceğini hissedebiliyordum. İç güdülerime güvenirdim. Bu adamla aynı ortamda durma düşüncesine alışmam gerekiyordu.

Bir yıl diye hatırlattı Mila, bacaklarını kendine çekmiş, içimde kıvranırken. Birine bağlı kalıp alışmamak için uzun bir süre.

Metrodan indiğimde yağmurun hafifçe atıştırdığını fark ettim, bu rahatsız edici değildi. Tanrı'nın nimetiydi benim için. Caddeyi yürüyerek adresi bulmakla harcadığım vakitten sonra ayaklarım beni görkemli bir binanın önüne getirmişti. Burası bir güzel sanatlar okuluydu, üniversite değildi. Kendi işletmeleri, kursları olabilirdi. Bir hayli geniş ve temiz olan merdiven basamaklarını tırmanarak döner kapıdan geçtiğimde ferah bir mekânla karşılaştım. Etrafta az sayıda, benim yaşlarımda, eğitim aldığını tahmin ettiğim insanlar vardı ve gülümsüyordu.

Gülümsüyorlar.

Bu, onlar için sıradan bir eylem. Benim için değil.

Salonlar okulların alt katında olmalıydı, bu yüzden bir kimseye sorma gereğinde bulunmadan alt kata indim ama maalesef ki çok aramama rağmen salonu bulamadım. Omuzlarımı düşürerek ve belime yüklenen ağrıyı görmezden gelmeye çalışarak yukarı kata tekrar çıktığımda, bu sefer danışmadaki hanımefendiyle salonun nerede olacağını sormuş ve en üst katta olduğunu öğrenmiştim.

Ürkerek asansöre çıktıktan bir süre sonra uzun ve geniş koridoru gezerek salonu bulmaya çalışmış ve en nihayetinde kapısı kapalı salonu bulmuştum. Nefes nefese bir şekilde elimi kulpa yerleştirdiğimde, Hazer Han'ın içeride olduğu gerçeğini sindirmeye çalışıyordum. Donuk amber renkli gözlerini üzerimde hissedecektim, bu fikre alışmalıydım. Gerilmiş, rahatsızca kıpırdanıyordum. Kalbim, bu gerginlik ve kasılmayla beraber hızlanırken, onun varlığı tarafından donatılacağımı bilerek kulpu aşağıya indirdim ve kapıyı açtım.

Burada, şimdi, yalnızca ikimiz vardık.

Gördüğüm ilk şey, onun kendisi olmuştu. Bu adamın yanında tüylerimin ürpermesine alışacak olmalıydım, belki alışmıştım bile. Geniş salonun penceresi önünde, sırtını bana dönmüş vaziyette duruyordu. Koyu saçlarından ensesine ve yine doğrudan kumaş ceketinin sardığı geniş gövdesine doğru indi bakışlarım. Kollarını göğsünün üstünde bağlamış olduğunu tahmin etmek zor değildi. Kumaş pantolonu içindeki uzun bacaklarıyla ve boyası taze duran ayakkabılarıyla bir bütün halini almıştı. İyi giyinimli bir iş adamıydı ama esrarengiz olduğunu hissettiriyordu. Sonuçta bir ağaç bazen sadece bir meyve vermez, bir fırtına vursa, dalından sökülüp düşerdi belki bir insanın üstüne.

Kimliğini saklayamaz dedi Mila, kulağıma yaklaşarak. Nasıl birisi olduğunu er ya da geç öğreneceğiz.

Bana doğru döndü.

Kadrajına girdiğimde, sanki parmak uçlarımda yürümekte zorlanıyormuş gibi kasıldım. Saçları, üstündeki kıyafetine hakaret eder gibi dağınıktı ve kravatı yine ceketinin ön cebindeydi. Kollarını rahatça göğsünün üstünden çözerek ellerini ceplerine indirirken, gözlerinin, irislerinin görülmesine izin vermeyeceği kadar kısık olduğunu fark ettim. Bana doğru iri bir adım atarken düzgün telaffuzuyla konuşmak için araladı dudaklarını. "Merhaba, Safir Mila."

Mila kıkırdadı. Bize ilk kez hanım demedi, garip.

Cılız bir nefes bıraktım. "Merhaba, Hazer Han Bey."

Yüzünde mimik oynamadı. "İki ismimi kullanmanız şart değil."

Yüzümdeki her mimik oynadı. "İki ismimi kullanmanız şart değil."

Keskin, dik bakışlar karşısında dudaklarımı birbirine bastırarak susmuş ama netice de demek istediğimi demiştim. İfadesi zedelenmedi, sadece parmaklarını ceketinin yakasına astı ve ritmik bir şekilde ceketin potunu düzeltti. Bakışlarımı kaçırdım, salonu süzdüm. Kocaman, beni daha da küçülten bir salondu ama izleyici koltukları yoktu. Sadece rahat görünen siyah bir koltuk ve bir ayaklı masa vardı. Sahnenin tam önündelerdi ve sahne o kadar ihtişamlı görünüyordu ki, ait olduğum yerin tam orası olduğunu hissettim. Sahneye çıkan birkaç basamak vardı, sahnenin kırmızı, zemine döşeli halısı gözlerime çarpmıştı ve perdeler iki yandaydı.

"Sahne sizin Hanımefendi."

Bir adam nazikken nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyordu, anlamıyordum. Ürperti, omurgalarım boyunca tırmandığında, "Burada sadece ikimiz mi olacağız?" Diye sordum kendime mani olamayarak. "Profesyonel bir eğitmen benimle ilgilenmeyecek mi?"

Sorum üzerine hiç düşünmemiş gibi hızlı bir geri dönüş yaptı soruma. Sesi mekanikti. "Beni yetersiz mi buluyorsunuz?"

"Yetersiz buluyorum."

Dürüsttüm, kimseyi incitmeyeceğim müddetçe dürüst davranmak gayelerim arasındaydı. Omzu çok seri bir manevrayla birlikte omzunun üstünden bana döndüğünde, yürüdüğüm yolda cama takılarak bir cam yığının üzerine düşmüş gibi hissettim. Fakat benim kabuklarım kalındı, cam derine batmamıştı. Dudakları kıpırdadı. "Dans edin benimle." Sesi oturaklı, kelimeleri aniydi. "Yetersiz olup olmadığıma o zaman karar verirsiniz."

"Hayır!" Bir anda bağırarak gerilediğimde gür kaşlarının anlamsızca çatıldığını gördüm. Bakışlarımı etrafa kaçırarak sesimin tonunu düşürdüm ve zayıf bir şekilde devam ettim. "Yani... Bu konuda size inanıyorum. Zaten sizin için dans edeceğim, en iyi eğitimi almamı istersiniz."

Fazla tepki vererek kendimi açık ettiğimi hissettiğimde üzüntüyle iç geçirdim. Umarım benden umudunu kesmezdi. Sırtımdaki çantayı omuzlarımdan indirerek yere bıraktığımda, "O sizin için çok ağır," dedi. Aramızda, adı siz olan bir duvar vardı. "İçine o kadar fazla ne yüklüyor olabilirsiniz?"

Belim baya ağrımıştı, dikkat çekmemeye özen göstererek belimi sıvazladım. "O kadar ağır değil," diye masum bir yalan söyledim. Çok utanç vericiydi. "Görünmüyor ama kaslarım var benim..." kendimi kaptırarak saçmaladım. "Taşıyabiliyorum yani."

Gözlerim incecik omuzlarıma kaydığında, yanaklarım utançtan adeta mosmor olmuş ve saçmaladığımı geç fark etmiştim. Utandığım için ona bakamadım ve ayaklarımın ucuna baktım. Ah, kendimi komik bir durumun içine düşürmüştüm galiba. Gülseydi kötü hissederdim ama verdiği tek tepki salon boyu ilerleyerek siyah izleyici koltuğuna yönelmek oldu.

Genzini temizlediğini duydum.

Uslu bir öğrenci edasıyla aramızda açtığımız mesafeden, onun arkasından yavaşça yürüdüm. Bir eli pantolonunun cebindeyken bir diğeri yanında sallanıyordu. Kendini siyah koltuğa bıraktığında ceketinin önündeki düğmeyi açtığını göz ucuyla görmüştüm. Tedirgin şekilde onun önünden yürüyerek sahneyle olan mesafemi açtım ve ahşap birkaç basamağı tırmanarak sahnede yükseldim. Sahneye ayak bastığım ilk an deli gibi süzülmeyi istemiş olsam da kendimi durdurmayı başardım ve geniş sahnenin ortasına dek yürüdüm. Sırtım hâlâ ona dönüktü, saçlarım ceketimin üstüne dökülmüştü ve hızlı soluklar eşliğinde sahnenin uzun duvarlarına bakıyordum.

Ceketimi sıyırmak için çelimsiz parmaklarımı ceketin iki yakasına götürdüm. "Dans ederken daha cesursunuz," dediğini duydum, ben ceketimi çıkartıp yere koymak için eğildiğimde. "Fakat çok tutuksunuz. Sizi izlememden rahatsız mı oluyorsunuz?"

O yakıcı bakışlarıyla bana bakarken bu gerçeği gözlemlemiş olması zor değildi. Ceketi yere bıraktım. Mesela onun beni izlemesi değil, herhangi birinin beni izlemesiydi. "Dans etmeyi istiyorsam bir şeylerin üstesinden gelmeliyim," dedim düz bir sesle. "Hayır, rahatsız olmamaya çalışıyorum."

Tekrar doğrulduğumda bacaklarımın titrememesi için zemine daha sağlam bastım. Ellerimin yardımıyla saçlarımı hızlıca toplarken, bu hazırlıkları sahne öncesi yapmadığım için kendime kızdım. Bileğimdeki tokayla saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaptığımda ellerimi tekrar iki yana indirdim. Ellerimi pantolonumun sert yüzeyine sürttüm. "Müziği açmayacak mısınız?"

Sesi gizemliydi. "Açayım mı?"

"Açarsanız sevinirim," dedim tutuk, çekingen sesimle.

"Sizi sevindirmeyi isterim."

Birkaç ses duydum, bu esnada sık sık yutkunarak içimden Tanrı'ya adeta yalvardım. Başarmaya, yapabilmeye, üstesinden gelmeye ihtiyacım vardı. Göğsüm hızlıca devinirken klasik bir müziğin ilk sesi yükseldi ve salonun içine dağılarak kulaklarıma ulaştı. Gevşemeli, kendimi kasmamalıydım. Tedirginlikle sordum. "Herhangi bir kareografiye bağımlı olmadan mı dans etmemi istiyorsunuz?"

"Ben sizi sahnede seçtim," dedi aniden. Sanki konuşarak zihnimde açtığı çukur, kelimelerini gömecek bir mezar bulmak içindi. Kelimeleri zihnime gömmüş olduğu için kafamın içindeki ağırlığı taşıyamadım. "Bana sizi niye seçtiğimi göstermenizi istiyorum."

"Çünkü yetenekliydim."

Müziği duyduğum an ayaklarım benden bağımsız bir şekilde sallanmaya ve bacaklarımı da sallamaya başlamıştı. Bana herhangi bir cevap vermediğinde, göz kapaklarımı küs gözlerimin üstüne indirerek karanlıkla baş başa kaldım. Hissetmeyi istediğinizde şarkıyı daha çok hissedebilirdiniz. Ben de öyle yaptım. Sadece müziğe odaklandım, bu müziğin yalnızca kendim için çaldığına inandım ve başımı bir ölü gibi düşürdüm sol omzuma doğru. Boynumun gerilişini hissederken, sol ayağımın üstünde sol tarafa doğru hafifçe kavislendim ve bunu yaparken kollarımı hiç kasmamaya özen göstererek aşağıdan yukarıya doğru kaldırdım. Müziğin ritmine kapılmamak elde değildi. Her şey uyum içerisinde olmalıydı. Bir diğer ayağımı da sola doğru kaydırarak ayaklarım arasındaki mesafeyi kapattığımda, ayaklarımı, dolayısıyla ayakkabılarımın yanlarını birbirine sürterek dizlerimin hafifçe bükülmesini sağladım.

Dansın büyüsüne çoktan kapılmıştım.

Kıvrak ve esnek bedenimin yardımı sayesinde sağ ayak parmaklarım üstünde yükseldim ve müziğin notalarını yakalarken, kollarımı başımın üstüne kaldırarak diğer bacağımın yardımıyla kendi etrafımda döndüm. Bunu yaparken hızlı değil, yavaş ve estetik olmalıydım. Bedenimin dansa ve hareketlere tepki vererek ısınmaya başladığını hissettiğimde, tekrar bacaklarıma yüklendim. Bale yaparken durma lüksünüz olamazdı. Bacaklarınız tüm yükünüzü taşımalı ve sizi yıldız yapmalıydı.

Zira bazılarımız doğuştan yıldızdık.

Parlıyorduk.

Müziğin en yüksek perdeden cereyan ettiğini duyduğumda hızlanmam gerektiğinin bilinciyle beraber parmak uçlarımı biraz daha zorladım ve bir kolumu başımdan yukarıya kaldırırken, bir diğer kolumu omzumun hizasına doğru kaldırdım. Hafifçe yan duruyordum, yüzüm sahnenin bakış açısındaydı ama göz kapaklarım gözlerimin üstünde olduğu için dışarıyı göremiyordum. İçerideydim. Yalnızdım. İçeriye kimseyi almıyor ve kendi içimde kıvranıyordum. Dışarısı zararlıydı, dışarıdan korkuyordum. Herkes ruhuma tehditti, zararlıydı, öldürücüydü.

Çünkü herkes incinmemek için uğraşıyordu, incitmemek için değil.

Sahnenin bana yetecek kadar büyük olmasına güvenerek parmak uçlarımın acısına aldırmadan bedenimi ileriye süzdürdüm ve müzik sert bir vuruş yaptığında başımı diğer omzuma doğru düşürerek kendi etrafımda bir kez daha döndüm. Bu kareografisiz, bağımsız, bana bağımlı bir dans olduğu için hareketlerimin hiçbir sırası olmak zorunda değildi. İşte bu yüzden bağımsız figürüm için sol bacağım ve arkasından yardımcı sağ bacağımla birlikte sahnenin önüne doğru kanatlarını açmış bir kuş gibi süzüldüm. Kalçam geride, belim ve gövdem daha öndeydi ve dizlerim öne doğru bükülmüştü. Tenimin üstüne ateşten dikilmiş bir başka ten daha geçirmiş gibi sımsıcak hissettiğimde, müziğin ve dansın büyüsüyle ileriye doğru biraz daha süzülmek için bacaklarıma yön verdim ama daha ne olduğunu anlayamadan ayakkabımın ucuna takılan fazlalıkla beraber sendeleyerek çığlık attım. Düşmek üzere kendimi hazırlayarak bedenimi serbest bıraktığımda, aşağıya doğru inen ellerim yabancı bir şeye dokundu.

O şey...

Hazer Han'ın omuzlarıydı.

Tanrı, içime, beni yakmak için dikili mumlara sadece bir an üfleyerek bu yangını söndürdü sandım, baş parmağım buz gibi çenesine çarparak omzuna indiğinde. Tanrı bir an bana acıdı sandım, duamı kabul etti sandım ama bu yangının bitişi, başlayışıyla eş zamanlı olduğu için bu hisse güvenemeyerek gözlerimi açtım. Sahnenin ucundaydım, Hazer Han'da sahnenin aşağısında ama sahnenin yakınında olduğu için bana yetişmeyi başarmış ve beni belimden yakalayarak düşmeme engel olmuştu.

Tanrı'nın belki de bana acıdığı yoktu. Yoksa şimdi deli gibi korkar mıydım belimdeki ellerden?

O korkunç hissin prangaları kafamın içindeki geçmişin ayaklarından yakalayarak geçmişi bu ana düşürdüğünde, ürpererek adeta kaçar gibi geriye doğru sendeledim. "Affedersiniz bayım," dedim, elleri, ondan uzaklaşmamla beraber iki yana düştüğünde. "Tutmanıza hiç gerek yoktu."

Ondan kaçtım. Doğrularak sahnenin en ucuna doğru gerilediğimde gözlerim doğrudan ayaklarıma bakıyor, ona bakmaya cesaret edemiyordu. Bu saçmaydı, olması gereksizdi. Kollarımı bedenime sararak kendimi sakınırken, yüz ifadesinin nasıl olduğunu düşündüm ama bununla çok ilgilenmedim.

Kasırga, galiba bu sefer sert çarpmıştı.

"Kayıtsız kalamazdım," dediğini duydum, kekremsi ses tonuyla. "Balerinime dikkat etmeliyim."

Üst dudağımı dişlerimin arasına alarak acımasızca dişlerken, herhangi bir cevap vermemeyi tercih ettim. Konuşmamıza hiç gerek yoktu. Utanmış, kötü hissetmiş, sert çıkıştığımı düşündüğüm için vicdan rahatsızlığı duymuş ve üstelik aramızdaki duvarların üstüne bir kat daha çıkmıştım. Parmaklarımı ovuştururken, "Teşekkür ederim," diyerek nezaket göstermeyi başardım. Göz ucuyla yerdeki kot ceketime bakındım. "Sanırım takıldım."

"Dans ederken gözlerinin kapalı olması ne kadar sağlıklı?"

Ayak uçlarımı izlemekten vazgeçmedim. "Ben... Gözlerimi yumduğumda kendimi dansa daha iyi veriyorum."

"Ve takılıp düşüyorsunuz."

"Dikkat edeceğim." Suçumu kabul ettim. "Tekrarlamayacağım."

"Neden bana bakmıyorsunuz?"

Ayakkabılarım baya eskimişti, acaba insanlar gördüklerinde evsiz bir kız olduğumu tahmin ediyorlar mıydı? Sorusunu beceriksizce geçiştirmeye çalıştım. "Sizce bakmam için bir sebep göremiyorum."

Cevabı hazırlıklıydı. "İnsanlar konuşurken göz teması kurar."

"Temaslardan hoşlanmadığımı söylemiştim."

Hayır, cevap vermedi. Kaskatı kesildiğimi, konuşmamız bittiğinde fark ettim ve titreyen bacaklarım üzerinde sahnede ilerleyerek kot ceketime uzandım. Bedenim hafifçe nemlenmişti ve hem hastalanmamak hem de elimde bir fazlalık gibi taşımamak için kot ceketime üzerime geçirdim. Dansım bitmiş olmalıydı, fazladan aynı ortamda kalmamız da gerekmediğine göre gidebilirdim bence. Sahnenin basamaklarını inerken, Hazer Han'a bakmamaya özen göstererek saçlarımı bir arada tutan lastik tokaya uzandım ve saçlarımdan çekip çıkararak tutamların sırtıma yayılmasına izin verdim.

Koltuğa oturmuş olduğunu, gözlerimi hafifçe kaldırdığımda gördüm. Kollarımı ceketin üstünden de kendime sararak onun yanından geçtim ve salonun kapısına dek yürüdüm. Diken üstünde yürüyor gibi hissetmekten vazgeçemiyordum. Kırışmış bir kitap sayfası gibi, rahatsızlık vericiydim adeta.  "Nereye gidiyorsun Safir Mila?"

Komik dedi Mila, fakat komik olduğunu iddia ettiği şeye asla gülmüyordu. Bazen Safir Mila'yız, bazen Safir Hanım.

"Buradayım."

Yüzünü bana çevirme zahmetine bile girmeden sormuştu bu soruyu. Zaten uğruna zaman harcanacak tek şeyim, dansımdı. Çantamın yanına ilerleyip o kalabalığın içerisinde kırışmış olan sözleşmeyi buldum ve doğruldum. Elimin tersiyle kırışıkları düzeltirken, yanına dek yürüdüm ve aramızda bir kol mesafesi bırakarak durdum. Bir yokuştan aşağıya inen bisiklet gibi, tepe taklak şekilde gözlerine indiğimde, kirpiklerinin arasındaki koğuşların ardından zaten beni izliyor olduğunu gördüm. Sesimi bulduğumda, "Okudum," diyerek sözleşme kâğıtlarını kendisine uzattım. "Haklarımı sakınan bir sözleşme hazırladığınız için teşekkür ederim."

Omuzlarını silkti. "Ben adaletli bir adamım."

Sözleşmeyi biçimli parmaklarının ucuyla kavrayarak havada bir kere çevirdikten sonra başını sol omzuna doğru düşürerek kâğıdı kısaca süzdü. "Güzel imza."

"Sağ olun."

Sakallarının, geçen sefere göre daha da kısalmış olduğunu, kendisine yukarıdan bakarken görmüştüm. O sözleşmeyi süzmeye devam ederken ben geniş salonu izledim. "Salon neden üst katta?"

Sorgulamamın ne kadar doğru olduğunu düşünürken, zaman kaybetmek istemezmiş gibi hızlı geri dönüş yaptı. "Basık ve karanlık yerlerden hoşlanmam."

Tıpkı ben gibi.

Dilimi ısırarak dilim ucundaki kelimeye can çekiştirirken, Hazer Han asır gibi geçen zamandan sonra seri bir şekilde sandalyeyi ittirerek doğruldu. Geriye sıçrayarak mesafemizi korudum ve kendisinden başka her yere baktım. Yönünü bana dönmüştü, ona bakmıyor olsam da yüz yüze olduğumuzu biliyordum. Gerginlik, beni boynuma geçirdiği ipten aşağıya sallandırırken, bir tutam saçımı kulağımın arkasına ittirdim. "Bugünlük bu kadar mı?" Diye sorma gereği duydum.

"Bugünlük bu kadar."

Ayaklarım üzerinde sallandım. "Ben gideyim o zaman."

"Siz gidin o zaman."

Oyalanmadan arkamı dönerek daha rahatlamış şekilde, çantamı bıraktığım yere kadar ilerledim. Çantamı kavrayarak sırtıma yerleştirdiğimde, zayıf kaburgalarımın isyan ederek belime doğru yayılan ağrıya savaş açtığını hissettim. Bunu taşımak cidden zordu ama bir süre daha böyle yaşayacak gibiydim. Ceketimin düğmelerini ilikleyerek ellerimi ceplerime sakladım. Hazer Han koltuğun arkasına bıraktığı paltosunu alarak üzerine geçirmişti. Düğmesini iliklerken, bana karşı ilgisizdi. "Sizi bırakayım mı?"

"Teşekkür ederim, hiç gerek yok."

Çantanın ağırlığıyla beraber yüzümü buruşturdum ve görmemesi adına sırt çevirerek kapıyı araladım. Vay canına, bu ne ağır bir kapıydı böyle; bileğimi zorlamıştı. İnce bileğime bakarak dışarıya çıkmış ve birkaç adım atmıştım ki, "Bu ne kabalık," dedi iğneleyici bir ses tonuyla. Katlar çıktığımız o duvarlarından arkasından seslenmesine rağmen çok yakınımdan duyuldu sesi. "Vedalaşmadan mı gideceksiniz?"

Yaptığımın ayıp olduğunu fark etmemiş, öğrenmiştim. Ben insanlarla konuşmaz, görüşmez ve dolayısıyla onlarla vedalaşmazdım ama demek ki bunu yapmam gerekiyordu. Sağ omzumun üstünden döndüm ona. "Görüşürüz Hazer Han Bey."

Bakışları sol gözüme o kadar dikkatli bakıyordu ki, yüzümde çamur aramamak için elime sahip çıktım. Kirpiklerinin arası çok kısıktı. Gözümü kırpıştırdım. "Yüzümde bir şey mi var?"

"Çapak..." dudağının köşesini ısırarak bakışlarını benden uzaklaştırdı. "Kirpiğinde çapak var."

Utançla önüme dönerek ellerimi hızlıca gözlerime götürdüm ve kirpiklerimi sertçe ovalayarak kendimi azarladım. "Sol," dedi, tok adımlarının sesi yaklaşmıştı. "Sol gözünüz."

Yanımdan geçip aramıza mesafe ekledi ve ağır adımlarla benden uzaklaşmaya başladı. Parmaklarım gözlerimin üstündeyken öylece bakakaldım arkasından. Neden bunu daha önce söylememişti? Sol gözümdeki çapağı ararken daima terk edilen olduğum gerçeğiyle yüzleştim. Babama, arkasından, salından, solundan çok bakmıştım. Babama aşağıdan bile bakmıştım, onu dönerken izlemiştim.

Bir iple çok şey yapabilirdiniz. Babam, bir iple kendini asmıştı.

Oysa o iple bana bir uçurtma yapabilirdi.

Bana intiharın en büyük günah olduğunu söylemişlerdi. Onun için, günahının bağışlanması için o kadar dua etmiştim ki... Geceleri masallarla değil, ettiğim sesli dualarla uyumaya başlamıştım.

Babacım, gülümsersem gir rüyalarıma, utandır beni kendimden.

Merdivenleri yavaşça, ruhsuzca inerek aşağı kata yöneldiğimde, Hazer Han'ın bir diğer katın merdivenlerini inerken gözlüklerini gözlerine taktığını görmüştüm. Kimseyle temasa girmemeye dikkat ederek onun indiği kata indim ama o da ilk kata inerek gözden kaybolmuştu. Etraftaki gençlerin kahkahalarına imrenerek bakarken, ellerimle kollarımı sıktım. O kadar gürünmezdim ki, insanlar bana çarpsa çarpmamış gibi hissediyordu. Hayatın içinden değildim sanki. Tanrı'nın kimsesiz çocuğu.

Döner kapıdan geçtiğimde rüzgar sert bir basınç uygulayarak birkaç tutam saçımı yüzüme doğru çarptı. Azıcık gülümseyerek saçlarımın yanağımı gıdıklamasına izin verdim ve o tutamlara müdahale etmedim. O saçlar görüş alanımı biraz kapadığında ilk basamağa ayak bastım ama ayaklarımın bir kısmı boşluğa düştüğünde bugün ikinci kez sersemleyerek birine çarptım ve ben kendimi toplayamadan tanıdık bir ses kulaklarımı doldurdu. "Dikkat etsene geri zekâlı!"

İnsanlar için birine hakaret etmenin bu kadar kolay olmasına üzülerek başımı yukarıya kaldığımda, kibirli gözlerin sahibiyle karşılaştım. Tanıdık olan bu kız o gün dans odasında beni aşağılayan ve bana hakaret ederek incinecek olmamı umursamayan o kızdı. Yanında bir kız daha vardı, yine o gün ki kızlardan biriydi ama bu hani şu çillerimin sevimli olduğunu söyleyen kızdı. Kibirli gözlerin sahibi beni tanıyarak bir homurtu bıraktı ve benden uzaklaştı. Lanetli değilim ben, kaçmayın benden.

"Görüyor musun?" Dedi, yanındaki kıza hitaben. Abartılı şekilde ruj sürdüğü dudakları kızgınca büküldü. "Bizim yetimhane gülü de buradaymış."

Diğer kızın onun adına utanarak ona kaşlarını çattığını gördüm. "Yapma bunu, çok ayıp."

Kız, onu katiyen umursamadı. Beni, çirkin bir ayıbı izler gibi yüzünü buruşturarak izledi. Ben sadece birinin günahıyım, tek başıma bir ayıp değilim oysa ki. At kuyruğu yaptığı saçlarının ucunu parmaklarında çevirirken, "Bu kız saygı mı hak ediyor?" Dedi, aşağılayıcı ses tonunu saklamadan. "Benim birinciliğimi elimden aldı! Ne yaptığını bilmiyorum ama bir şey yaptı ve kariyerime çomak soktu. Bu işin peşini bırakmayacağım."

Henüz adını bilemediğim diğer kız mahcubiyetle yüzünü eğerken, ne kadar kırılmış ve ezilmiş hissettiğimi kendilerine göstermeden başımı yukarıya diktim. O sırada Hazer Han'ın arabasının hâlâ park edildiği yerde, hareketsizce durduğunu gördüm ama üzerinde durmayarak kıza doğrudan baktım. "Sen de hazımsızık var galiba," dedim, onu kaale almamış gibi davranarak. "Tuvalette sorun olabilir. Bir doktora görünsen fena olmaz."

Gözü seğirdi, dişlerini olabildiğince sert şekilde sıktı. Sinirinden kıpkırmızı olduğunu gördüğümde, "Sen," dedi çatlayan sesiyle. "Henüz kiminle dans ettiğini bilmiyorsun. Safir, kimin aklına girdin, ne yaptın bilmiyorum ama seni o müzikale çıkartmayacağım..." duraksayarak kulağıma doğru yaklaştığında, kendimi son darbeye hazırladım. "Hazer Han'ı ayarttığımda bana kıyak geçeceğine eminim çirkin çilli!"

Omzuma çarparak yanımdan geçtiğinde geriye tökezledim ve onun önümden çekilerek açtığı boşlukta, Hazer Han'ın arabasının sakince hareketlendiğini gördüm. Kendimi ezilecek bir böcek gibi hissediyordum ama hissettiklerimin beni nasıl üzdüğünü kimseye göstermeyecektim. Diğer kız gerçek bir mahcubiyetle bana bakarken, "Kendini kazanmaya çok odaklamıştı," dedi, sesindeki sıkıntı göz bebeklerine yansıdı. "Kazanamayınca çok sinirlendi. Ah, kendisi kuzenim olur. Aslında kötü bir kız değil ama haddinden fazla hırslı..." elini bana uzattı. "Bu arada ben Leyla, Leyla Köksal."

"Elim tozlu," dedim temas kurmaktan kaçınarak. "Sana bulaştırmak istemem."

Gülümsediğinde yanağında beliren gamzesini gördüm. "Sorun değil."

"Safir Mila," diye hatırlattım ismimi, ince bir damar gibi olan sesimle. "Safir Mila Safkan."

"Bu kadar havalı bir isim için çok para verirdim biliyor musun?"

Yüzümü eğerek mahcubiyetle yere bakarken, omzumu sıvazladı ve renkli gözlerine sevecen bir ifade kondurarak çantasını omuzladı. "Bu arada, çillerin sevimli bence."

Omzumu düşürerek dokunuşundan kaçtığımda, neyse ki bunu fark etmemiş ve montunun fermuarına söylenerek yanımdan geçip gitmişti. Ceplerim içindeki ellerim avuç içime saplanırken, "Ap papa," diye mırıldandım, omuzlarımı düşürerek. "Non saresti cosi." *Ah baba, yanımda olsaydın böyle olmazdı.*

Merdivenleri hissizce inerek atıştıran yağmurun beni ıslatmasından asla rahatsızlık duymayarak o mekandan uzaklaştım ve caddeye çıkarak kaldırımda yürümeye başladım. Gazel'in bahsettiği o sahhafçıya gidecek, eğer uygunsa çalışacaktım. Sokakta yaşayarak her an korkmaktan, tedirgin olmaktan çok yorulmuştum. Başıma bir bere örterek yoluma devam ettim ve Kadıköy'den vapura binerek denizden Eminönü'ne geçtim. İnsanlardan, iletişimden kaçtım. Onlardan korktum, onlardan kaçtım.

Denizi izledim, gökyüzünü izledim. Bir parça simidimi martılarla paylaştım. Ne kadar sustuysam o kadar dinledim insanları. Benim yerime de konuştular. Martının kanatlarını izledim, bembeyazlardı ama kimse beyaz kalmıyordu. Benim beyazıma kürek kürek çamur fırlatıldığından bu yana, o çamuru her temizlemeye çalıştığımda daha çok bulaştırmıştım kendime. Elime, yüzüme, gözüme...

Ama yemin ederim hâlâ iyi bir insandım.

Vapurdan inerek adrese ulaştığımda kalbim, göğsümü dışarı fırlatmak ister gibi sert şekilde atmıştı. Kapıyı ittirerek içeriye girdiğimde beni elbette kitap ve kahve kokusu karşılamıştı. Lezzetli kokuları koklayarak kapıyı örttüğümde, ilk fark ettiğim ayrıntı buranın iki katlı, kütüphane tarzı, hem yeni, hem eski kitapların bulunduğu bir sahhafçı olduğuydu. Kapının girişinde, sol tarafta kalan merdivende birkaç insanı gördüm. Dikkat çekmemeye çalışarak kapıdan içeriye açılan salona doğru yürüdüm ve rafların arasına girdim. Ahşap kokusunu almıştım. Loş, geniş, uzun duvarlı bir mekândı. Rafların arası mesafeliydi ve raflar uzun, dolu doluydu. Bir rafın önünde durarak başımı kitaplara eğdim ve soğumuş parmaklarımla bir kitabı öne çıkardım. Sonbaharı, yağmuru, huzuru hissettirmişti burası bana.

Kitabın sayfalarını kokladım.

Kitabın karıştırdığımda içindeki şiirleri görerek duraksadım ve kül renkli gözlerimi kısarak mısralara göz attım.

Yüzümden bir şeyler aktı aktı,

İçimde menekşelendi Hilmi Bey.

Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk,

Hiçbir yere gitmiyor.

Parmak uçlarımı mısralarda gezdirdim. Her defasında, bir köşe başında, bir tozlanmış kitap sayfasında, geçmişin açtığı çukura düşüyordum. Geçmişim, kötü bir rastlantı gibi her yerde karşıma çıkabiliyordu. Çukur.. Çok derindi ve bir sürü kişi vardı. Ben gibi bir sürü kişi vardı ve hepsi içlerinde bulunduğu karanlıktan şikâyetçiydi.

Ben karanlıktan değil, beni karanlığa itenlerden şikâyetçiyim.

Parlayacağım diye hatırlattım kendime. Ben bunu yapacak kadar yetenekliyim.

Titreyen parmaklarım arasındaki tozlanmış kitabı rafa yerleştirerek raftan uzaklaştım ve bir müddet huzurlu hissettiren bu sıcak ortamı gezdim. İlk olarak çalışanlarını, sahiplerini, müşterilerini izlemeli ve burada çalışıp çalışamayacağımı anlamalıydım. Sessiz, saygılı, her yaştan insanın bulunduğu bir ortamdı ve iki kız çalışanda nazik görünüyordu. Gazel'in bahsettiği sahhafçı sahibini henüz görmemiştim. Üst katı da gezerek birkaç raftaki şiir kitaplarına göz atmış ve şiirler okumuştum. Parasını verip satın almadan onları okumak belki yanlıştı ama umarım ki çok günah değildir.

Çok oyalanmadan iki katlı, mis kokan bu saffahçıdan ayrıldığımda, yarın iş başvurusu için buraya geleceğimi kendime hatırlattım ve Eminönü'nün eski, tarihsel caddesinden aşağıya doğru yürüdüm. Burası kalabalıktı, bu yüzden çantamdaki falçatayı cebime almış ve kendime bir savunma mekanizması geliştirmiştim.

Kısa vakit yürüdükten sonra Eminönü'ne sahiline bakan ama gözden uzak bir parka geçtim ve bir bankın üstüne oturdum. Bir çocuk ve annesinden başka kimsenin olmadığı, renksiz, ahşap bir parktı ve toprak yağmurla ıslanmış, kokuyordu. O kokuyu içime çekerek bacaklarımı yukarıya kaldırdım ve oturduğum yerde cenin pozisyonu alarak kollarımı bacaklarıma sardım. Bank hafif nemliydi ama çok dert etmedim, yağmur zararsızdı ve hep kendime hatırlattığım gibi Tanrı'nın nimetiydi. Hımm, bir süredir kiliseye gitmiyordum, sanırım gitmem gerekiyordu.

Beremi saçlarıma iyice yerleştirerek yüzümü kucağıma gömdüm ve kendimi, şu an kimsenin bana zarar vermeyeceği yalanıyla kandırarak gözlerimi yumdum. Savunmasız, yıkık evleri bilirdiniz. O evler gibi dışarıdan harabe gibi görünüyordum içten daha da harabeydim. İnsanın öldürmeyi istediği ama öldüremediği o yetim hisler gibi lanetliydim. Kollarımı bacaklarıma daha sıkı sardım ve sakinliğin tadını çıkardım. Uyku rehaveti bastırmıştı, her ne kadar uykuya direnmeye çalışsam da göz kapaklarım ben direndikçe daha çok bastırıyorlardı sanki kendini gözlerime.

Burası bulut diyerek kandırdım kendimi. Kimse erişemez bana. Burası bir bulut ve ben burada uyuyabilirim.

Burası bir bulut dedi Mila, içimde, bir fetüsün anne rahmine saklandığı gibi saklanırken. Burası bir bulut ve biz burada erişilmeziz.

Burası bir bulut,

Evi gökyüzü olan, içli bir bulut.

🌙

Bazen soğuk, sıcaktan daha yakıcıdır.

İşte tam bunu hissettim, uyuyup kaldığım bankın üstündeyken. Yakıcı bir soğuk omuzlarımdan aşağıya yığılmış ve bununla yetinmeyerek ciğerlerimin içine buz kırağı saplamıştı. Havanın karardığını, göz kapaklarım üstünde biriken karanlıktan anladım ve dizlerimdeki ağrıyı hissederken çocukça sızlanarak başımı dizlerim üstünden kaldırdım. Alnımı kırıştırarak göz kapaklarımı kaldırdığımda, karanlık parkı görerek irkildim ve henüz bu irkilme geçmeden bir ses, sanki içine düştüğüm bir zaman makinesinden yükselir gibi yükseldi. "Ay, bu gece çok belirgin değil mi?"

O kadar korktum ki, başımı ne ara çevirip omzumdan arkaya baktım, anlayamadım. Şok, camı açarak içeriye davet ettiğiniz fırtına kadar etkileyici olmuştu. Dilim damağıma yapışmıştı ki, ilk dakika tepki veremedim ve Hazer Han'ın amber gözlerine karşılık verdim. Burada, hemen yanımdaki bankta oturuyor muydu sahiden? Soğuduğunu, göz kapaklarımla temas ettiğinde anladığım parmaklarımla gözlerimi ovaladım. "Hayal görüyorum ya," dedim bir anda boş bulunarak. Gözlerimi sıkıca yumdum ve kendime kızdım. "Hazer Han Bey'i niye hayalimde göreyim ki ya?"

Sol gözümün üstüne örttüğüm parmaklarımın arasından bir daha banka baktığımda, hayalin hâlâ orada olduğunu gördüm. Kendimi cimdikledim ama görüntüsü zedelenmeden, etkileyici varlığıyla o bankın üstünde durmaya devam etti. Üstündeki siyah paltosu, darmadağınık saçları, ifadesiz çehresi ve parmakları arasında tuttuğu kahvesiyle orada, o şekilde duruyordu. Ellerimi gözlerimin önünden indirirken utançla mırıldandım. "Gerçekten mi buradasınız?"

"Vallahi buradayım."

O sahiden burada dedi Mila, bana gözlerini devirdi. Ne yapacağız senin bu saflığınla?

Bacaklarımı yere indirerek dizlerimde biriken ağrının orantılı bir şekilde bacaklarıma dağılmasını hissederken, odaksız gözlerimi ayaklarımın ucuna odakladım. Aramızda mesafe vardı, benimle aynı banka oturmadığı için iyi hissettim. Gerginliği bir günah gibi omuzlarımda taşırken, "Affedersiniz," diyebildim durumu kurtarmak adına. "Uyku sersemliğimden olsa gerek."

Kollarımı kendime sararak buz kesmiş vücudumu ısıtmaya çalıştım ama bunun çaresizce olduğunu biliyordum. Bir soba gibi sıcak olup içimdeki organları ısıtmayı isterdim. Az bir zaman kendisinin neden ve nasıl bir tesadüfle burada olabileceğini sorgularken, "Titriyorsunuz," dedi ve böylelikle onun itinayla beni izlediğini anladım. "Kerem, kahveyi hanımefendiye ver."

Afallayarak başımı kaldırdığımda, Hazer Han'ın şoförü olduğunu hatırladığım adamın, salıncakların oradan buraya doğru yürüdüğünü gördüm. Elinde iki kahve vardı, birinin dumanı tütüyordu. Onun üzerime doğru yürümesinden ürkerek bankta sola kaydığımda, adam bir an için diğer bankta oturan patronuna baktı ve aralarında nasıl bir bakışma geçtiyse eğilerek karton bardağı zemine bıraktı. İri bir adam için fazla çocuksu bir şekilde gülümsedi. "Bu sütlü, isterseniz değiştirebilirim." Kendi kendine konuştu. "Aslında şu starbucks denen zımbırtı yeri hiç sevmem. Hep gençler var ve bana yaşlı olduğumu hissettiriyor..."

Hazer Han, soyadının hakkını vererek, bir dalı kıran balta gibi aniden sonlandırdı cümleyi. "Kerem, eğer gereksiz konuşmalarını ek mesaiden sayıyor ve ay başında benden daha yüksek bir maaş alacağını düşünüyorsan yanılıyorsun."

Adam kabahat işlediğini düşünüyor olsa gerek ki, "Affedersiniz," diyerek geriledi.

Hayretle kaşlarımı kaldırdım, garip bir ilişkileri olmalıydı. Dudağımın içini ısırarak onlardan başka her yere kaçamak gözlerle bakarken, "Kahveyi almayacak mısınız?" Dedi Hazer Han. Varlığı kendini her hissettirdiğinde elime diken batıyordu sanki. "Eğer almazsanız Kerem'i mesai saatleri dışında çalıştırdığım için maaşı dışında ücret vermek durumunda kalacağım."

Küçük bir an bunu düşündüm. "Ben Kerem'den yanayım o zaman, işçinin paraya patrondan daha çok ihtiyacı vardır. Ona kazandırmalıyız bence."

Kahvesini içtiğini, sertçe yutkunduğunda anladım. Beni cevapladı. "İşçilerime, hak ettikleri kadar kazandırırım." Tekrarladı. "Kahvenizi için Safir Hanım."

İtiraz etmedim. İnsanlara, onların zararsız olduğuna inanana dek kaba davranabilirdim, diğer türlüsü insafsızlık olurdu. Soğuk nevaleyim belki ama benim için yapılan bir şeylere kayıtsız kalamazdım. Kalktım ve eğilerek zemindeki küçük boyutlu karton bardağı aldım. Tekrar yerime oturduğumda ellerimi sıkıca bardağın etrafını doladım. Ellerim bir daha ısınmayacakmış gibi üşümüştü ve bu sıcaklık çok iyi gelmişti. Huzur, beşiğinde ağlayan bir bebek ve ben o beşiğe gitmeye çalışan ama ayakları geçmişe prangalanan bir anne gibiydim. Bazen huzura yaklaşır gibi oluyordum işte sıcak birkaç yudum kahveyle. Mırıldandım. "Teşekkürler Bayım."

Cevap vermedi.

Kendileriyle çok an paylaşmak istemesem de çekingen bir şekilde, "Siz neden buradasınız?" Diye sordum. "Yani böyle bir tesadüf..."

"Sizi takip ettim."

Ağzıma az önce aldığım kahveyi gürültüyle püskürterek sertçe ve korkudan titrer halde ona döndüğümde, "Sadece alay etmiştim," dedi ciddileşerek. "Elbette sizi takip etmedim."

Korku, insanın kendi için hazırladığı boş mezara toprak vurmasından farksızdı. İnsanlar bazen sizi korkutmazdı, siz zaten korkaksınızdır. Kabul, ben öyleydim. Sızlayan burnumu bir çocuk gibi çekerek onun çattığı kaşlarıyla birlikte kırışan alnının arasına baktım. Tamam, sadece şakaydı. "Hoş değildi," dedim dürüstçe. "Gerçekten Bayım, bu hoş bir şaka değildi."

"Aksanlı konuşuyorsunuz."

Beklemedik tespitini duyduğumda, kendimi kaptırmış bir şekilde badimin yakasıyla çeneme damlayan kahveyi siliyordum. "Evet, aksanlı konuşuyorum."

Sesi, talep ettiği şeyde ısrarıydı. "Eee?"

"Eee, derken?"

Karton bardağını ağzına kaldırdı. "Neden aksanlı konuşuyorsunuz?"

Bir şeylerimin sorgulanmasından hoşlanmıyordum, bu yüzden soruyu cevapsız bıraktım. Kendisine veya kendisinin olan amber gözlerine çok uzun bakamıyordum ama her baktığımda, soğukkanlı ve ciddi tavrıyla karşılaşıyordum. Kirpikleri seyrek ama çok uzundu, kaşları kalın ve koyuydu. Gözbebekleri iriydi ve gözlerindeki halkanın etrafındaki amber rengi kabuğu yanık portakal rengini anımsatıyordu. Uğursuzca kafamda çınlayan tehlike çanını duyar gibi olarak bakışlarımı ellerime indirdim ve tekrarladım. "Tesadüf eseri mi karşılaştık?"

"Yanımda yedek ceket taşırım."

Bu da neydi? Sorma gereği duydum. "Efendim?"

Sırtını banktan ayırarak dizinin üstüne koyduğu ayağını yere indirdi ve yönünü ileriye çevirdi. Başını hafifçe önüne doğru eğmişti, kahvesinin yüzeyine baktığını anladım. Omuzları benim iki omuzum kadardı, ensesindeki saçları tıraşlıydı ve gün sonu yorgunluğu yaşıyor gibiydi. "Evim, az ileride. Sokaktan geçerken sizi Kerem gördü, bana söyleyince arabayı sağa çekmesini istedim. Uyuduğunuzu görünce uyandırmak istedim ama..."sustu, konuşacağını sandım ama sadece sustu.

Dudaklarımı kartonun ucuna yerleştirerek sıcak kahvemden yudumladığımda, midemin açlıkla guruldadığını işittim. Uzun saatlerdir bir şey yememiştim, bale yapabilmek için zaten çok zayıf ve uzun olmam gerekiyordu ama açlık parasızlığımdandı. Üç kuruş paramla üç öğün yemek yiyemiyordum, o üç kuruş parayı da devlet veriyordu. Olmasaydı ne yapardım, bilmiyordum. Rüzgar yanaklarımı kızartırken, "Şey, artık gidebilirsiniz," dedim fısıltıyla. "Benim yüzümden zaten burada beklemişsiniz. Vaktinizi çaldığım için özür dilerim."

İlk an beni yanıtsız bıraktı, o konuştuğunda cevap beklediğimi fark ettim. "Dert değildi Küçük Hanım."

Eh, kendisiyle aramızda baya yaş farkı olduğu göz önünde bulundurulursa bu tabire alınmam saçma olurdu. Rüzgâr önce ona, sonra bana çarpıyordu. Kahvesini ağzına dayadı ve son kez dikledi. Ağır ağır yuttu ve karton bardağını ağzından indirerek avucu içinde ezerek bir çöpe çevirdi. "Sizi bırakmayı teklif edeceğim ama bir kez daha reddedilmek istemiyorum." Şehre çöken soğuk ayazda bıraktı bizi. Paltosunun yakalarını boynun siper etti. "Bu yüzden teklif etmiyorum."

Ayağa kalktığında şoförü Kerem'in koşar adımlarla arabalarına doğru gittiğini gördüm. Bakışlarımı, bana öğrettiği vedalaşma adabını gerçekleştirmek için yukarıya kaldırdığımda gözlerimizin rastlaşması kaçınılmaz oldu. Çilleri, az öteye dikilen sokak lambasının altında çarpıcı bir şekilde belli olmuştu ve tuhaf bir iç güdüyle çillerimi yoklamak istemiştim. Burnunun üstüne ve yanaklarının bir kısmına dağılan çillere sahipti. Bu pozisyonda, ben bankta otururken ve o yukarıdan beni gözetlerken ilk karşılaşmamızı hatırlayarak, "Bir saniye," dedim aniden. Aceleyle yan tarafa dönerek kahvemi bankın üstüne bıraktım ve çantama uzandım. "Size vermem gereken bir şey var."

O şeyin ne olduğunu sormadan, kıdemli amber gözleriyle bana bakmaya devam ettiğinde, yakınlığının bir tehdit oluşturmadığını kendime hatırlayarak çantamın ilk gözünü açtım ve düzgün bir şekilde katladığım mendili çıkardım. Fermuarını kapayarak tekrar ona döndüğümde, bakışlarımız karşılaştı. Elleri ceplerindeydi. Bana bakan amber gözleri bir kış gününde sobanın üstüne bırakılan portakal kabuklarını anımsatmıştı bana. Gözlerinde biraz kızıl vardı. Bana, benim geçmişimdeki bir kış gününden bakmaya devam ettiğinde, "Siz yırtık pointlerimle kazanamayacağımı düşünmüştünüz," dedim haklı bir gururla. "Fakat, ben kazandım, buradayım."

Avuç içimdeki mendili Hazer Han'a uzattım.

O mendile, kıstığı bakışlarıyla uzunca baktı. Bu sırada Kerem'in ne ara yanımıza gelerek bankın ucuna bir ceket bıraktığını görmedim ama kendisine bir şeyi verirken yine kendisinden bir şeyini aldığımı anladım. Kafasını yana düşürdü ve bir ölüm sessizliğinin ardından dudaklarını araladı. "Siz de kalsın," dedi, dudaklarının arasından bir ıslık gibi, boğuk dökülmüştü cümlesi. Burnunun üstünü kaşıdı. "Olur da ağlarsanız, göz yaşlarını silersiniz."

Bir keman yayı, kaburgalarımda dizili olan tellerin üstünde gıcırdadı. İçimde, bale yapmam için müziğimi çalan o kemandı. Mila, onun bizde gördüğü şeyden korkmuştu. Mendili avucumun içine aldım. "Neden ağlayacağımı düşündünüz?"

"Her an ağlayacakmış gibi bakıyorsunuz."

Arkasını dönerek ellerini bir daha paltosunun ceplerine yerleştirdiğinde, çenemi dizimin üstüne yasladım ve gözlerimden, kendini idam eden o iri göz yaşını avucumdaki mendille sildim. Arabasına yerleşti, kapısını kapattı ve az sonra gözden kayboldular.

Bu şehre bir kasırga vurdu Bayım, demek istedim arkasından. Bu şehre bir kasırga vurdu ve ben sadece çığlıklar atarak ağladım.

Çok ağladım.

Ve kasırgaya hiç direnemedim.

BÖLÜM SONU.

Safir, seni yerim. Cidden, bütün karakterlerim ben de yeri ayrıdır, hepsi az ya da çok benden izler taşır ama Safir en kısa sürede bu kadar alıştığım karakterim oldu. Üff çocuklarımı çok seviyorum. Ben, onlar ve siz aile gibi takılıyoruz burada ve bu çok hoşuma gidiyor. Ben hep yazayım, siz hep okuyun. <3

Duygusal moodumdayım galiba. Aa neden böyle oldu acaba..

Bölümü nasıl buldunuz? İyi miydi? Hikâyeyi çok az yazdım ama nasıl buluyorsunuz? Fikirlerinizi benimle paylaşın.

KİMSESİZLER MATEMİ hassas bir kurgu, toplumsal bir konuyu ele aldığım için. Ben tanıtımı yazıp bırakacak ve kendimi iyi hissettiğimde yazmaya devam edecektim ama o kadar benimsediniz ki, bir daha bölüm bıraktım. Size söz, en doğru zamanında, bu hikâyenin hakkını dibine kadar vererek yazacağım. Çok uzun bir zamandan bahsetmiyorum, az sabır lütfen. Zaten şu az kişiyiz, daha çok insanı bekletmemek için şimdi sizi bekletiyorum ama ileride yakacağız buraları!🌙

Gaza geldikskrlflf.

Seviyorum sizi ya, n'apiim?

Hadi, kendinize çok iyi bakın.

Geleceğim.

Instagram: emineasr
Twıtter: emineasr
AskFm: emineasrr

EMİNE TAVUZ.

💔

Continue Reading

You'll Also Like

403K 11K 51
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
575K 38.7K 42
Çilek Alança Yıldırım mı yoksa Çilek Alança Saruhan mı demeliyiz? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek, ailesinin gerçek olmadığını ve küçük...
1.4M 46.7K 22
"Zorla evlendik farkındasın değil mi?" dedim dehşetle. Umursamadı ve gözlerimin en derine bakıp, belimde olan eli belimi okşamaya başladı. "Evet kar...
1.5M 24.9K 32
Efsan zorla evlendirilmekten kurtulmak için Mardin'den İstanbul'a kaçar. Ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanacağını nerden bilebilirdi. İstanbul'u...