"Sadece...54...Gün..."
"Merhamet nedir bilir misin? Bir insanın en nazik kibridir..."
"Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana! Hey ormana!"
Koray'ın uzattığı elini tutup küçük toprak yığınından aşağı atladım. Bir an nefesi kesildi, şarkı söylemekten. Saatlerdir yürüyorduk. Ormanın bir ucundan başlamış, diğer ucuna doğru bir rota çizmiştik. Daha doğrusu çizmişlerdi.
Pembe saçlarımı geriye ittirip kafamdaki şapkayı düzgünce taktım.
"Teşekkür ederim." diyerek Koray'a gülümsediğimde göz kırpmış ve önüne dönmüştü.
Bir bayırın başına geldiğimizde gergince nefes aldım. Çok fazla efor sarf eden bir insandım doğru ama bunu yürüyerek yapmıyordum. Üstelik sırtımda ağır bir çanta ile...
Tek gözümü kısıp mutsuzca bayıra baktım. Battı balık sırt üstü gider.
Ellerimi çantanın kollarına koydum ve derince bir nefes aldım. Bismillahirrahmanirrahim.
İp gibi arka arkaya dizilmiştik. İpin arka ucu bendim. Onları dikkatlice takip ediyordum. Önümde Polat ve onun önünde ise Koray vardı.
Başımı eğip ipin diğer ucundaki kişiye bakmaya çalıştım ama bayağı kalabalıktık ve göremiyordum. Bayırı çıkarken kenardan ağaçlara tutunup destek alıyordum. Olacak iş değildi bu. Bunlar hiç mi yorulmamıştı?
Terlediğim için iyice çirkin bir hâl alan atmosfere yüz çevirip Polat'ın kolunu tuttum.
"Ne zaman mola vereceğiz?" dedim yorgun bir ifadeyle.
Yeşil özleri etrafta gezindi.
"Yaklaşık 4-5 saat sonra." dediğinde gözlerim kocaman açıldı.
"Ne!?"
Kendi yere atıp, küçük bir kız çocuğu gibi ,ağlamak istiyorum!
.
.
.
Bacaklarımı sallarken ateşin etrafında oturan erkeklere baktım. Ağlamaklı bir ifade vardı yüzümde. Nedeni oldukça açıktı. Ayaklarıma kara sular inmişti.
Derince bir nefes alıp verdim. Onur ile Mahmut sol tarafta çadır kuruyorlardı. Küçük bir dere kıyısına gelmiştik. Su sesine erkeklerin muhabbeti karışıyor, cır cır böcekleri kulaklarımı tırmalıyordu.
Sırtımı ağaca daha da yasladım. Ayağımdaki ayakkabıları çıkarıp parmaklarımın serinleyişini hissettim.
En azından biraz daha iyi hissettirmişti. Gözlerimi kapattım, etraftaki gürültüyü dinledim.
"Ozan sana planı açıkladı mı?" dedi biri. Tek kaşım havaya kalktı.
"Hayır." dedi biri daha. Sesi Polat'ın sesine benziyordu.
"Sence bu işin altından kalkar mıyız?"
"Şüphe etmek, başarıyı sekteye uğratır." dedi Polat tekrardan konuşarak.
"Şüphe değil, olasılıklar ve gerçekçilik." Kafamı hafifçe eğip baktığımda odun toplayan Polat ve Asır'ı gördüm.
"Ne isterdin?" dedi Polat durup Asır'a bakarak.
"Kızı geride bırakmayı mı?"
Kaşlarımı çatıp biraz daha öne eğildim. Asır da kaşlarını çatmış, alınmış bir ifadeyle Polat'a bakıyordu.
"Benim bahsettiğim mevzu Mina değil." dedikten sonra bir iki adım öne yürüdü. "Bir avuç asker sence bir ülkeye girip adam kaçırabilir mi?" dediğinde gözlerim koskocaman oldu.
Elimi ağzıma koymuştum ki arkadan bir ses geldi.
"Polat! Asır!" diye bağırdı Yiğit. Geri çekilip sırtımı ağaca yasladım. Adam mı kaçırrmaya gidiyorlardı yani?
Benim gibi?
Sonuçta ben de başarısız bir esirdim?
Ellerimi ağzıma dayayıp dört kulağımı açtım ve arkadamdan gelecek en ufak sesi bile dinlemeye çalıştım.
"Bu mevzu bir tek masa başında konuşulabilir. Biraz profesyonel olun. Kamp alanına dönün şimdi. Gece için bu kadar odun yeter. " dediğinde derince bir nefes verdim.
Tekrardan yakalanmak işten bile değildi. Üstelik Yiğit'e yakalanmak hiç işten değildi. Kaçmam gereken bir düşman gibiydi. Yakışıklı, cezbedici bir düşman.
Paradoks.
Kısır döngü?
Ayak sesleri uzaklaşınca derin bir nefes koyverdim. Çin'den kimi kaçıracaklardı acaba? Çok önemli birisi olmalı. Aylardır burada duruyorlardı ve neyi beklediklerini bile bilmiyorum. Çok daha önemlisi şu sığınaklar, neden vardı? Ne işe yarayacaktı?
Birinin eli omzuna deyince korku içinde çığlık atmaya başlamıştım ki diğer eli ağzıma kapandı.
"Sakin ol." diyerek yüzünü yüzümün önüne getiren adama elimin tersiyle vurdum.
"Beni korkuttun!" dediğimde hafifçe gülümsemişti.
"Yine yaramazlık yaptın."dedi yanıma oturarak. Eğilip giden Asır ve Polat'ı kontrol ettim.
"Farkında mısın? Ben burada sadece oturdum, onlar geldi." dediğimde tek kaşını kaldırarak yüzüme baktı.
"Kulaklarını kapatabilirdin."
Dönüp yüzüne baktım. Şaka mı yapıyordu bu? Kahverengi gözlerindeki ciddiyet suratıma çarpınca ağzım açık kaldı.
"Ciddi misin?"
Başını aşağı yukarı sallayıp yerden küçük bir odun parçası aldı.
"Evet. Ne kadar az bilgi o kadar can güvenliği." dedi toprağı o küçük sopasıyla eşelerken.
"Yiğit, bilmen farkında mısın ama bir gün herkes ölecek. Kimse ölüm tarihini değiştiremez, nasıl öleceğini seçemez... Sırf canımın güvenliği için aptal aptal köşede oturup bekleyemem çünkü bir gün zaten öleceğim."
Oldukça yakın bir gün.
Gözlerini eşelediği topraktan çekip gözlerime çevirdi. Bir süre öylece bakışsak da içimde duran utangaç kız bir anda gözlerimi kaçırmama sebep oldu. Sebepsiz yere değil, bu adam beni öpmüştü. Üstünü ise sessizce kapatmıştık resmen. Bu durum beni bir açıdan rahatsız ediyordu.
Ne yani?
Gelip gidip öpeceği, sebebini açıklayamayacağı ve sonrasında yanımda böyle rahat rahat oturabileceği kadar rahat mı gözüküyordum? Belki olaylar, içinde bulunduğumuz durum, üstünü kapatmamıza sebep olabilir ama bundan ilerisini asla kaldıramazdım.
Öyle ya da böyle, sonuçta ben bir kızım. Beni alakadar etmeyen konuların bile sorgusunu yapabilirdim. Bu konu beni tamamıyla alakadar ediyordu.
"Başka bir problemimiz var. " dedi birden bire.
Ellerimden çektim bakışlarımı. Merakla yüzüne baktım. Tonla problemim vardı zaten, bir diğeri ne olabilir?
"Ne gibi?"
Alt dudağını yaladı. Gergin gözüküyordu. Tanıştığımız onca zamanda hiç gergin gözükmeyen adam şimdi gergindi. Sanırım konu gerçekten de ciddiydi.
"Özür dilerim." dedi birden bire.
Canım acıttı.
Ciddi ciddi.
Gözlerimi kaçırdım, yüzümü başka bir tarafa çevirdim. Çünkü bir söz ilk defa canımı acıttı. Ben ona açılmamıştım, beni mi reddediyordu şimdi?
"Hangi konuda?" dedim bilmiyormuş gibi. Bir de kendimi acınacak duruma düşüremezdim şimdi. Yeterince başıma gelen gelmişti aşktan gelen acı payımı 50 gün sonra istiyorum.
Elindeki küçük sopayı toprağa sapladığında derince bir nefes alıp yüzümü ona döndüm.
"Neden özür diliyorsun?" dedim inatla.
Zorlandığı belliydi ama umurumda değildi. Artık onunkisi bir ilanı aşk öpücüğü falan da değildi. Tacizdi. Taciz ettiği için özür diliyordu.
"O gün olanlar için." dediğinde uzanıp ayakkabılarımı giymeye başladım.
"Benim için bir önemi yok." dedim ayakkabıma ayağımı sokarken. "Özür dilenecek kadar da mühim bir konu değildi." diyerek kestirip attım. Diğer ayakkabımı giyerken elini koluma koydu.
"Mina. Benden olmaz." dedi garip bir sesle. Döküp yüzüne baktım. Kararsız , kendine güveni olmayan, tereddütlü yüzüne.
"Senden ne olmaz?" dedim ben de inatla. "Adam mı, yar mı?" Kolumun üstündeki elini tutup geri ittirdim. "Bir haltlar karıştırdıysan, ki bir başkasının hayatını karıştırdın, sorumluluğunu alacak kadar adam olmalısın. Eğer ki benden hoşlanıp da beni öptüysen karşıma geçip 'senden hoşlanıyorum' diyeceksin." diyerek önüme döndüm ve hızla ayakkabımı giydim. "Ama görüyorum ki ; sen ne benim düşündüğüm kadar adammışsın ne de yar."
Ayağa kalktığımda hızla ayağa kalkıp önüme geçti.
"Bu yargısız infaz değil mi?" dedi gözlerime bakarken. "Benim yarınım var mı yok mu belli değil!" kaşlarını çatışına bakıp ben de kaşlarımı çattım.
"Ne sanıyorsun?!" dedim bağırarak. "Ben sonsuza kadar yaşayacak mıyım sanki?"
Sinirle elini ensesine attı.
"Beni görüyorsun." dedi öfkeyle. "Ormanın ortasındayım, aylarca hemde. Şimdi sen geri döndüğünde belki yıllarca başka bir ülkede olacağım ve ne ben senden haber alacaksın ne sen benden haber alacağım!"
İşaret parmağını göğsüne vurdum.
"Sorun ne biliyor musun?" dedim sinirle. "Bugün ya da yarın, ya sen ya da ben, birimiz ölecek. Arkada kalanın tek düşüncesi ne olacak biliyor musun?" dedim tekrar.
"Keşke bir kez olsun deneseydim."