Yolculuğumuzun ilk günü dev dalgaların ve kötü hava şartlarının altında, gemi mürettebatını biraz zorlayacak şekilde geçmişti. Bir o yana, bir bu yana yalpalarken, ben de fazlasıyla gergin ve de endişeliydim, çünkü daha önce yalnızca bir defa deniz yolu ulaşımını tercih etmiştim ama o zaman teknoloji tüm nimetlerini cömert bir şekilde ayaklarımızın altına sermişti.
Buradaysa, durum çok farklıydı.
Kendimi coğrafi keşiflerle birlikte sayıları giderek artış gösteren korsan gemilerinin birinde gibi hissetmiştim.
Konfordan ve her türlü rahatlıktan uzak, yasa dışı işler yapmaya elverişli bir ekiple birlikteydim âdeta ve bu seyahat sona erene dek ben karın ağrıları çekmeye mecbur bırakılmıştım.
Neyse ki ikinci günün akşamında, Gölge Adası’nın güney kısmındaki Paleron Limanı’nda durup kendimize konaklayacak bir yer bulabildik. Gerçi adanın kralının küçük kentlerine geldiğini öğrenen bütün Paleronlular sıraya girip onu görebilmek ve kendi evlerinde misafir edebilmek için birbirleriyle yarıştıklarından bu konuda bir sıkıntı çekmeyeceğimiz aşikardı, fakat Arkhael kendisine gelen teklifleri kibarca geri çevirdi. Bana söylediğine göre, Gölge Adası’nın her şehrinde krala ait bir konak bulunuyordu. Herhangi bir seyahat sırasında mola verdiği takdirde, kolaylıkla sığınabileceği bir yer oluyordu.
Limana yakın, üst kattaki pencerelerinden bakıldığında engin denizi görmeyi mümkün kılan konağa ulaştığımızda, yerli halkın hazırlayıp getirdiği yiyecekleri kimse ses çıkarmadan kısa sürede yiyip bitirdi. Herkes fazlasıyla yorgundu. Bu nedenle Kral’ın emriyle yemekten sonra bütün mürettebat dinlenmeye çekildi.
Esasen bizim de onlardan pek farkımız yoktu. Tamam, belki kürekçiler gibi devamlı çalışmamıştık, fakat yine de ortalıkta dolanıyor olmak bile başlı başına bitkin düşmenize bir sebepti o koşullarda.
Kendimi yatağa nasıl attım ve nasıl uykuya daldım, hiçbir fikrim yoktu. Sabah olup da uyandırılıncaya dek deliksiz bir uyku çektim. Öyle ki, gözlerimi araladığım anda, önceki güne kıyasla çok daha pozitif olduğumu fark etmiştim.
Çabucak edilen bir kahvaltının ardından hemen yola çıktık. Arkhael bu akşam, yani üçüncü günün sonunda Estalith Adası’na varacağımızı söylemişti. Bunu öğrenmek beni biraz olsun sevindirdi, zira artık fazladan bir saatimi bile okyanus üzerinde harcamak istemiyordum.
Hafif bir rüzgâr vardı, bu bizi ilk günkü kadar zorlamayacaktı ama yine de tedbiri elden bırakmadan, bütün önlemleri aldılar.
En sonunda, ay gece göğünde yerini aldığında, sisin ve kara bulutların geri çekilmesiyle birlikte Estalith Adası, yıldız ışıklarıyla donatılmış bir hâlde yaklaşık bir buçuk mil ileride kendisini gösterir olmuştu.
Belki son zamanlarda yaşadığım her şey anlık ve de spontane geliştiğinden, olaylara olması gerektiği şekilde bir tepki veremiyordum. Ancak şu an karşımda tüm heybetiyle kendisini gözler önüne seren Estalith’e bakarken, içimde bir daha katiyen hissetmeyeceğim bir umut ışığı filizlendi.
Ait olunmuşluk hissi…
Buraya tamamen yabancıydım, bunun elbette farkındaydım. Fakat bir şeyler beni o adaya doğru âdeta görünmez iplikler yardımıyla çekiyordu.
Hayatım boyunca yalnızca bir defa daha aynı duygulara teslim olmuştum ve o da Lower Slaughter’a taşındığımız gündü.
Her iki seferde de yanımda “Baba” olarak tabir ettiğim insanların olması ise işin garip tarafıydı. Hoş, Arkhael sadece kâğıt üzerinde bir babaydı ki bizim şartlarımızda öyle bile değildi. Resmi olarak babam sayılan adam Andrew Dover’dı ve bunun değişmemesi için de elimden geleni yapacaktım.
Onu düşündüğüm anda, gözlerimin önüne o muhteşem gülümsemesi geldi birden. Beni kızdırdığında ve gerçekten mutlu olduğu nadir anlarda gülümserdi babam ve o vakitlerde onu izlemekten asla bıkmazdınız.
Bir çocuğun masumluğuyla eş değer bir sevinç olurdu onunki. Karanlık yaşantılarımızın aksine, babam gülümsediğinde her şey aydınlanmaya başlardı.
Kendimi tutamadan bir damla yaşın yanaklarımdan süzülmesini hissettim. Babamın yanında olmak istiyordum ben. Daha şimdiden onu çok özlemiştim ve bu özlemim biliyordum ki hiç bitmeyecekti. Burada harcayacağım her gün, her saat, hatta her dakika hasretim katlanarak artacaktı.
Ama her şeye ona kavuşmak için göğüs germeliydim. Ona ve Chas’e, Nia’ya ve de Daniel’a…
Şükürler olsun ki, Arkhael ağladığım esnada benimle ilgilenemeyecek kadar meşguldü. Pruvadaki kaptanla kısık sesli bir sohbete dalmıştı.
Zaman algımın çok ötesinde ilerliyordu. Estalith’e bakıp düşüncelere daldığım anla, karaya ayak bastığımız vakit arasında çok kısa bir süre olmalıydı. Pelerinime iyice sarıldım, çünkü buradaki soğuk insanı resmen iştahlı dişlere sahipmiş gibi ısırıyordu.
Başımı kaldırıp bir piramit şeklinde yükselen adaya baktığımda, yerleşimin sadece kıyı kısımda kalmış olduğunu gördüm. Aynı tip, kırmızı tuğlalardan oluşan evlere benziyorlardı ama tabii ki yanılmıştım. Gözlerimi kısıp bir kez daha dikkatle bakınca, o parlayan yapıların ana maddesini lâl taşının oluşturduğunu anladım.
“Estalith’in liman kenti Lamorin,” Gölge – Ruh Kralı benim baktığım yönü işaret etti. “Aslında bir kasabadır. Küçük ama sevimli bir yerdir. Senin de beğeneceğini umuyorum.”
Gözlerimi kısıp bakmaya devam ettim. Beğenip beğenmemek umurumda değildi doğrusu, fakat az önceki hislerim kendilerini hatırlatmak ister gibi beni içten içe dürtmeye başladıklarında fena bir yer olmadığına karar verdim.
“Haellyria, en tepedeki bölgeye inşa edilmiştir. Gördüğün gibi, popülasyondan ve diğer her türlü şeyden uzak bir nokta orası.
Yalnızca okul ve okulu çepeçevre saran bir orman…
Byddin Cysgodol mensupları ve iki Tyalaria’dan başka kimsenin olmadığı, ıssız bir mekân,” galiba ona biraz gücenmiş, biraz da sorgulayan bir gözle bakmıştım, çünkü Arkhael sert bakışını anında yumuşatıp anlayışlı bir tavır takındı. “Moralini bozma, olur mu?
Alışacaksın Alworiel. Bana güven.
Belki ilk günler biraz zorluk çekebilirsin ama sonrasında hakikaten de buraya uyum sağlayacağından hiç kuşkum yok.
Unutma; sen hepsinin liderisin. Öndersin. Askerlerin eğitmenisin.
Buradaki herkes,” derken önce tepeyi, daha sonra da Lamorin kasabasını işaret etti. “Ve tabii ki Gölge Adası’nın tamamı, sana saygı duymak ve bağlı olmak zorunda kızım.
Tyalaria olmanın en büyük özelliği budur.
Sen tarafsız olacaksın zira. Halkın ve askerlerinin gözünde yeri geldiğinde benden bile daha kıymetli sayılacaksın.
O yüzden sakın canını sıkma.
Göreceksin bak, kısa bir süre sonra herkes senin çevrende toplanacak. Sen onların Güneş’i olacaksın, onlar da senin etrafında dolanan gezegenler…
Bu söylediklerimin gerçek olduğunu görmek için bile birazcık sabretmeye değmez mi sence?”
“Ben…” pelerinin yakasını çeneme kadar çekmiştim şimdi. Üşüyordum ve dişlerim birbirine sertçe çarparken olduğum yerde zıplamaktan başka bir seçeneğim yoktu. “Sadece biraz tedirgin oldum.
Umarım diğer Tyalaria ile iyi anlaşırım.
Kendime bir dost edinmek şu an her zamankinden daha mühim bence.”
“Anlaşacaksın, o mevzuyu hiç dert etme sen. Onu gördüğün anda ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksın zaten.”
“Peki seni bir daha ne zaman görebileceğim? Belli ki burada uzun süre kalmayacaksın?”
Başını öne eğip tebessüm ederken ellerimi avuçlarının arasına aldı. Bana dokunduğu sırada vücuduma sıcacık bir rüzgâr çarptı. O kadar rahatlamıştım ki, hani tuhaf kaçmayacağını bilsem oraya kıvrılıp yatacaktım neredeyse.
“Üzgünüm Alworiel. Fazla kalamam burada.
Senin de bildiğin üzere, daha yeni kavuştum vatanıma.
Beni bekleyen bir halk var.
Bir açıklama borçluyum onlara.
Bunca zaman boyunca neler yaşadığımı onların da bilmesi şart.
Hem ayrıca birinin Gölge Adası’ndaki yönetimi yeniden ele alması gerekiyor, öyle değil mi? Yokluğumda yerime vekaleten geçen isimlerle buluşmalı ve onlardan havadisleri almalıyım.
Yine de, yarın akşama kadar seni yalnız bırakmayacağımı bilmelisin.
Burayı tanımalısın. Sana ait olan bu yer hakkında gereken her şeyi olmasa da, belli başlı konuları öğrenmem gerekiyor.
Şanslısın ki sana bu bilgilendirmeyi de Gölge Adası’nın Kralı yapacak,” göz kırpıp beni biraz olsun neşelendirmeye çalıştı ve ben de zoraki de olsa başımı sallayıp gülümsedim.
Basamakları ışıl ışıl kristal kuvarstan oluşan dik yokuşa döşenmiş merdiveni tırmanmaya başladık. Biz yukarıya doğru çıktıkça, evler ve diğer yapılar tek tek ardımızda kaldılar. Gece karanlığında birer gölgeden ibaret olan ormanın sık ağaçları beni zaman zaman korkutsa da, hayli zaman alan bir sürenin ardından, bir meydan olacak şekilde tasarlanmış, düz bir alana ulaştık.
Meydanın tamamı topaz taşıyla inşa edilmişti. Gözümün gördüğü her yer şarap sarısı bu taşla kaplanmıştı.
Soluklanmak ve biraz su içmek için burada mola verdik. Gerçi benden başka kimsenin su içmeye ihtiyacı yoktu ama yine de benimle aynı şekilde davranmaya özen gösterdiler.
“Sol taraftan,” dinlenmek için yeterince zaman ayırdığımızı düşünen Arkhael, ormanın içinden ilerleyen yola yöneldi. “Az kaldı. Sadece dakikalar sonra okula varmış olacağız.”
Hakikaten de, çok uzun sayılmayacak bir sürenin ardından, Haellyria bütün ihtişamıyla bizleri karşıladı. Yıldızlı göğe doğru yükselen kaleleri ve ormanın iç kısmına kadar uzayan asma köprüleri vardı. Ay ışığının vurduğu yüzeyleri simsiyah parlıyordu.
“Obsidyen,” dedi Gölge – Ruhların Kralı benim tahminimi doğrular gibi. “Doğaüstü niteliklere sahip bir taş.
İnsanlarda olduğu kadar, biz ruhlarda da enerji bakımından oldukça etkili. Ayrıca mantıklı kararlar verme aşamasında kişinin bu yöndeki duyularını harekete geçirmesiyle de bilinir.
Haellyria’nın da biz Gölge – Ruhlar için nasıl elzem bir önem taşıdığı düşünülürse, buradan daha uygun bir kullanım alanı olamazdı, değil mi?”
Baktığınız anda sizi birkaç dakikalığına bulunduğunuz ortamdan soyutlayacak derecede büyülü görünen kapıya yaklaşan Arkhael, beni kibarca yanına çekti ve böylece kapıyla burun buruna geldim.
“Evet kızım, şimdi adını söyle ki okul bizi içeriye davet edebilsin.”
Şaşkınca, anlamayarak baktım ama gülerek bir kez daha benden aynı talepte bulununca, boğazımı temizledim.
“Şey, merhaba. Ben Cathleen,” dedim kendim bile bunun bir saçmalık olduğunu düşünerek.
Gerçekten de saçmalıktı, zira hiçbir şey olmadı.
Yanı başımda derin bir iç geçiren Kral, bana bezgin bakışlar attı.
“O sahte ismi kastetmemiştim. Senin adın Alworiel. Doğduğun anda kayıtlara geçen ismin bu. Bunu sana daha kaç kez anlatmam gerek?”
Bir “hıh!” sesi eşliğinde yeniden kapıya döndüm ve bu kez kendinden emin bir tavırla konuştum:
“Ben Alworiel, Haellyria’nın baş eğitmeni. Tyalariaların yaşayan son temsilcisi.”
Sesimin tok ve buyurgan tınısı karşısında Arkhael bile kibar bir şaşkınlık yaşamıştı. Bana bakarken kesinlikle bu durumdan memnun olduğunu söyleyebilirdim. Üstelik bir de kapı ansızın açılınca, işte o vakit Gölge – Ruh Kralı’nın keyfine diyecek yoktu.
Üstü dev ağaçların dalları nedeniyle kapanmış avluya adım attığımız esnada, okulun yaklaşık üç – dört metre uzunluğu bulan kapısı gürültüyle açıldı. Siyah pelerinini yüzünü kapatacak şekilde giymiş olan biri, hızlı adımlarla basamaklardan inerken, arkasından vuran cılız, sarı ışığın yanan bir şömineden geldiğini hayal etmemiş olmayı diliyordum, çünkü biraz daha burada beklersek, hiçbir müdahaleye gerek kalmadan donarak ölecektim.
“Alworiel,” diyen sesteki tını kanımda bir şeyleri harekete geçirdi. Damarlarımda kanla birlikte dolaşan farklı bir sıvı vardı sanki ve geçtiği her yere garip bir enerji tohumu bırakıp gidiyordu. “Jormarin, nihl palwen. Yth! Nih chojal ll ven iss lially. Inaria, ven y tsawin. Ilaeithyn!”
(Bu cümlelerin çevirisi gelecek bölümde 😊)