Cockeye's Song | Taekook

By suicidalones

335K 42.2K 39.5K

Bu mektuplarda yazacağım şey ise, seni on iki yıl öncesine götürmekle başlayacak. 2008 güzüne. Sana bizim hik... More

11.07.2020
12.07.2020
13.07.2020
17.07.2020
18.07.2020
24.07.2020
16.08.2020
25.08.2020
08.09.2020
20.09.2020
01.10.2020
05.10.2020
09.10.2020
05.11.2020
07.11.2020
27.11.2020
30.11.2020
06.12.2020
13.12.2020
16.12.2020
18.12.2020
20.12.2020
21.12.2020
23.12.2020
28.12.2020
17.01.2021
31.01.2021
05.02.2021
12.02.2021
21.02.2021
04.04.2021
07.04.2021
03.05.2021
14.05.2021
31.05.2021
06.06.2021
12.06.2021
02.07.2021
Özel Bölüm
29.07.2021
02.08.2021
09.08.2021
15.08.2021
17.08.2021
23.08.2021
28.08.2021
01.09.2021
11.09.2021
22.09.2021
03.10.2021
09.10.2021
18.10.2021
20.10.2021
25.10.2021
03.11.2021
15.11.2021
20.11.2021
21.11.2021
26.11.2021
01.12.2021
09.12.2021
12.12.2021
15.12.2021
18.12.2021
24.12.2021
11.01.2022
17.01.2022
20.01.2022
22.01.2022
26.01.2022
29.01.2022
30.01.2022
04.02.2022
08.02.2022
23.03.2022
21.11.2021 (II)
Özel Bölüm (II)

23.04.2021

3.7K 565 592
By suicidalones

Jeon Jungkook

Seul Merkez Hapishanesi

Uiwang, Gyeonggi Province

Güney Kore

23.04.2021

Kim Taehyung

Kim Dans Akademisi

Dokseodang-ro, 45-gil

Seul, ST 1832

Taehyung,

Nasılsın?

Bugün ne tür bir giriş yapacağımı seçmekte çok zorlandım, çünkü bugüne dek yazdığım en zor mektubu kaleme almak üzere olduğumun farkındayım. Son mektubumdan bu yana sürekli aklımda bu var, yazsam, elim gitmiyor; yazmasam, yazmak zorunda olduğumun ve beklettikçe daha da ağırlaşacağının farkındayım. Bu yüzden, yara bandı çeker gibi hızlıca olsun bitsin istedim.

Ne yazacağımı anlamışsındır. Doğrudan devam edeceğim anlatmaya.

O gün hızlı geçti, derslerden sonra provaya kaldım, Jimin de vizelere çalışmak için kütüphaneye gitti. Seni pek görmedim, meşguldüm zaten.

Provadan sonra Jimin'le buluşup beraber yemek yedik, saat akşam yediye geliyordu. Hava kararmak üzereydi. Jimin yemekte markete gitmemiz gerektiğini söyledi.

Birlikte markete gittik, ben alışveriş arabasını iterken o raflardan almamız gerekenleri alıyordu.

"Annen dün alışverişe çıkacağını söyledi, evde hiçbir şey kalmamış ikimiz de öküz gibi yediğimiz için... O uğraşmadan biz halledelim." dedi, elindeki kahvaltılıkları sepete bırakırken.

"Sen kendi adına konuş." Hafifçe karnına vurdum. "Şuna bak, nasıl ele geliyor."

"Gebertirim seni." 

Sinirlenmesine güldüm, Jimin'e takılmak hep çok kolaydı zaten. Hazır annemin konusu açılmışken gülüşüm yavaşça soldu. "Şu sıralar hiç keyfi yok gibi." dedim. Başıyla onayladı.

"Farkındayım, bu hafta içi ona güzel bir akşam yemeği hazırlayalım. Uzun zamandır oturmuyoruz uzunca birlikte." 

Boğazıma bir yumru oturdu, Jimin de ben de kendi hayatlarımıza bakıyorduk çoğu zaman.

"Olur." dedim, sonra annemin sevdiği yemekleri yapabilmek için malzeme aldık. Hatta en sevdiği tatlıdan bile aldım.

Sonra elimiz kolumuz poşetlerle dolu bir şekilde eve döndük, annemin ne kadar mutlu olacağını düşünüyordum. Yüzümde aptalca bir gülümseme vardı.

Asansörden inip kapının önüne geldiğimizde dirseğimle zili çaldım çünkü ikimizin de elleri anahtarı çıkarmak için fazla doluydu. 

Birkaç saniye geçti, kapı açılmadı. 

"Duştadır belki, uyuyordur ya da." dedi Jimin, ben zili tekrar çalarken. O sırada o poşetleri yere bırakmış, çantasından anahtarı çıkarıyordu.

Kapıyı yine açan olmadı. Jimin anahtarla açıp geri çekildi, elimdeki poşetleri girişe bırakıp ayakkabılarımı çıkardım. Evde hiç ışık yanmıyordu.

"Anne?"

Jimin de peşimden poşetlerle birlikte içeri girip kapıyı arkasından itti. Kaşlarım çatılmıştı, saat dokuzdu. Nerede olabilirdi ki?

"Bağırma, uyuyordur kadın." 

Önce girişin, ardından salonun ışığını açtım. Amerikan mutfak olduğu için mutfak da aydınlandı. Salon boştu, lavabonun kapısını açtım bu kez, orası da boştu.

Ardından, son olarak odama girip ışığı açtım, yatağım topluydu. Oda boştu.

"Yok." dedim odadan çıkarken, sesimdeki korku elle tutulur cinstendi. "Jimin, annem yok."

"Ne saçmalıyorsun?" Üzerindeki ceketi çıkartıyordu, yüzümü görünce durdu. Geri giydi hatta ceketini. "Ne demek yok?"

Elimi saçlarımdan geçirdim. Aklımdan binbir tane ihtimal geçiyordu. Babam bulmuş olabilir miydi? Belki de hava almaya çıkmıştı? Ama bana muhakkak haber verirdi. Ya kaybolduysa?

"Yok işte." Bir elim belimdeydi, diğeriyle yüzümü sıvazlıyordum. Jimin ne kadar gerildiğimi gördü, yanıma gelip elimi yüzümden çekti.

"Bir dur, telaş yapma hemen. Hava almaya çıkmıştır belki, arayalım."

Hızlıca başımla onayladım. Haklıydı, hemen kötü düşünmemeliydim.

Telefonunu çıkarıp annemi aradı, ben gerginlikte tırnaklarımı dişlerken telefon çaldıkça çaldı, sonra bir titreşim duydum. Odamdan geliyordu, gözlerim kocaman açıldı.

"Telefon-..."

"Yanına almamış." diye tamamladı Jimin sessizce, telefonu kulağından uzaklaştırırken.

"Nerede olabilir?" Diye sordum, sakin kalmaya çalışıyordum. Ellerim buz kesmişti. "Jimin, nereye gider bu kadın?"

Annemin hiç böyle alışkanlıkları yoktu, bize söylemeden evden çıkmayı bırak, odasından bile habersiz çıkmazdı. Gerginlikten ölecek gibiydim.

"Bilmiyorum." Jimin de ellerini beline yerleştirdi. "Dur bir, beni de geriyorsun be Jungkook! Tüm rengin attı, geç bir bardak su iç." 

Beni sırtımdan itip salona soktu. Tezgaha yasladım kalçamı. Düşünemiyordum, Taehyung. Kafamdan o kadar çok şey geçiyordu ki düşünme yetim durmuştu.

O bana suyu uzatırken ellerinin titrediğini fark ettim, abartmıyordum işte. Ortada ciddi bir şey vardı.

Suyu kafama diktim, bulanmaya başlayan mideme pek iyi gelmedi bu tabii.

Etrafı incelerken düşünüyordum, nereye gidebilirdi akşamın bu saatinde?

"Çıkıp etrafı bir arayalım." dedi, ikimizin de ceketleri üzerimizdeydi zaten. "Civara bir bakalım."

"Polise gidelim." dedim. 

"Bulamazsak gideceğiz her türlü." 

O esnada, etrafı incelediğim için televizyon sehpasının kenarındaki kağıt ilişti gözüme. Kaşlarım çatılırken bardağı tezgaha bıraktım, o tarafa doğru yürüdüm.

"Ne oldu, Jungkook?"

Cevap vermedim, hayatım boyunca yaşadığım en garip andı. Bedenimi ben kontrol etmiyor gibiydim sanki.

Kağıdı aldım, Jimin'e döndüm. Gözleri kocaman açıldı. 

"Jungkook, dur. Sakın açma. Otur önce."

Sesindeki yükselmeyi, telaşı duydum. Koşarak kapattı aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi. Ne olduğunu algılayamıyordum bile, bana denileni yaptım o yüzden. Eklem yerlerim  bembeyaz olana dek sıktığım kağıtla birlikte koltuğa çöktüm.

O kağıt parçası beş yıldır benimle, burada olduğu için hatırladığımı değil, doğrudan kağıtta yazanı geçireceğim şimdi buraya. 

"Jungkook'um,

Dün akşam, sanki olacakları hissetmişsin gibi dizime yattığında senden defalarca kez özür dilememek o kadar zordu ki... Sen benim her şeyimsin, bu dünyada sahip olduğum, uğruna her şeyi yapacağım tek insansın. Canımdan cansın. Bu satırları beni aramaya kalkmaman için kaleme alıyorum, olabildiğince de kısa tutmaya çalışacağım çünkü böylesi hepimiz için daha iyi. Buraya kadarmış, oğlum. Herkesin zamanı bir gün doluyor, benimki de bugün doldu. Sana bunu yaşattığım için benden ne kadar nefret edersen et, bana ne kadar kızarsan kız sonuna kadar haklısın. Ama lütfen, yalvarırım kendini çok yıpratma. Olması gereken buydu, bir gün mutlaka yaşanacaktı. Bugün öğrendiğim bir gerçek zamanın geldiğini hatırlattı sadece. Beni de anla, ne olursun. Bu yükle, bu acıyla yaşayamıyorum ben artık. Olmuyor. Bencillik edeceğim ilk kez, bunca aydır senin için katlandığım bu hayata son vereceğim ama benim için endişelenme. Çok daha iyi olacağıma eminim. Senin için söylediklerimin hepsi Jimin için de geçerli. Siz beni olabildiğince bağladınız hayata, ikinizi de canımdan çok seviyorum. İkiniz de benim oğlumsunuz. Birbirinize iyi bakın, sakın yalnız bırakmayın, kavga etmeyin. Hâlâ geceleri üstünü çok açıyorsun, kış geliyor. Hasta olma. Jimin de beslenmesine dikkat etsin, hiç yemiyor doğru dürüst. Hayatlarınızda pişmanlık duyacağınız adımlar atmaktan olabildiğince kaçının, çok mutlu olun. Her şeyin en iyisini hak ediyorsunuz. 

Sizi çok seviyorum."

Mektubu okurken vücudumdaki tüm kanın bedenimden çekildiğini hissettim, ben hep her şeye geç tepki veren bir insan oldum zaten, biliyorsun. Ben boş bakışlarla elimdeki gözyaşı lekeleri dolu kağıda bakarken Jimin hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı bile. Onu ilk kez böyle görüyor, duyuyordum.

Kağıdı elimden çekip sehpanın üzerine bıraktı, sonra suratıma sıkı bir tokat yedim.

"Jungkook kendine gel." Jimin yüzümü ellerinin arasına alıp kıpkırmızı olmuş yüzüne bakmamı sağladı, gözleri yaşlarla parlıyordu. "Kendine gel, tepki ver!"

Gözlerimi ağır ağır kırpıştırdım, saçmalıktı bu. Gerçek olamazdı.

Masadaki mektubu alıp ayağa kalktım, Jimin de benimle ayaklandı. Ağlamaktan konuşamıyordu bile. 

"Nereye? Ne yapıyorsun?"

"Polise." dedim, kendimden bile hiç beklemeyeceğim bir sakinlikle. Polise gidecektim, annemin kayıp olduğu ihbarını verecektim. Mantıklı değildi, muhakkak bir yerlerden çıkardı. Annemdi bu, öyle şak diye beni bırakır mıydı? Asla yapmazdı böyle bir şeyi. Muhtemelen sokaklarda dolanıyor, pişmanlıkla ne yapacağını falan düşünüyordu ama hayattaydı. Hayatta olmak zorundaydı.

"Jungkook." Jimin kolumu tuttu. O kadar kötü ağlıyordu ki kendimi gülecek gibi hissettim. Burnu akmıştı, gözyaşları tişörtünün yakasını sırılsıklam etmişti hatta.

"Kendinde değilsin." Hıçkırıkları arasından konuştu. Elbette kendimde değildim, ama bunu kabul edip fark edebilecek bir mentalitede hiç değildim.

"Bırak. Kes ağlamayı ayrıca." Kolumu Jimin'den kurtardım. "Dışarıda bir yerlerde dolanıyordur. Polis bulur, ben de alıp getiririm. Gidiyorum ben."

Jimin'in o anki yüz ifadesini hâlâ, bir gün bile aklımdan çıkaramıyorum. Hayatımda ilk kez bana acıdığını görmüştüm, tüm varlığıyla, tüm kalbiyle acıyordu bana ve bunu gizlemeye bile çalışmamıştı. Ağlayışı daha da güçlenirken gözyaşlarını sildi. "Ben de geliyorum."

"Böyle ağlayıp duracaksan gelme." dedim ayakkabılarımı giyerken, Jimin hıçkırırken elini ağzına kapadı. Kendi kendine, duymayacağımı düşünerek bir cümle kurdu sonra:

"Ben seni nasıl toparlayacağım, Jungkook?"

Kapıyı açıp evden çıktım, koşarak arabaya indim. Jimin de kendini ne kadar toparlayabilirse -ağlamayı kesemese de hıçkırmayı bıraktı en azından- o kadar toparlayıp sürücü kısmına geçti. Arabayı çalıştırdı, en yakın karakola son hız giderken ben camımı açmış, belki annemi görürüm diye etrafı inceliyordum.

Göremedim tabii, hatta içimden Jimin'i bile suçladım çok hızlı sürdüğü için görüp kaçırdıysam ne olacak, diye.

Arabadan inecekken Jimin camı kapatıp kapıları üzerime kilitledi. "İki saniye dur." dedi burnunu çekerken. "Hemen açacağım."

"Saçmalama, Jimin!" Cama vurdum. "Jimin aç şunu!" 

Beni görmezden gelip karakola girdi, küçük bir karakoldu zaten. Üç tane nöbetçi polis vardı görünürde sadece.

Kapıyı biraz zorladım, ne yapmaya çalışıyordu bilmiyordum ama zaten mantıklı hareket edemediğim için ekstra sinirlendirdi beni arabaya kilitlemiş olması. Bir iki dakika geçmeden döndü Jimin, kapımı açtı.

"Sikerim böyle işi." dedim inerken. "Ne diye kilitliyorsun ya üstüme?"

"Yok bir şey. Geç içeri, seninle konuşmak istiyorlar."

"Ya ne konuşacağız abi?" diye bağırdım, karşı sokaktaki marketin masasında oturmuş sakince yemeğini yiyen çift bize döndü. "Konuşacak vakit mi var?"

"Jungkook içeri geç, yalvarırım. Hadi." Jimin beni nazikçe sırtımdan ittiğinde öfkeyle derin bir nefes alıp karakola girdim. Bir oda büyüklüğündeydi en fazla.

Orta yaşlı, gri saçlı toplu bir adam, siyah saçlı genç bir kadın ve yine siyah saçlı genç bir erkek polis vardı içeride sadece. Genç olanların ikisi de yüzlerinde Jimin'de gördüğüme benzer bir ifadeyle bana bakıyorlardı. Orta yaşlı olan adamsa sandalyesinden kalkıp yanıma geldi.

"Notu görebilir miyim, Jungkook?" diye sordu oldukça sakin bir tavırla, hatta babacan bile sayılırdı. 

Ceketimin cebine sıkıştırdığım notu yumruğumun içerisinde sıktım. "Göremezsiniz not falan. Bu zırvalıklarla vakit kaybedeceğinize annemi aramaya koyulsanıza!"

"Arayacağız zaten, ama önce notu görmemiz gerekiyor." Sakinliğini korumaya devam etti. Derin bir nefes aldım. "Sen ne diye bahsediyorsun ki ya nottan?" Bu kez Jimin'e bağırdım. "Kayıp ihbarı vermeye geldik buraya, ne diye karıştırıyorsun bu saçmalığı?"

"Jungkook, yalvarırım zorluk çıkarma-.." Jimin yanaklarını silerken kendini sakinleştirmeye çalıştırdığını belli edercesine göğsünü ovdu. "Notu ver, hemen aramaya çıksınlar. Tamam mı? Hadi, Jungkook." 

Duvardaki saate baktım, şimdiden on beş dakika geçmişti bile. Vakit kaybetmek bir işime yaramayacaktı, notu çıkartıp adama uzattım. 

"Zırvalıktan ibaret." dedim öfkeyle. "Yapmaz böyle bir şey. Dolanıyordur etrafta, çıkın da arayın."

Adam notu okurken dudaklarını birbirine bastırdı, sonra cebine yerleştirdi. "Tamam, Jungkook. Sen öyle diyorsan öyledir, anneni bulunca notu sana geri vereceğim." Hafifçe gülümsedi. Zoraki bir gülümsemeydi. "Siz oturun, zaten adını soyadını aldık annenin. Elimizde fotoğrafı da var. Bir haber alınca sana muhakkak döneceğiz. Burada, Sohyon'la kalın. Ben ve Changsoo Polis merkezine gidiyoruz, bir ekip alıp anneni aramaya koyulacağız." 

Yanağımın içini dişlerken başımla onayladım. "Tamam." 

Genç olan çocukla beraber karakoldan çıktılar, içeride bulunan iki sandalyeden birine çöktü Jimin. Ben, beti benzi atmış, ne yapacağını bilemeyen Sohyon bir bana bir Jimin'e bakarken sandalyesinden kalkıp yanımıza geldi. "Su ister misiniz?" diye sordu Jimin'e.

"Lütfen." dedi Jimin de. Sonra bana baktı. "Otursana, Jungkook."

"Yok." dedim. "İstemiyorum. Kapının önüne çıkacağım ben." İçerisi her geçen saniye biraz daha daralıyor gibi geliyordu, nefes alamıyor gibiydim. 

"Ben de-..."

"Sen otur oturduğun yerde." dedim, zaten ağlayıp duruyordu. Gerek yoktu gelmesine.

Bir şey demedi, araba hemen karakolun önündeydi. Gözünün önünde olacaktım her türlü.

Dışarı çıkıp kaldırımın kenarına oturdum. Karşı marketin önündeki çift bir anlığına yine bana baktı, sonra önlerine dönüp sohbetlerine devam ettiler. O an bana çok ilginç geldi, hayat devam ediyordu. Kimse için bir şey değişmemişti. Ben neden kendimde değildim? Her şeyi uzaktan izliyormuş gibi, başım su altındaymış gibi hissediyordum?

Cebimden sigaramı çıkartıp yakarken söyleniyordum. "Birkaç gün seninle konuşmayacağım, anne." dedim. "Beni ne kadar kızdırdığını ve korkuttuğunu anlayacaksın böylece."

Sigarayı yaktım, dizlerimden aşağısının uyuştuğunun farkında bile değildim. Kalbim de dakikada yüzden fazla atıyordu, vücudum vermesi gereken tepkileri vermeye başlamıştı ama anlayamıyordum ki.

Kollarımı dizlerimin etrafına sarıp başımı öne eğdim, kıyafetlerim de koyu renk olduğu için kaldırımdan geçen biri beni fark etmeyebilirdi bile. 

Ssaliseler saniyelere, saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere döndü. Aynı pozisyonda oturdum öylece, tam iki saat boyunca. Jimin arada gelip beni kontrol etti, ağlamayı bir an bile bırakmadı. Çoğunu cevaplamadım, o da bir şey söylemeden içeri döndü. Sohyon'la konuştuklarını falan duydum bir ara.

Kötü hissetmeye başlamıştım. O, olayın gerçekliğine hiç ihtimal vermeyen Jungkook sarsılmaya başlıyordu yavaş yavaş. 

Sonra karakolun telefonu çaldı.

Ne olduğunu bile anlamadan ayağa fırladım, içeri girdiğimde Jimin de ayaktaydı, Sohyon telefona koştu. Telefonu açıp karakolun adını söyledi.

"Evet, benim." Yüzündeki ifade git gide söndü. Yutkundu. "Tamam efendim, hemen. Elbette."

Telefonu kapattı, bakışları birkaç saniye iğrenç bej renkli mermer zeminde oyalandıktan sonra boğazını temizleyip kafasını kaldırdı. Kızın gözlerinin içine bakıyordum, Taehyung. Biraz daha susarsa yakasına bile yapışırdım.

"Başınız sağolsun."

Dünya durdu.

Gözümün ucuyla Jimin'in yere, dizlerinin üzerine çöktüğünü gördüm. Az öncekinden bin beter, neredeyse bağırarak ağlıyordu. Yere kapandı, alnı  yerdeydi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum, bu kez gerçekten su altında gibiydim. Kulaklarım tıkanmıştı, Jimin'in sesi bana çok, çok uzaktan geliyordu.

Gerçek olamazdı bu.

Gülercesine bir ses çıkardım, sonra gerçekten kendime engel olamadım. Gülüşümün arkası kesilmedi. Boştaki sandalyeye oturururken kahkahalarla gülüyordum, bunun olasılığı yoktu çünkü. Korkunç bir şakadan ibaret olmalıydı hepsi. Sohyon ne yapacağını bilemez bir şekilde bana bakarken Jimin hafifçe doğruldu, öksürdükten sonra dizlerinin üzerinde emekleyerek önüme geldi. Karnım ağrıyordu, gözlerim yaşarmıştı gülmekten. Ellerimi karnıma yerleştirirken nefeslenmeye çalıştım, Jimin dizlerime kapandı. "Jungkook," dedi hıçkırıklarının arasından. "Yapma. Yalvarırım."

Gülmeye devam ettim, hatta o kadar yüksek sesli gülüyordum ki kulaklarımın çınlayışı hâlâ aklımda. 

Annem ölmüştü.

Bu düşünce tamamen, birden vurdu. Kahkahalarım iyice histerikleşirken ağlamaya başladım. Hiçbir şey düşünmüyordum, kimseden çekincem falan da yoktu zaten. Bağıra bağıra ağlarken Jimin alnını dizlerime gömdü. Kendini toparlamaya çalıştığını biliyordum. Sohyon onun hizasına eğildi. Ambulans çağırıp çağırmamakla ilgili bir şeyler soruyordu.

"Nerde?" Dedim gözyaşlarımın arasından, gerçekten nefesim sıkışıyordu. Jimin'i hafifçe ittim, ellerim, dizlerim, hatta ensem bile uyuşuktu. "Gideceğim." 

"Gidemezsiniz." Dedi Sohyon. "Birinci dereceden akrabası olduğunuz için-..."

"Nerede?" Diye bağırdım bu kez. Sohyon dudaklarını birbirine bastırdı. "Beni zor kullanmak durumunda bıraktırmayın, lütfen."

"Otur." Jimin zorlukla ayağa kalkarken önüme geçti. Dengesini bile zor kuruyordu. "Ben.. ben akrabası değilim." dedi, dudakları titriyordu bunu söylerken bile. Beraber büyümüştük biz. Benim annem, onun da annesiydi.

"Size de söyleyemem, çok yakınsınız. Burada beklemeniz gerek birim dönene dek."

"Sikerim birimini." Deli gücü denilen şeye hep inanırdım, annem bende olduğunu söylerdi de zaten. İkisini de geçip karakoldan çıktım, Jimin peşimden koştu. Elinde telefonu vardı, bir şeyler yazmaya çalışıyordu. Sejun'a mesaj atıyorduysa da umrumda bile değildi. Aklıma tek bir yer gelmişti o anda.

Han nehri.

Annem han nehrini çok severdi, ne zaman birlikte dışarı çıksak izlemek için uğrayabilir miyiz diye sorardı. Ben küçükken çok çıkmadığımız için arada bir anca uğrardık, dakikalarca bir bankta oturur, sessizce nehiri izlerdi.

"Bay Park-..." Sohyon peşimizden çıktı ama çoktan arabaya binmiştik zaten. Gözyaşlarım hiç durmadan akıyordu, hissetmiyordum bile varlıklarını. Jimin derin bir nefes alırken motoru çalıştırdı. "Nereye gitmek istiyorsun?"

"Han nehri." dedim. Yutkundu, başını geriye atıp birkaç saniye bekledi. "Tamam." dedi. "Tamam, gidelim."

Jimin'in kendini anlık olarak toparladığı zamanlardan biriydi, benim aksime kendini geçici de olsa kontrol altına almayı becerebiliyordu.

Arabayı çalıştırdı, bulunduğumuz yerden on beş dakika bile sürmeyecekti yolculuk normalde ama o kadar hızlı sürdü ki Jimin, on dakikayı bile bulmadı.

Köprüyü gördüm, köprünün üzerindeki ufak kalabalığı, polis arabalarının yanıp sönen mavi kırmızı ışıklarını gördüm. Kalbim tekledi. İnsanlar aşağıya bakıyordu, arama kurtarma ekibini gördüm sonra, köprünün aşağısında, nehirin dibinde.

Bölge şeritle kapanmıştı, Jimin de gördü.

"Jungkook-..."

"Sus." dedim. O tarafa doğru sürdü, şeridin neredeyse dibine girdik. Araba daha durmadan kapıyı açtım, Jimin ani frene asıldı. Kendimi dışarı attım.

Geldiğimizi gören polislerden biri kim olduğumu bilmediği için, meraklı birini başından savarmışçasına bıkkın bir tavırla: "Beyefendi, giremezsiniz. Uzaklaşın." dedi.

Şeridi kaldırıp altından geçtim, herkes bana döndü. Kalabalık sayılırdı, arama kurtarma ekibiyle birlikte on kişi vardı en az. Karakoldaki çocuk, Changsoo, beni görünce yanındaki gri saçlı orta yaşlı adamı dürttü. "Amirim, bu-.."

"Jungkook." Adam hızlıca yanıma gelip önüme geçti. O esnada polislerden biri kollarımı tutup arkamda birleştirdi, uzaktan Jimin'in sesini duydum. Şeritten içeri girmesine izin vermiyorlardı.

Adam telaş yaptı. "Sohyon mu-.."

"Kimse bir şey söylemedi!" diye bağırdı Jimin. "Jungkook tahmin etti!"

Adam bir bana, bir de omzumun arkasından ona baktı. Jimin yeniden ağlıyordu. 

"Annemi göreceğim." dedim, sert bir sesle. "Bırakın beni."

Adam yüzüme baktı. "Baban nerede, Jungkook?"

"Cehennemin dibinde!" Tepindim, her an bir kriz geçirmem an meselesiydi. "Ne olduysa o orospu çocuğu yüzünden oldu! Onun yüzünden... onun yüzünden annem..." Öldü diyemedim.

Beni tutan polis kollarımı sıkılaştırırken geriye doğru bir tekme savurdum, dizine geldi. Küfrettiğini duydum. 

Sivil bir polis yanımıza gelirken amir onu başıyla selamladı, üst rütbelerden olduğu belliydi. Dedektifti belki de. 

"Bırakın çocuğu." dedi, kollarımdaki tutuş gevşedi. Anında öne atıldım.

O andı.

Herkesin yanından koşarak geçtim, nehirin dibine varmam sadece birkaç saniyemi aldı. Büyükçe bir torba gördüm, fermuarı açıktı. Ceset torbasıydı bu.

Başındaki görevliler uzaklaştı, o adamın emriydi muhtemelen. Dizlerimin bağı çözüldü. Ne olduğunu bile anlamadan dizlerimin üzerine düştüm, tam nehirin dibi olduğu için beton değil topraktı yer. Emekleyerek torbaya yanaştım.

"Anne."

Dudaklarımdan bu kelimenin döküldüğünün farkında bile değildim. Jimin'in sesi git gide uzaklaştı, çevremdeki her ses birer buğuya döndü. Torbanın yanına vardığımda yüzünü gördüm. Gözlerim kocaman açıldı.

Onu ilk kez bu kadar beyaz görüyordum. Saçları, giysileri, her şeyi sırılsıklamdı. Dudakları mosmordu. Ellerim ağzıma kapandı, ses bile çıkaramadım. Gerçeklik aslında tam o anda yüzüme vurdu. Önümdeydi çünkü.

Nefesim kesildi, öyle büyük bir şoktaydım ki, ağzım bağırıyormuşum gibi aralıktı ama en ufak bir ses çıkaramıyordum. Kilitlenmiştim. Vücudumda neredeyse hiçbir yerimi hissetmiyordum.

"Anne." diyebildim tekrar, zorlukla nefes alırken. Gözyaşlarımın yanaklarımdan süzüldüğünün farkındaydım, ellerim deli gibi titriyordu. "Anne, anne, anne, anne..."

Hıçkırarak ağlamaya başlarken alnımı alnına yasladım. Burnum, salyam, gözyaşlarım, hepsi birbirine girmişti. Bağırıp duruyordum ama içimdeki o korkunç his biraz olsun azalmıyordu, belki bağırırsam ciğerlerimde nefes almak için yer açılır diye düşünsem de olmuyordu. Çünkü annem nefes almıyordu. Avazım çıktığı kadar bağırdım, anne diye. O kadar çok bağırdım ki öğürmeye başladım hatta.

Annemin yüzü mümkünatı varmış gibi daha da ıslandı, gözyaşlarım benim gözlerimden onun yüzüne damlıyordu. Alnını alnımdan ayıracak gücüm bile yoktu.

"Anne." dedim yeniden. Ne yapacağımı bilmiyordum, elimin tersiyle ağzımı, yanaklarımı sildim. Çok büyük bir zorlukla yüzümü onunkinden ayırdım. Avuçlarım toprak doluydu. Çok zor tutuyordum kendimi bayılmamak için.

"Anne, yapma böyle. Kalk hadi." Ne dediğimin farkında değildim, yalvarırcasına bir tonla konuştum. "Anne hiç sırası değil, kalk n'olur."

Hıçkırıklarımdan midem bulanıyordu. "Ben sözümü tuttum." dedim, biraz daha yüksek sesle. "Bir daha elimi bile sürmedim. Ne diye bırakıyorsun ki beni? Barışmamış mıydık? O kadar mı kızdın bana?" 

Omuzlarım sarsılıyordu. "Yemin ederim, asla üzmeyeceğim seni." Annemin ölümünün suçunu neden kendime attığımı bilmiyordum ama attım, ve bunda çok ciddiydim Taehyung. "Anne yemin ederim ya."

"Çocuğu alın." 

"Hayır." dedim çabucak. "Hayır, bırakın, ben..." Kollarım yeniden kilitlenirken mecalim olmasa bile tepindim. Yalvarıyordum, biraz daha durabilmek için.

Sonra sesini duydum.

"Jungkook!" 

Bu bir şeyi değiştirmedi elbette, tepinmeye ve ağlamaya devam ettim. On üç yaşındaki Jungkook'tan farksızdım o an.

Şeridin arkasındaydın, Jimin'i göremedim ama sen oradaydın. Önündeki polisle bir şeyler konuşuyordun. İki polis beni senin olduğun tarafa getirirken hâlâ annemle kalmak için yalvarıyordum.

Beni senin yanına getirdiler, kollarımı bıraktılar sonra. Yüzünü o an net bir şekilde gördüm. Gözlerin ağlamaktan kızarmıştı, yüzümü görünce iyice ağlamaya başladın.

"Jungkook." diye yineledin adımı. Bomboştum, annem benden uzaktaydı. Torbanın fermuarının kapatıldığını gördüm, o tarafa doğru atılmamam için bana yanaştın. Sıkıca sarıldın. Karşılık vermedim, kollarım iki yanıma düşmüş vaziyette o torbaya kilitlenmiştim.

"Gitme." dedim, torbayı uzaklaştırdıklarını fark edince şokumdan olabildiğince hızlı sıyrılmaya çalıştım. "Anne! Durun!"

Etrafımdaki kolların sıkılaştı, normalde seni de, beni birkaç dakika öncesinde tutan polis memurlarını da kolayca alt edebilecekken bırak elinizden kurtulmayı, sizi itemiyordum bile. Gücüm sıfıra inmişti, fiziksel olarak da çocukluğumda gibiydim.

Torbanın uzaklaşışını izlerken hıçkıra hıçkıra ağlıyor, kollarında çırpınıyordum. Ensemi tutup başımı boynuna gömdün, senin de omuzların sarsılıyordu. "Jungkook." dedin, yeniden. Diyebilecek hiçbir şeyin yoktu. "Ah, Jungkook."

Annem uzaklaştı, polis memurları ve arama kurtarma ekibi de öyle. Dakikalarca, etrafımız boşalana kadar sen beni ayakta tuttun. Bıraksan düşerdim zaten. 

Annemi görmeme izin veren adam daha sonra beni ve Jimin'i görmek istediğini söyledi sana. Jimin'in kendinden geçtiğini, arabaya taşıdığını söyledin. O da gitti sonra, kimse kalmadı.

Sen de beni bıraktın böylece.

Midem ağzımdaydı, yere çöktüm. Karakolda Jimin'in yaptığı gibi avuçlarımı, yüzümü yere gömdüm ağlamaya devam ederken. Elin sırtımdaydı, buradayım dercesine sırtımı sıvazlıyordun.

Başımı yerden kaldırdım, kafamı bile zor dik tutuyordum. "Kusacağım." Bunu neden söylediğimi bilmiyordum bile, dizlerinin üzerine çöküp önce kendi gözyaşlarını, sonra benim gözyaşlarımı sildin, saçlarımı yüzümden çektin. Ben kusarken elinle alnımı tuttun.

İğrenç hissediyordum ama bunun hakkında düşüneceğim son an bile değildi. Ağlayarak öğürürken sana tutunmak zorunda kaldım, dudaklarını saçlarıma bastırdın. Ben midemde ne varsa boşalttıktan sonra yüzünde biraz bile iğrenme ifadesi olmadan yüzümü sildin. 

"Hadi." dedin sonra, kendini toplamaya çalışarak. Zaten bayılmanın eşiğindeydim, kollarımdan tutup beni kaldırdın. "Eve gidiyoruz."

Ve sonra beni gerçekten de eve götürdün, Taehyung.

Kendi evine.

Sevgiler, Jungkook.

****

Neredeyse 3.5k... en hızlı yazdığım bölümlerden biriydi. Kontrol edemedim, saat gece dörde geliyor çünkü. Daha sonra ederim. Hiç şakasız ilk kez yer yer benim bile gözlerim doldu, umarım sizde de aynı etkiyi yaratabilmişimdir. İyi okumalar, iyi geceler. Sizi seviyorum!!



Continue Reading

You'll Also Like

2.1K 268 5
[tamamlandı] "Seni atlatabilirim sanmıştım. Yanılmışım. Tek bir an bile hiç çıkmadın aklımdan. Merak ediyordum da, bir şans daha verebilir miyiz bir...
1.9M 141K 55
"Bırak beni, bunu yapamam Rizgar! Sana bu kötülüğü yapamam, sevmediğin biriyle evlenmene göz yumamam!" Genç adam öfkeyle duvara vurdu. "Başka çaremi...
2.9K 421 15
Kim Taehyung yazardı. Son zamanlarda hiç ilham gelmemesi üzerine bir kitapçıya gidip bir manga almıştı. O mangayı okur okumaz rüyalarına girmeye başl...
62.9K 8.8K 31
[🥼🔬] [theoretically lab] kim taehyung, stajyer jeon jeongguk'un tam bir virüs olduğunu düşünüyordu.