"Sadece...45...Gün..."
"İnsanlık; karın doyunca, göz acıkınca öldü."
Güne güzel başlamak son zamanlarda çok zordu. Saçlarım gibi, fikirlerim de yıpranmıştı. Her geçen gün dünün gidişine, bitişine, uçuşuna yakıyordum hiç içmediğim sigaramı.
Küllerinden koskoca bir tepe olmuştu artık. Her yer duman altıydı. En kötüsü artık askerciklerim de yoktu. Gitmişlerdi.
Çok daha kötüsü ise şeytanın kılığına girip durduğu bir adama gönül bağlamıştım.
Şimdi, iyi bir insan bulmak farzdı. Artık ölünce ailemi göreceğim hayalinin yanında, ölünce Yiğit'i göremeyeceğim gerçeği vardı.
Zaten bir gün mutlaka ölecektim, ölmemek daha önemli değil miydi?
Ellerimi saçlarıma daldırdım. Sessizce uzandığım yataktan doğrulup etrafa baktım. Ne zaman geleceklerdi kim bilir?
Uzun bir zaman olacağından bahsetmişti Yiğit. Giderken ona içten bir şekilde sarılamamıştım bile. Çünkü korkmuştum. Sarılırsam o gider ve yerine şeytan gelir diye çok korkmuştum.
Her gelişinde çok daha kötü hasar bırakıyordu. Hem fiziksel olarak hem psikolojik olarak. Yakıyor, yıkıyor, resmen alaşağı ediyordu beni.
Düşüncelerimin gittiği depresyon yolu Mimi'nin çıkarttığı garip sesler ile bozuldu.
"Güncellenme askıya alındı. Veri hatası. Veri hatası. Veri hatası..."
Kaşlarımı çatarak yataktan aşağı indim.
"Ne yapmam gerek?"
"Konum aranıyor, konum aranıyor..."
Garip garip noktalar çıkıp giderken etrafta dolandım. Belki çekmiyordur? Telefon gibi?
Kolumu yukarı tuttum. Çok fazla ses çıkarmaya başladı. Resmen tiz ve sinir bozucuydu bu ses.
Sinirle nefes aldığım sıra birden bire sesini kesti. Ekran üzerindeki kırmızı çarpı işareti döndü , döndü ve sonrasında kocaman kırmızı bir nokta olup yanıp sönmeye başladı.
Kaşlarımı çatıp tam bu konu hakkında kafamı yoracaktım ki karnım guruldadı.
"Acıktım..." dedim karnımı onaylayarak. Üstüme bir hırka geçirip kapüşonunu kapattım ve gözlük taktım. Kenardan da anahtarları ve cüzdanı alıp odadan çıktım. Bir iki şey alsam yeterdi. Yiğit bana bir kart ve biraz da nakit bırakmıştı. Bunlar bana yeter ve artardı.
Asansöre binip en aşağıya indikten sonra etrafa bakındım. Ortalık oldukça sakindi. Sağ tarafta market benzeri bir yer görerek doğruca oraya ilerledim. İçeri girip gezindim biraz. Sandviçler vardı. Güzel paketlenmiş ve nefis gözüküyorlardı.
Bir iki tane alıp büyük bir şişe portakal suyu aldım. Parasını ödeyip çıkmış, sokakları aynı serilik ile yürümüştüm. Otelin önüne gelmeden önce sandviçlerden birini özenle açtım. Dayananamıştım. Bir iki ısırıktan bir şey olmaz.
Koca bir ısırık almıştım ki gözlerim aşkla açıldı. Tadı çok güzel!
Gülümseyerek bir ısırık daha alırken otelin önündeki gariplik adımlarımı yavaşlatmama sebep oldu. Kıyrıtık bir otelin önünde neden üç büyük siyah Vito var?
Kaşlarımı çatarak uzun bir binanın arkasına geçtim. Ağzımda duran sandviç ile dikkatle kafamı yana eğdim ve arabalara baktım.
Hiç mantıklı değil.
Acaba beni buldular mı?
Çin'in bu kısmı çok kalabalıktı. Çin zaten kalabalıktı ama nasıl buldular ki beni?
Sandviçi ağzımdan çektiğim sıra siyah arabadan inen bir adam ile kaşlarım havaya kalktı.
Bu netteki pilot!
Ses çıkarmamak için sandviçi ağzıma tıktığım gibi arkamı döndüm ve seri bir şekilde koşmaya başladım. Sıçmık. Çantam ve Yiğit'in bana verdiği sırt çantası otelde kalmıştı. Bununla birlikte üzerimde sadece hırkam ve param vardı.
Neyse, buna da şükür...
Topukları yağladığım gibi tabana kuvvet kaçarken kendimi sorgulamadan edemiyordum. Bunlar beni nasıl buldu? O kadar kalabalık yerde hem de. Eğer bu kadar kalabalıkta bulabiliyorlarsa Endonezya'da neden bulamadılar.
Hem düşünüyor hem yürüyor hem de sandviçimi yiyordum. Resmen yol üstünde ulti açmış, tüm becerilerimi sergiliyorum.
Arkamı kontrol edip etrafa baktım. Allah'tan akıllılık edip kenarda saklanmıştım. Salaklar, o kadar yerden beni buluyorlar ama bir kız için üç koca arabayla geliyorlar.
Gerizekalılar.
Saçlarım gözükmesin diye iyice kendimi kolaçan ettim. Karşıda bir alt geçit gördüm. Sessizce oraya doğru ilerlemeye başladım. Kendime acilen kalacak bir yer bulmam gerekiyordu. Hem de acil acil acil...
Alt geçite yaklaşırken gözüm elimdeki poşetle kaydı. Ama önce şunları yiyeyim.
Alt geçite girip bir köşeye oturdum. Arasalar bulamazlardı burada. Karanlık, izbe bir yerdi. Poşeti açtım ve portakal suyunu çıkarttım. Kapağını açıp kafama diklerken düşüncelerim ıssız geçitte çirit attı.
Bunlar nasıl buldu beni ya?
Sessiz sessiz yemeğimi yemeye başladım. Peki buradan nasıl kalacaktım? Nereye gidecektim. En önemlisi Yiğit ile bir daha nasıl iletişim kuracaktım? Arkada kimseyi bırakmamışlardı. Burada duramazdım ama onlar beni burada biliyorlardı. Başka yere gitsem beni bulamazlardı.
Her gün gelip kontrol de edemezdim ki.
Ünümü kullansam direkt ifşalanır ve daha çabuk yakalanırdım. Kalkıp bir yere de gidemezdim. Pasaport falan da yok...
Kafamı duvarlara vurasım vardı. Neyin şanssızlığıydı bu? Üstelik Yiğit ne zaman yaramazlık yapma dese, ben hep bir yaramazlık yapıyordum.
Poşetin içine çöpleri sıkıştırırken alt geçtten içeri giren siyah bir şey ile kaşlarımı çattım. Kuzgun benzeri bir kuş birkaç adım atmış, sonrasında dönüp bana bakmıştı. Kaşlarım çatıldı. Gergince etrafa baktım.
Siyah kuşların bana hatırlattığı tek şey o uğursuz yaratıktı.
Fikirlerimin peşi sıra alt geçite dolan siyah duman ile korkuyla iç çektim.
Geliyordu işte.
Şık bir erkeğin giydiği rugan ayakkabıların topuk sesi yankılanırken doğruldum. Oturduğum yerden ayağa kalkıp ortaya ilerlediğimde etrafı saran siyah dumanların arasından kızıl gözleri gözüktü.
"Uğursuz değilimdir."
Etrafımızı saran beton yığınlarına çarpıp gelen sesi büyük bir eko oluşturdu.
"Bana uğur getirdiğini düşünmüyorsun sanırım?" dedim dürüstçe. Bir şey yapsam da yapmasam da işin sonunda zaten canım yanıyordu. Madem her türlü kaybediyordum o zaman konuşabildiğim kadar konuşmalıydım.
"İnsanın kaderi önceden yazılmış."
Kaşlarımı çattım.
"Yani bunları zaten yaşayacaktım, benim seçme şansım yoktu." dediğimde hafifçe güldü. Farklı bir insanın kılığına girmişti. İlk kez Yiğit gibi gözüksün istedim. En azından kendimi avutabilirmişim gibi.
"Hayır, kader senin tercihlerin ile şekillenir. Sen kaderini değiştirebilirsin. Sadece senin nerede ne seçeceğin bilinir. Yaşamak zorunda olduğun şeyleri yaşadığından değil yani. Sen tercih ettiğinden."
Ellerinden birini kumaş pantolonundan çıkarttı. Güzel parmakları vardı ama zamanla eski hâline geri döndü. Tırnakları karardı, uzadı, çirkin bir hâl aldı.
"Tercih edebileceğim bir seçenek göremiyorum. En önemlisi sana iyi biri getirsem beni kandıracak olmandan korkuyoruk. Awan gibi."
Sivri tırnağını alt geçitin eskimiş, beton duvarlarına sürttü. Birkaç kıvılcımı peşi sıra yere su gibi damlayan ateş parçaları ortalığı ışıtmıştı. Lakin etrafı saran simsiyah, rahatsız edici bir duman vardı.
"Neden? Ben şeytanım, neden sana yardım edeyim?" dedikten sonra duvara bir şey çizmeye başladı. Tırnağını sürttüğü her yer turuncu bir ateşten iz bıraktı. "Anlaşmalar insanlar arasında da vardır. Mesela..." Dedi hırıltılı bir ses ile gülerek. "...evlilik."
Kaşlarımı çattım.
"Ne saçmalıyorsun?" dediğimde yüzüme bile bakmadı. Çok uğraştığı çizimine tüm dikkatini vermişti sanki. Uğursuz zemine parçalarından akan siyah duman dikkatimi çekip duruyordu. Üstelik hiç kullanmadı, boşta durup sarkan elinden de yere ateş damlıyordu. Ateşten bir birikinti oluşmuştu.
"Ben değil, siz saçmalıyorsunuz. Evlilik, bir anlaşma değil mi? Sonuna iki tarafında imzasını atıp yemin ettiği. Bir iş anlaşmasını ne bozar?" Dönüp kızıl gözleriyle yüzüme baktı. "Sadakatsizlik, yalan, hırsızlık, başka iş teklifleri?" dudağının bir kenarı alayla yukarı kalktı. "Bir evliliği ne bozar? Sadakatsizlik, yalan, hırsızlık, başka aşk teklifleri?"
Ellerimi yumruk yaptığım sıra kendime cevap veremediğim için öfkelendim.
"Ne o? Bir insan diğer insanı sevdiğinde ona inanması için imza atıp yemin mi etmesi gerekiyor?" diyerek boştaki elini kaldırıp damlayan ateşi sirkeledi. Etrafa saçılan ateş yüzünden bir iki geri çekildim. "Ne kadar acınası. Birini sevmek için diğerlerinin onaylaması gerekiyor değil mi? İlkel... Bundan öncekileri kim onaylamış? İnsanların başı mı? Bu onayları kim veriyor? Bir fani mi? Dur...yoksa baban mı?" dedikten sonra sırıttı. " Babanı kim onayladı?" dedikten sonra kahkaha attı.
"İnsan olmadığından anlamıyorsun! Senin duyguların yok!" diye bağırdım en sonunda.
"Ben de bir melektim Mina. Sizlerden güçlü, akıllı, üstün bir melektim. Siz sonradan yaratılmış, zavallı bir avuç topraksınız. İnsan olmamak benim için büyük bir onur." dedikten sonra çizdiğin şeyin önüne geçip kapattı. Gözleri uzunca gözlerimde gezindiğinde fark ettim. Saçının bir tarafı beyaz, bir tarafı siyahtı.
"Bir insanın diğer bir insandan hiçbir farkı yok. Kimsenin kimseyi affetmesine, kimsenin de kimseye üstünlük taslamasına da lüzum yok. İstesem zaten hepinizden üstünüm, bunu ispatlasam yeter..." Dedikten sonra üzerime bir iki adım attı. "Ama bildiğin gibi, aptal insanlar birbirlerini düşünürken asıl düşünülmesi gereken şeyi unuttu. Öldüklerinde kimin huzurunda, yalın ayak diz çökeceklerini..."
Birkaç adım geri gittiğimde başını hafifçe geri atıp gülümsemişti.
"Neyseki ben arada hatırlatıyorum." dedikten sonra kollarını iki yan açtı. "Ama unutma bozulan evlilikler güzel bitmez, anlaşmalar da öyle. Bizimki de bozulursa güzel bitmeyecek."
En sonunda çizdiği şeyin önünden çekildiğinde kaşlarımı çattım.
Diz çökmüş bir kızın alnına silah dayamış bir adam vardı. Duyduğum son şey ise çok manidardı.
"İstersen ellerini kaldır..."
Siyah duman birden yok olup giderken arkamdan gelen ışık ile ellerimi gözüme siper ederek arkama döndüm.
Alnıma dayanmış bir silah...
Dizlerimin üzerine düşüşüm...
Gerçekten çok espirili biri.