O anda adam sandalyesinden bir hışımla kalktı ve üç büyük adımda yanımda bitiverdi. Omzumdan beni yatağa bastırırken "yat aşağı nereye gidiyorsun." diye homurdandı. Şaşırtıcı bir şekilde burnuma çektikçe ciğerlerimi bayram yerine çeviren ferah kokuyla iyiden iyiye afallamışken çırpınmayı kestim.

Bir şeyler söylemem gerekiyordu. Önce yutkunmayı denedim. Boğazım çölden daha kurak, kulağıma erişen sesim daha kumluydu. "Bir bardak su alabilir miyim?" diye sorabildim en sonunda. Daha fazla konuşmak zorunda kalmadan önce biraz daha zamana ihtiyacım vardı. Etrafa biraz daha göz gezdirmeli, onu biraz daha tartmalı ve notunu verdikten sonra bir karara varmalıydım. Yaramı sarması şu an için artı hanesine kaymak üzereydi ama bu hissi yavaşça ensesinden tutup tekrar orta çizgiye, tarafsız bölgeye çektim. Ağzımdan laf almak istiyor olabilirdi. Bunun için iyi biriymiş gibi davranıyor olabilirdi. Ona söyleyeceklerimi duyduktan sonra kafama silahı dayayıp tetiği çekmesi ve işimi bitirmesi hiç de zor olmazdı. Kim bilir, belki de çıplak elleriyle yapardı bu işi. Hayal meyal hatırlasam da o çatışma alanında bayılmama neden olan şey kan kaybı ya da kan tutması değildi. Bugüne kadar kan görüp de fenalaştığım hiç görülmemiş şeydi. Aldığım yara da uzunlamasına fazla bir alan kaplamasına rağmen derin değildi, bunu hissedebilmiştim. Orada öylece yere yığılmamın sebebi, ensemdeki hassas bir noktaya yapmış olduğu baskıydı. Bu durumda ya insan vücudunu çok iyi biliyordu, ya da başka amaçlarla bu uğurda kendini çok iyi eğitmişti. İkincisinin doğru olmaması için dua etmekten başka çarem yoktu sanırım.

Ben henüz iç muhasebemi bitirememişken elinde bir bardak suyla geri geldi. Ellerim bardağı kavrayabilmek için uzanırken, kollarımdaki bütün tüyler ayaklandı ve aniden yoklayan titremeyi bastıramadım. Duyduğum korkuyu örtbas edebilmek için yapmacık bir şekilde tekrar titreyerek, "amma soğukmuş burası da." dedim.

Bana attığı 'dediklerini yemiyorum' bakışları eşliğinde suyumu yavaş yavaş, yudumları saya saya, kana kana içerken zaman kazanmaya çalışıyordum. Çıkan o arbedede gördüğüm adamların hiçbirine benzemiyordu. Gözlerimi kısıp onu süzmeye devam ettim. Ne zaman halini, tavrını, görünüşünü analiz etmeye kalksam aklım başka bir yere kayıyordu. Bir erkeğe güzel denir miydi bilmiyordum. Ama eğer denecekse, bu sıfatı fazlasıyla hak eden bir tanesi şu an karşımda duruyor, keskin bakışlarını yüzümden ayırmıyordu. Gözlerimi yeni yeni çıkmaya başlamış sakalının örtmeyi başaramadığı kemikli yüzünde gezdirdim. Çene kemikleri o kadar keskin duruyordu ki, deneseniz büyük ihtimalle elması bile kesmeniz mümkün olurdu. Kemersiz düzgün burnuna, gülümsediğinde nasıl göründüğünü merak ettiğim çizgi şeklinde dümdüz duran dudaklarına, ardından geniş omuzlarına baktım. Yani tamam, insanları hep izler ve onları çözmeye çalışırdım ama bu seferki, elimde olmadan resmen alıcı gözüyle bakarmış gibi bir görüntü çiziyordu.

Zaten o da ne yaptığımı fark etmişti ki, alaycı bir şekilde "doyduysan kalkalım" dediğinde yerin dibine girebilmeyi denedim. Elimdeki bardağı yatağın yanındaki komidinin üzerine bırakırken, daha fazla karanlıkta kalmak istemediğimi düşünüp, eski püskü duran abajurun ipini çektim. Gece lambasından o kadar fersiz bir ışık yükseldi ki, bir nebze olsun aydınlanmamıştı oda. Kendimi tutmasam 'kaç mumluk bunun içindeki ampul ya, bir mum mu nedir?' diye çemkirebilirdim.

Derin bir nefes alıp sırtımı arkamdaki yatak başlığına yasladım. 'Sen kimsin, adın ne, beni neden buraya getirdin, kimin için çalışıyorsun, bana ne yapacaksın' gibi sorular sormam gerekirken, "yarayı sen mi sardın?" dedim.

Bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı, sonra vazgeçip tekrar kapadı. Sanırım içinden sabır çekiyordu şu an. Oysaki daha başlamamıştık bile.

"Evet" dedi ve durdu. Tam devam etmeyeceğini düşündüğüm sırada "Dikişe gerek yoktu, dezenfekte edip sardım ben de sadece." diye kısaca açıklama yaptı.

ASLANAĞZIМесто, где живут истории. Откройте их для себя