Bölüm 19

207 16 9
                                    

Merhabaaaalar, sizin için uzuun olduğunu düşündüğüm bir bölüm yazdım. En son Daniel ve askerleri bir tehlikenin ortasındaydı ve diğer bir tarafta ise sarayda prens ısrarla Sophie ile yalnız kalmak için çaba gösteriyordu. Bütün bunların altından neler çıkacak acaba... Bakalım uzun bir aradan sonra yaşananlar hakkında neler düşüneceksiniz? Hiçbir ipucu vermeden sizi bölümle baş başa bırakıyorum. Haftaya görüşmek üzere, iyi okumalar!




Elizabeth'in ağzından kaçan minik esneme kralın dikkatini çekti. "Sizinle yemek yemek büyük bir zevkti. Bir gün önceden gelmeniz bizi çok mutlu etti. Ama artık herkes dinlenmeli ki yarın için hazır olabilelim. Kral ayağa kalktı. O kalkınca herkes onunla birlikte ayaklandı. "Gidelim hayatım?" Kraliçeye kolunu uzattı. Kraliçe de kocasının koluna girdi. "Majesteleri asıl biz teşekkür ederiz." Elizabeth gülüseyerek hafifçe başını eğdi. "Bizi bir gün önceden çağırıp evinizde ağırladığınız için minnettarız." Alec de eğilerek selam verdi. "Ben Leydi Sophie'ye eşlik ederim Laird McAlister. Aklınız kalmasın." Kraliçenin uyaran bakışlarını hisseden Sophie sakin bir şekilde konuşmaya çalıştı. "Efendim ince teklifiniz için teşekkür ederim ama zahmet etmenize hiç gerek yok. Ben kaç aydır buradayım. Odama kendim gidebilirim." Bruce anlamlı bir şekilde gülümsedi. "Merak etmeyin zahmet ediyor değilim." Kolunu uzattı. "İyi geceler Laird ve Leydi McAlister. Hadi gidelim." Sophie itiraz edemedi prensin uzattığı koluna girdi ve önlerindeki kral ile kraliçeyi takip etti. "İyi geceler abiciğim, iyi geceler Elizabeth." Onlar da bu değişik an karşısında şaşırmış ve neler olduğunu anlayamamışlardı. Odalarına gidene kadar hiç yorum yapmadılar.



Daniel askerlerini konuşlandırmış, sessizce ilk hamlenin gelmesini bekliyordu. İlk hamleyi o yapmayacaktı, çünkü her zaman düşmanın tekniğini analiz etmek ve ona göre davranmak en doğru seçenekti. Orman ve onun ev sahipliği yaptığı hayvanlar bile bu bekleyişteki gerginliği hissetmiş olacak ki duyulan tek ses yaprakların hışırdamasıydı. Ay, karanlıkta bıraktığı ormanı arkasına saklandığı buluttan çıkararak Daniel ve askerlerini aydınlatırken düşmanın ilk hamlesi tam da o anda geldi. Yüzleri kartal maskesiyle kaplı -Daniel'in sayabildiği kadar yaklaşık yirmi kişi- bir anda etraflarını sardılar. Hepsi kılıçlarını çıkarmış ilk hamleyi onlardan beklercesine duruyorlardı. Daniel sadece askerlerinin anlayabileceği şekilde eliyle işaret yaptı. Bu beklemelerini gösteren bir işaretti. "Siz kimsiniz? İstediğiniz nedir?" Daniel'ın gür ve  tok sesi ormanda yankılanırken kartal maskeli adamların lideri görünümünde olan bir kişi birkaç adım ilerleyerek öne çıktı. "Bir amacımız mı olması gerekiyor? Sadece size sevmiyor ve topraklarınızı hak etmediğinizi düşünüyor da olabiliriz, değil mi?" Amacı onları kışkırtmaktı ama Daniel bu oyuna düşmeyecekti. "O zaman tam bir salak olduğunuzu düşünür ve bu cümleleri duymamış gibi yapacağımı düşünerek arkanıza bakmadan kaçmanızı önerirdim." Beklediği tepkiyi alamayan adam sinirlenmiş olacak ki Daniel onun elini arkasına götürerek adamlarına belli belirsiz işaret verdiğini fark etti. Ama tepkisi sinirlendiğini belli etmiyordu. "Hmm klasik kendini beğenmiş bir klan lideri tavrı derdim ama duyduğuma göre bir klan lideri bile olamamışsın. Babanın himayesinde yetişen bir oğlan çocuğuymuşsun." Louis bu cümlelerin üzerine sinirle ileri doğru bir adım atınca Daniel onu kolundan tutarak geri çekti. "Bu durum askerini daha fazla rahatsız etmişe benziyor baksana. Sen yönetilmeye ve yönlendirilmeye alışmışsın." Daniel'ın kahkahası orada bulunan herkesi şaşırtmıştı. "O kadar komik ve zavallısın ki, sana sinirlenemiyorum üzgünüm." Adam başarılı olamadığını anlayınca bozunutya vermeden konuşmaya devam etti. "Ne o Sinclair, McAlister'da yaşaya yaşaya kıçın çadırdan başka bir yerde rahat edemiyor mu?" Adam kısa bir duraksamadan sonra devam etti. "Ama sen buradaysan neden iki askerin orada bekliyor? Demek ki orada bir kadın var. Kim o? Yoksa evlendin ve bizi çağırmadın mı? kalbim çok kırıldı." O an çadırın hışımla açılmasını kimse beklemiyordu. "Daniel, sevgilim nerdesin?" Senga'nın bu cümlesi karşısında Daniel onun akıldan yoksun olduğunu düşündü. Lanet olası dışarda konuşulanları ve ortamın nasıl olduğunu tahmin edemiyor muydu? Senga'yı gören düşman lideri daha fazla beklemek istemediğine karar vermiş olacaktı ki askerlerin hepsi bir anda saldırmaya başladı. Daniel'ın işaretiyle iki asker Senga'yı hızla çadırın içine soktular. Kılıçların çarpışma sesleri bütün ormanın huzurunu kaçırırcasına yankılarken Daniel kadına küfrediyordu. Ama halledemeyecekleri bir şey değildi. Üzerine gelen iki askerden önce birinin karnına dirseği ile vurarak yere düşürdü. Kılıcını savurarak diğerinin karnına saplayarak hızla çekti ve yerdeki askerin iki bacağına sırayla sapladı ve ayağa kalkmasını engelledi. Etrafına hızla göz gezdirdiğinde çemberi daralttıklarını fark etti. Şimdi sırtlarını birbirlerine döndüklerinden sadece önlerine bakarak savaşıyorladı. Askerleri düşmanları birer birer etkisiz hale getirirken bir anda duyduğu inleme sesiyle yanına döndü. Louis'i sıkıştıran üç askerden biri kılıcını onun baldırına saplamıştı. Daniel boşta kalan eliyle adama yumruk atarak kılıcı daha derine saplanmadan çıkardı ve yere düşen adama sapladı. Kılıcı onun üzerinde bırakırken Louis'e döndü. "İyiyim ben merak etme!" O sırada çatışma devam ederken Daniel bir kayıplarının olup olmadığını görmek için göz gezdirdiğinde kolunda hissettiği derin acıyla dişlerini sıktı. Kafasını döndürdüğü anda düşman liderini gördü. Ayağıyla adamın kasığına tekme attı ve onun acıyla kıvranmasını fırsat bilerek çenesine yumruk atıp yere yığdı. Kılıcını onun boğazına doğru tutarak etrafına baktığında askerlerinin hepsinin işini bitirdiğini fark etti. Herkesi öldürüp öldürmediklerini ve kaçan olup olmadığını bilemiyordu ama askerlerinin hiçbirinin geri dönülmez bir zarar görmediğini anladığında yerde yatan adama bakışlarını çevirdi. "Şunu kollarından tutarak ayağa kaldırın." İki askeri öne atılarak adamı ayağa kaldırdılar ve kollarından tuttular. O sırada çadırın örtüsü bir kez daha açıldı ve Senga çıktı. Daniel onu gördüğünde kaşı sinirle seğirmeye başladı. Onu görmezden gelerek adama döndü. Çeviklikle adamın maskesini çıkardı. Onu tanımayı beklemişti ama tanımıyordu. Sıradan bir adamdı. "Kimsin ve amacın ne?" Adam kahkaha attı. "Sana söyleyeceğimi mi düşündün gerçekten?" Daniel kılıcını kınına koydu. "Adamların kadar korkak olmadığını görmek heyecan verici. Çünkü birkaçının arkasına bakmadan kaçtığını gördüm." Adamın direncini kırmak için söylediği cümle karşısında liderin yüzü bir an bozulsa da kendisini hemen topladı ve omuz silkti. "Beni ilgilendirmiyor. Biz amacımıza her türlü ulaşacağız." Daniel onun bu güveni karşısında güldü. "Siz kimsiniz tam olarak?" Tam o anda koluna yapışan ellere şaşkınlıkla baktı. "Aşkım bırak gitsin. Başarısız olduğunu ve bizim güçlü olduğumuzu gidip söylesin liderine." Daniel onun bu yersiz ve samimiyetsiz tavrı karşısında sadece baktı ve kolunu onun ellerinden çekerek kurtardı. Bakışları yeterince şey anlatıyor olacak ki Senga'nın yüzü asıldı ve geri çekildi. Onu görmezden gelerek tekrar adama döndü. "Madem öyle..." Kılıcını kınından çıkardı. Adam bakışlarını Senga'dan Daniel'a çevirdi. Gözünü kırpmadan Daniel'ın gözüne bakıyordu. Daniel kılıcını iki eliyle tutarak havaya kaldırdı. "Bunun gibi bir adam için kılıcını kirletmeye değmez." Tam indireceği sırada Senga, Daniel'a sarılarak onu geri çekti ve bu karışıklıktan faydalanan adam askerlerden kurtularak hızla oradan uzaklaştı. Daniel öfkeyle ona döndüğünde tepkisini gizlemekten kaçınmadı. "Sen ne yaptığını sanıyorsun lanet olsun!" Askerlerine döndü. "Bırakın gitsin." Sonra tekrar Senga'ya döndü. Öfkeli gözleri baktığı her yere alev saçıyordu. Sıkılı yumrukları bembeyaz olmuş ve gerilmişti. Karşısındaki bir erkek olsa çoktan yumruğunu indirmişti. Dişlerini sıkarak konuştu. "Sakın gözüme görünme, sakın. Dönüş yolunda babanla döneceksin, benimle değil." Başka hiçbir şey söylemeden oradan hızla uzaklaştı.

"Neden bunu yapıyorsunuz? Annenizin bunu istemediğini bildiğiniz ve hoş olan şeyler yapmadığını bildiğiniz halde yapıyorsunuz. Artık beni bilerek bu duruma düşürdüğünüzü düşünüyorum." Sophie, prensin kolunda odasına doğru ilerliyordu. Koridorun iki tarafında yanan meşaleler yollarını aydınlatıyordu. Duvardaki altın varaklı işlemeler meşalelerin altında daha da görkemli görünüyordu. "Yalnızız Sophie. Yalnızken benimle resmi bir şekilde konuşmak zorunda değilsin, biliyorsun. Ayrıca seni bilerek bu duruma düşürmüyorum. İki aydan az bir zaman sonra gideceksin ve annemi çıldırtmak çok hoşuma gidiyor. Sen yokken bunu yapamayacağım. Ben de fırsatları değerlendiriyorum. Hatta sana bir teklifim var. onun için seninle gelmek istedim. Hadi içeri geçelim." Sophie afallayarak bakakaldı. "Hadi Sophie, canavar değilim. Sana bir şey söyleyeceğim ve sonra gideceğim." Sophie o ana kadar odasının önüne geldiklerinin bile farkında değildi. İçeri girdiklerinde Rita şaşkınlıkla olduğu yerde kaldı. "Bizi beş dakikalığına yalnız bırakır mısın?" Rita tek kelime etmeden başını salladı ve neredeyse koşarak odadan çıktı. Sophie'nin yatağının yanında balkonun kapısının önünde konuşuyorlardı. Vücutları çok yakındı. Açık balkondan esen ve üşüten rüzgar ikisine de sert bir şekilde çarptı. Sophie'nin ürperdiğini ve çok hafif bir şekilde titrediğini fark eden Bruce, onun önünden uzanarak kapıyı kapatırken ikisi de birbirinin nefesini hissedecek kadar yakınlaşmışlardı. Sophie'nin kalbi hızla çarparken prensin söyleyeceklerini sabırsızlıkla bekledi. Bruce kapıyı kapattıktan sonra Sophie'nin ellerini tuttu. "Son konuşmamızdan sonra düşündüm ve bir şeye karar verdim. Bu konuda da bana yardımcı olmanı istiyorum. Sana ve ailene bir zarar gelmeyecek. Bunu kesin bir şekilde söyleyebilirim. Ama bana yarıdmcı olacaksın. Şimdi sana teklifim şu şekilde..."

Alec ve Elizabeth tülleri etrafından sarkan büyük ve heybetli yataklarında uzanıyorlardı. Saraydaki her oda gibi onların odasında da altın renkler her yerdeydi. Odada yatak dışında iki meşe ağacından yapılma büyük koltuk, makyaj masası, -üzerinde diğer ülkelerden gelmiş çeşitli kokular ve malzemeler ve değerli takılar vardı- ve duvara asılmış eski işlemelere sahip bir Türk halısı vardı. Elizabeth bu halının neden yerde olmadığını sorduğunda bu halının çok eski ve değerli olduğunu, bu yüzden de kraliçenin duvarda sergilemek istediğini öğrenmişti. Gerçekten de işlemeleri görmeye değer ayrıntılara sahipti. Böylesi eşsiz şeylerin insanların ellerinde emek emek üretilmesi görmeye değerdi. Sarayda tek sevdiği abartıdan uzak şeyler de sanırım bu halılardı. Sarayın hemen hemen her odasında Türk halılarını görmek mümkündü. Bunları düşünürken ağzından küçük bir esneme kaçan Elizabeth eliyle ağzını kapattı. Yemekten sonra odalarına çıkmış ve yataklarına geçmişlerdi. Çünkü Elizabeth çok yorulmuş ve hemen uzanmak istemişti. Kocasının kollarında uzanırken bir parmağını onun çıplak göğsünde gezdiriyordu. "Sence de bir gariplik var gibi değil mi?" Sessizliği ilk bozan Elizabeth'in sesi oldu. "Bir gerginliğin olduğu aşikar. Sophie de bu gerginliğin içinde. Ama ne olduğunu çözemedim. Kraliçenin ve prensin yanında çok telaşlı görünüyor. Sen onunla konuşabilir misin? Muhtemelen bana anlatmayacaktır." Elizabeth başını salladı. "Konuşurum tabi sevgilim. Ben de anlam veremedim. Yarın Sophie ile yalnız kalmaya çalışacağım." Bir yandan da kocasının göğsünü okşamaya devam ediyordu. Alec karısının göğsünde gezinen elinin üstüne elini koydu."Ama sen buna devam edersen bu gece sadece sarılıp uyumaktan daha farklı şeyler olacak ve -karısının karnını okşadı- bebeğimiz bundan hoşlanmayacak." Dudaklarını karısının dudaklarına bastırarak minik öpücüklerle onun gülmesini bastırdı. "Seni çok seviyorum karıcığım. Hadi şimdi uyuyalım." Karısının saçını öperek, onun o güzel papatya kokusunu içine çekti. "Ben de seni çok seviyorum kocacığım."

Böğürtlen MevsimiWhere stories live. Discover now