44. Bölüm: Üçüncü Basamak

43 7 92
                                    

   "Biliyor..." 

   Yağmur fısıltısını bile gizlemiş, yalnızca dudağını kımıldatmıştı. Aslında hepimiz onunla aynı rezonans alanındaydık, fakat açıklamasının derinliklerinde yatan satır arası beni sarsmıştı. Cümlelerinde dahası vardı, sindirmekte zorlandığım...

   "Önce bizim anlatmamızı istediniz. Hiçbir şey açıklamadık ki. Düzeyimizi nasıl anladınız?" diye konuya girdi Toprak. Hoş geldin dostum! Bu soru ile bir katman indin. Takıldığım konu çok başka...

   "Bu merdivenin ucu karanlık bir yüzleşmeye çıkıyor. Siz ilk basamağı kasabaya gelirken, diğerini de bu geceyi geçirdikten sonra tırmandınız."

   "Hızlı hızlı tırmanıyoruz o basamaklara." dedi Serhat, "Düşüp çanağı kırarsam ne olacak? Bunun hesabını kim verecek?"

   "Kırmazsın delikanlı. Zemin yumuşak. Kemiklere çarpmazsan kasabalılar seni korur." dedi Orbey dede bıyığının dahi engel olamadığı şeytani gülümsemesiyle.

   Ne demek istedi şimdi?

   Orbey dede, anahtarı kendisinde olan bir sır kutusuydu. Belki de üçüncü harita... kurduğu cümle Serhat'a ve dolaylı yoldan bize açık bir uyarı gibi görünse de vermek istediği asıl mesaj çok farklıydı. Bunu ancak bir üst basamağa çıktığımızda anlayabilecektik.

   "Merdiven kaç basamaklı?" dedi Pınar. 

   "Dört." dedi Orbey dede, "Yarıladınız. Ama..."

   "Amaaaaaaa..." dedi Serhat titrek sesiyle, "dördü gördüğümüzde bir şey bizi tam bileğimizden tutup çekecek, değil mi?"

   Orbey dedenin bu laçkalığa karşı sert yönünü çoktan göstermesini beklerdim. hele ki Toprak çoktan yumruklarını sıkmışken... ama o, şeytani gülümsemesini sürdürmekle yetindi. Düşünüyordum da, Melodi'nin söylediği gibi Bay Ciddi isem, yaptığı her çıkışla Orbey dede de Bay Gizem olmalıydı. 

   "Ezeli?"

   Soruyu nasıl belirteceğimi kestirememiştim. Belki merdivenin ikinci basamağını tırmanana dek bu soruyu dudaklarıma hapsedebilirdim. Artık değil...

   "Henüz üçüncü basamağa çıkmadın Ege. Sabır bu kasabadan çıkış biletin, unutma."

   Orbey dede soruyu yanıtladığı sırada Melodi ve Serhat aynı anda öyle bir nara atmıştı ki, ses Melodi'nin evine ulaşmış ve geri dönmüşçesine bir yankı yapmıştı. Kırık, ahşap kapının ardından gözüme takılan Hasan amca bile durmuş, masamıza bakmıştı. Oturanlar ise istifini bozmamıştı. 

   "Gidesiniz."

   Ne?

   Gözlerini benden ayırmadan kalın, duygusuz ses tonuyla kurduğu tek kelime bizi Bitmezçember'den kovduğunu düşündürmüştü. Bu iki manyağa ters bakış atmaya hazırken diğer masalarda oturan herkes bir klon gibi hareketlendi; tek kelime etmeksizin gözden kayboldu. 

   "Bitmezçember'in Hasan'ı. Sen de."

   Orbey dedenin niçin bu gizliliği sağladığını kestirmem mümkün değildi. Her şey Melodi ve Serhat'ın yersiz bağırmasından mı kaynaklıydı? Bu çok saçma, çok! İşin en garip yanı, hem Melodi'nin hem de Serhat'ın utanç duymamasıydı. 

   "Gelin benimle."

   Serhat kendini beğenmiş bir sırıtışla Melodi'ye dirseğiyle dokunurken sandalyesinden kalktı. 

   "Hayır. Bağırdığınız için değil evlat. Burada dilediğin gibi böğürebilirsin, sana serbest." diyerek manyak dostumu yılların tecrübesiyle mahcup bir duruma soktu Orbey dede, "Bu dengesizliğinizin sebebini anlıyorum. Gizemli cümlelerime takatiniz kalmadı. Bunlara bir anlam getiresiniz diye kalkıyoruz. Sorularınızı da sorarsınız."

   Ayaklanırken karşılık verdim: "Önce sorumun merdivenin kaçıncı basamağında olduğunu sormam gerekecek tabii."

   Orbey dede fötr şapkasını düzeltti: "Zekisin... zekisin. Evinde hisset delikanlı, öyle olsun."

   "Evimde mi?" 

   "Öyle değil mi?"

   Susmak zorunda kaldım çünkü haklıydı. O basamağa tırmanmadan hiçbir açıklamasını anlamayacak, elimdeki haritayla anlamsızca dolanacaktım. Pek muhtemel sonum karanlık olacaktı. Peki Orbey dede buna izin verir miydi? Dün gece aldığımız onca önlemin kaynağı bilinmezliklerdi; Korkut amca ve Kader teyzenin ondan söz etmemesi, ürkünç ambiyans, Hasan amca... her şey üst üste geldiğinde, yapmamız gereken en doğru hamleyi gerçekleştirmiştik. Orbey dedenin her cümlesini zihnime not alıyordum. Çıkarımlarım için kasaba gezintisini tamamlamalı, ardından kahvaltı masasında yaşanan her gizemli sözü irdelemeliydim. Ve asıl soruyu yanıtlamalıydım: Orbey dede bizim tarafımızda mıydı, yoksa karanlığın tarafında mı?

   Ancak, asıl sorunun bu olmadığı hissi bedenimi elektriklendirmiş, nefesimi bambaşka bir ritme bürümüştü. 

   İstikamet kasaba sokaklarıydı. Dün geceki gibi sıralanmış, göğün gitgide sarı bulutlarla koyulaşan atmosferini istemsizce soluyarak çevreyi gözlemlemeye başlamıştık. Gerginliğimi atmosfere, Orbey dedenin söze girmeden hızlı adımlar atmasına, bir de öğreneceğimiz gerçeklerin bizimle ilişkisine bağlıyordum. Yine de adımlarımda bir titreme yoktu. Güçlüydüm. Heyecanlı... doğup büyüdüğüm hiçbir evrede yaşamadığım heyecanı nasıl bu yaşta tadabilirdim? Çocukluğumdaki duyguların saflığına nasıl ulaşabilirdim?

   Melodi'ye çaktırmadan baktığım sırada, avuç içini çukurlaştırdığını ve bir gözünün daima orada bulunduğunu fark ettim. Haritanın onda olması, yolu Orbey dedenin haberi olmaksızın takip etmesi ve Yağmur'un da Melodi'nin yanındayken ezberlediğini düşündüğüm güzergahı yorumlaması, sınava gerçekten çok iyi çalıştıklarını gösteriyordu. Pınar ise yolun harita yolundan bağımsız noktalarını ve evleri gözetliyordu; nadiren gördüğümüz ara sokakları ezberlercesine incelemesi iç rahatlatıcıydı. Ayrıca fark ettiğim bir detay, kasabanın kalbine giden yola gitgide yaklaşırken terk edildiğini sembollerle ve harabeliğiyle anladığımız evlerin yok olmasıydı. İstemsizce tebessüme büründüğümde, Serhat'ın Orbey dedeye yeniden kilitlendiğini, Toprak'ın ise durağan kalarak benim gibi herkesi gözlemlediğini gördüm. Toprak'ın harita hakkında yapacağı yorumları merakla bekliyordum. Serhat'ın ise üçüncü harita için ne fikir üreteceğini...

   Plana kaldığımız yerden devam ediyorduk. 

   Orbey dede hareketlendi: "Evet çocuklar... şu köşeği döndüğümüzde başlayabiliriz."

Korku Tutkunları | İlk MaceraWhere stories live. Discover now