66. Bölüm: Kaçınılmazlığın Kokusu

34 7 177
                                    

   Suskunlaşan kelimeler, frekansımı az önceki derinliğimle uyumlandırıyor; niyet ve arzumun mimarı olduğu kreşendoyu yapmam için beni hazırlıyordu.

   "Dostlarımla boyutlar arası perdenin kalkmasını ve onlarla yaşamlar arası yüzleşmemiz için bütün olmayı seçiyoruz!"

   "Bunun için bize engel olan parçalarımızdan arınıyoruz." dedi Yağmur, "Arın... arınmak bizim anahtarımız."

   Gözlerim kapalıyken, açık olduğu sırada göremeyeceğim detayları yeniden görebiliyordum. Bir şey oluyordu. Bir değişim... ışık, tüm odayı aynı anda aydınlatmış; sanki tüm kasaba enerjisi bizim için seferber olmuştu. 

   Dostlarım her şeyi öğrenmek üzereydi. Pınar... güneş saçlı tanrıça... duvarlarım? Duvarlarım, ışıkla birlikte erimişti. Nasıl yani?  Yaptıklarımla kendime bir engel miydim? Pınar?  Olamaz... anlıyorum.

   Geçmiş yaşamlarımda deneyimlediğim korkular tıpkı Yağmur'un önceki hayatlarında kurban olmasından dolayı intikamını masum varlıklardan alması gibiydi. Toprak, Yağmur'a bir duvar örmemiş, ışığı hep onunla olmuş ve ormanlarla kaplanmıştı. Ama ben, güneşi balçıkla sıvamıştım. Ona ihtiyacım varken ölümüm pahasına yaşamımdan uzaklaşmak bir aptallıktı. Aşk, birçok yaşama köklenen bir aptallık değil miydi? Mantık da duvarla birlikte eriyordu zira... 

   Gözümü ağır ağır gerçekliğime araladım. Karşımda duran... güneş saçlı tanrıçaydı.

   "Ege? Ege! İyi misin? Ah! Gözlerini açıyor!"

   Pınar'ı ilk kez böylesine heyecanlı görmüştüm. İçimde tarifi geçmiş yaşamlarıma dayanan bilgelikle yüklü bir dinginlik vardı. Onu yalnızca tebessümümle karşıladım. Ege'nin de dahil olduğu, kaynağı dilin hükmünü aşan bir tebessümle... Pınar'ın bir adım geri gidişi... "Perdeyi arzu ve niyetim mi kaldırmıştı yoksa onun tarifsiz heyecanı mı?" diye sorguluyordum. Serhat ve Toprak'ın sarılmak için yanıma geleceklerini hissettim. Yalnızca Pınar'ın işiteceği bir tonda karşıladım:

   "Gözlerim, aralanan bu iki gözü gerçeğin kaçınılmaz güneşine teslim ettiğimde açıldı."

   "Imm, demek öyle." diye güçlü, dirençsiz bir adımla bana yaklaştı Pınar, "Her ne yaşadın, bilmiyorum. Ama korkmuyorum. Çünkü, açtığın gözlerde kendimi görüyorum."

   "Öhöm, öhöm! ÖHÖM! ÖHÖM!" Serhat yaşadığı şokla ciğerlerini ağzından çıkaracak kadar sert öksürüyordu.

   "Dur oğlum, yıkmasana ortalığı!" dedi Toprak dişlerini yarı kızgın yarı heyecanlı bakışıyla sıkarak, "Daha Ege'nin çözülmesine şaşırmışken bir de seninle uğraşmayalım."

   "Ben yıkmayayım da kim yıksın yavrucuğum?" diye höykürdü Serhat, "Kaç saniyedir aptal gibi defteri Ege'nin eline vermeye çalışıyorum. Dondu kaldı. Kımıldamıyor, tabloya bakıyor. Oturdum ben de bön bön tabloya baktım. Adam bir çözüldü, hayata yeniden gelmiş gibi. Defter o olmuş gibi."

   Serhat? Sen az önce ne dedin? Dudaklarım donmuştu. Defter... burada mıydı?

   "Yağmur da öyle..." dedi Toprak, "Tütsüyü yakarken dondu kaldı. Uyandıramadım; tütsü sönene kadar öylece önüne baktı. Bir anda kendine geldi. Kulağıma bir şey fısıldadı."

   "Ne fısıldadın kız kulağına?" diye utanan maymun emojisini taklit etmeye çalıştı Serhat. Bu hareketlerinden, her şeyin yolunda olduğunu anlıyordum. İçim kıpır kıpırdı. Ama, bu heyecanın kaynağını çok iyi biliyordum. 

   "Hazırım." dedi Toprak, "Çok tuhaf hissediyorum. Hayatımız eskisi gibi olmayacak, biliyorsunuz, değil mi?"

   "Bilmez miyim?" diye adımlarını bana doğru sıraladı Melodi; ellerini sırtına koyarak, "Şimdi Ege'ciğim... bir daha oyuncağını kaybetmiyorsun. Anlaştık mı?"

   Elinde kara kaplı defterim vardı! Ondan hiçbir zaman uzak olmamıştım, olamazdım da. Ben oydum, o da ben. Tıpkı Yağmur'un dediği gibi... Ege bir yaprak gibi dökülse de, defter ebediyen var olacaktı. Benim ebediyetimle birlikte...

   "Neredeydi?" 

   "Sesi de mi duymadın!" dedi Serhat, "Oğlum, çok hızlı uçup gittin, farkında mısın?"

   "Ne sesi? Anlamadım."

   "Düşme sesi. Defter, tütsüyü bulduğumuz tezgahın arasındaymış." dedi Serhat, "Asabiyetimin sınırlarını aşmak üzereydim. Eh, o tepkiyle mekanizmayı sarstım. Gümbürtü koptu."

   "Defteri bulmasıyla senin donup kaldığını görünce, senin gibi dondu kaldı." dedi Toprak, "Hayret ettim. O şey gözümüzle görmediğimiz araya nasıl girer? Serhat ne diye tezgahı sarsar?"

  Yağmur, benden farksız dingin ruh haliyle Toprak'a takıldı: "Defterin uçup gittiğine inanıyorsun da, araya sıkışmasına mı inanmıyorsun? Oyyy, çok tatlısın!"

   Toprak artık kırmızı renkli Akdeniz toprağıydı. 

   "Yüzleşme sırasında başımıza gelecek herhangi bir paranormal olaya dek yüzünün bu tonda kalmasına karar verilmiştir!" dedi Melodi yargıç edasıyla, "Ee Serhat? Seni de ben morartayım mı? Pancar gibi?"

   "Hay bin kıskaç!" dedi Serhat, "Kalbimi mı kıstıracaksın sen bakayım? Bitmezçember'in sorununu görüyorsun. Kapıların açılıp kanın tüm sokaklara pompalanması lazım. Kangren olmak istemiyorum!"

   Bu kez kızaran Melodi'ydi. Fakat, içimde bir duygu tohumu filizlenmişti; garip bir şekilde Serhat'ın yanıtına duygulandığımı hissediyordum. Hatırlıyorum...

   Kahkahaların temsilcisi öz kardeşim bizim için kendini feda ediyor!

   Harekete geçmek için bacaklarımı bir sürenin ardından kımıldatırken, ilk adımımı Serhat'a yönelttim. Defterim sağ koltuk altımda, kalbime dayalıydı. Diğer kolumla ona sarıldım:

   "Seni kimse sınırlayamaz çünkü... sen sadece kahkahaların temsilcisi değilsin dostum. Sen... koskocaman bir yüreğe sahip bir şövalyesin." 

   Sesimdeki ciddiyet Serhat'ı tedirgin ederken, konuyu mizahi bir atmosfere çevireceğini bekliyordum:

   "Kahkahaların temsilcisi mi? Şövalyeyi de katanayı da unutun! Ben kahkahaların temsilcisiyim! Bundan ötesi var mı? Vay be Ege... eve döndüğümüzde, arada seni dondurmamız gerekecek desene."

   Kahkahalar odada yankılandığında, ışığımızın zemin kata indiğinin farkındalığıyla örümcek hislerim devreye girdi.

   "Yağmur!" 

   Yağmur'un tam arkasında beliren devasa gölge, Melodi'nin elindeki fenerin etkisiyle tüm detaylarıyla belirmişti. Gölge, terk edilen evlerin üstüne çizili sembolle aynıydı: tamamlanan çember ve... ortasına çizilmiş hayalet silueti!

   O an kulağıma hükmeden kapı gıcırtısı tüm yüzümü uyuşturmuş, bedenimi tepeden tırnağa ürkütmüştü. Bizi çeken o şeye doğru gitmek zorundaydık. Yağmur'un ivmelenmesi ve benim istemsizce Pınar'ın bileğini tutup koşmaya başlamamla evi terk etmek için koşmaya başladık.

   Aradan geçen yirmi saniyenin ardından evin önündeydik. Sokak lambaları sönmüştü. Herkes kahvaltı yaptığımız meydan kısmına doğru ivmelenirken, benim ilk baktığım nokta, Bitmezçember yüzleşmesini yaşayacağımız karanlık noktaydı. Fakat, o an bir hisse kapıldım. Ölümcül bir hisse...

   Önce birkaç adım sesi, ardından devasa bir karanlık ağacın zifiri yapraklarından farksız, zombi kılıklı kasabalılar... çok... hızlılardı!

   "Koşun! Dosdoğru, yukarı doğru!"

   Bileğini bırakmadığım Pınar ve Yağmur hariç herkes istemsizce bocalamıştı. Önden koşarak arabaya doğru ilerleme fikirlerini anında ortadan kaldırdık. Korkuyordum. Lanet beni etkileyemezdi, ama bedene bürünmüş lanet... kaçınılmazlığın kokusu artık kasabanın atmosferinden gizlenmeyi bırakmıştı.

Korku Tutkunları | İlk MaceraWhere stories live. Discover now