Fakat her şeye rağmen insan buna adapte olmakta zorlanıyordu. Öyle hemen kabullenilecek bir şey değildi bu.

"Sanırım, evet," diye ağzımın içinde bir şeyler geveledim. Bunun üzerine kadın bir kez daha başını salladı.

"İşte şimdi de Ölüm Diyarı'ndayız. Hepimiz Kapı Bekçisi'yle buluşmak üzere toplanacağımız alana gidiyoruz.

Bizlere nereye yerleşeceğimizi o söyleyecek."

Kapı bekçisini duyar duymaz yürümeyi bıraktım. Bu ruh bağı kurarken anlaşma yaptığımız bekçiyle aynı kişi miydi yani?

"Ne oldu?" dedi kadın benim için endişelenirmiş gibi bakarken. "Korktun mu yoksa? Eğer öyleyse, böyle hissetmene hiç gerek yok, bekçi kimseye kötü bir şey yapmaz."

"Sen nereden biliyorsun ki?" Kadın beni çekiştirirken yeniden hareketlendim. "Onu tanıyormuş gibi konuşuyorsun."

"Ah, elbette tanımıyorum. Ama bir şekilde bunun böyle olduğunu söylüyor kalbim. Zaten işin korkunç olan kısmını atlattık, öyle değil mi? Buradaki herkes ölümü tattı. Hem de her birimiz ayrı boyutta, ayrı derecede acılar eşliğinde.

Bundan daha kötü bir şeyin olabileceğini düşünemiyorum."

Haklı olmasına haklıydı. Kendim nasıl bir sonla hayata veda ettiğimi düşününce, bir ürperti sardı bedenimi. O kısacık zaman diliminde muazzam bir acıya teslim olmuştum. Yaşadığım süreç boyunca asla tatmadığım türde, fiziksel bir acıydı bu. Bundan daha beterinin olup olmadığını bilmemekle birlikte, öğrenmeye de niyetli olmadığımı söyledim kendime.

Bir süre daha yol aldık. Ucu bucağı görünmeyen bu yerde mezar taşları görmek biraz tuhaftı. Aslında burada bir mezarlığın olması bile başlı başına garip bir hadiseydi, çünkü genelde mezarlıklar Dünya topraklarında olurdu. Bir geçiş merkezi gibiydi oralar. Ölü bedenlerimiz toprağın altında yatarken, ruhlarımız oradan açılan geçitlerden asıl ait oldukları yerlere giderlerdi.

Nihayet ön tarafta oluşan kalabalık hareket etmeyi bırakıp sessizce beklemeye geçtiğinde, ben de olduğum yerde durdum. Bir yandan da parmak uçlarımda yükselip neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kapı Bekçisi buralarda bir yerlerde olmalıydı. Onu görmek için hem sabırsızlanıyor, hem de Chas'e ve bana dayattığı ve kabul etmek zorunda kaldığımız o lanet meselesi yüzünden buradan kaçıp gitmeyi diliyordum. Hangisinin daha ağır bastığını kestiremiyordum. Fakat ben istesem de, istemesem de bir şekilde onunla karşı karşıya geleceğimin de bilincindeydim. Hem ne demişti o kadın? Bizi burada kalacağımız yerlere bekçinin yerleştireceğinden bahsetmişti, değil mi? Hâl böyleyken bekçiyle bire bir tanışmamız ve diyalog kurmamız kaçınılmazdı.

Kollarımla kendimi sarıp sıranın bana gelmesini bekledim. Gerçi sıra bana geldiğinde de ne yapacağımdan emin değildim. Ama başıma gelecekleri idare edecek kadar sağlam durmam ve kendime güvenmem gerekiyordu. Onca şeye göğüs germiştim, sanırım burada da biraz direnç gösterebilirdim.

Zaman geçiyordu. Ben farkına varmasam da saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere dönüşüp su gibi akıp gidiyordu. Buradaki zamanın Dünya'dakiyle aynı işleyişte olduğunu sanmıyordum, zira bu kadar beklemenin ardından en azından gökyüzünün kararmasını ve eğer varsa yıldızların yerlerini almasını beklerdiniz.

Ne var ki böyle bir şey hiç olmadı. Günbatımı manzarası sonsuza dek gökyüzüne işlenmişti sanki.

Önümdeki kuyruk azalmaya ve bembeyaz, mermerden yapma geniş platform görünmeye başladığında nefesimi tuttum. İnsanlar birkaç basamaktan çıktıktan sonra düzlüğe ulaşıyor ve hemen karşılarında onları bekleyen kişiyle karşılaşıyorlardı.

VÂRİS : GÖLGE - RUH SERİSİ - Birinci KitapHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin