46. BÖLÜM

4.9K 544 49
                                    

Çatı kısmının tamamen yok olduğu sinyal istasyonunun kalıntılarından oluşan yapıya giriş yaptığımızda, bedenim hiçbir şeyi hissetmeyecek duruma gelmişti. İçten içe üşüdüğümü biliyordum, fakat vücudum buna gerektiği gibi bir tepki veremiyordu. Sanki perde üzerine yansıtılan hayali bir karakterdim ve denetimim kollarımı sıkıca kavramış olan Sthenis’e aitti. Gölge – Ruh ne derse, o olacaktı.

Artık bir kapılarının olmadığı dikdörtgen açıklıklardan teker teker geçip sağa ve sola dönüşler yaparken, Sthenis bana bir zamanlar burasının mutfak ve fırın olarak kullanılmak üzere ek odalar olarak inşa edildiklerinden falan bahsetti; bunu o kadar sakin ve öylesine bir konuymuş gibi anlatıyordu ki, duyan da buraya zorla getirilmediğimi, yeni yerler ve mekânlar keşfetme arzusuyla yollara düştüğümü ve bu uğurda bana yoldaşlık etmesi için onu seçtiğimi falan sanırdı.

Ama elbette ki öyle bir şey yoktu.

Ben onun resmen esiriydim; istediği yöne çektiği, istediği rolü üzerime giydirdiği bir kukladan farkım yoktu…

Nihayet düz ve tabanı yeşil otlarla kaplanmış bir odaya geldiğimizde durdu. Gölge – Ruhların askeri birliği de hemen etrafımızı kuşatarak bizi bir çemberin içine aldılar. Neredeyse her dakikada bir yaptığım gibi arkamdan sessizce ilerleyen babama yeniden bir bakış attım.

O kadar kötü bir durumdaydı ki, açıkçası ayakta durabiliyor olmasına bile hayret ediyordum. Her an yere yığılıp kalacakmış gibi görünüyordu, ancak ben onun son anına kadar ayak direyeceğinden emindim. Gücü tükenene kadar ne ruhlara, ne de büyücülere pes ettiği yönünde bir izlenim sunmayacaktı.

Kaldı ki, ben onun direnişinden vazgeçmesini istemiyordum. Ona her zamankinden de çok ihtiyacım vardı. Babam bildiğim bu adam yanımda olmalıydı, ondan başka hiç kimse beni anlayamazdı bu dünyada ve şimdi de bu durumun aksi yaşanmamalıydı.

Üzerine dönen gözlerimden yayılan özlem dolu bakışları fark ettiği esnada omzuna doğru eğilmiş olan başını kaldırdı ve bana her zamanki gibi şefkatle baktı.

Doğrusu bana karşı olan bu bitmek tükenmek bilmez bağlılığını ve korumacılığını, sevgisini; bunların hiçbirini hak etmiyordum ben. Geriye dönüp bakınca, onun yıllar boyu ne gibi bir çelişkiyle hayatını sürdürmeye çalıştığını düşündüm.

Nefret ettiği ırka karşı savaş verirken, bir gün bir kadın çıkıp onun kucağına, o ırka mensup bir bebeği bırakıyordu.

Hem de kendisinden o bebeği korumasını istiyordu…

Ve Andrew Dover da bunu kabul edip zamanla o bebeği sevmeye başlıyordu, öyle mi?

İşin ilginç yanı bu kadarla da sınırlı değildi ne yazık ki. Son dakika haberlerinden öğrendiğim kadarıyla o bebek – maalesef ki ben – Gölge – Ruhların kralının kızıydı. Baş düşmanın soyundan geliyordu. Bu da o kızı en az biyolojik babası kadar tehlikeli yapmaz mıydı? O da Dewrionların hasmı sayılmaz mıydı?

Bu düşünce aniden başımdan vurulmuşum gibi bir his bıraktı üzerimde.

Çünkü gözlerimin önüne Londra’da, ardımda bıraktığım Dewrionların siluetleri belirmeye başladı birden.

Her bir birey hızlıca akıp giderken, sona kalan üç yüz trafik lambalarının ışıkları misali birer birer yanarak kendilerini bana unutturmamak için çaba gösterdiler.

Nia… Daniel… Chas…

Üçü de âdeta karşıma dikilip bana hesap soruyorlardı. “Neden?” diyorlardı, “Biz sana güvenmiştik, bunu bize niçin yaptın? Nasıl aramıza sızıp da hasmımızı kendi mabedimize almamıza izin verdin?” diye haykırıyorlardı.

VÂRİS : GÖLGE - RUH SERİSİ - Birinci KitapWhere stories live. Discover now