Herabrienna'nın gözünden
"İşe yaramazın tekisin sen!"
Entity, yine bir muhafızına bağırıyor olabilirdi. Biz o sırada, babamla bir odanın içinde saklandığımızdan neler olduğunu göremedik.
Oda garip bir şekilde daire biçimindeydi. Daha önce hiç böyle bir odaya rastlamamıştım. Kahverengi duvarların üstü, düz ve sade siyah şeridlerle kaplıydı. Kılıçtan tutup baltalara kadar sayısız silah, bu duvarın üstünde, tepelerindeki bir ip ile asılıydı.
Yerlerden gelen soğukluk, tüm bedenimi esir aldı. Titremeye başladım. Biraz ısınmak için kendimi alevlendirmeyi düşündüm. Ama babamla beni ele verebilirdi. Bunun yerine, çapraz olacak şekilde, omuzlarımdan tutarak kendime sarıldım.
Çabalarım bir hiçlikle sonuçlanması, dünyadaki en kötü hislerden biri.
Babam bunu görmüş olacak ki, benim belimdemden tuttuğu gibi havaya kaldırarak kucağına aldı. Aniden ve beklemediğim bir hareket olduğu için ilk irkildim. Babam, siyah pelerinini de iki omzuma yerleştirdiğinde, başımı onun boynuna yakın olan göğüs kısmına yan, elimi de kalbinin tam üstüne koydum. Ondan yayılan rahatlatıcı sıcaklık sayesinde kednimi daha iyi hissettim. Babamsa o kadar rahat değildi. Sanki karşımızda Entity varmış gibi, beni korumak istediğinde yaptıklarından birini yaptı. Bana daha da sarıldı. Kalbinin üstüne koyduğum elimi yumruk yaparak mavi blüzünü avuçlarımın arasına aldım. Başımı, onun pelerininin altına daha da sakladım. Başka biri bize baksa, Herobrine'ın elinde duran ama pelerininin altında kaldığı için ne olduğu belli olmayan bir kabartı görürdü. Ama bu korktuğum anlamına gelmiyordu. Bunun sebebi oldukça açıktı.
Babamın kalp atışları.
"Bu kadar basit bir işi bile yapamadın Hunter! Defol git! Bidaha da sakın gözüme görünme!"
Entity'nin bu öfke ve bir o ladar da kin kusan ses tonu Hunter'ın adını haykırınca içimde garip bir his oluştu. Sanki biri miğdemde çifte düğüm atmış gibiydim. O an babamın kucağında olup, rahatlayamasam sonucun ne olacağını düşünmek bile istemiyorum.
Hunter demişken... Mağaradaki anımız geldi aklıma.
Ateşin arkasında dalgınca oturmuş, kızıla çalan siyah, rampa saçları dağınık. Koyu gri blüzünün üstüne, önü açık, kol kısımlarında da olmak üzere, yukarıdan aşağı kızıla çalan siyah gömleği ve siyah pantolonlu. Yine aynı renk büyük melek kanatlı kızıl gözlü o çocuğu, ıslak bir dal parçasıyla ateşi körüklerken canlandırdım gözümde.
Yukarıdan hızla koşma sesleri gelirken, demir olan birkaç eşyanın düşerken çıkardığı hırıltı seslerini duydum. Babam bana baktı. Hunter'ın ismi ona da tanıdık geldiği, hafif çattığı kaşlarından anlaşılıyordu.
Babama kalsa, hazır oradayken ayak seslerinin ona ulaşmasını bekler ve savaşıp işini sessizce halleytikten sonra Entity ile ilgilenirdi. Ama bu sefer durumları değiştiren benim varlığım oldu. Her zamanki gibi tehlikeye girmekten kaçımdı. Saklanmak için başını odanın etrafında döndürdü.
Açıklık, boş bir alanda saklanacak çok bir yerimiz yoktu. Babamın bunu anlaması saniyeler sürdü. Işınlanmasıyla gözlerimi farklı bir alanda açtım.
Başka bir odaya.
Işınlandıktan sonra başımda hissettiğim ağrı ile dişlerimi sıktım. Bu olay bana ters etki yapıyor, başımı döndürüyordu. Güçlerimi ilk edindiğimde babama bunu sormuştum. Nedenini henüz küçük olmama ve ışınlanmayı kaldıramadığıma bağlamıştı. Ben de bu konu üstünde fazla durmamıştım.
Bu odada hiçbir ışık kaynağı olmadığı için etrafı göremedim. Beyaz gözler de sinirlenince burayı aydıntacak kadar parlamaya anca yeterdi. Anlayabildiğim tek şey, açık bir yerden, bir pencereden ya da kapı arasından esen rüzgar oldu. Soğuğa karşı olan zaafım, bu esinti ılık olduğu için bana sıkıntı yaşatmadı. Kumaşın, kırbaca benzer keskin çarpma sesleri de ipucum oldu. Artık bu esintinin açık bir pencereden geldiğine emindim.
Ayak sesleri iyice dibimize kadar gelmeye başlamıştı. Konuşacak zaman için bu son şansımdı.
"Baba, buraya nasıl geldik? Yani... Ters giden şey ne?"
Yine de fısıltıyla konuşuyordum. Babamın duymasına yetecek kadar bir fısıltıyla. Bir süre cevap vermedi. Söyleyeceklerini aklında toparlıyor, sonrasında ise nasıl kelimelere aktaracağını belirliyor gibiydi.
"Belki boyutlar arası geçişte bir sorun vardı?"
Diyerek babamın yeniden bana odaklanmasını sağladım.
Bana baktı. Beyaz gözleri, ne olduğunu bilmediğini ama bu konuyu bırakmayacağını belirtti bana.
"Portalda bir sorun yoktu kızım. Biz buraya getirildik. Bunu geçerken hissettim."
'getirildik' kelimesine özellikle vurgu yapışı dikkatimden kaçnamıştı.
Kapının ardına kadar açılan, gıcırtılı sesi bize ulaşınca, babam geri adımlayarak daha da içeri, karanlığa saklandı. Ama ben hâlâ bulunduğumuz odanın aralıklı kapısından, karşı odada neler olduğunu görebiliyordum.
Hunter, içinde bulunduğu odanın kapısının hemen karşısında, dirseklerini, duvara sırtını verirken hafif büktüğü dizlerinim üstüne koymuştu. Başını da iki elinin arasına alıp yere baktığından görebildiğim tek şey, saçlarının ucundaki kızıllıklar oldu. Bunun dışında sadece sesli ve hızlı nefesler verdiğini duydum.
"Entity'nin oğlu sinirlenmiş."
Dedi babam. Her ne kadar ben, sesli olsa bile Hunter'ın bizi duyacağını hem nefes alıp verişlerinden, hem de aramızdaki mesafeden pek olanak vermesemde.
"O Entity'nin oğlu değil baba."
İkimiz de ses tonumuzu korurken babam sorarak baktı bana.
"Bunu nereden biliyorsun?"
Kendi kendimi ele vermiştim.
Sorgulayan beyaz gözlerden kaçmaya çalışarak yere baktım. Babam sessiz kaldı. Ama Biliyordum ki, şu an daha önemli meselelerimiz olduğu içindi bu.
Daha önemli mesele ne olabilir diye düşünelecek olunursa, ım... Şu anki gibi, kapalı ortamda olmamıza rağmen kopan büyük fırtına.
Hunter biraz fazla sinirliydi. Babam, bu haldeki durumunu beyaz parlayan gözleriyle ve alevlerle belli ederken, o da fırtınalarla kendini gösteriyordu. Onun rüzgar gücüne sahip olduğunu tanıştığımız ilk günden farketmiştim. Kapı aralığına tekrar baktığımda, o anların hatırlatmasını yaşadım.
Etrafında dönüp duran, fırtına grisi bir hava akımı oluşmuştu. Git dige daha da koyulaşırken, Hunter'ın görüntüsü bir kesilip bir gelmeye başladı. 'Gördüğüm en sert rüzgarlar' listeme eklediğim rüzgarın arkasından.
O an orada olmadığım için kendimi şanslı hissettim. Çünkü eğer orada olsaydım, duvardan sökülen silahlar gibi rüzgarın etrafında fır dönüyor olurdum. Bu olatdan midem de nasibini alırdı.
Uzakta olmamız birşey değiştirmedi. Rüzgar güçlenmeye başladıkça. Bizi de içine çektiğini, yavaşça ilerlediğimizle fark ettim.
İki saniye gibi kısa bir zaman diliminde, gri rüzgarların ıslık çaldığı alanın arka tarafında Hunter'ı belli belirsiz yeniden gördüm. İki elini birden yumruk yapmıştı. Artık dik duruyordu ama başını eğmeye devam etsede alt dudağını ısırdığını görebildim.
O fırtınaya gitmeye devam ederken, kapıdan çıkmamıza ramak kala babam, aralıklı olan kapıya bir ateş kıvılcımı yolladı. Normal bir ateş kıvılcımı olsa, rüzgardan hemen sönerdi. Babamın oluşturduğu ateş, bu konuda kendini belli ederek sönmemişti.
Bu bile, kapının kökten yanmasına yetti. Tamamen yok olan kapıdan sonra, babam beni tutmaya devam ederken bir elini alevlere uzattı. Bütün ateşler işaret parmağının ucunda toplandıktan sonra kayboldu. Keşke aynı şeyi, artık daha şiddetli bir biçimde bizi içine çeken rüzgar içinde yapabilseydi.
Kapı eşiğinden geçmeden saniyeler önce, gözlerimi reflenks olarak kapattım. İçine çekilmekte olduğumuz rüzgar birden kesildi. İkimizim geriye doğru sendelediğini, hareketlerden anladım. Ama babamın dengesini bulmasıyla kapattığım gözlerimi açtım. Karşımda, obsidyenlerden oluşan, sağlam bir duvar duruyordu.
Duvar sert rüzgarı kesmişti. Rüzgarın sesine karışan, kin dolu sesi değil.
"Kim var orada?!"