67* Lavanta Tarlası Düşü

5K 449 50
                                    

Bir zaman geçsin her şeyi unutacaksın, bir zaman geçsin her şey seni unutacak.

-Marcus Aurelius

*

Fas / Casablanca ~ 26 Ağustos 2014

*

 Hastanın yüzüne eğilip cımbızla minicik bir cam parçasını daha çıkardı genç kadın. Tepsiye bırakıp bir başkası için yeniden eğildi. Sanki elinin altındaki baygın yüzün canı yanacakmış gibi hafifçe içi ürperiyordu.

"Cam parçaları," dedi doktora. "Yüzünde onlarca minik parça var. Birkaçı iz bırakabilir."

Doktor çeşitli düşüncelerle dolu başını dosyasından kaldırıp yüzdeki hafif kesiklere göz attı,

"Kendine gelirse bu onun için çok büyük bir sorun olmayacaktır. İçinden çıktığı her neyse belli ki canını zor kurtarmış."

"Orası öyle... Çok ilginç bir şey bu, şu kaptanın anlattıklarına insanın inanacağı gelmiyor fakat daha ne akıl almaz şeyler olup bitiyor dünyada!"

"Kim bilir nerelerden geldi ki yanında uyanmasını bekleyecek kimsesi bile yok.

Doktor kontrolleri yaparak odada hastayı Yusra ile bıraktı, uzun uzun kızın yüzüne baktı Yusra. Bir şekilde, burada kendi bakımı altına gelmiş olmasının bir anlamı olduğundan emin gibiydi. Açık pencereden tatlı meltem doluyordu ve Yusra iç çekiyordu. Şu cıvıltılı kuş sesleriyle, ağaç dallarının rüzgârda çıkardığı hışırtının hep baharda buluşması gibi, tesadüf diye bir şey yoktu.

"Bir an önce gözlerini açsa...!" dedi.

*

[ 2 Ay Sonra ]

-MAITE

Yanıbaşımdan ayrılmayan fütursuz karanlık.
Var olan tek şey oydu. Düzenini unutmuş zaman kavramının arasında bir yerde, buna ağrı eklendi. İlk defa ağrıya bu kadar seviniyordum. Ölmediğimin en büyük kanıtıydı, bir şeyler hissediyordum.
Sonra dalga seslerini fark ettim, hiç durmadan geliyorlardı ve en son hatırladığım şey, devamlı bir sarsıntıydı. Olduğum yerde kımıldayamadan kaldığımı hayal meyal hatırlıyordum, bağırmak için hamle bile yapamıyordum. Hafif sarsıntılar bende deprem olarak yankı buluyordu ama neden, nasıl bu hâldeydim şimdi hiçbir sebep bulamıyordum.
Ateşler içinde gibi bir susuzluk yakamı bırakmıyordu, her şey öyle birbirine girmiş, karanlıktı ki... Zaten devamı da yoktu, en korkunç kabus gibi yarı baygın, yarı uyanık geçen bir zaman diliminden sonra tamamen karanlığa gömülüyordum.

Ama şimdi, bir lavanta tarlasına iniyor gibi tatlı bir uyku sersemliğindeydim. Nihayet durulmuş, sakin hissediyordum. Billur gibi pürüzsüz, tatlı bir ses duyuyordum. Bir süre büyülenmiş gibi sadece onu dinledim, rüya görmüyordum ama bir rüyadan geliyor gibiydi. Ne söylediğini anlamıyordum ama içimde bir yere dokunuyor, gıdıklıyordu. Ağrıyan, sızlayan vücudumun acısı da buna karışınca daha ne olduğunu anlamadan hâlâ kapalı duran gözlerimden sessizce yaşlar boşalmaya başladı. Benden ayrıldıkça beni ferahlatan yaşların sonu gelmiyordu. Üzgün, çaresiz ama rahatlamış hissediyordum. Alabildiğine gevşemiş olan zihnim esintilere kendini vermiş gibi huzurluydu.

Sonra, aniden hatırladım.
Önümde sıra sıra dizili bulutların hepsi bir emirle yanlara çekilmişler ve sakladıklarını meydana çıkarmışlar gibi, her şey kare kare gözlerimin önüne serildi. Nefesimin aşırı hızlandığını,  hoş kokulu tarladan hızla çıktığımı fark ederken birbirine yapışmış gibi kenetlenen göz kapaklarım acıyla ayrıldılar. Onların bir arada kalması demek benim sonum demek oluyordu ve onları ayırmak da yaptığım en büyük bencillikti herhâlde. Bembeyaz bir tavana değdi gözlerim. Vücudumdaki her bir boşluğu havayla doldurmak ister gibi bir nefes çektim. Dilediğim kadar güçlü olsa korkarım odadaki her şeyi içime alırdım. Yataktan fırlamak istedim ama yalnızca başımı kaldırabildim. Dehşet içinde etrafıma baktım, kollarıma bağlı kablolar, makineler, iğneler... Bunlar... Nereden gelmişti? Görmem gerekenler bunlar değildi, en son burada bırakmamıştım! Bryant'ın adımı haykıran hırçın sesi kulaklarımda çınladı. Haykırmak istedim ama ağzımı, burnumu örten maskenin arkasında boğuk bir sesten başkasına fırsatım yoktu. Lütfen... Bryant neredeydi? Acı çığlığı hâlâ beynimin içinde dönüyordu.

O hoş ses kesildi. Ben hâlâ şok içinde kalkmaya, tutsak hissettiren solunum maskesini çıkarmaya çalışırken hızlı adımlar yaklaşıyordu. Yüzüme tatlı bir heyecanla eğilen temiz yüzü gördüm, omuzlarıma hafif ama sağlam dokunuşuyla bastırarak bir şeyler söyledi,

"Şş... Sakin ol, bir şey yok canım..."

Güzelce gülümsüyor, uzun, esmer yüzü derin bir rahatlama yaşayarak daha gevşiyordu. Sevinç içinde, ağzı kulaklarına varıyordu.

KUM *[Tamamlandı]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin