Bölüm 39

136 12 2
                                    

Merhabalaar, bugün şaşırtıcı bir şey öğreneceğiniz bir bölümle karşınızdayım. Hem de uzun uzuun yazdığım bir bölüm. Gelişmeler karşısında neler düşüneceksiniz çok merak ediyorum. Yorumlarınızı heyecanla bekliyorum. Kendinize dikkat edin, haftaya görüşmek üzere! İyi okumalaaar!



Önceki bölümde... 

Sophie ve Daniel akşam yemeklerini yemişler, öylece oturuyorlardı. İkisi de çok gergindi. Akşam herkes bu plan için saraydan ayrılacaktı. Sophie çok huzursuzdu. Sevdiği insanların bu şekilde tehlikede olmaları onu çok korkutuyordu. Böyle zamanlarda aklına hep annesi geliyordu. Annesinin başına gelenlerin sevdiği birkaç insanın da başına gelmesine dayanamazdı. Endişeyle ellerini ovuşturarak gözlerini karanlık pencereye çevirdi. Daniel da onun hissettiklerini paylaşıyordu. Ama Daniel, ondan farklı olarak Sophie için de endişeleniyordu. Sophie kendisinden başka herkesi o kadar çok düşünüyordu ki, bu onun sağlığını da etkiliyordu. Daniel onu sarıp sarmalamak ve asla bırakmamak istiyordu. Gözü parmağındaki yüzüğe indi. Ama önce bu sorunu halletmeliydi. Burada olmazdı, biliyordu. O yüzden Senga ile babalarıyla konuşmak için dönmeyi beklemeleri gerektiğini sakince konuşacaktı. Şu odadan bir kurtulabilirse her şeyi halledecekti. Ama aynı zamanda bu odada sonsuza dek Sophie'yle kalabilirdi. "Bir şey mi oldu? Canın mı yanıyor?" Sesli bir şekilde içini çektiğini Sophie konuşunca anladı. "Evet biraz canım yanıyor. Yanıma gelirsen belki kendimi daha iyi hissederim." Sophie'nin endişeli yüzü bir gülümsemeyle aydınlanınca Daniel da istemsizce gülümsedi.    



   Herkes farklı yerlere düşmanı geniş bir çembere alacak şekilde konumlanmış ve sessiz bir şekilde Finn Fletcher'ın anlattığı o kişiyle buluşmasını bekliyordu. Orman hiç olmadığı kadar sessizdi. Tek duyulan ses nefes alış verişleri ve yaprakların dallarında hafif hafif hışırdamasıydı. Hayvanlar bile adeta olacakları anlamışçasına ortada görünmüyorlardı. O gün ay bile ışığını çekmiş, hepsini zifiri karanlıkta bırakmıştı. Gözleri artık karanlığa alışmış olsa bile bu işlerini zorlaştıracaktı. Ama hiçbiri yaşanacaklardan korkmuyordu. Charles bütün herkesin onu ikna etme çabalarına karşı sarayda kalmayı reddetmiş, bizzat bu olayın takipçisi olacağını ve her şeyi kendi gözleriyle görmek istediğini söylemişti. Zırhını giyerek askerlerin arasında konumlanmıştı. Baş muhafızları da aynı şekilde zırhlarını giymiş ve onun etrafını çevirmişti. Charles ısrarla buna gerek olmadığını, yıllarca ülkesi için tek başına, korunmasız bir şekilde savaştığını söylese de ne klan liderlerini ne de askerlerini ikna edebilmişti. Bu bağlılık hoşuna gidiyordu, bunu inkar edemezdi. Askerleri, muhafızları ve klan liderleri kendisini sevdikleri için bunu yapıyorlardı, korktukları için değil. İleride oğlunun da bu şekilde sevilen bir kral olmasını diliyordu. En azından onu bu şekilde eğitmeye ve yönlendirmeye çalışıyordu. Şimdi onu sarayda bırakmıştı. Kendisi yokken sarayın sorumluluğunu almasını ve orayı yönetmesini istiyordu. Bu kısa bir süre için olsa bile bir başlangıçtı. Çünkü Bruce eğitimi ve görevleri doğrultusunda sürekli ülkesinden başka yerlerde olmak zorunda kalmıştı. Ama artık halkının da gelecekteki krallarına alışması gerekiyordu. Gelecekteki kralları da onlara bu güveni iyi bir birliktelik ve yönetimle vermesi gerekiyordu. Aklında bu birliktelik için çok uygun bir kişi vardı. Onu da krallık bu karmaşadan kurtulduktan sonra konuşup halledecekti. Kafasındaki bu düşünceleri geri plana atarak bulunduğu ana döndü. Başını çevirerek Alec'e ve Ian'a baktı. Onlara ne kadar ısrar ederse etsin zırh giymelerini sağlayamamıştı. Aynı şekilde diğer Highlands askerleri de zırh giymeyi reddetmişlerdi. Zırhın bir yük olduğunu düşünüyorlardı. Böylesi cesarete sahip dostlara sahip olduğu için hem bir insan hem de bir kral olarak çok şanslıydı.

Böğürtlen MevsimiWhere stories live. Discover now