Aklıma gelen binlerce olasılık vardı. dersleri dinleyemiyor, yemek yiyemiyor, uyku bile uyuyamıyordum.

O gece, geceyi zar zor sabah ettim. Artık dördüncü güne gelmiştik, hastaysan da iyileşip dönmüş olmalıydın. Değil mi?

Gelmedin.

O gün yaşadığım hayal kırıklığı paha biçilemezdi, saat sekize kadar boş stüdyoya baktım. İçimdeki kötü his, sürekli kendini hatırlatıp duruyordu bana. Bir daha seni göremeyecektim, buraya kadardı. Muhtemelen başka bir yere gitmiştin, belki sevgilinle daha rahat buluşabileceğin bir akademiyi tercih etmiştin... bir sürü düşünce vardı kafamda.

Kendimi gerçek anlamda berbat hissediyordum. Midem bulanıyor, gözlerim sulanıyordu. Fazla tepki veriyordum belki, ama elimde değildi ki... Benden haberi bile olmayan biri tarafından terk edilmiştim, işin trajikomik tarafı, bunu kendime her hatırlatışımda acı bir şekilde gülüyor oluşumdu.

Derse girebilecek gibi hissetmediğim için henüz kimse gelmeden çantamı alıp çıktım okuldan. Aklıma bir şey gelmişti.

Akademinin sahibi seni tanıyor olsa gerekti. Sana anahtarı verdiğine göre, güveniyordu da. Ve benim kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Sadece başına ne geldiğini soracak, sonra kendimi senden kopartacaktım. Hastaysan da, gittiysen de fark etmeyecekti bu. Bu duruma bir son vermek zorundaydım çünkü.

Bu yüzden karşıya geçtim, akademinin önünde oturdum, bir sigara yaktım. Camdan bakan öğretmenlerim ya da sözde sınıf arkadaşlarım görebilirlerdi beni. Okul sınırları içerisinde değildim sonuçta. Umrumda bile değildi.

Zaten ben sigaramı içerken sınıfta olmadığım için benim sırama oturan Jimin'le göz göze geldik. Başını hafifçe iki yana salladı sadece, ben de omuz silkerek bakışlarımı ayırdım ondan.

Sigaramı bitirip ayakkabımın altıyla ezdiğim anda bir ses duydum hemen sağ tarafımdan gelen: "Yardımcı olabilir miyim?"

Bu o adamdı. Akademinin sahibi. Bir elinde arabasının anahtarı, diğerinde çantası vardı.
Anında ayaklandım ve eğilerek selamladım onu. Selamıma karşılık verdi.

"Bir şey sormak istiyorum." Diye girdim konuya hiç çekinmeden. "Buraya sabahları biri geliyor, altıyla sekiz arasında. Adı Taehyung. Kim olduğumu veya neden onu sorduğumu boşverin, tek bir şey öğrenmek istiyorum sadece. Bir daha buraya gelmeyecek mi?"

Açık sözlülüğüme şaşakalmıştı. "Aslında..." dediği sırada, tam arkamdan gelen boğuk, derin bir ses duydum.

Sesini ilk kez duyduğum andı. Anında anlamıştım sana ait olduğunu, çünkü seni gördüğüm ilk an ne hissettiysem sesini duyduğumda da yaşamıştım bunu. Dizlerim titremiş, nefesim daralmıştı. Böyle bir ses tonu olabilir miydi? Böyle yumuşak, derin, nefes kesici, kadife gibi bir ton olabilir miydi?

"Merhaba?" dedin sadece, sorar bir tonda. Arkamı dönmeye korkuyor olmama rağmen zihnimle bedenim birlikte çalışmıyordu o anda. İçgüdüsel olarak sesin kaynağına döndüm o yüzden.

Ne diyeceğimi bilemez bir halde baktım sana. Siyah, gittikçe daralan bir eşofmanın, düz beyaz, geniş yakalı bir tişörtün vardı altın rengi tenini gözler önüne seren. Saçların dağınıktı. Elindeki Starbucks bardağının ağzından sıcak bir duman yükseliyordu, diğer elinse eşofmanının cebindeydi. Hiç unutamıyorum.

Şaşkın ama yarım ağız gülen bir surat ifadesiyle iki adım daha attın, aramızdaki mesafeyi maksimum yarım metreye indirdin. O an burnuma kokun doldu. Güven verici, sıcak, ev gibi hissettiren kokun. Portakal çiçeği.

"Ben..." dedim, yalan söyleme konusunda her zaman iyiydim aslında. Hemen bir şeyler uydurabilirdim, ama tıkanmıştım.

"Siz girebilirsiniz." Diyerek akademinin sahibine gülümsedin. Dünyanın en güzel gülümsemesiydi. Adam da başıyla onaylayarak yalnız bıraktı bizi.

Cockeye's Song | TaekookWhere stories live. Discover now