42. Bölüm: Gün Doğumu

60 9 30
                                    

   "Kabus içinde kabus... ve..."

   Toprak'ı güçlükle tamamladım: "Ve... çok büyük ihtimalle, iki kabusta da aynı yerdeydik."

   Cümle dudaklarımdan ölümcül bir dirençle çıkmıştı. Hâlâ bir kabusu mu yoksa gerçeği mi deneyimlediğimi sorguluyordum. Ya tekrar uyanırsam?  

   Toprak'la gözlerimiz aynı bakışı yansıtıyordu. Karnım derinlemesine teslim ettiğim solukla içime göçmüş, reflekslerim nefesimi yenilemekten bihaber olmuştu. Toprak ise son kabusumuzda Yağmur'a musallat olan oyuncak bebeğin etkisiyle sarsılmıştı. Debelendi:

   "Yağmur'a bir şey olmuş mudur? Hadi Ege, gidip bakmalıyız. Serhat?"

   "Daha önce hiç musallata uğramamıştım." dedi Serhat, "Beni ben yapan her şeyi almışlardı sanki."

   Serhat'taki garipliği fark etmemek işten değildi. Toprak'ın ikazına rağmen yerinden doğrulmamıştı. Aslında ikimiz de ondan farksızdık, ama onun donukluğuna alışkın değildik.  

   "Umarım Serhatlığını orada bırakmamışsındır." dedi Toprak. Alnı kırış kırıştı. 

   Serhat yerinden fırladı; kapı kolunu tutarken bize yöneldi:

   "Gün ışığı siz şövalyeleri yanıltmasın. Silahlarınızı kuşanın, kızların kurtarmaya gidiyoruz!"

   İşte benim Serhat'ım! Kendini kaybetmemişti. Belki de bu lanetli kasabada uyumayı reddedeceğimiz bir sürecin içindeyken, herhangi birimizin enerjisini yitirmesi domino taşı etkisiyle ekibi yok ederdi.

   Kapıyı açtığı andan saliseler önce karşı taraftan gelen etki Serhat'ı ötealeme çok kısa süreliğine postaladı. Korkuyu saç diplerime dek yaşamıştım. 

   Neyse ki kapıyı açan Melodi'ydi. Arkasında Pınar ve Yağmur vardı.

   "Yüz ifadene ve tonuna bakılırsa," dedi Melodi, "musallata uğramışsın."

   "Bizim gibi..." diye ekledi Pınar. O an aklımdaki şüphe kırıntıları son bulmuştu.

   Tüm odak bir anda Yağmur'un sessizliğine geçti. Bu konuşmama hali, duruşuyla, tepkisizliğiyleydi; ruhunu yitirmiş gibiydi! Ah! Oyuncak bebek...

   "Yağmur..." Toprak... kurumuştu.

   Bu kez Toprak Yağmur'un kayıp bulutlarına işlemeliydi. Aksi halde kendi kendimizi bitirecek, Bitmezçember'in kurbanı olmamız işten bile olmayacaktı. Yine de zamana ihtiyacımız vardı. Nükseden travmalarıyla birlikte kapadığı tüm pencereleri açması için gün ışığı bizim şifamız olacaktı. 

   "Hadi, Orbey beyin mükellef kahvaltısına konuk olalım." diyerek sözlerimi fısıltıya dönüştürdüm, "Ve haritayı, cep telefonlarımızı, kara kaplı defterimi yanımızdan ayırmayalım. Kabusumuzun gerçekleşmesini istemem."

   "Yok Orbey beybeybey, yok Bitmezçember'in Hasan'ı, yok gudubet kadın..." Serhat yutkundu, "alooooo! Gece yaşadığımız şey her neyse asıl ondan korkun."

   Bir anda bana yöneldi: "Ege, yaşadıklarımız senin için yeterince kanıt olmadı mı dostum? Bence defterine bir an önce karala çünkü bunun için bir fırsatın olmayabilir."

   Serhat'ın sözleri beni karadeliğe kapılan bir yıldızdan farksız bırakmıştı. Nadiren büründüğü ciddi tavırlara her zaman kulak kabartmam gerektiği, Bitmezçember'e adım atarken kulağıma küpe olmuştu ve bunu her seferinde beynime daha iyi kazıyordum. Fakat... dahası vardı. 

   Yepyeni bir düşünce rüzgarı tüylerimi kımıldatırken Pınar'ın omzuma dokunduğu elle irkildim:

   "Doğaüstü konulara düşkünlüğünün kaynağı belki de sandığından derindir."

   "Sen ne demek i..."

   "Hadi çocuklar! Midem kazındı, çıkalım artık." dedi Pınar, büyüyen göz yuvalarını gözlerimden ayırmadan adımlarını kapıya yönelterek.

   Toprak Yağmur'la birlikte odadan çıkmıştı. Melodi, Pınar ve Serhat ise Melodi'nin kasabalı zombi çıkışı ile gülüşerek odadan ayrılmışlardı. Bense yalnızdım. Olmam gerektiği gibi... düşünce bulutları üstüme çökmüşçesine...

   Pınar'ın kasabayla ilgili bağlantılarım konusundaki vurguları artmıştı. Gözümün önünden, bu konuyla ilgili kısa süre içinde yaşadığım tüm gizemler akıyordu. Bilinmezliği çözümleyemezken, rüyalar aleminden beklenmedik kroşeler yemiştim. Belki de bizden önce kimsenin yaşamadığı şiddette kroşeler... ama gece beliren sis... gerçekti. İşte bu bizi nakavt edebilirdi.

   Nitekim soluğu Bitmezçember'in kara bulutlarının hüküm süren ambiyansında aldık. Kabusun ardından karanlığa teslim olmaksızın duyduğumuz özgüven, bulutların ardındaki gün ışığından geliyordu. Bu aşikardı. Ve belirlediğimiz keşif ve görevleri eş zamanlı olarak gerçekleştirmemiz gerektiği de...

   Sokağı tamamlamak üzereydik. Görünürde henüz hiçbir kasaba sakini yoktu. Bu gerginliği özümsemeden dostlarımı süzdüm: Melodi haritayı en hassas şekilde avuç içi boyutuna indirgemiş, binanın olduğu konuma çaktırmadan bakmak için gözünü pürdikkat açmıştı.

   Köşeyi dönmemize bir adım kalmışken gördüğümüz manzara inanılmazdı! En az otuz kasaba sakini bölge meydanının etrafına sıralanan masalara oturmuş bir şekilde kahvaltı yapıyor, çay içiyordu. Bu, tüm kasabanın nüfusu olabilir miydi? Kasabanın kalbini görmeden yorum yapamazdım. Ayrıca bu insanlara ilk kez rastlıyorduk. Bizi nasıl karşılayacakları meçhulken bir adım daha atmak istemiyorduk. En azından Orbey dedeyi görmeden...

   Duvara karşı gizlenirken uzakta bulunan kasaba ahalisini analiz etmeye başladım. Kahramanlarımız tam öngördüğüm şekildeydi. Eski, genellikle gri ve toprak tonlarına sahip kasaba kıyafetleri, hepsinin solgun teni ve birçoğunun kambur duruşu, genel olarak huzursuzluk yayan aura beni germeye yetmişti. Bunu fısıltıyla dile getirdim.

   "Yok be..." dedi Serhat, "Elf gözlerimle görüyorum. Çayları demli... tostları sucuklu... neresi bezgin bunların? Ağızlarının tadını biliyorlar."

   Melodi ekledi: "Ve dantelli masa örtülerini unutmamak gerek..."

   "Yaa, Ege Bey. Tribe girmeyi bırakınız efendim." diye tamamladı Serhat bir ayağını öne atmaya hazırlanırken.

   Sanırım haklılardı. Gözlemim tarafsız değildi, bardağı boş tarafından görüyordum ve bunun farkına ancak varabilmiştim. Kasaba meydanına adım atmaya hazırlandım.

   "Evlat, niçin ilerlemiyorsunuz?"

   Omzuma dokunan el tanıdık değildi. İrkilerek arkamı döndüm. Arkamızdan gizlice süzülen... Orbey dedeydi!

Korku Tutkunları | İlk MaceraHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin