29. Bölüm: Bitmezçember'in Yerlisi

42 10 30
                                    

   "Nasıl bir düş görüyoruz böyle?" dedi Yağmur.

   "Haklılarmış." diye ekledi Toprak, "Tepeden bir uçak geçse bile fark edilmeyecek kadar mütevazı bir yerleşim..."

   Melodi'nin yorumunu merak ederken, suskun kelimelerinin potansiyeli adımlarına enerji oldu. 

   "Dur!" diye seslendim, "Planlamalıyız."

   Melodi beni serüvenin devamında ürkütebilecek bir umursamazlıkla arkasını döndü: "Şu an yüzleşecek başka bir yer var mı? Ya da bu bölgeyle ilgili bir bilginiz? Gelin artık."

   "Haritadaki surat gülmezse şuradan şuraya gitmem, nah şuraya yazıyorum!" dedi Serhat.

   "Gülmüyorsa da güldürürüz tatlım." diye karşıladı Melodi.

   Pınar ve Yağmur'un düşünceleri Melodi'yle aynı rezonanstaydı; tehlikesiz görünen bir yerleşim yeri, bize başka bir seçenek bırakmayan geniş yol, birden fazla sokak lambası, görüş açımızı şenlendiren bir dükkan... tedbiri burada değil, yüzleşmeden sonra alabilirdim.

   Dönemeçten kasabanın gerçek meydanına doğru birkaç adım kalmışken Melodi'nin elindeki haritada bulunduğumuz noktaya göz gezdirdim. Yolun ucunda kalp simgesi vardı. Anlamamıştım. Kalp? Evimiz orada mı yoksa? Hayır, kalacak yeri özellikle kalple işaretleyemezler... bir şeyler oluyor. 

   Melodi kalp detayını fark etmiş olduğumu anlamış olmalıydı ki bana derin, çok derin bir bakış attı. Sahiden telepati yeteneğim varsa, Korkut amca ve Kader teyze burada müthiş bir şey başarmış olmalıydı. Ayrıca kalp detayını şu an fark etmemin asıl sebebi, kalbin görüş açımızın sağ tarafında kalan yokuşun ucuna çıkmasıydı.

   Bitmezçember'in dingin akşamını karşılayan meydanda görünür bir insan yoktu. Meydanı saran iki katlı, girişteki harabelere göre gerçekten yaşanabilir evlerde ise tek tük ışıklar yanıyordu. Ayrıca kasaba meydanının gözde evleri pek tabii müstakil evler olacaktı. Fakat sol kısımda, apartmanların arasına sıkışmış evde ışık yanmazken, apartmanları gölgede bırakacak kadar heybetli yapıda loş bir ışık hüküm sürüyordu. 

   Neredeyse bir dakikadır Bitmezçember'i gözlemleyen sırt çantalı altı yabancıya hiç kimsenin çıt dahi çıkarmaması ağzımda kötü bir tat bırakmıştı. Gözlemleniyor muyduk, bizden haberdarlar mıydı, yoksa umurlarında dahi değil miydik? Bunu tek bir şekilde öğrenebilirdik: Dükkana girerek.

   Serhat ve Melodi çakıl taşlarının kapladığı yolu zıpır bir çocuk edasıyla zıplayarak geçti. Bizse birer veli edasıyla arkalarından koşturduk. Zihnim iki düşünce tarafından deliniyordu: dükkandaki kişinin bize tepkisi ve çakıl taşlarının süs olsun diye mi meydana yerleştiği. İkinci düşünce Korkut amcanın bahsettiği kadar lanetli bir kasabaya göre zayıf kalsa da ilk düşüncemdeki soru işaretleri ancak yüzleşmeyle giderilebilirdi.

   O adımı... Yağmur attı. Son düzlükte depar atan bir atletten farksızdı. Şaşırmamalıydım çünkü engellendiğini hissettiği her durumda pes etmek yerine harekete geçmeyi karakterine kazıdığını söylüyordu. Engellendiğini düşünmesinin sebebi kafamdaki ilk düşünceyle aynı olmalıydı.

   "Kimse var mı?"

   Yağmur'un sesindeki netlik ve Melodi'nin Serhat'ı da gevşeterek bu netliğe ortak olması dinamiklerimizi güçlendiriyordu. Pınar'ın istikrarlı psikolojisi ve Toprak'ın aşkla harmanlanan yeni serüvene gitgide uyumlanmasıyla ortaya çıkan ekip uyumu ise bu kasabaya en iyi şekilde girdiğimizi ortaya koyuyordu. 

   "Kimse var mı?" diye yineledi Pınar.

   "Dükkanlar açık kalmış." diye kişnedi Serhat. Senkronize olmuşçasına gözlerimizi devirdik. Ayrıca yarım dakika da olsa floresana maruz kalmak benim gibi loş ışık tutkunu birini çileden çıkarabilirdi. 

   "Biri bizimle oyun mu oynuyor?" dedi Toprak, "Bu içine ettiğimin kasabasında bir Allah'ın kulu yok mu be!"

   "Var!"

   Toprak bir yanıt beklemiyor olmalıydı ki yabancı, kart bir ses tüm ense tüylerini diken diken etmişti. Bizimkileri de tabii.

   Arkamızı döndüğümüzde, karşımızda altmış yaşlarında kır saçlı, kaba sakallı, elleri sanki bir asrı deneyimlediğini hissettirecek kadar deforme olmuş bir zatın belirdiğini gördük. Yüz hatlarında umutsuzluk vardı. Ömrü hayatımda ilk kez bir insanın gerçekten umutsuz olduğuna şahit olmuştum. "Ben umutsuzum, tükendim!" diye geveleyen dostlarımın gözlerindeki beklentiyle dolu umut ışığı bu gözlerde yoktu. Bu adam ne yaşamıştı da kendi cehenneminin içinde kor gibi yanar olmuştu? Korkuyordum. Zihnime taarruz eden bilinmez oklar alevle perçinlenmiş, dokunduğu yeri yakıp yıkmıştı. Bir an için parlayan "Ya buraya hapsolup onun gibi olursak?" düşüncesi ile bizi ortadan kaldırıp kaldırmayacağı düşüncesi birleşip son darbeyi vurmak üzereyken Serhat söze girdi:

   "Siz bu kasabanın nesisiniz?"

   "O nasıl soru oğlum..." diye fısıldadı Toprak kimseye çaktırmadan.

   "Bu bakkal dükkanına siz mi bakıyorsunuz?" diye sordu Melodi, arkasındaki cipslerin son kullanma tarihini parmağıyla inceleyerek. O cümlesini kurarken, Toprak Serhat'a ekledi: "Saldırgan bir tavrı var, kaba kuvvete başvurmadan adamakıllı konuşacağız. Nihayet konuşacak birini bulduk."

   "Pek konuşulacak biri gibi durmuy.... öhöm öhöm..." Serhat'ın cevabıyla bıyık altından sırıtırken bizi süzen yaşlı kurttan yanıt bekledim. 

   Ses yoktu...

   Serhat, haklı çıkma be... bu kez ben söze girdim:

   "Bu kasabaya yabancıyız. Kalacak bir yer arıyoruz. Bize yardımcı olabilir misiniz?"

   Bakışlarında canlılık hissi almıyordum. Serhat enseme dek yaklaştı. Fısıltısı yalnızca kulaklarıma hitap ediyordu: "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır, ama bu herif zaten delikten fırlamış. Kaçışımız yok, ablukaya aldı bizi."

   "Siz onu bana bırakın." diye fısıltı ve şeytani bir gülümsemeyle araya girdi Melodi, "Ona tek atacağımdan şüpheniz olmasın."

   İhtiyar nihayet kımıldadı. Kaşları hâlâ çatıktı. Dudakları ise tüm bilinmeyeni bilinir kılarcasına net bir tavırla açıldı. Önyargılarımızı yerle bir eden bir tebessümle...

   "Kasabamıza hoş geldiniz... bana Bitmezçember'in Hasan'ı derler."

Korku Tutkunları | İlk MaceraWhere stories live. Discover now