T-31

139 24 2
                                    

*merakla ve heyecanla sana bakıyorken senden aldığım yanıt yüzümü düşürmüştü ve şaşkınlıkla kalakalmıştım. hiç beklemiyordum böyle bir şey. daha çok... özgür, koca bir boşlukta süzülüyormuşsun hissini verdiğini hayal ediyordum şimdiye kadar. birkaç defa bir şey diyecekmiş gibi oldum, sonrasında somurtarak vazgeçtim. keyfim kaçmıştı işte.

bana doğru yaklaşırken söylediğin şeyle gözlerimi sana çevirdim ve ne demek istediğini anlamaya çalıştım. dudaklarını avını yemeye hazırlanan bir kurtmuşsun gibi yanağıma sürttüğünde aklım dağılmıştı. dudaklarımı ıslattım. ama devamında söylediklerinle kaşlarımı kaldırarak hafifçe geri çekilmiştim ki zaten sen de çekiliyordun. çekilmeden dudaklarımın üzerine de bir öpücük bıraktığında senden açıklama bekliyordum.

zaten, zaten seni en çok seviyordum. ayrıca deniz canlı bile değildi, aklından neler geçiyordu senin? şaka gibiydin gerçekten jungkook. çatılı kaşlarımı düzelttim ve güldüm hafifçe.

rahatlatıcı bir hissi olduğunu söylediğinde dikkatimi arttırdım ve sonrasında teklifini yaptığında hafiften bozulan gülüşümle birlikte sorarca sana baktım. ne sorusu? sana yalan söylemezdim zaten ben.

en baştan konuşacağımızı söylediğinde yüzümü tamamen ciddileştirmiş ve bir şey demeden sana bakmaya devam etmiştim. tabii, sormamıştım. ama buraya getirmenin sebebine geliyorduk sanırım. tamam, sorun değildi. ne bilmek istiyorsan söylerdim.

ellerimi tuttuğunda gözlerimi ağırca kapatıp açtım. sıcaklığını hissedebiliyordum. bana iyi hissettiriyorlardı. ardı ardına sorduğun sorularla gözlerimi kaçırdım. bir cümleye başlayıp devamını getirmediğinde ve bir süre yalnızca dalga seslerini işittiğimizde gözlerimi yeniden sana çevirmiştim. sabırla devam etmeni bekledim. zorlanıyor gibiydin. canın çok sıkılıyordu değil mi senin de durumumuza?

konu son bir haftamıza geldiğinde yüzüm mümkünmüş gibi daha da asılmıştı ki sen de orada durmuştun zaten. jungkook ben, seninle olmak istiyordum. ama biliyordum ki bunu sana söyleyip işleri zorlaştırmanın hiçbir mantığı da yoktu. elinden hiçbir şey gelmezken seni üzerdi yalnızca beni bırakmamanı söylemem.

geleceğimizi bir haftada inşa edeceğimizi tüm inancınla söylediğinde hafifçe gülümsedim. umutlu olman beni kahrediyordu. hiç umudum yoktu çünkü benim. bir kaçışım yoktu. az önce de tatilimizden söz almıştım değil mi? bir arada duran elimize gözlerimi indirdim ve parmaklarımı hareket ettirdim biraz. elinin varlığını, senin varlığını hissetmek güzeldi. ne yapacaktım şimdi? neden bu kadar emin konuşuyordun ki? nereden biliyordun masum olduğumu, ben bilmiyordum.

dakikalarca sessiz kaldım. geleceğimiz, demiştin. ben bunun hayalini bile kurmamıştım ki şimdiye kadar. neden aklıma sokuyordun? bir umut yeşerirse ve yine de sonuç değişmezse çok üzülürdüm. en sonunda başımı kaldırdım ve hafifçe başımı salladım.*

polislere ne anlattıysam sana da onu anlatacağım jungkook. tek fark... tek fark, senin bana inanmanı dilemem olacak. onlar inanmadığında üzülmemiştim ama eğer sen bana inanmazsan- jungkook. inan, tamam mı? dudaklarımdan çıkan her kelimeye güven. senin ve kendim üzerine yemin ederim ki tek bir yalan dahi olmayacak ve bildiğim her şeyi sana söyleyeceğim.

*tuttuğun elimi kaldırdım ve elinin üzerine dudaklarımı bastırıp elini bıraktım. tamam, hazırdım. olabildiğince basit ve hızlı anlatacaktım. sanki... bir başkasını anlatıyormuşum gibi. evet, bunu yapabilirdim.*

on yedi yaşıma gireli bir ya da iki ay oluyordu. okul çıkışlarında gittiğim etüt merkezinden biraz geç dönmüştüm eve. saat on ikiye geliyordu, anahtarımla eve girdim.

*durdum ve dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kısaca gökyüzünde dolaştırdıktan sonra devam ettim.*

oturma odasına girdiğimde annem ve babam kanlar içinde yerde yatıyordu. sadece bekledim, hiçbir şey yapmadım. odamdan sesler geliyordu. hmm, tam ne dediklerini anlayamamıştım ama gülüşmelerini seçebiliyordum. ara ara odamın kapısına yansıyan el fenerinin ışığıyla kendi kendime güldüğümü hatırlıyorum. bu kadar basit miydi? sebepleri bu kadar aptalca mıydı yani? annemin birkaç hafta önce getirttiği güzel bir taş vardı. pek düşünmedim ve... ilk cinayetimi işlemiş oldum. biri kadın biri de erkekti. odamdaki eşyalarımı elindeki çuvallara dolduruyorlarken ikisini de orada öldürdüm. gözümü kıpmadan, tereddüt etmeden. elimdeki taşa bakarak sabaha kadar ailemi izledim. bir evde dört cesetle birlikte sabahladım. soruşturmada nefsi müdafaa sebebiyle serbest bırakıldım. yine de, bir psikiyatristten yardım almam zorunlu kılındı. bunlar bana ağır gelmiyordu. acı çekmiyordum ya da... ailemi özlemiyordum. sadece yaşıyordum işte. iki sene sonra, kötü rüyalarım başladı. kabus gibi ama hayır, hiçbir şey yoktu. her uyuduğumda boğucu bir karanlığın içine düşüyordum. ve ben de kendimi az uyumaya alıştırmaya başladım. sonra... aynı senenin sonunda, bir gün polisler beni almaya geldi. ne olduğunu anlamamıştım bile. önüme bir sürü fotoğraf attılar. aynı şekilde öldürülmüş bir sürü insan. benimle ne alakası olduğunu anlayamamıştım bir türlü. benim öldürdüğüm söylendi. parmak izlerini yok etmek için birkaç hafta önce bir sıvı aldığımı söylediler. resim yapmak içindi ama? onun için almıştım. sonra kamera kayıtlarını önüme dizdiler. daha önce bu insanları görmediğimi söylemiştim ama kayıtlarda, bütün suç alanlarını tek tek ziyaret ettiğim gözüküyordu. cinayetlerden bir saat sonra. hatırlamadığımı söyledim ki haliyle inanmadılar da. her şeyi yaptılar itiraf etmem için, yalan makinesine bağladılar ki makine dışında kimse yine de doğruyu söylediğimi kabul etmedi. işin içinde şefinin de kızı olduğu için pek hoş muamelelerle karşı karşıya kalmadım. yine de istedikleri cevabı alamadılar. çünkü yalan söylemiyordum gerçekten de. ne olup bittiğini bilmiyorum. sanki, sanki uyuduğumda başka bir insan olarak uyanıyormuşum gibi. ama gariptir, cinayetler durduktan sonra bir daha kendimden habersiz bir harekette bulunmadım. bunların hepsi karışık ve anlamsız geliyor, biliyorum. ama hepsi bu. tüm hikayem bu kadar.

bad guys | taekookTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon