“Tyalaria’mın dönmesi ne kadar sürer?”
Yanımda hazır olda bekleyen askere bakmadan, dakikalar önce Dünya’ya gitmek üzere yola çıkan ordunun ardından boş meydanı izlemeyi sürdürdüm. Buna inanamıyordum! Sonunda burada yalnız başıma kalabilmiştim! O kadar heyecanlı ve mutluydum ki!
Ama bunu dışarı yansıtma yanlısı olmadığımdan kendimi kontrol etmek zorunda kaldım. Hiçbir şeyi açığa çıkaramazdım.
“Estalith’ten ayrılacaklar. Kralımız ile buraya gelirken izlediğiniz güzergâhta ilerleyecekler. Gümüş Saray’ın bulunduğu Ithellys’e gitmeleri gerek ki bu da üç günlük bir yolculuk demek.”
Doğru söylüyordu. Arkhael beni Haellyria’ya getirmek için uzun bir seyahate mahkûm etmişti.
“Byddin Cysgodol de Paleron Limanı’nda mola verecek mi?”
“Sanmıyorum. Oyalanmak istemezler. Hem zaten buradan ayrılmadan önce yeteri kadar enerji depolamışlardı bünyelerinde.
Bir an evvel geçite varmak isteyeceklerdir.”
Yani bu da demek oluyordu ki, önümde en az kırk sekiz saatlik bir zaman dilimi vardı.
Bunu fırsata çevirip iyi bir şekilde değerlendirmeliydim.
“Dua etmem gerek. Ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum,” diyerek samimi bir itirafta bulundum. Asker bana yandan bir bakış attıktan sonra gülümsedi.
“Bunu size öğretemem ne yazık ki.
Tyalarialar dualarını sessizce yaparlar.
Tıpkı bir tılsım gibidir, kimsenin duymaması gerekir.
Biz askerlerin bile…
O yüzden varoluşumuzdan bu yana dualar yalnızca kayıtlardan öğrenilebilir.
O duayı kadim bilgilerin kaydedildiği kitaplarda bulabilirsiniz, size kütüphaneye kadar eşlik edebilirim. Ama oraya gidince içeri giremem. Kendinizin bulması gerek.”
Kütüphane lafını duyunca kalbim yerinden oynadı. Hatırladığım kadarıyla Aelryn sadece en üst kattaki kütüphaneye ikimizden başka kimsenin giremeyeceğini söylemişti.
Bu durumda asker benim oraya gitmem gerektiğini anlatmaya çalışıyordu!
Hevesle başımı salladım.
“Tabii. Bir an önce gidelim lütfen.”
Coşkumu saklamayı başarabildiğimden emin değildim. O kadar hızlı ilerliyordum ki, benimle iletişime geçen asker, geride kalanlara salona dönmelerini güç bela söyledikten sonra koşarak yanıma gelmek zorunda kalmıştı.
“Adın ne asker?” dedim basamakları ikişer ikişer çıkmaya başladığımda.
“Zheck, efendim.”
“Zheck… Acaba senden bana bir iyilikte daha bulunmanı isteyebilir miyim?”
“Elbette efendim. Ne emrederseniz ben yapmaya hazırım.”
İkinci katın boşluğuna geldiğimizde durdum. Yüzümde hem sevimli bir tebessüm, hem de otoriter bir hava vardı. İkisini aynı anda nasıl üzerimde taşıyabildiğime hayret ediyordum doğrusu.
“Biliyorsun. Ben daha yeni dönüşüm geçirdim sayılır. Önceleri bunun nasıl bir his olduğunu bilmiyordum ama şimdi anlıyorum.
Sanırım açlık çekiyorum.
Bunu gidermem için de askerler gibi beslenmem gerek.
Acaba zindanlardan benim için birini getirebilir misin?”
Zheck’in suratında anladığını gösteren bir ifade belirdi ve başını kesin bir hareketle salladı.
“Tabii efendim. Şimdi gider, sizin için birini seçerim. Onları nereye getirmemi istersiniz?”
“Duadan önce odamda biraz dinlenmeliyim. Oraya getir lütfen. Daha sonra sizinle salonda buluşuruz.”
“Emredersiniz.”
Bu konuda da anlaşmaya vardıktan sonra kalan katları büyük bir hızla kat ettik. Buraya geldiğimden beri görmeyi en çok istediğim yere geldiğimizde, kalp atışlarım kulaklarımda yankılanıyordu. Hissettiğim adrenalinden kaynaklı bir soğukluk bütün bedenimi ele geçirmişti.
Heliodor taşından yapma, sarı renkli kapıya bakarken nefes alış verişim de hızlanmıştı.
“Nasıl açacağım? Anahtarım yok maalesef.”
Zheck elinde olmadan bir kahkaha attı. Ona şaşkınlıkla baktığımda aceleyle kendini toparlamaya çalıştı.
“Çok özür dilerim. Sizin bu konularda bizim gibi her şeyi bilmediğinizi sürekli unutuyorum. Lütfen beni affedin.”
“Önemli değil,” deyip aceleyle elim salladım. “Beni Aelryn ile karşılaştırmanız çok normal. O yıllardır burada ve her şeyin içinde. Gölge – Ruhlarla ilgili engin bir bilgisi var.
Ben ise daha çok yeniyim.
Fakat zamanla öğreniyorum.”
“Evet efendim, kesinlikle öyle.
Bu arada, kapıyı açmanız için bir anahtara ihtiyacınız yok.
Bu kütüphane doğdunuz anda siz ve Tyalaria Aelryn'in emrine verildi. O yüzden sadece sizlerin temasıyla açılabilir.”
“Sadece dokunmam gerek yani, öyle mi?”
“Evet efendim. Bu yeterli olacaktır.”
“Pekâlâ, o hâlde ben hemen içeri girip ihtiyacım olan kitabı bulayım. Sen de zindandan bir esiri odama getir, olur mu?”
“Sizi beklemem daha doğru, efendim. Belki işiniz uzun sürer.”
Gözlerimi kısıp ona baktım. Aelryn'in bir zamanlar bahsettiği şu bilgileri dışarı sızdırma teşebbüsünden dolayı böyle davranıyor olmalıydı.
“Benden kuşkulanıyor musun yoksa?” sesim bir anda buz gibi bir tınıyla kaplandı. Aslında yapmak üzere olduğum şey de tam olarak buydu: Onların gözünde bir hain olacaktım. Ne var ki, bunu umursamıyordum. Onların hakkımda ne düşünüp düşünmediği umurumda bile değildi. “Şu bir vakitler gerçekleşmek üzere olan hadise nedeniyle mi beni gözetim altında tutmak istiyorsun?”
Dakikalardır yanımda rahat tavırlar sergileyen Zheck, ondan hiç beklemeyeceğim bir panikle kıpırdanmaya başladı.
“Hayır efendim, hayır. Asla!
Bunu aklımdan bile geçiremem.
Sadece sizi yalnız bırakmak istemedim.
Belki başka şeylere de ihtiyacınız olur ve ben o yüzden duvarın bu tarafında sizi bekliyor olmamın doğru olacağını düşündüm.
Eğer sizi üzdüysem ya da öfkelendirdiysem lütfen beni bağışlayın.”
“Tamam tamam,” hâlen biraz mesafeli olsam da sahte kızgınlığımın geçtiğini görmesi için yarım bir tebessüm takındım suratıma. “Seni anlıyorum.
Ama beni beklemene gerek yok.
Kitabın kadim bilgiler bölümünde olacağını söylemiştin. Onu bulmam fazla sürmez diye ümit ediyorum.
Sonrasında hemen odama döneceğim. Acele etmemiz gerek. Askerleri korumasız bırakmak istemiyorum.”
Bunu söylerken belimde birleştirdiğim ellerimin parmaklarını çaprazladım. Yalan söylememin burada aslında bir önemi yoktu, öyle değil mi?
En azından öğrenmedikleri sürece rahattım.
“Peki, nasıl isterseniz.”
Zheck selam verdikten sonra topuklarının üzerinde döndü ve hızla uzaklaşmaya başladı.
“Zheck!” diye arkasından bağırdığımda aniden durdu ve bana döndü. Bir – iki adım atıp kapıdan uzaklaştım. “Şu esirler, onların arasında bir çift var.
Dewrion olanlar. Eira ve Vincent Clifford.
O ikisini istiyorum.
Geçen gün fazlasıyla canımı sıkmışlardı.
Sanırım artık ödeşme vaktimiz geldi.”
Zheck’in gözlerinde uğursuz bir pırıltı oluştu. Dudaklarına da aynı türde bir gülümseme egemen olmuştu.
“Emriniz olur efendim. Bu isteğinizi zevkle yerine getireceğimden şüpheniz olmasın.”
Başımı sallayıp uzaklaşması için işaret ettim. O koridorda gözden kaybolur kaybolmaz da kendimi kapının önünde buldum.
Parlayan yüzeye bir müddet baktıktan sonra, elimi uzatıp üzerinde gezdirdim. Sanki o anda kendi bedenimden kapıya doğru bir yol açılmıştı ve tıpkı bir damar içerisinde ilerleyen kan gibi, görünmez bir akımın geçişi sağlanıyordu.
Göz alıcı parlaklığa ulaşan yüzeyde çatallı şekiller oluştu ve kapının her yanını kapladıktan sonra tok bir sesle birlikte açıldığını duydum.
Kanatlar geriye doğru çekilirken, önümde kocaman bir salon belirmişti…
O kadar büyüktü ki, burada gerçek bir boyutun söz konusu olmadığını anlamıştım. Aksi takdirde bu okulda böyle bir odanın bulunması söz konusu bile olamazdı.
Durup beklemeden, hemen içeri attı kendimi. Başka zaman olsa etrafı hayranlıkla seyreder ve burasının ne kadar muhteşem bir yer olduğu konusunda saatlerce konuşurdum.
Fakat şimdi bunu yapmaya zamanım yoktu. O yüzden tavana dek uzanan raflara ulaşabilmek için inşa edilen dumanlı kuvarstan yapma merdivenlerin ne kadar muazzam göründüğüne ve kütüphanenin başlı başına literatüre giren harika yerlerden biri olmaya dünden aday olmasına falan kafa yormadım. Evet, tüm bu duyduğum hayranlığı dizginlemeye çalışıp koşar adımlarla beni kadim bilgiler bölümüne götürecek merdivene ulaştım.
Basamakların hemen yanına yerleştirilmiş krokiye göz attığımda, aradığım yerin üçüncü bölümde olduğunu gördüm ve o andan itibaren de hızımı kesmeden hedefime doğru ilerledim.
Başta Zheck olmak üzere diğer askerleri şüphelendirmemek için, sahiden de içinde dua bulunan bir kitabı almalıydım. Gerçi onların kitapların içeriğine göz atma gibi bir şansları yoktu ama ben tedbiri elden bırakmama konusunda kararlıydım.
İstediğim yere geldiğimde yalnızca birkaç saniye soluklanmak için bekledim ve sonrasında hızlı bir arayışa geçtim. Kitapların üzerinde Ludenka Dili’ndeki sözcükler yer alıyordu. Ve ben de tüm bunları hiç zorlanmadan okuyabiliyordum. Gölge – Ruh Tarihi ve Varoluş Efsaneleri’ni geride bıraktıktan sonra nane yeşili bir kitaba takıldı gözlerim:
Ayinler, Tılsımlar ve Kehanetler…
İşte aradığım bu kitaptı. Ayinler bölümünde okumam gereken duanın olduğunu bir şekilde hissedebiliyordum. Raftaki yerinden çekip elime aldığımda hemen koltuğumun altına sıkıştırdım ve geri dönmek için hamle yaptım.
Buraya nasıl gireceğimi öğrenmiştim. Duadan hemen sonra bir şekilde askerleri devre dışı bırakıp yeniden kütüphaneye gelecektim ve o zaman buradan çıkmam için gereken bilgileri içeren kaynaklara ulaşacaktım. Hem de bu kez yanımda Cliffordları da getirecektim.
Bu düşünceyle kütüphanenin zemin katına vardığımda, kayıt masasının hemen yanındaki küçük bir küre ilgimi çekti. Saydamdı ve içinde rengarenk dumanımsı bulutlar bir anafora kapılmış gibi dolanıp duruyordu.
Kendime birkaç dakika daha oyalanma izni verip o aletin yanına gittim. Nedense ona yakından bakma isteğiyle dolmuştu içim.
Karşısına ulaştığımda eğildim ve daha dikkatle izlemeye başladım. İlk başta hiçbir şey olmadı, az önce gözlediğim hareketler devam ediyordu ama hemen sonrasında bulutlar dağıldı ve küre ateş kırmızısı bir renkle kaplandı. İçerisinde binlerce şimsek çakıyordu sanki, aynı anda benim de gözlerimde hafif bir yanma oldu. Gözlerimi kapayıp bu hissin geçmesi için bekledim.
Kirpiklerimi kırpıştırıp görüşümü yeniden kazandığımda, kürenin altına yerleştirilmiş levhadaki yazıyla karşılaştım:
Urn’bele Irir…
Gören Ayna… Zihnimde kendi dilimdeki tercümesi yankılanırken merakım giderek büyümüştü. Birden aklıma Yüzüklerin Efendisi’ndeki Palantir taşları gelmişti. O cisimler hikâyede diğer türdeşleriyle bağ kurabiliyordu ve de iletişime geçebiliyordu.
Acaba bu küre de öyle bir şey olabilir miydi?
Denemek için burnum neredeyse cama değene dek küreye yaklaştım ve yavaşça fısıldadım:
“Bana babamı göster. Şu anda nerede, bilmek istiyorum.”
İşe yarayıp yaramayacağından bile emin değildim. Üstelik “babam” demiştim. Burada benim için baba kavramına karşılık gelen kişi Arkhael’di. Onu bir de küreden izlemeye hiç niyetim yoktu.
Ben kendi kendime söylenirken ve kızgınlığımı çıkarırken, kürenin ateş kırmızısı rengi anında solup beyaz bir renge dönüştü. Hemen sonrasında da yüzeyde bir figür belirdi.
Oturduğu yerde elleri başını kavramıştı. Etrafında dolanıp bir şeyler söyleyen insanları dinliyor ama başını kaldırmadan sadece olumlu ya da olumsuz şekilde sallıyordu. Koyu renk saçları parmaklarının aralarında dolanmasından dolayı dağılmıştı.
En sonunda biri omzuna dokunduğunda, başını kaldırdı.
Andrew Dover’ın merakla kendisine temasta bulunan kişiye bakmasını büyük bir heyecanla, nefesimi tutarak izledim. Yanındaki kişi aceleyle bir şeyler mırıldandı ve ona elindeki bir cismi uzattı.
Gören Ayna’nın aynısıydı bu.
“Cathleen?” babamı küreye direkt bakıyor olarak görünce yerimden sıçradım. Âdeta odada yanıma gelmiş gibi bir hisse kapılmıştım. “Kızım? Bu sahiden de sen misin?”
“Baba!” diye ağlamaya başladım. “Baba, benim. Buradayım, Gölge Adası’nda. Ama bu nasıl olur? Nasıl seni görebilir ve de duyabilirim ki?”
“Gören Ayna vasıtasıyla konuşuyoruz,” o da fazlasıyla hayretler içine düşmüştü. “Bir vakitler yanımızda yer alan Druidlerin bize bir armağanıydı bu. İletişim kurmamız için. Orada da bir tane olduğundan haberim yoktu.
Vanessa giderken yanına birini almış olmalı. Ama hiçbir zaman kullanma fırsatı olmadı.”
O konuşurken özlemle onu seyrediyordum. Zayıflamıştı, yüzü çökmüş, gözleri yorgunlukla bakıyordu ama beni seyrederken ışıltıya boğulmuşlardı.
Tam o anda arkasından bir gürültü koptu ve yalnızca saniyeler sonra görüş alanıma bir çift lacivert göz girdi.
Tıpkı benim gibi, ağzı açık bir vaziyette bana bakıyordu. Chas Clifford’u bir kez daha şaşkına çevirenin ben olduğumu bilmek, garip bir tatmin duygusu yarattı üzerimde.
“Cathie?” dedi yumuşacık sesiyle. “Tanrım! Bu sensin…”
“Benim,” deyip başımı salladım. “Dinleyin. Fazla vaktim yok. Birazdan Zheck gelip beni buradan çıkarmaya kalkışabilir.”
“Zheck de kim?” diye hep bir ağızdan sordular. Sanki ortada cevaplanması gereken tek soru buymuş gibi… Mucizevi bir şekilde iletişim kuruyor olmamız o an akıllardan silinmişti sanki.
“Bir asker,” deyip önemsemediğimi gösterdim. “Onu boş verin şimdi. Hazırlıklı olun. Bir – iki güne kadar Byddin Cysgodol’dan bir birlik Dünya’ya gelecek. Yeni bir savaş başlatmanın derdindeler. Öncü grubun ardından da asıl orduyu gönderecekler. Dahası bunu benim yapmam gerekecek. Artık onların lideri benim.”
“Sen Genelkurmay Başkanı mı oldun?” diyen Joshua gözlerini kocaman açtı.
“Şey, burada Tyalaria olarak hitap ediyorlar. Bir askeri okulun başındayım, yanımda da bana ikizim kadar çok benzeyen bir başka Tyalaria olan Aelryn var.
Onun yokluğunu fırsat bilip yasak olan bölüme girdim,” o anda kapıya üç kez vuruldu ve Zheck’in geri döndüğünü belirten sesi duyuldu. “Gitmeliyim, yeniden döneceğim. Küreyi yanınızdan ayırmayın. Siz orada hazırlık yaparken, ben de burada kendi payıma düşeni yapacağım.”
“Ne yapacaksın Cathie?”
Chas’e bakıp tebessüm ettim. Onu o kadar çok özlemiştim ki! Dahası onun da bakışlarına yumuşacık bir ifade yerleşmişti.
“Anne ve babanla burada bir ayaklanma başlatacağız. Oraya yeniden dönmenin bir yolunu bulacağız.”