Bölüm 20

232 15 12
                                    

Merhabalaaar, yeni bir bölümle tekrar birlikteyiiiz! Bu bölümde acaba Sophie ve Daniel karşılaşabilecek mi? Prens ve Sophie neler konuşmuş olabilirler? Peki Senga'nın kafasında neler dönüyor olabilir? Daniel bu durum karşısında evlilik hakkındaki düşüncelerini değiştirecek mi? Yorumlarınızı ve tahminlerinizi bekliyoruum! İyi okumalar, haftaya görüşmek üzere!

(Bölümü biraz değişik şartlarda yazmak zorunda kaldığım için ufak yazım hatalarım olabilir. Lütfen mazur görün.)





Önceki bölümde...

"Sence de bir gariplik var gibi değil mi?" Sessizliği ilk bozan Elizabeth'in sesi oldu. "Bir gerginliğin olduğu aşikar. Sophie de bu gerginliğin içinde. Ama ne olduğunu çözemedim. Kraliçenin ve prensin yanında çok telaşlı görünüyor. Sen onunla konuşabilir misin? Muhtemelen bana anlatmayacaktır." Elizabeth başını salladı. "Konuşurum tabi sevgilim. Ben de anlam veremedim. Yarın Sophie ile yalnız kalmaya çalışacağım." Bir yandan da kocasının göğsünü okşamaya devam ediyordu. Alec karısının göğsünde gezinen elinin üstüne elini koydu."Ama sen buna devam edersen bu gece sadece sarılıp uyumaktan daha farklı şeyler olacak ve -karısının karnını okşadı- bebeğimiz bundan hoşlanmayacak." Dudaklarını karısının dudaklarına bastırarak minik öpücüklerle onun gülmesini bastırdı. "Seni çok seviyorum karıcığım. Hadi şimdi uyuyalım." Karısının saçını öperek, onun o güzel papatya kokusunu içine çekti. "Ben de seni çok seviyorum kocacığım."












Sarayın görkemli ve büyük kapısı görüş açılarına girdiğinde Daniel derin bir nefes aldı. Güneş henüz doğuyor ve sarayın neredeyse gökyüzüne kadar uzanan duvarlarının etrafını çevreleyen uçsuz bucaksız ormanı aydınlatıyordu. Hafif esen rüzgar geceki ayazın yerini almıştı. Beklenmedik saldırıdan sonra eşyalarını toplayarak yola devam etme kararı almıştı. Bunu güvenlik açısından yaptığını kendi kendine söylese de asıl amacı bir ömür boyu birlikte olacağı müstakbel karısından kaçmaktı. O son yaptığı hareketten sonra onun yüzünü dahi görmek istemiyordu. Lanet olası kadın delirmiş gibi davranıp adamın ellerinden kaçmasına sebep olmuştu. Bunu Fergusson lideriyle en uygun zamanda konuşacaktı. İki klanın ortak düşmanının kaçmasına dolaylı yoldan yardım etmek de ne demekti! Farkında olmadan sinirle yumruğunu sıkınca gece olan saldırıda hançerden derin bir kesik alan yaralı kolu kendisini hatırlatırcasına sızlamaya başladı. Louis'in yaralanan koluna sıkıca sardığı beyaz bezin rengi kırmızının koyu bir tonuna büründüğünü gördüğünde bir küfür savurdu. Lanet olsun, bir bu eksikti! "Tabi ki siz bilirsiniz efendim ama bu kadar sinirli olmanın size zarar verdiği çok belli. Belki biraz daha sakinleşmeye çalışırsanız..." Daniel arkasında at sürmekte olan Louis'in yanına geldiğini görünce omuzlarını silkti. "Sen beni boşver. Bacağın nasıl oldu?" Louis minnetle gülümsedi. Bu şekilde düşünülmek alışkın olduğu bir şey değildi. En azından lideri tarafından. Alasdair Sinclair ve oğlu birbirlerine hiç benzemiyorlardı. "Teşekkür ederim efendim, gayet iyiyim. Ama saraya gittiğimizde kolunuza bakılması gerektiğini düşünüyorum." Daniel, Louis'i seviyordu. O yüzden onu kırmak istemedi. Başını sallamakla yetindi. Sarayın kapısına geldiklerini Senga ve Angus'un başlarını at arabasının camından çıkardıklarından anlamak mümkündü. Önüne bakmasa da bunu onlardan anlamak mümkündü. Her ikisi de kendilerini göstermek için arabadan inmeyi bekleyemeyecek kadar gösteriş delisiydi. Yolda Senga elbisenin kendisini fenalaştırdığını iddia ederek kabarık ve Daniel'a göre oldukça gereksiz bir şekilde işlemelere sahip elbisesini giydiğinde anlamalıydı zaten. Angus ise bir bahane bulmaya ihtiyaç duymadan saraya bu kıyafetlerle gidemeyeceğini söylemişti. Daniel v e askerlerinin aksine onun kıyafetlerinde tek bir kan lekesi yoktu. Çünkü ne tesadüftü ki saldırı başlamadan önce tuvalet ihtiyacını karşılamak için uzaklaşmış ve ancak saldırı bittiğinde gelmişti. Daniel onun korkak bir pisliğin teki olduğunu biliyordu. Sesleri duymuş ve uzaklaşmıştı. Çünkü savaşma konusunda pek de yetenekli olmadığını biliyordu. Ama işine gelen konularda bahanesi hazırdı. Derin bir nefes alarak Tanrı'dan bu haftayı sorunsuz bir şekilde bitirebilmek için güç diledi. Sarayın kapıları ağır ağır açılırken kralın iki muhafızı ve askerleri düz bir şekilde dizilmiş, ellerinde kılıçlarıyla bekliyorlardı. Daniel kapıdan içeri girmeden atından indi. "Ben Daniel Sinclair, Alasdair Sinclair'in oğluyum. Sinclair klanının gelecekteki lideri olarak klanımı temsil etmek adına buradayım." Kralın askerlerinin hepsi üzerlerinin kan lekeleriyle kirlenmiş olması karşısında şüpheli bir şekilde onları incelerken aralarından onlardan farklı bir şekilde parlak ve çelik zırh giyen iki muhafız öne çıktı. Biri önündeki parşömen kağıdından bir şeyler kontrol eder gibiydi. Diğeri ise Daniel'I başıyla selamladı. Aradığı şeyi bulmuş olacak ki kağıdı ikiye katlayan muhafız diğerine sessizce bir şeyler söyledi. "Ben kralın özel muhafızlarından biriyim! Kralımızı temsilen buradayım. Hoş geldiniz Laird Sinclair. Kralımız sizi ve yanınızdakileri sarayında ağırlamaktan çok memnun olduğunu özellikle iletmemi istedi. Lütfen beni içeri kadar takip edin. Orada size odalarınızı göstererek yardımcı olacaklar." Daniel başını sallayarak onayladı. Şu an tek istediği üzerindeki pislikten kurtulmak için yıkanmaktı. Atına binmeden yularını tutarak ilerlerken diğerleri de arkasından onu takip etti.

   Sophie o sabah erkenden uyanıp üzerini giyinmişti. Aslında hiç uyuyamadığını söylese yalan olmazdı. Prens bütün uykusunu kaçıracak ve onu heyecanlandıracak şeyler söylemişti. Sophie böylesi bir şey için heyecanlanmaması gerektiğini bildiği halde içindeki yaramaz çocuk aksini söylercesine gülümsüyor gibiydi. Kendini sakinleştirmek istercesine balkona doğru ilerledi. Normalde kabul etmeyeceği bir şeyi kabul ederken bulmuştu kendini. Ama artık her şey için çok geçti. Çünkü çoktan kararını verip bunu prense söylemişti. Geri dönüş yoktu. Prensin kendisine ve ailesine zarar verecek bir şey yapmayacağının farkındaydı. O yüzden bunu daha fazla düşünmesine gerek yoktu. Kollarını gererek esnedi ve balkonunun camını açtı. Yüzüne çarpan serin hava adeta soğuk su etkisine sahipti. Arkasını dönerek dağılmış yatağını hızla düzeltti. Biraz daha odasında kalırsa vazgeçecek gibiydi ve bunu yapamazdı. Bu herkesin iyiliği ve mutluluğu içindi. Kendisine bunu hatırlatarak kalın pelerinini üzerine geçirdi ve Highland'in en iyi ustasının ellerinden çıkma olan yayını ve oklarınının olduğu çantayı koluna takarak odasının kapısına ilerledi. Artık bastonunu kullanmayacaktı. Onu kullandıkça ayağının üzerine basmak daha da zorlaşacaktı. Bugün yeni şeylerin başlangıcıydı ve Sophie de öyle olmasını sağlayacaktı. Ama önce Rita'ya yakalanmadan saraydan çıkmalıydı. Kendisini çok zorlamadan merdivenin tırabzanına tutunarak indi. Çok da kolay olmadığını kabul etmek zorundaydı, nefes nefese de kalmıştı ama şimdi imkansız bir şeyi başarmışçasına mutluydu. Ayağı sızlamıyor değildi fakat bu dayanılabilecek bir acıydı. Aynı zamanda da normaldi. O yüzden bunu kafasına çok takmadan sarayın hizmetçilerinin kullandığı arka kapıya yöneldi. Bu saatte onlar yeni kalkmaya başlıyor olmalıydı. O yüzden adeta parmak uçlarında ilerleyerek ses çıkarmadan geniş koridorda ilerledi. Duyulan tek ses duvarda sıralanmış mum avizelerinden gelen ateşin hafif çıtırtısıydı. Koluna astığı çantasını çıkararak pelerinin içinden tekrar koluna geçirdi. Pelerininin başlığını da kapatarak kıvırcık saçlarını onun altına gizledi. Bu sayede saraydaki hizmetçilerden biri gibi davranarak arka kapıdan çıkabilirdi. Eğer kral yanına aynı abisi gibi bir sürü asker vermeseydi böyle gizli saklı kaçmak zorunda kalmazdı. Sophie bir bebek ya da çocuk değildi ve her insan gibi onun da yalnız başına vakit geçirmeye hakkı vardı. O yüzden içinde küçücük bile bir suçluluk duygusu olmadan arka kapının taş merdivenlerini hızlı bir şekilde indi. "Dur! Nereye gittiğini hemen açıkla!" Elbette Sophie'de de huysuz Marcus'un nöbetine denk gelecek şans vardı! Sakin bir şekilde durarak başını çok hafifçe, yüzü görünmeyecek şekilde surlarda nöbet tutan adama doğru kaldırdı. Önceden hazırlıklıydı. Birgün işine yarar diye sakladığı Rita'nın üniformalarından birini giymişti. "Kıyafetimden sarayın hizmetçisi olduğumu anlayamayacak kadar çok mu uykun var asker?" Marcus'un suratının bozulduğunu gözünün ucuyla görebiliyordu. Gülmemek için kendisini çok zor tuttu. "Benimle böyle konuştuğun için seni işinden edebilirim biliyorsun değil mi ukala hizmetçi?" Sophie gözlerini devirdi. "Peki, hadi beni işimden et ve geçmeme izin verme. Ama eğer kral sabah çayının içinde neden limon yaprağı bulunmadığını sorarsa senin ismini veririm asker, haberin olsun. İsminin Marcus olduğunu biliyorum." Geri dönüp merdivenin ilk basamağına adımını attı. "Tamam, geç aksi kadın, sakın krala ismimi vermeye kalkma." Sophie gülümsedi ve geri döndü. "Pekala, bu seferlik ismini unutacağım asker. Hoşçakal." Sarayın arka kapısından çıkarken bir kuş kadar özgür, yeni yuvasını bulmuş bir tavşan kadar heyecanlanmıştı.

   Daniel ona ayrılan odaya çıkmadan önce askerlerinin, Senga'nın ve Marcus'un sorunsuz bir şekilde yerleştiğine emin olduktan sonra sarayın hizmetçilerinin ısrarına rağmen kalenin dışına, göle yıkanmaya gitmişti. O kendini böyle rahat hissediyordu. Süslü banyolar, kokulu sabunlar ve sıcak sular ona göre değildi. Dün geceden kalan sinirini hala atamamıştı ve bunun için gölün soğuk suyu çok işine yarayacaktı. Yanına temiz kıyafetlerini almıştı. Orada giyinip saraya öyle geçecekti. Ormanın yokuşlu dik yolunu aşarken iki tarafında asırlık köklü ağaçlar sıralanıyordu. Yeni uyanmış orman hayvanları evlerindeki bu yabancıyı sorgularcasına adeta Daniel'a bakıp yolundan çekiliyorlardı. Gölün kenarındaki balıklar ise kıyıdaki bu hareketlenme karşısında hızlı bir şekilde gölün ortasına doğru yüzüyorlardı. Daniel hızla pantolonunu, gömleğini ve iç çamaşırını çıkartarak gölün kenarına attı. Kendini serin sulara bırakarak yüzdü. Sinirini atmak istercesine yüzdü. İçinde bulunduğu durumu unutmak istercesine yüzdü. O kadar çok yüzdü ki yolun yorgunluğunun üstüne kendisini bir o kadar yordu. Balıkların kolları olsa onu sudan atacaklarına emindi. Çünkü o nereye yüzerse balıklar aksi yöne kaçışıyordu. En sonunda durdu ve sırtüstü suyun üstünde kaldı.

...........

"Ah yüce Tanrı, biri boğuluyor! Hayır hayır, kesin ölmüş!"

Böğürtlen MevsimiWhere stories live. Discover now