“Tyalaria’m, yeteri kadar kişiyi seçtim. Siz de onaylıyorsanız hemen harekete geçelim.”
Pytho’nun hemen arkamdan gelen sesiyle tedirgin olsam da, doğal davranmaya gayret ederek ona doğru döndüm.
Benden yaklaşık bir ya da iki metre geride, etrafına topladığı insanlarla bekleyen Pytho, Eira ve Vincent’la konuştuğumu görmemişti anlaşılan. Yoksa mutlaka kuşkulandığına dair bir şeyler hissettirirdi.
Biraz rahatlayarak başımı salladım. Askerlerin seçmediği ve şimdilik herhangi bir tehlikede olmayan insanlara bakarken, Eira’yla göz göze geldik.
Hâlâ bana güvenip güvenemeyeceğini kestiremiyormuş gibi görünüyordu. Haklıydı da. Karşılaştığımız o ilk andan itibaren onlara tıpkı bir Gölge – Ruh gibi, birer asalaklarmış gibi bakıyordum çünkü.
Şimdi buraya gelip alelacele onlara hakkımdaki gerçekleri ve neyi amaçladığımı anlatmam, sanırım ikna olması için çok da yeterli bir neden gibi gelmemişti ona.
Ancak yalan söylemiyordum.
Buna bir şekilde onları inandırmalıydım.
“Tekrar geleceğim,” diye fısıldadım yanından geçerken. “En kısa zamanda yeniden yanınızda olacağım.”
Ardından da Pytho’yla beraber zindanları terk ettim.
Peşimizden gelen insanlar kızgın sesler çıkarıyorlardı. Aralarında korkudan çıtını çıkarmayanlar da vardı, fakat geneli ruhların ne olduğunu çözdüklerinden dolayı, bundan böyle korkunun ecele bir faydası olmadığını gayet iyi biliyorlardı.
Haellyria’nın geniş salonuna ulaştığımızda, Aelryn’in askerlerle beraber bizi beklemekte olduğunu gördüm. Bir bana, bir de yanımdaki Pytho’ya hızlıca baktıktan sonra gülümsedi.
Zehir gibi bir gülümsemeydi bu.
“Tebrikler, çok çabuk davrandınız,” derken enerjileriyle beslenilmek üzere seçilen insanları acele etmeden süzdü. “Kral’dan da askerlere izin verdiğine dair bir belge geldi.
Bir saat sonra Dünya’ya gidiyorsunuz.”
Askerler coşkuyla haykırdılar. Bunu uzun zamandır bekleyenler olduğunu fark ettiğimde dudaklarımı kemirmeye başladım. Kim bilir oraya ayak basar basmaz nasıl delice bir açlıkla insanlara saldıracaklardı?
“Elinizi çabuk tutun, bedeninizi en kısa zamanda hazır hâle getirin. Tyalaria’mla birlikte sizi bahçede bekliyor olacağız.”
Aelryn’den aldıkları izinle birlikte, askerler atağa kalkıp insanların üzerine doğru yürümeye başladılar. Bu noktada onları seyretme gibi ne bir isteğim, ne de cesaretim vardı. O yüzden kahrolarak da olsa hızlı adımlarla salonu terk ettim.
Aelryn de hemen arkamdan, sessizce beni takip ediyordu.
“Hâlâ ruh çekilmesi olayına alışamadın, öyle değil mi?”
Sanki benimle bir sırrı paylaşır gibi, naif çıkan sesine elbette kanmadım. Altında aradığı gerçeği ve ona ulaştığı anda aleyhime kullanacak bir delile dönüştüreceği fırsatı vermedim ona.
“Acele etmemi buna bağlıyorsan, inan sebebi bu değil.
Ben sadece, onlardan daha hızlı hareket etmelerini istiyorum. Burada kapalı kaldığın için fikir sahibi olamayabilirsin, fakat ben Dewrionları gördüm.
Hatta onlarla yaşadım.
Sakın onları hafife almayın.
Biz burada vakit kaybederken, onlar durmuyorlar.
Mutlaka yeni stratejiler üretiyorlardır.
Bir an evvel askerlerin gitmesi gerek.
Yoksa ne olduğunu anlayamadan her şey bitmiş olacak.”
“Sence Dewrionları biraz fazla gözünde büyütmüyor musun Alworiel? Tamam, söylediğin kadar yetenekli ve savaş sanatları konusunda mahir insanlar olabilirler.
Ama bizler de Gölge – Ruhlarız.
Onlarla nasıl başa çıkılacağını iyi biliriz.”
“İşte kendinize olan bu fazla özgüveniniz sizi yıkıma sürükleyecek,” dedim aniden dönerek. Neredeyse bana çarpmak üzere olan Aelryn kaşlarını kaldırdı.
“Devamlı kendini bizden ayrı görüyorsun, bilmem fark ettin mi?”
“Evet, sizden farklıyım,” derken başımı dikleştirdim. “Çünkü ben her iki tarafın da kanını taşıyorum. Senin tek bir açıdan baktığın olaya, ben birden fazla açık kapı bırakıyorum.
Hâl böyleyken, aynı olduğumuzu söylemek doğru olmaz ama değil mi?”
Biraz, hatta tam anlamıyla onu küçümseyerek konuşmuştum. Bu ilk defa bende olumlu bir hissin oluşmasını sağladı.
Normalde, yaşamım boyunca kendini beğenen biri olmamıştım. Bu duygudan nefret ederdim üstelik. Hiçbir ayırım gözetmeksizin, herkesin eşit ve aynı çizgide olduğuna inananlardandım.
Ne var ki, Gölge – Ruhlar bazı konularda benim sabrımı zorlamaya başlamışlardı. Onlara karşı ukala ve burnu büyük biri gibi davranmak, kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyordu.
“Gerginsin. Bu yüzden de her an birilerine saldıracak gibi tavırlar sergiliyorsun Alworiel. Öfke kontrolü konusunda sorunların mı var?”
Vay! Demek alttan alttan bana psikolojisi bozuk bir insan muamelesi gösterecekti, öyle mi?
“Ben öfke problemi yaşamam,” başımı ona doğru yaklaştırıp yakıcı bir bakış attım. “Eğer bir şey beni rahatsız ediyorsa, gereğini yaparım. O kadar! Teferruatla ilgilenmem!”
Tam ağzını açıp bir şey söyleyecekti ki, vazgeçti. Kırmızı gözlerinin en derinlerinde çakan şimşekleri görebiliyordum. Sinirlenmişti, hem de fazlasıyla. Fakat beni karşısına alacak kadar da çileden çıkmamıştı henüz.
Çünkü biliyordu. Şu an burada bir kavga başlatacak olsa, en az benim kadar bu okulda hak sahibi olmasına rağmen, askerlerin büyük bir çoğunluğunun sırf Arkhael’in kızı olmam sebebiyle benim arkamda duracaklarını az çok idrak edebiliyordu.
Bundan hiç hoşlanmasam da, bazen sahiden de nüfuz sahibi olmanın avantajları olduğunu anlamıştım.
Sanırım her hücremle kaçıp ondan saklanmak ve bir daha yüzünü dahi görmek istemediğim Gölge – Ruh kralına beni Aelryn’in karşısında güçlü bir konuma yükselttiği için buradan bir teşekkür etmem gerekiyordu.
“Babasının kızı dedikleri şey bu olsa gerek,” deyip son derece yapmacık bir edayla kahkaha attı. “Kralımıza ne kadar da çok benziyorsun.
Doğrusu bu özelliğinizi takdir ediyorum. Yalana dolana gerek duymadan direkt olarak içinizden geldiği gibi hareket ediyorsunuz.”
“Evet, çoğu yalaka gibi sırf zarar görmeyeyim diye kırk takla atmıyoruz. Biz neysek oyuz!”
Başını sallamakla yetindi. Uzatıp bir şeyler daha söyleyecek olsa, aramızdaki uçurumun daha da açılmasına sebep olacağını biliyordu.
Yine de tüm bu konuşulanları unutmayacağından emindim.
Fırsat kolluyordu. Yeri ve zamanı geldiğinde aleyhimde kullanmak için zihninde oluşturduğu kasada muhafaza ediyordu her cümlemi.
Bahçeye çıkmamızın üzerinden kısa bir süre geçmişti ki, askerler okulun giriş basamaklarında teker teker boy gösterdiler.
Hepsinin de yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
İstedikleri olmuştu.
İnsanlar üzerinden beslenmişlerdi…
Tiksintimi dışarı yansıtmamak için bakışlarımı onlardan kaçırdım.
“Tyalaria Alworiel ve Tyalaria Aelryn,” Pytho belindeki kılıca yasladığı elini kaldırıp bizi selamladı. “Biz hazırız.
Bize refakat edecek kişiye karar verdiniz mi?”
“Refakat mi?” dedim biraz yüksek bir sesle. “Neden bahsediyorsunuz siz?”
Bir konuda daha ondan geride olduğumu fark eden Aelryn, ima dolu bir tebessümle bana döndü.
“Askerleri savaş zamanı yolcu ederken, Tyalarialardan biri onlarla birlikte geçide kadar gider.
Bu tarihimiz boyunca böyle olmuştur.
Diğeri de burada kalıp onlar için dua eder.”
“Dua mı? Siz dua mı ediyorsunuz?”
Hiçbir şekilde onları dizleri üzerine çökmüş, yakarışlarda bulunurken hayal edemiyordum. Bu kesinlikle gözlerimde canlanmıyordu. O kadar imkânsızdı ki!
“Tabii ki. Neden şaşırdın?”
“Her fırsatta ne kadar üstün olduğunuzu söylüyorsunuz ki bunu ben de gördüm.
Bir Gölge – Ruh, bir insandan çok daha yüksek bir mertebede.
İnsanlar ellerinden bir şey gelmediği zamanlarda, kendisinden çok daha büyük bir gücün varlığına inanıp sığınarak dua ederler.
Ama Gölge – Ruhların böyle bir şeye ihtiyacı yoktur diye düşünmüştüm.”
Kulak tırmalayan bir kahkaha daha…
“Ah Alworiel, bazen hakikaten de beni çok eğlendiriyorsun.
Sorun çok mantıklı. Böyle düşünmekte o kadar haklısın ki…
Ancak her varlık gibi, bazı zamanlarda biz de yoksunluk duyuyoruz.
Müdahale şansımızın olmadığı durumlarda…
Ve o anlarda, tıpkı insanlar gibi, dualara başvuruyoruz.”
Hâlen bunu kabullenmesem de, omuz silkip geçiştirdim.
“Peki, sence kim burada kalıp dua etmeli ve kim askerleri yolcu etmeli?” diye sorduğunda, kısa süreliğine de olsa buradan çıkmak için gönüllü olmaya niyetlendim. Zira kalıp da onlar için sahiden de dua edecek değildim.
Ne var ki, aniden zihnimde yanan bir ışık beni kendime getirdi.
Eğer Aelryn’i buradan uzaklaştırmayı başarabilirsem, kütüphaneye girme gibi bir şansım olacaktı.
Bu fırsatı tepmeyecek kadar akıllıydım.
“İstersen ben kalıp dua edebilirim,” dedim sakince. “Sen benden daha tecrübelisin, belki son ana kadar onlara vereceğin tavsiyelerin olabilir.”
“Bunu sorun etmeyeceğinden emin misin?”
“Elbette. Söylediklerimin arkasındayım.
Hem dua konusunda da ben senden daha iyiyim,” deyip sırıttım. “Geçmişim göz önüne alınınca, bunda hiç zorluk çekmem.”
Yavaş yavaş benim gibi gülmeye başlayan Aelryn başını salladı.
“Tamam o hâlde, dediğin gibi olsun,” ellerini havaya kaldırdığı anda, askerler basamaklardan inip avluda toplandılar.
Hep birlikte bana veda ettikten sonra, ezberlenmiş hareketler eşliğinde, Haellyria’dan ayrıldılar.
Onlar gözden kaybolur kaybolmaz, koşar adımlarla salona döndüm.
İşte şimdi benim devrim başlıyordu…