BÖLÜM 47 | RÜZGAR

En başından başla
                                    

Kiminle karşılaşacağımdan habersiz ve özellikle de baygın numarası yapıp yapmamam gerektiği konusunda karasız bir şekilde, çıt bile çıkarmadan beklemeye koyuldum. Boynum yaşadıklarımın ağırlığını daha fazla taşıyamayarak büküldü ve çenem göğüs kemiğime yaslanırken "özür dilerim." diye fısıldadım İda'ya. Sonuçta benim fazlaca dikkatsiz oluşum bizi bu çıkmaz sokağa sokmuştu.

Gelen her kimse, çıkarabildiği her türlü gürültüyü çıkarıp geldiğini haber vermek, daha doğrusu adrenalin seviyemi tavan yaptırmak istiyordu sanki. Koridor boyunca yürüdü, ama bulunduğum odaya gelmek yerine dairenin öbür ucundaki başka bir odaya gitti. Aklıma gelen ihtimaller işlek bir caddeden vızır vızır geçen arabalar gibiydi. Kimi yeşil ışığı gördü mü gazlıyor, kimi kırmızı ışığa takılır gibi diğerlerinden daha uzun süre kalıyordu zihnimde. Kalbim bir yandan Atlas diye bastırırken aklım onu mantıklı düşünmeye davet ediyor ve bunun mümkün olmayacağından bahsediyordu. Fakat ne yazık ki saçma bir umutla çırpınıp duran kalbime söz geçirmek oldukça zordu. 'Atlas olsaydı...' dedim içimden kalbimi ikna etmeye çalışan aklıma destek çıkarak. 'Bana zarar verme ihtimali olan bir yol seçmezdi.' Zaten onun kendine has yöntemleri vardı. Kahvenin içine koyduğu bitkisel ilaçlarla ya da ensemle boynum arasındaki o hassas noktaya bastırmak gibi. Hem yollarımız ayrılmış olsa bile, iki medeni insan gibi konuşabilirdik, böyle uç yöntemlere başvurması için herhangi bir neden göremiyordum. 'Ama...' diye söze girdi kalbim. Tam o anda salonun kapısı da savrularak açıldı ve ayak sesleri bu defa ahşap parkelerin üzerinde yankılandı. Çaresizce ne yapacağımı bilemeyerek beklerken, gözümden süzülen bir damla yaş, koptuğundan haberim bile olmayan bir düğmenin bıraktığı açıklıktan karnımın üzerine, çıplak tenime döküldü. Keskin bir erkek parfümü kokusu burnuma dolduğunda, gelenin Atlas olmadığından artık tamamen emindim.

Adam etrafımdan ağır adımlarla dolanıp oturduğum sandalyenin tam önünde dikildiğinde, başımı kaldırırken hırçınca sordum. "Benden ne istiyorsunuz?" Göz göze geldiğimizde afalladım, şu an karşımda duran adam, beni alıkoyabileceğini düşündüğüm en son kişi bile değildi. Sanki görüntüsünün değişebilme ve adamın birdenbire başka birine dönüşebilme ihtimali varmış gibi gözlerimi kırpıştırdım. "Baha?" diye sordum tüm şaşkınlığımla.

Bembeyaz dişlerini göstererek kocaman gülümsedi ama gülümsemesi bir nebze olsun gözlerine yansımadı. "Demek adımı biliyorsun, ne güzel. Ama ben seninkini yeni öğrendim, Hazel." dedi bir çırpıda. Bir süre durup beni baştan aşağı süzdükten sonra, "yoksa sana Çöl Gülü mü demeliyim?" diye devam etti.

Tüm bu olanlara inanamıyordum. Tam kurtuldum, her şeyi geride bıraktım derken olay yine başa sarıyordu. Ne kadar silkelersem silkeleyeyim kurtulamadığım, dişlerini paçama geçirmiş bir köpekten farksızdı bu iş. "Sorum aynı, benden ne istiyorsun?" dedim sinirli bir gülümsemeyle. Kendimi tutmuyor olsam bu işin içinden bir türlü sıyrılamadığım, unutulup gidemediğim için katıla katıla ağlayacaktım.

Karşıda duran sandalyelerden birini çekip oturduktan sonra ilgiyle beni izlemeye devam etti. "Sende bir şey var." dedi alakasızca. Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. Sadece böyle karşılıklı oturup sohbet mi edecektik yani? Eğer durum bundan ibaretse beni çözse hiç de fena olmazdı. Tam ağzımı açıp öneride bulunacaktım ki bitirdiğini sandığım cümlesine devam etti. "Candar erkeklerini sana çeken bir şeyler." Büyükçe yutkunsam da boğazıma oturan yumruyu yok edemedim. Atlasla aramızdaki bağlantıyı çözmüş olabilir miydi gerçekten? Pek zeki birine benzemiyordu ama saf rolünü oynamak onun kendi kendine geliştirdiği bir kalkan da olabilirdi. Ayağımı denk alsam iyi olacaktı.

"Neden bahsettiğini anlamıyorum. Konuşmak için mi getirdin beni buraya? Bu iplere falan gerek yoktu."

"Ah tabi bilmiyorsun." dedi abartılı bir hareketle alnına vurarak. "Küçük kardeş donumuza kadar almak istiyor, ama soyadımızı istemiyor."

ASLANAĞZIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin